Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Hadis Terimleri Sözlüğü - I Harfi Ile Başlayan Terimler

H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
İ


İbdâl


İbdâl-i Âlî


İbdâl-i Nazil


İbhâm


İbn Mâce


İbtidâ-yı Sened


İ'câm


İcâze


İcâze Âmme


İcâze Âmme Mukayyede


İcâze Âmme Mutlaka


İcâze Li’l-Ma'dûm


İcâze Li'l-Mechûl


İcâze Li’l-Mechûl Bı'l-Mu'ayyen


İcaze Li’l-Mıtayyen Bıl-Mechûl


İcaze Li'l-Mu'ayyen Fî Gayrı Mu'ayyen


İcâze Li'l Mu'ayyen Fi'l-Mu'ayyen


İcâze Mâ Lem Yesmahu'l-Mucîz


İcâze Mâ Lem Yetehammelhu'l-Mucîz


İcâze Mechule


İcâze Mu'allaka


İcâze Mücerrede Ani'l-Munâvele


İcâze Mukterine Bi'l-Munâvele


İcazet


İcâzetu'l-Mu'ayyen Li'l-Muayyen Fî'l-Mu'ayyen


İcâzetu’l-Mucâz


İdâl


İdrâc


İfrâd


İhâle


İhbar


İhrâc


İhticâc


İhtilâfu'l-Hadis


İhtilât


İhtisâr-ı Hadis


İhtisâru'l-Hadîs


İhve Ve Ahavât


İklâl-i Hadîs


İkrâr


İksar-ı Hadis


İlâhî Hadis


İlhak


İ'lâl


İ'lâmu'ş-Şeyh


İlhâm


İlelu'l-Hadîs


İle's-Sıdkı Ma Huve


İleyhi'l-Munteha Fi'l-Kizb


İleyhi’l-Munteha Fi'l-Vad'


İleyhi’l-Munteha Fi't-Tesebbut


İlle Gâmıda


İllet


İlm


İlm-i Ahbâr


İlm-i Âsâr


İlm-i Hadîs


İlm-i Nazarî


İlm-i Zarurî


İlmu Dirâyeti'l-Hadîs


İlmu Mustalahi'l-Hadîs


İlmu'l-Hadîs


İlmu'l-Hadîs Dirâyeten


İlmu'l-Hadîs Rivâyeten


İlmu'r-Rivâye


İmâm


İmlâ


İn Sahha'l-Haber


İndenâ


İnfirad


İnkıta'


İnteha'l-Lahak


İntihâ


İntiâ'u's-Sened


İntikâ


İntikad


İntikâd-ı Esânîd


İ'râbu'l-Hadîs


İrmi Bihî


İrsal


İrsâl-i Celi


İrsâl-i Hafî


İrsâl-i Zahir


İrvi Hazâ Annî


İsmâ


İsnad


İsnad Tedlisi


İsnâd-ı Âli


İsrailiyyât


İstidrak


İstifada:


İstihraç


İstimla


İstinbat


İstinbâtu'l-Ahkâm


İstişhad


İşkâl


İtibâr


Î'tidâd


İtkan


İttefekâ Aleyh


İttefekâ Aleyhi'ş-Şeyhân


İttihâm Bi'l-Kizb


İttihâmu'r-Râvî Bil-Kizb


İttisal


İztırab



İ



İbdâl:


Sözlükte değiştirmek, bir nesnenin yerine diğerini getirmek mânâsına gelir

Hadis usulü ıstılahı olarak ibdâl, uluvvü nisbînin kısımlarından biridir. Şöyle tarif edilir: Bir ravi, el-Kutubu's-Sittede veya başka hadis kitaplarının birinde bulunan hadislerden birini o kitabın tankından başka bir tarik ile musannifin şeyhinde musannıfla buluşmak üzere daha az sayıda ravi ile rivayet ederse buna muvafakat adı verilir.


Şayet söz konusu muvafakat kitap sahibinin şeyhinin şeyhinden daha az ravi ile hasıl olursa isnadın bu şekilde meydana gelen ulüvvüne ibdâl denir. İsnadın musannıfta nisbetle âlî oluşunun bu kısmına ibdâl denilmesi, hadisi rivayet edilen kitap sahibinin şeyhinin şeyhinden rivayet eden ravi, o kitap sahibinin şeyhinden bedel olduğu içindir.


Bu sebeple ibdâle, şeyhin şeyhine nisbetle muvafakat sözü konusu olduğundan şeyhu'ş-şeyhte muvafakat da denir. Muvafakati mukayyede diyenler de vardır.

Şu hadis ibdâle misal verilebilir. Tirmizî, Ali b. Hucr -Halef b. Halîfe - Humeyd el-A'rec - Abdullah İbnu'l-Hâris - İbn Mes'ûd isnadiyle Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduklarını rivayet eder:


“Rabbi kendisiyle konuştuğu gün Hz. Musa'nın üzerinde yün setre, yün cübbe, yün külah, yün şalvar vardı. Ayakkabıları ise ölü eşek derisinden yapılmıştı.” 402

Aynı hadisi el-Irakî, İbn Arefe cüzünden bir başka tarîkla ve iki ravi eksiğiyle Tirmizî'nin şeyhinin şeyhi olan Halef b. Halîfe'den rivayet etmiştir. Bu durumda el-Irâkî, kendi isnadında önce Halefe nisbetle uluvv temin etmiş; ayrıca Tirmizı'nin şeyhinin şeyhi olan Halefte daha az ravi ile muvafakat sağlamıştır. Sonuç olarak da kendi tarikından rivayetinde Haleften rivayette bulunan ravisi, Tirmizî'nin şeyhi olan Ali b. Hucr'e bedel vaki olmuştur.


İbnu's-Salâh ve ona tabi olarak en-Nevevî, el-Irâkî ve es-Suyûtî'ye göre ibdalin tarifinde uluvv yani daha az ravi ile rivayet söz konusudur. Nitekim İhnu's-Salâh, “isnadda uluvv olmazsa bunlara muvafakat veya bedel denmez.


Gerçi isnad âlî olmasa da muvafakat ve ibdal hasıl olur. Ancak o takdirde bunlara iltifat edilmeyeceğinden bu isimler verilmez” diyorsa da 403, bütün muhaddislerin bu ıstılahta birleştikleri bazı karinelerden anlaşılmaktadır. Nitekim ez-Zehebî ile diğer bazı Hadis Usûlü âlimleri isnadda uluvv olmaksızın da muvafakat ve bedel tabirlerini kullanmışlardır. 404

Uluvv söz konusu olmayan bedele İbdâl-i nazil diyenler olmuştur.


İbdâl-i Âlî:


Bk. İbdâl.


İbdâl-i Nazil:


Bk. İbdâl.


İbhâm:


Asıl itibariyle bir iş muğlak ve şüpheli olmak manasınadır. Bir adamı bir işten alıkoymak, kapıyı kapatmak manalarına da gelir. 405


Hadis Usulünde ibhâm, cerh ve ta'dil kaideleri ile ilgili olarak, sika bir ravinin isnadında kendisi gibi sika olan şeyhini ismiyle değil mübhem bir şekilde zikretmesine denir.

Özellikle İmam Mâlik'in el-Muvatta'ında ve İmam Şafiî'nin rivayetlerinde çokça görülen ibhâm, çeşitli şekillerde yapılmıştır. Fakat belli bir tabiri yoktur.


En çok kullanılan ibhâm lafızları, ahberanî şeyhim, ahberanî raculun, haddesenâ sâhibun lenâ, huddistu an fulânin, haddesenî gayra vahidin min ashabına, haddesenî ba'du ashâbinâ, ahberanî's-sikatu, ani's-sikati, haddesenî men lâ ettehimu ve benzeri lafızlardır. Ravileri arasında ismi herhangi bir sebeple ibham edilmiş biri bulunan hadise mubhem adı verilir.


İsnadda ismi mübhem bırakılan ravînin kim olduğu bazen rivayet ettiği hadisin başka tarîktan rivayetinde isminin söylenmesiyle anlaşılır. Bununla birlikte şeyhini ibhâm eden sika ravinin bütün isnadlarının karşılaştırılmasından veya ibham edilen şeyhin ismini birinin haber vermesiyle anlaşıldığı da olur. Meselâ İmam Mâlik'in “ani's-sika, an İbn umer” dediği yerde “sika” Nâfi'dir.


“Ahberanî men lâ ettehimu min ehli'1-ilm” dediği yerde ise kasdettiği el-Leys b. Sa'ddır. Yukarıda rivayetlerinde şeyhini çokça ibhâm ettiğinden bahsettiğimiz İmam Şâfi'î'nin “ahberanî's-sika, an İbn Ebî Zi'b” ibhamında sika olarak nitelediği şeyhi Muhammed b. İsmail b. Ebî Fudeyk’tir. “Ani's-sika, ani'z-Zuhrî” dediğinde ise mübhem bıraktığı kişi Sufyân b. Uyeyne’dir. “Haddesenî men lâ ettehimu” dediğinde ibham ettiği şeyhi İbrahim b. Yarıya’dır. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Abdullah'a göre İmam Şafiî'nin “Haddesenî's-Sika, an Huşeym” diyerek ismini ibham ettiği şeyh, fıkıhta talebesi olan Ahmed b. Hanbel’dir. 406


İsmi ibham edilen şeyh adalet vasfına haizse ona mubhemu't-ta'dil de denir. Sika değilse isnadın munkati olduğuna hükmedilir.


İbn Mâce:


Bk. Sünen İbn-i Mâce.


İbtidâ-yı Sened:


Senedin başlangıcı anlamına gelen bir tabir olarak hadisi rivayet eden veya kitabında nakleden muhaddise denir.


İ'câm:


İ'câm, sözlükte ifal babından mastardır ve sözü fesahat ve beyanla söylemeyip tutuk konuşmak veya maksadı açıkça anlatamamak manasına gelir. Bu mana ile ilgili olarak yazıyı noktalamaya da i'câm denir ki, yanlış okuma ihtimalini nokta, hareke ve i'rab işaretleri koyarak bertaraf etmekten ibarettir. 407


Bu kısa açıklamadan anlaşılacağı üzere hadis usulünde i'câm, hadis metinlerinin yazılışında yanlışlığı ve karışıklığı önlemek için harflerin noktalanmasına denilmiştir. Hadis yazan katibin uymak zorunda olduğu kaideler arasında sayılmıştır. Ta ki bu kaideye riayetle aynı şekilde yazılan be, te, se, ye, hatta nun; cim, ha , hı,; dal, zel; ra, ze; sin, şın; ayn, ğayn; harflerinden herbiri benzeriyle karıştırılarak yanlış okumaya meydan verilmesin. Bilinen gerçektir ki, insan hafızası unutmaya mahkumdur, ilk unutkan kişi, ilk insan olan Hz. Adem'dir.408


Şu hale göre pek çok hususta olduğu gibi yazıda da hafızaya ibareleri doğru okumayı sağlayacak tedbirleri almak gerekir. Benzer harfleri birbirinden ayırt edecek şekilde noktalarını yerli yerine koymak bu tedbirler arasındadır ve i'camın doğuşuna yol açmıştır.


Yine bilinen bir gerçektir ki yazıda düzgün noktalama yapılmayışı çok büyük hatalara yolaçmıştır. Öyle ki yerine göre bir nokta hatası “göz”ü “kör” etmiştir. Hadisleri yazan kâtip, lüzumlu yerlere nokta koymadığı takdirde bir mu'tezilî çıkar, hadiscinin “Şu'be ve Sufyândan rivayetini seb'atin ve seb'îne (77)” okur, hadiscilerle alay etmeye kalkışır. 409

Bu konuda meşhur rivayete göre Hz. Osmân Mısır valisi Abdullah b. Sa'd b. Ebî Serh'a yazdığı mektupta oraya tayin ettiği Muhammed b. Ebibekr hakkında “izâ câ'ekum fa'kbilûhu” diyerek yanlarına geldiğinde onu kabul etmelerini, ikramda bulunmalarını emretmiştir. Aksiliğe bakın ki, yazıda noktasız olan son kelime “fa'ktulûhu” (öldürün onu) şeklinde okunarak fitneye yol açmıştır.


Söylendiğine göre Hz. İsa (a. s) hakkında İncil'in Arapça Tercümesinde “Sen, erkek eli değmemiş bir kadından dünyaya getirdiğim bir peygamberimsin” ibaresi feci bir nokta ve i'rab hatasiyle “ente buneyye veledtuke mine'l-betûl” - hâşâ- (sen betul bir hanımdan doğan benden olma oğlumsun) şeklinde küfre dönüştürülmüştür. 410


Bu tarihî ve Önemli misalleri artırmak mümkündür. Verilenler göstermektedir ki, bir arapça ibarenin doğru olarak okunabilmesi her şeyden önce yazılırken noktalanmasına; bunun yanısıra gerekli yerlerine i'rablarını gösteren harekeler konulmasına bağlıdır. Böyle bir işlem gelişigüzel bir ibare için gerekli olunca dinî hükümlerin Kur'ân-ı Kerim'den sonra ikinci kaynağı olan hadisler için daha da titizlikle uyulması gereken bir mecburiyet olmaktadır.


İmam Evzâ’i’nin “yazılı metinleri harfleri noktalamak suretiyle yazmak o yazılı metinlerin nurudur” dediğine bakılırsa411, ilk hadis metinlerinin gerekli yerleri i'cam edilerek yazıldığı söylenebilir.


Bazı muhaddisler i'cama rakş demişlerse de aralarında fark vardır. (Bk. rakş).


İcâze:


Bk. İcazet.


İcâze Âmme:


“Umumî icazet” manasına icazetin üçüncü nevidir. Bir şeyhin ne rivayet edilecek icazete konu olan kitap veya hadisleri ne de onları rivayete izin verdiği şahıs veya şahısları açıklamaksızın eceztu ehle zemânî (zamanımda yaşayanlara icazet verdim), li-men edreke zemânî (zamanıma yetişenlere İcazet verdim), eceztu li'1-muslimîn (veya cemî'a'l-muslîmîn), (Müslüman olan herkese izin verdim), eceztu li-men kale lâ ilahe illallah (lâilâhe illallah diyen herkese icazet verdim) eceztu li-men yeşâ'u'l-îcâzete (isteyen herkese icazet verdim) gibi umumi bir ifadeyle verdiği icazettir. Bu icazet nevinin özelliği mucâzun lehin tayin edilmemiş oluşudur.


Şahsın belli etmeden umumi olarak verilen icazetler alimler arasında ihtilaf konusu olmuştur. Hatta icazeti esas itibariyle kabul edenler bile umumiyetle bu nevi icazette tereddüde düşmüşlerdir. Bunlara göre kısıtlayıcı bir vasıfla kayıtlı icazetler, kayıtlı olmayanlara nisbetle cevaza daha yakındır. 412


Öte yandan Ebu Abdillah b. Mende “la ilahe illallah diyen herkese” diyerek umumî bir icazet vermiş, el-Hatibu'l-Bağdâdî de bunu caiz görmüştür. Ayrıca Kadi Ebu't-Tayyib et-Taberi'nin nakline göre Ebu Abdillah b. Attâb, Ebu'1-Fadl Ahmed İbnu'l-Hasen b. Hayrûn, Ebu'l- Velid b. Ruşd, Ebu Tâhir es-silefî, Ebu-bekr b. Hayr el-İşbilî aha pek çok âlim umumi icazeti caiz görmüşlerdr. 413


İbnu's-Salâh, icâze âmmeyi caiz görmemiştir. Ona göre -pek azı müstesna- umumi icazeti caiz gören selef ve son devir alimlerinden bu icazet çeşidini kullanarak hadis rivayet edildiği ne duyulmuş ne de görülmüştür. Aslında icazet zayıflıktır. Hududu geniş tutulursa zayıflığı artar ve çekilmez hale gelir.414


el-Irâki ise aynı görüştedir ve umumi icazetle rivayeti bırakmanın ihtiyata uygun olacağını söylemiştir.


Bazı âlimler icâze âmmeyi mutlak (icâze âmme mutlaka); ve mukayyed (icâze âmme mukayyetle) olarak iki kısma ayırmışlardır. Bunlardan birincisi izah edilen kayda tâbi tutulmayan umumî i-cazettir. İkincisi ise muhaddisin umumî tabiri biraz kısarak, bir şehir veya bölge yahut mezhep mensuplarına, yahutta filan şehrin ilim ehline veyahutta evvelce kendisinden okumuş olanlara diyerek bir kayıtlama yapıp verdiği icazettir.


İbn Haceri'l-Askalânî mutlak icâze âmme ile hadis rivayet etmiştir. Bununla birlikte bu yolla hadis almayı zayıf addettiği şu sözlerinden anlaşılmaktadır:


“Gerçi mutlak icâze âmmenin cevazına gelince, Kadî İyad, önce icâze âmmenin meçhul ve sayılamayan kişiler için vakıf kurmaya kıyas edildiğine; buna göre “falanın evladı için, fulanın kardeşleri için” kurulan vakfın caiz olduğuna işaret ettikten sonra şunları söyleyerek umumi icazetin caiz görülmesi tarafına meyletmiştir:


“İcazeti sahih gören alimlerin eceztu li-men huve min talebeti'1-ilmi li-beledin keza (şu beldede ilim talebesi olanlara icazet verdim); eceztu talebete'1-ilmi bi-beledî keza (memleketimde bulunan talebelere icazet verdim); eceztu li-men kara’e aleyye kable hazâ (bundan önce bana hadis arzedenlere icazet verdim) gibi kayda bağlayıcı tabirlerle umumi icazetle hadis rivayetinin caiz olduğu görüşünde birleştiklerini sanmıyoruz. Kimsenin böyle bir icazetten men edildiğini de görmedim”.415


en-Nevevi’ye göre kaydı belirten herhangi bir vasıfla verilen icâze âmme mükayyedenin caiz olması ihtimali, mutlak icaze âmmeye nisbetle daha fazladır. 416


İcâze Âmme Mukayyede:


Bk. İcâze Âmme.


İcâze Âmme Mutlaka:


Bk. İcâze Âmme.


İcâze Li’l-Ma'dûm:


Henüz hayatta olmayan bir kimseye verilen icazettir. Şeyh, eceztu li-men yûledu 1i-fulânin (falanın doğacak çocuğuna icazet verdim) gibi bir dea sîgası kullanarak ismini andığı kişinin ilerde doğacak çocuğuna hadislerini rivayet etmesi için izin verir.


İcazet çeşitleri arasında sayılan bu şekilde bir icazetin caiz olup olmadığında ihtilaf vardır. Nitekim Şafiî âlimlerinden Ebu't-Tayyib et-Taberî ile Ebu'n-Nasr İbnu's-Sabbâğ'a göre hayatta olmayana icazet bâtıldır; zira icazet, mucâzı haber vermek hükmündedir. Henüz hayatta olmayan bir kimseye bir şey haber vermek ise sahih değildir. Bunun gibi hayatta olmayan icazet vermek de sahih olmaz.

Hak ve gerçek olan budur. 417


el -Hatîbu'l- Bağdadî de, bütün şeyhlerinin hadis meclislerinde bulunmayan çocuğa yaşını başını sormadan icazet vermeyi caiz gördükleri halde hayatta olmayana icazete cevaz vermediklerini söylemiştir. 418


Buna karşılık ma'dûma icazeti caiz görenler olmuştur. Bunlar cevaza Hanefilerle Mâlikîlerin ma'dûma vasiyeti caiz görmelerine kıyas ederek hükmetmişlerdir.

Bundan başka bir de ma'dûmu maluma atfederek icazet vardır, böyle icazette şeyh, eceztu li-fulânin ve li-akîbihî mâ tenâselû (falancaya ve soy sürdürdükleri sürece çocuğuna ve torunlarına icazet verdim) gibi bir eda lafzı kullanır. Şafiî'ler, ma'dûma icazetin bu türünün caiz olduğu görüşündedirler. Ancak, kabul etmek gerekir ki, böyle bir icazet zayıftır. 419


İcâze Li'l-Mechûl:


İcazet çeşitlerinin dördüncüsü olup icâze meçhule adiyle de bilinir. İsmi ve mahiyeti belirlenmemiş meçhul bir kitabı rivayet etmesi için belli bir şahsa yahut belirli bir kitabı rivayet için meçhul bir şahsa icazet vermek şeklinde uygulanmıştır. İlk uygulama icâze li'l-Mu'ayyen bi'1-mechûl; ikincisi ise icâze li'1-mechûl bi'1-mu'ayyen isimleriyle bilinir.


Meçhule veya meçhul için icazet verirken şeyh, söz gelimi, birkaç sünen kitabı rivayet etmiş de hangisinin rivayetine izin verdiğini açıklamaksızın eceztuke kitabe's-sunen (sana sünen kitabını rivayet etmene izin verdim) yahut eceztu (leke) (ba'da) mesmû'âtî (işitmiş olduğum hadislerin bir kısmını rivayet etmene icazet verdim) yahutta ismiyle nisbeti müşterek birkaç kişiden hiçbirini tayin etmeden mesela “Eceztu li-Muhammed b. Hâlid ed-Dimeşkî” derse gerek mucâzı, gerekse mucâz lehi meçhul bırakmış olur. Böyle bir icazet batıl olduğu gibi bu şekildeki icazetle rivayet de haramdır.


Şu var ki, icazeti veren yalnızca söz gelimi Sünen Ebî Dâvudu rivayet eden kişi olarak bilinir yahut ismini andığı şahsın kim olduğu başka bir surette açıklanır ve bu karine ile cehaleti zail olursa icazet sahih olur. Bunun gibi bir kimseden şahsını görmediği diğer birine icazet vermesi istenir, o da şüpheye yer bırakmayacak şekilde icazet verdiği kimsenin adını tasrih ederek hadislerini rivayete izin verirse, verdiği icazet yine sahihtir. Böyle bir durumda mucîzin icazet verdiği kimseyi görmesi şart değildir. Şahıslarını bilmediği, fakat verdiği icazetnamede isimleri şüphe götürmeyecek Şekilde açık olan bir gruba icazet vermesi de böyledir.


İcâze Li’l-Mechûl Bı'l-Mu'ayyen:


Bk. İcâze li’l-Mechûl.


İcaze Li’l-Mıtayyen Bıl-Mechûl:


Bk. İcâze li'l-Mechûl.


İcaze Li'l-Mu'ayyen Fî Gayrı Mu'ayyen:


İsmi ve künyesiyle belirlenmiş bir kimseye, icazete konu olan hadisler veya kitap belirtilmeden verilen icazettir. Bir başka deyişle, mucâz leh belirtildiği halde mucâz belirtilmeksizin uygulanan icâze mücerrede ani'l-munâvele şekillerindendir. Böyle icazette şeyh, eceztu (leke) cemî'a mesmû'âtî veya eceztu (leke) cemî'a merviyyâtî gibi bir eda lafzı kullanarak talebesine icazet verir. Böylelikle icazet verdiği kimseyi açıkladığı halde rivayetine izin verdiği şeyi açıklığa kavuşturmamış olur.

Bu şekildeki bir icazet caiz görülmüştür.


İcâze Li'l Mu'ayyen Fi'l-Mu'ayyen:


Bk. İcâzetu'l-Mu'ayyen Li'1-Mu'ayyen Fi'1-Mu'ayyen.


İcâze Mâ Lem Yesmahu'l-Mucîz:


Bk. İcâze Mâ Lem Yetehammelhul-Mucîz.


İcâze Mâ Lem Yetehammelhu'l-Mucîz:


İcazet verenin ilerde rivayet edeceği, başka deyişle icazet verdiği anda henüz rivayet etmemiş olduğu hadislerin, alınışından sonra rivayet edilmesi kaydiyle verdiği icazettir. İcazet şekillerinin sekizincisi sayılmıştır.

Bu yolla icazet vermek isteyen şeyh, talebesine eceztu leke mâ sahha ve mâ yesıhhu indeke min mesmû'âtî (Sana

işiteceğim hadislerin sahih olanlarını ve sahih kabul ettiklerini rivayete izin verdim) gibi bir dea lafzı kullanır.


Kadı İyad’ın söylediğine bakılırsa kimi alimlerce Endülüs'te uygulanmıştır. Ne var ki ona göre böyle bir icazet, kendinde olmayanı bağışlamak gibidir ve batıldır; çünkü böyle icazet veren bir şeyh, henüz rivayet etmediği hadislerin rivayet edilmesine izin vermiştir. Dolayısiyle iczeti haberi olmadığı bir şeyi rivayete vermiş demektir.420


en-Nevevî de Kadı İyad'a katılır ve bu şekildeki bir icazetin sahih olmadığını söyler. Ona göre bir hadis talibinin bütün işittiği hadisleri rivayet etmesine icazet veren şeyhinden herhangi bir şey rivayet etmek istediği zaman, o şeyin şeyhi tarafından icazetten önce rivayet edilip edilmediğini araştırması gerekir. 421


İcâze Mechule:


Bk. İcâze li'1-mechûl.


İcâze Mu'allaka:


İcazetin beşinci nevidir ve tayin edilmiş yahut edilmemiş bir kimsenin arzusuna bırakılmış şeklidir. Böyle bir icazeti şeyh eceztu li-men yeşâ'u fulânun (falanın dilediği kimseye (veya kimselere) icazet verdim) gibi bir eda lafzı kullanarak verir. Hadislerinin rivayet edilmesi iznini kendi insiyatifinden çıkararak bir başkasının arzusuna bırakır.



İbnu's-Salâh'a göre bu kabil icazette rivayeti şarta bağlamak ve mucâzun lehin cehaleti söz konusudur. Bu itibarla kuvvetli olan görüşe bakılırsa caiz değildir. Nitekim öyle olduğundan buna ta'lîku'l-icâze (icazeti başkasının arzusuna bırakmak da denilmiştir. Şafii âlimlerden Ebu't-Tayyibi't-Taberî bu görüştedir. Gerekçesi, mechûl bir kimseye icazet kabilinden olmasıdır.


Bu yönden tıpkı mucâzun lehi tayin etmeden eceztu li-ba'di'n-nâs veya eceztu ba'da'n-nâs (bazılarına icazet verdim) gibi bir ifadeyle icazet vermeye benzer. Dolayısiyle batıl olur. Batıl olmasının bir sebebi de vekâleti ta'lik etmeye benzemesidir. İcazetin şarta bağlanmış olması da icâze li'1-mechûlün sahih sayılmayış sebeplerindendir; zira kaide olarak cehaletin ifsat ettiğini şarta bağlamak da ifsat eder.422


Bununla birlikte hanbelî âlimlerden Ebu Ya'la İbni'l-Ferrâ ile mâlikilerden Ebu'l-Fadl Muhalled b. Ubeydillah b. Umrûs bu nevi icazeti caiz görümşlerdir. İbn Umrûs'a göre muallak icazette her ne kadar cehalet varsa da, bu cehalet, isteğine bırakılan kimsenin dilemesi halinde kalkar, mucâzun leh tayin edilmiş olur. Bu itibarla batıl olması lazım gelmez.


Hanefîlerden Ebu Abdillah'a göre ise bu türlü icazetin muallak bırakılmış vekâlete kıyas edilmesi sahih değildir; zira vekil, kendisine vekâlet verenin azletmesiyle vekâletten düşer, oysa mucâzun leh, icazet verenin rücu etmesiyle rivayetten men edilmiş olmaz. 423


İcazet veren şeyh bazen icazet verdiği kişiyi belirtmekle birlikte rivayeti onun arzusuna bırakır. Bu da bir nevi icâze mu'allaka sayılır. Böyle durumda mucîz, eda sırasında eceztu fulânen in şâ'e'r-rivâye (falancaya rivayet istediği takdirde icazet verdim) gibi bir eda lafzı kullanılır.


İcâze Mücerrede Ani'l-Munâvele:


Kısaca münavelesiz icazet, elden vermek olmaksızın verilen icazet manasınadır. İcazet şekillerinden biridir. Hadis şeyhinin hadislerinin yazılı olduğu kitabı elden vermesi söz konusu olmadan sadece rivayetine izin vermesi şeklinde uygulanmıştır. Asıl itibariyle şeyhin muayyen bir kimseye muayyen bir hadis kitabını rivayet etmesi için izin vermesinden ibarettir. (Bk. icâzetu'l-mu'ayyen li-mu'ayyen fi'1-muayyen).


İcazete konu olan hadislerin yazılı olduğu kitabı elden vermeksizin yalnızca rivayetine izin vermenin değişik uygulamaları vardır, söz gelimi şeyh, muayyen bir talibe eceztu leke'l-kitâbe'l-fulânî (falancaya ait kitabı rivayet etmene izin verdim), veya eceztu leke me'ştemelet aleyhi fihristi hâzihî (şu fihristimin şamil olduğu yazılı metinleri rivayetine izin verdim) gibi bir eda lafzı kullanarak belirli kimseye belirli kitaptaki hadislerin rivayetine icazet verir. Bazen mucâzun leh belirtildiği halde mucâz belirtilmeden icazet verilir. Bir başka deyişle şeyh söz gelimi, eceztu (leke) cemî'a mesmû'âtî (işitmiş olduğum bütün hadisleri rivayet etmen için (sana) icazet verdim) veya benzeri lafızlarla muayyen birine belirlenmemiş şeyleri rivayet etmesi için icazet verir. (Bk. İcâze li-mu'ayyen fî gayri mu'ayyen).


İcâze âmme, icâze li'1-mechûl, icâze mu'allaka, icâze li'l-mâdûm dahil olmak üzere münavelesiz icazetin başka şekilleri de vardır. Şeyhin henüz işitmemiş veya almamış olduğu hadisleri işittikten ya da aldıktan sonra rivayet etmesi için birine izin vermesi; eceztu leke mâ sahha ve mâ yesihhu indeke min mesmû'âtî (sence sahih olan veya sıhhati sonradan açığa çıkacak mesmuatımı rivayet etmene icazet verdim); eceztu leke mucâzâtî, eceztu leke mâ ucîze lî rivâyetuhü (rivayeti için bana icazet verilen hadisleri rivayet etmene izin verdim) gibi eda lafızlarıyla verilen icazetler münavele olmadan icazetin değişik uygulamalarıdır.


Sonucu uygulama icazetle rivayet edilen hadislerin yine icazetle başkasına rivayetidir. Bunun üzerinde hayli münakaşalar edilmiştir. Bununla birlikte İslâm âlimlerinin çoğunluğu bu kabil icazetin caiz olduğu görüşündedirler. Hatta üç veya dört nesilden ravılerin birbirlerinden hep icazetle nvayet etmelerini caiz görenler bile olmuştur.


Hangi şekilde uygulanırsa uygulansın, münavelesiz icazetin caiz olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır. Alimlerin büyük çoğunluğuna göre bu yolla rivayet caizdir. Bir rivayete göre İmam Şâfıî buna kail olmuştur. Nitekim el-Huseyn b. Ali el-Kerâbisî, kitaplarını kendisine arzetmek istediğinde dinlemeye lüzum görmeyerek “git ez-Za'ferânî'nin kitaplarını al, istinsah et. İşte sana kitaplarımı rivayet etmen için icazet veriyorum” demiştir. İcazeti caiz görmeyenlere göre haliyle münavelesiz icazet de caiz değildir.


İcâze Mukterine Bi'l-Munâvele:


Münavele yani, rivayete esas olan hadislerin yazılı olduğu kitabı elden vermekle birlikte verilen icazet çeşididir. Şeyh, muayyen bir talibe icazet verirken mucâz olan kitabı da elden verir ve eceztu leke en terviye annî hâze'l-kitâbe (bu kitabı benden rivayet etmen için sana icazet verdim) der. Böylece talibin o kitapta yazılı olan hadisleri rivayet etmesine izin vermiş olur.

Münaveleye bağlı icazette şeyh başka yerde, talib başka yerde olabilir. Bu takdirde şeyh, rivayete esas olan kitapla birlikte bir de yazılı icazet gönderir. Böyle icazete münavele ile icazet denildiği gibi mukâtebe ile icazet de denir. Her iki metot geniş çapta uygulanmıştır.

Münavele ile birlikte icazet, mucâz belli olduğu cihetle münavelesiz icazeten daha sahih sayılmıştır.


İcazet:


Türkçede icaze de denilen icazet, sözlükte bir adamı bir yerden öteye savuşturmak, tarlayı yahut hayvanı suvarmak için su vermek manasındadır. Bu nesneyi reva ve akla uygun görmek, destur vermek, münasip tutmak, emri yerine getirmek, bir maddenin caiz olduğuna imza koymak, bir yerden geçip gitmek gibi muhtelif manalarda kullanılır. 424

İlimde icazet, arabm hayvan ve ekin suladıkları su manasına “cevzu'1-mâ” tabirinden alınmadır. Bir kimse diğerinden hayvanını veya tarlasını suvarmak için su isteyip de aldığında isteceztu fulânen fe-ecâzenî (falancadan su istedim; verdi) der.425 İlim talibinin âlime başvurup ondan ilim istemesi, âlimin de ona ilim aktarması bu manadan ıstılah olmuştur.


Hadis Usulünde icazet, tahammülü'1-ilm veya tahammulu'l-hadîs denilen hadis rivayet metodlarından biridir. Semâ, arz (veya kıraat) den sonra üçüncü sırayı alır.


İcazet semâ' ya da arz yani şeyhden işitme veya şeyhe sunma olmaksızın bir muhaddisin rivayet ettiği hadislerin tamamını veya bir kısmını talibin rivayet etmesine izin vermesi olarak tarif edilir. Açıklamak gerekirse kaide olarak tâlib denilen ravi, hadislerini rivayet etmek istediği şeyhe başvurarak onun şeyhlerinden rivayet etmiş olduğu hadislerin hepsini veya bir kısmını -mesela sadece kitabında yazılı olanlarını- rivayete izin ister. İcazetin sahih olması için konulmuş kaidelere riayet şartiyle şeyh, o ravinin rivayet hakkını istediği hadislerini rivayet etmesine izin verir. Böylece hadis tahammülü gerçekleşmiş olur.


İcazet veren şeyhe mucîz, şeyhden icazet yoluyla rivayet edilen hadis ya da habere mucâz, şeyhinden icazet metoduyla hadis rivayet etmiş olan talibe ise mucâzun-leh adı verilir.


İcazetin kaideleri dahilinde gerçekleşmesi için önce muciz denilen ve hadislerinin rivayet edilmesine izin veren şeyhin icazete konu olan hadisleri iyi bilmesi aranır. Bunun gibi mucâzun leh de ilim ehlinden olması gerekir; zira icazet, sema ile arzın altındadır ve sırf ilim ehline kolaylık olması bakımından ihtiyaca binaen verilmiş bir ruhsattır. Buna bağlı olarak İmam Mâlik, icazet veren şeyh ile hadislerini rivayete izin verdiği talibin ilim ve ehliyet sahibi olmalarını şart bile koşmuştur.


İcazet eğer yazılı olarak verilmiş ise şeyhin bunu sözle de belirtmesi münasiptir. Yalnız yazılı olarak verilmiş olan icazet sahih ise de hem yazılı olarak, hem de sözle verilmiş olan icazetten daha aşağı derecededir.


Hadisciler, Fakihler ve usul âlimlerinden bir grup icazet yoluyla hadis rivayetinin caiz sayılmasına karşı çıkmışlar; bu yolla rivayet edilen hadislerle amel etmenin caiz olmadığını ileri sürmüşlerdir. İbnu's-Salâh'ın kaydettiğine göre içlerinde el-Huseyn b. Muhammed, Ebu'l-Huseyn el-Mâverdî'nin de bulunduğu bir grup Şafiî âlim bu görüştedirler. İmâm Şafiî'den gelen iki rivayetten biri de bu doğrultudadır.


Bu görüşte olanlar “icazet caiz olsa, ilim talebi uğruna yapılan bunca seyahatler batıl olurdu, demişlerdir. Muhaddislerden İbrahim b. İshak el-Harbi, Ebu'ş-Şeyh lakabiyle meşhur Abdullah b. Muhammed el-Isbehanî, Ebu Nasri'l-Vâilî gibi âlimler de aynı görüştedirler. Bunlara göre muhaddisin “benden rivayet etmene izin verdim” demesi, “sana şeriata göre caiz olmayan bir iş için izin verdim” manasına gelir. Oysa İslâm Şeriatı işitilmeyen bir haberin rivayetini mubah saymaz.” 426


Bazı rivayetlere göre icazet yoluyla rivayeti caiz görmeyenler arasında İmâm Şâfîî'den başka Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf, İmam Mâlik de vardır. Hanefî bir âlim bu konuda şöyle diyor: “Bir başkasına benden işitmediğin hadisleri rivayet etmene izin verdim” diyen biri bir manada” benim ağzımdan yalan söylemene müsade ediyorum” demiş gibi olur.” 427


İbn Hazm'a göre icazet bid'attir. Daha sonraki zahirîlere göre ise icazetle rivayet edilen hadisler mürsel veya mechûl ravilerden rivayet edilmiş hadisler mesabesindedir. Şu halde onlarla amel edilemez.428


Buna karşılık icazet yoluyla hadis rivayetini caiz, bu yolla rivayet edilen hadislerle amel etmenin mubah olduğu görüşünde olanlar da vardır. el-Hatîbu'1-Bağdâdî icazeti kabul edenlerin daha çok olduğunu söylemiştir. İbnu's-Salâh ise hadis alimlerinin çoğunlukla kabul ettikleri ve uygulamada esas aldıkları görüşün icazetin caiz olduğu görüşü olduğunu söylemiştir. 429


İcazet yoluyla hadis rivayetini caiz görenler Hz. Peygamber'in bir uygulamasını delil olarak alırlar. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s) Abdullah b. Cahş'ı Nahle denilen yere göndermiş ve

“Bize Kureyş'ten bir haber getirinceye kadar orada kal” demiş; haram ayda olduklarından savaş emri vermemiştir. Abdullah'a nereye gideceğini bildirmeden önce mühürlü bir yazı vererek


“Adamlarınla beraber çık. İki gün gittikten sonra yazıyı aç, bak. Sana emrettiklerimi yap. Adamlarından kimseyi seninle gitmeye zorlama” buyurmuştur. Abdullah iki gün gittikten sonra Hz. Peygamber'in emirnamesini açmış; “Nahieye kadar gidip Kureyş hakkında bilgi edinerek kendi sine ulaştırmasını” emrettiğini öğrenmiştir. Mektubu okuyup emri öğrenince adamlarına” Hz. Peygamber'in emri baş üstüne...


Ben O'nun emrini yerine getirmek üzere yola devam edeceğim. Şehit olmak isteyen benimle gelsin. Benimle gelmek istemeyen geri dönsün; çünkü Hz. Peygamber “İçinizden kimseye karşı zor kullanmaktan men etti” demiştir. Bu sözler üzerine adamlarının hepsi onunla birlikte yola devam etmişlerdir. 430


Bu hadise bazı âlimlere göre icazete, bazılarına göre ise münâvele ile icazete delildir.


El-Hatîbu'1-Bağdâdî'ye göre, el-Hasenu'l-Basri, Nâfi, İbn Şihâb ez-Zuhrî, Rebîa b. Abdirrahman, Yahya b. Saîd el-Ensârî, Katâde, Mekhûl, Ebân İbn Ebî Ayyaş, Eyyubu's-Sahtiyânî, Hişam b. Urve, Yahya b. Ebî Kesir, Mansûr İbnul-Mu'temir, Ubeydullah b. Ebî Ca'fer, Hayve b Sureyh, Şu'ayb b. Ebî Hamze, el-Evzaî, İbn Ebi Zi'b, Mâlik b. Enes, Sufyan es-Sevrî gibi mütekaddimîn, icazeti kabul eden ve icazetle rivayet edilen hadislerle amelin sahih olduğu görüşünde olan alimlerdendir. 431


Bu görüşte olanlar Hz. Peygamberin tatbikatından ve sahabe ile mütekaddim âlimlerden misaller gösterirler. Konuyu uzatmamak için bunları vermekten vazgeçildi.


Şu da var ki icazetten hoşlanmayanlar bu rivayet yolunun ilim elde etmek uğruna hiçbir meşakkate katlanmaksızın kolayca hadise konmak sayılacağı için itiraz ederler. Nitekim İmânı Mâlik'e bir âlimin birine bir kitap vererek “Bu benim kitabımdır. Onu al ve içindekileri benden rivayet et” demesini nasıl karşıladığı sorulunca “Ben bunu caiz görmüyorum. Yapanlar da hoşuma gitmiyor. Bu şekilde hadis almak isteyenler ancak kısa zamanda çok hadis elde etmek istiyorlar” demiştir. 432


Onun bu sözleri ehil olmayan, ilim uğruna sıkıntıya girmeyen, meşakkate katlanmak ve ilme hizmet etmek istemeyen birine icazet yoluyla hadis rivayetinin yerinde olmadığını belirtmek üzere söylenmiştir. Bu yüzden O, böyle birine icazet vermek istemediği zaman “Biri Kiliseye hizmet etmeden papaz olmak sevdasında” der; ve bunu hadis talebi uğruna zorluk çekmeden, seyahat güçlüklerine katlanmadan ülkesinin fakihi, şehrinin muhaddisi olmak isteyenler için mesel olarak irad ederdi. 433


Lehinde veya aleyhinde neler söylenmiş olursa olsun, icazetin hadis rivayetini kolaylaştırdığına şüphe yoktur. Öte yandan aynı usulle hadis elde etmek imkanı hadis talebi uğruna yapılan meşakkatli yolculukları da geniş ölçüde azaltmıştır.

İcazet çeşitlerine gelince, el-Hatîbu'l-Bağdâdî birbirlerine yakın olanları ayırmaksızm beş; İbnu's-Salâh ve ona tâbi olarak en-Nevevî yedi çeşit icazet izah ederler. 434

Bunların belli başlıları İbnu's-Salâh’ın tertibine göre, icâze li muayyen fî muayyen; icaze-li muayyen fî gayri muayyen; icâze âmme, icâze li'l-mechûl; icâze li'1-ma'dûm, icâze mâ lem yesma'hu'l-mucîz, icâzetu'l-mucâz.


Üzerinde hayli söz edilmiş rivayet metotlarından icazet yoluyla alınmış hadislerin edasında kullanılan lafızlar değişiktir. Bir kısım alimler bu konuda icazet açıklamak kaydiyle haddesenâ icâzeten, ahberanâ icâzeten, enbe'enâ icâzeten gibi eda lafızlarını kullanmışlardır.

İmam Evzâ'î misali kimi hadisciler de habberanâ gibi özel lafızlar kullanmayı tercih etmişlerdir.


İcâzetu'l-Mu'ayyen Li'l-Muayyen Fî'l-Mu'ayyen:


İcâze li'1-mu'ayyen fî mu'ayyen tabiriyle de bilinir. Herhangi bir yazılı metni elden vermemek kaydıyla muayyen bir şeyhin muayyen birine, belirli bir kitabı rivayet etmesine izin vermesi manasına icazetin ilk nevidir. Bu nevi icazetin belirli bir özelliği icazet verenin (mucîz), kendisine icazet verilen talibin (mucâzun leh)'e icazete konu olan hadislerin yazılı olduğu kitap veya fihrist denen defterin (mucâz) belli oluşdur. Bu itibarla bu çeşit icazet, münâvelesiz icazet çeşitlerinin en üstünüdür. 435


Bu neviden icazette muhaddis, eceztu leke'l-kitâbe'l-fulânî (falancanın kitabını rivayet etmen için sana izin verdim); eceztu li-fulânin me'ştemelet aleyhi fihristi hâzihî (su fihristimde bulunan hadislerin rivayeti için falancaya icazet verdim) ve benzeri ifadeleri kullanır.


Bu şekildeki bir icazetin kabul edilebilir olması için, icazet veren muhaddisin, rivayetine izin verdiği kitap veya fihristdeki hadisleri iyi bilmesi, icazet alanında ilim ehlinden olması aranır. Hatta İmam Mâlik mucîz ile mücâzun lehin ilim ve ehliyet sahibi olmalarını şart bile koşmuştr. İbn Abdilberr ise isnadı müşkil olmayan muayyen şeyleri rivayet için yalnız hadis ilminde mahareti olan kimseye icazet verilebileceği görüşündedir.


Muayyen bir kimseye, muayyen şeylerin rivayeti için verilen icazet eğer yazılı olarak verilmiş ise verenin sözle te'yid etmesi münasiptir. Şayet yalnız yazı ile yetinirse zahire göre icazeti sahih olur. Şu var ki böyle bir icazet öbüründen yani yazılı olarak verilen, sözle teyid edilenden daha aşağı mertebededir. 436


İcâzetu’l-Mucâz:


İcazetle rivayet edilmiş hadislerin yine icazetle rivayet edilmesine izin vermekten ibaret icazet çeşitlerindendir. Şeyh, kendi şeyhinden icazet yoluyla aldığı hadislerin rivayet edilmesine icazet verir. İcazetinde bunu belirtecek şekilde eceztuke mucâzâti veya eceztuke cemî'a mâ ucîze lî rivâyetuhû gibi eda lafızları kullanır. Caiz oluşu ihtilaflıdır.


İdâl:


Bk. Mu'dâl.


İdrâc:


Sözlükte dürmek, birikmek, bir şeyi bir şeye eklemek, bir nesneyi başka bir nesneye katmak, sokmak manalarına gelir. 437

Hadis terimi olarak idrac, ravinin rivayet ettiği hadisin metnine veya senedine aslından olmayan sözler sokmasına denir. Ravinin bilerek veya bilmeyerek hadise ilave ettiği bu sözler başka raviler tarafından rivayet edilir ve hadisin aslında olmadığı halde ona eklenmiş olur. Bir başka deyişle bir hadisin ravilerinden biri herhangi bir maksatla onun metni veya senedine bazı sözler katar. Bu katma işine idrac adı verilir. Hadisi o raviden rivayet edenler bunun farkına varmazlar. Sanırlar ki o ilave hadisin ashndandır. Hz. Peygambere veya ilk kaynağına aittir. Dolayısiyle hadisi, ilave edilen sözlerle birlikte rivayet ederler. Böyle rivayet edilen hadislere mudrec adı verilir.

Bu tariften anlaşılacağı gibi idrac hadisin isnadında veya metninde yapılır. Hadisin isnadına başka sözler sokulmasının belli başlı sebepleri şunlardır:


a) Ravi çeşitli isnadlarla bir hadis işitir. Bir başka ravi o hadisi senedleri arasındaki farkı belirtmeden bütün isnadlarını birleştirerek rivayet eder. Dolayısıyla rivayet ettiği isnadda olmayan öbür isnadlara ait sözleri de ona katmış olur.

b) İsnadde açıklama yapmak maksadıyla başka sözler ekler.

Metinde idracın belli başlı sebepleri ise şunlardır:

a) Metinde açıklama yapmak,

b) Ravi iki ayn senedle iki ayn hadis rivayet eder. Ondan rivayette bulunan bir başkası aynı hadisi senedlerden biriyle ve iki metni birbirine katarak nakleder. Bu durumda isnadıyla naklettiği hadise ikinci hadisin metninden eklemiş olur.

c) Şeyh senedi söyler, durur. Bir açıklama yapar veya başka bir şey söyler. Hadisi işitenler o sözü hadisin metninden sayar ve rivayette bulunurlar. Böylelikle isnada aslında olmayan metni idrac etmiş olurlar. Bunun mühim bir misalini el-Hâkimu'n-Nîsabûrî'nin naklettiği şu olay teşkil eder:



Meşhur hadiscilerden Şerik bir gün taleberine hadis yazıdrmaktadır. Önce, “A’meş-Ebu Sufyân - Câbir Kale, Kale Resûlullah (s.a.s)” diyerek isnadını söyler ve talebelerinin yazması için susar. Tam bu sırada hadis meclisine Sabit b. Musa isimli biri girer. Sabit, nur yüzlü bir gençtir. Şerik, sustuğu an onu görür. Yüzünün parlaklığını kasdederek “Gece namazını çokça kılanın yüzü gündüzleri parlak olur.” der.


Sabit, isnad söylenip tam, “Hz. Peygamber (s.a.s) buyurdu ki” dendiği an içeri girip böyle bir sözle karşılaşınca zanneder ki bu sözler Şerik'in daha önce söylediği isnadın metnindir. Dolayısıyla Şerik'in bu sözünü yazdırdığı isnadla rivayet eder. 438


Bir hadise ravisi tarafından bazı sözler sokularak idrac yapıldığı dört şekilde anlaşılır:

1. İdrac edilen kısmı belirleyen bir başka rivayetin bulunmasıyla, Meselâ, Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir:


“Abdesti güzelce alınız... O abdest alırken iyice yıkanmayan topukların Cehennemden çekeceği var!”


Bu hadisin ilk kısmı ravi Ebu Hureyre'nin sözüdür. Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait ikinci kısma idrac edildiği başka rivayetlerden anlaşılır. Bunlardan Buhâri'nin rivayeti şöyledir:


“... Muhammed b. Ziyad anlatır: Bir gün mataradan abdest alıyorduk, Ebu Hureyre yanımıza uğradı. Şöyle dedi:

“Abdesti güzelce alın; çünkü Ebu'l-Kasım (Hz. Muhammed (s.a.s) şöyle buyurdu: “Abdest alırken güzelce yıkanmayan topukların Cehennemden çekeceği var!” 439Müslim'in İbn Amr'dan rivayeti ise şöyledir:


“Abdullah b. Amr'dan rivayete göre şöyle demiştir: “Yaptığımız seferlerden birinde Hz. Peygamber (s.a.s) bizden geri kadı. İkindi vakti girmişti ki bize yetişti. Biz hemen abdest almaya başladık. Acele ediyor; ıslak elle ayaklarımızı sıvazlıyorduk. Hz. Peygamber bu halimizi görünce (yüksek sesle),


“O iyi yıkanmayan topukların Cehennemde çekeceği var!” diye bağırdı.” 440

Her iki rivayet de idrac edilenle karşılaştırılırsa “abdesti güzelce alın” manasına gelen kısmın hadisin aslından olmadığı anlaşılır.


Hz. Aişe'nin Hz. Peygambere ilk vahiy gelişine dair meşhur hadisin bir fıkrası şöyledir:

“Sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'e yalnız kalmak sevgisi verildi. Artık Hira (Dağındaki) mağaraya çekilir; birkaç gün tehannüs ederdi. Tehannüs ibâdet demektir.” 441


Bu hadisdeki “ve huve't teabbudu” sözleri İbn Şihab ez-Zuhrî'nin idracıdır. “fe-yetehannesu” kelimelerinin manasını açıklamak için idrac edilmiştir. Bu kısım, ilk vahyin gelişini anlatan rivayetlerin çoğunda yoktur. Rivayetlerin karşılaştırılması halinde durum ortaya çıkar. Ayrıca aynı kısmın hadise sonradan dahil edildiği Buhârî'nin başka bir rivayetinde “(İbn Şihab) dedi ki, “hadisde geçen tehannüs, teabbud manasınadır” 442denilerek açıklığa kavuşturulmuştur.


2. Hadisi rivayet eden ravinin sözleri ile. İbn Mes'ud'un şu hadisi buna misaldir.

“Abdullah (b. Mesud) dan rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s)

“Kim Allah'a herhangi bir şeyi şirk koşacak olursa Cehenneme girer.” buyurdu. Ben de derim ki

“Allaha herhangi bir şeyi şirk koşmadan ölenler ise Cennete girerler” 443


Hadisde İbn Mes'ud, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir hadisini rivayetten sonra” ben de derim ki” diyerek kendi fikrini söylemiştir. Aynı kısım bir başka rivayette Hz. Peygamber (s.a.v.) bir söz buyurdu, bende ona bir söz ekledim.” şeklindedir. Üçüncü bir rivayette ise sadece Hz. Peygambere ait kısım nakledilmiştir. 444Bütün bu rivayetlerden ikinci kısmın İbn Mes'ud'a ait olup Hz. Peygamberin hadisine idrac edildiği anlaşılır.


3. İdracın farkına varan bir muhaddisin haber vermesiyle. Yine İbn Mes'ud'dan rivayet edilen teşehhüd hadisi de buna misaldir:

“Rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.s) Abdullah b. Mes'ud'un elini tutarak ona namazda teşehhüd için oturulduğunda (okunacak duayı) öğretti. İbn Mes'ud Hz. Peygamber'in öğrettiği teşehhüd duası olarak A’meşin hadisinde geçen duanın aynısını zikretti. (Sonra da şöyle dedi): Bunu söyledikten (veya yaptıktan) sonra namazını kılmış olursun. Kalkmak istersen hemen kalkarsın; oturmak istersen oturursun.” 445

Ebu Davud'un süneninde merfu kısmı ile İbn Mes'ud'un sözleri ayrılmadan rivayet edilen bu hadisde idrac olduğu ed-Dârekutnî, el Hâkimun - Nîsâbûri, el-Hatibu'l-Bağdâdî gibi âlimlerin haber vermesiyle anlaşılmıştır.


4. İdrac edilen kısmın Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözü olduğunu aklın kabul etmemesiyle. Ebu Hureyre'den rivayet edilen şu hadis de buna misaldir:

“Köle için iki kat ecir vardır. Hayatım kudreti altında olan (Allah)a yemin ederim ki, Allah yolunda cihad etmek, haccetmek ve anamın gönlünü hoş tutmak olmasaydı, ben de köle olarak ölmeyi isterdim.”


Bu hadisin “köle için iki kat ecir vardır” kısım Hz. Peygambere aittir.446


İkinci kısmı ise Ebu Hureyre'nin sözüdür. Bu kısmın Hz. Peygambere ait olması aklen imkânsızdır; çünkü hayatı boyunca kölelikle mücadele etmiş olan Hz. Peygamberin köle olarak ölmeyi istemesi akla uygun düşmez. Kaldı ki henüz çok küçükken annesi ölmüştü. Yetim olarak büyüyen bir kimsenin annesinin gönlünü hoş tutmakdan söz etmesi de abes düşer.


Şu da var. Hadisin ikinci kısmının Ebu Hureyre'nin idrac edilmiş sözü olduğu sahih-i Müslim ve Müsned rivayetlerinde “...Ebu Hureyre'nin canı kudreti altında olan Allah'a yemin ederim ki...” ibaresinden de anlaşılmaktadır.


Hadisin sened veya metnine aslından olmayan sözler idrac etmenin hükmüne gelince üç esasda özetlenebilir:


a) İdrac, hadisde bulunan bir kelime veya ibareyi açıklamak veya başka bir açıklama yapmak maksadıyla yapılırsa caizdir. Ne var ki idrac yapanın bunu açıklaması gerekir.

b) Kasıtsız olarak yanılma sonucu idrac yapılmışsa, yanılan ravi için kusur teşkil etmez. Fakat yanılması sık sık olur ve hadise başka sözler karıştırması fazlalaşırsa zabtına dokunur.

c) Kasden bilerek ve isteyerek yapılırsa haramdır. Kasıtlı olarak idrac yapan ravi, adalet vasfım kaybeder.


İfrâd:


Tek, yalnız manasına gelen ferdle alakalı olarak ayırmak demektir. Belli bir konudaki hadisleri ayn bir kitapda toplamak veya hadis ilminin belli bir konudaki hadisleri ayn bir kitapda toplamak veya hadis ilminin konularından birine dair müstakil kitap telif etmek manasında kullanılmıştır. İfradu'l-hadîs tabiri ise başlangıçta sahabe kavilleri ve tabiî fetvaları ile birlikte tedvin edilmiş olan hadisleri ayırarak ayn kitaplarda toplamak işine denilmiştir. 447


İhâle:


Sözlükte bir nesneyi boşaltıp dökmek manasına gelen bir tabirdir. 448Hadis Usulünde bir hadisin illetini beyan etme yollarından birine denir. 449


İhbar:


Haber vermek, bir haberi nakletmek manasına “habera” aslından if’al babına aktarılmış masdardır. Hadis Usûlünde tahdîs müradifı olarak bir ravinin rivayet etüği her hangi bir hadisi ahberanâ, ahberanî lafızlarından biri ile nakletmesine denir.

Rivayette kullanılan ihbar ile tahdis, bir başka deyişle hadisi haddesena veya ahberane lafızlarından birini kullanarak rivayet etmek arasında umum-husus münasebeti görülmeye başlanmıştır. Buna göre her tahdise ihbar denilebilmiş ise de her ihbara tahdis denilememiştir. 450


İhrâc:


Bk. Tahrîc.


İhticâc:

Bir meseleyi açıklığa kavuşturup isbat etmek üzere hüccet getirmeye, bir şeyi delil getirerek hüküm vermeye denir.

Hadis ilminde bu manada herhangi bir şer'i meselede hadisi delil olarak kullanmaya, diğer bir deyişle hadisten hüküm çıkarmaya denilmiştir.


İhtilâfu'l-Hadis:


Sözlük manasıyla hadislerin ihtilafı demek olan ihtilafu'l-hadis tabiri esas itibariyle dış görünüş bakımından birbirine zıt görünen ve sahih olarak rivayet edilmiş hadislere denir. Hadis ilminin önemli konulamıdan biridir.


Hz. Peygamber (s.a.s)'den sahih olarak rivayet edilen hadisler arasında dışardan birbirlerine aykırı görünenler vardır. Meselâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, hadislerinin yazılmasına izin vermediğini gösteren hadislerle müsaade ettiğin bildiren hadisler birbirlerine aykırıdırlar. Bazı sebeplerden doğan bu aykınlığa ihtilafu'l-hadis adı verilir.


Muhtelefu'l-hadîs denildiği de olur. Böyle hadisleri inceleyen hadis âlimleri aralan birleştirilenlerle birleştirilemeyenleri ayırmışlar; birleştirilemeyenlerden birini tercih edebilmek için gerekli kaideleri tesbit etmişlerdir. Bunların hepsi hakkında muhtelefu'l- hadis maddesinde yeterli bilgi verileceğinden burada bu kadarla yetiniyoruz. 451


İhtilât:


Karıştırmak manasına “halt” aslından iftial babında mastardır. Karışmak demektir. Kişinin akıl ve şuuru bozulmak manasında kullanılır.452 Usulü hadis terimi olarak, metain-i aşeredan sû'u'l hıfz (kötü ezberleme) ve kesretu'l-galat (çok hata yapmak) la ilgilidir ve ravinin aklî melekelerinin zayıflaması sonucu şuurunun karışmasıyla rivayet ettiği hadislerin farkında olmamasıdır. İhtilat sonucu hafızasını kaybeden, hadislerini karıştıran raviye muhtelit denir.


İhtilat, hadis rivayetinin sağlam bir şekilde yapılabilmesi açısından muhaddislerin üzerinde dikkatle durdukları önemli bir konudur; zira sika olarak bilinen bir ravinin ihtilata maruz kaldığı bilinmezse, ihtilattan sonra rivayet ettiği hatalı hadisler, ravi sika olarak bilindiğinden, sahih kabul edilir. Halbuki ravi ihtilattan sonra sikahk vasfını kaybetmiştir.

Ravide ihtilat daha çok yaşlanmak yüzünden hafıza kuvvetinin zayıflaması üzerine görülür. Aklı oynatmak veya hastalık da ihtilat sebebidir.


Aslında sika oldukları halde ömürlerinin sonlarına doğru ihtilata maruz kalan ravilerin en meşhurları Ata İbnu's-Sâ'ib es-Sekafî, Ebu İshâk Amr b. Abdillah es-Sebî'î, Sa'id b. Ebî Arûbe, İmam Mâlik'in şeyhi Rebî'atu'r-Rey, Sufyân b. Uyeyne, Abdurrezzâk b. Hemmâm, Süheyl bir Ebî Salih, Abdurrahmân b. Abdillah el-Mes'ûdî gibileridir.


Ata İbnu's-Sâ'ib, Enes b. Mâlik ve babasından rivayetleri olan tabiidir ve hadiste sikadır.453 Fakat ömrünün sonlarında ihtilata uğramış ve hıfzı bozulmuştur. Bu sebepten dolayı Ahmed b. Hanbel, Atâ'dan ihtilata uğramasından önce rivayet edilmiş olan hadislerin sahih; son günlerinde işitilenlerin ise işe yaramaz olduklarını söylemiştir. 454Süheyl b. Ebî Salih de ihtilata maruz kalmadan önce hadisleri makbul tutulan bir ravidir. Ancak kardeşinin ölümü üzerine çok üzülmüş ve ezberlediği hadislerin çoğunu unutmuştur. 455Rivayete göre Abdurrahmân b. Abdillâhi'l-Mes'ûdî de önceleri hadis imamı sayılırken kölesinin on bin dirhem parasını çalarak kaçtığını haber verdiklerinde aklını bozmuş, şuuru karışmıştır. 456


İhtilata uğramış ravilerin hadisleri merduddur. Bunda âlimlerin görüş birliği vardır. Ancak ihtilat vaki olmadan önce sika olan ravinin hadisleri ihtllattan önce rivayet edildiği bilinirse makbul olur. Eğer ihtilattan sonra rivayet edildiği malum olursa reddedilir. Bunda da âlimlerin görüş birliği vardır. İhtilattan önce mi, sonra mı rivayet edildiği bilinmeyen hadisleri hakkında tevakkuf edilir; yani kabul veya red hükmü verilmez. Aynı şekilde ihtilafında şüphe edilen; bir başka deyişle ihtilata ma'ruz kalıp kalmadığı kesin olarak bilinmeyen ravinin hadisi hakkında da kabul veya red hükmü verilmez.


İhtilata ma'ruz kalan raviden rivayet edilen haberin ihtilattan önce mi sonra mı rivayet edildiği hakkındaki hüküm ondan vasıtasız olarak hadis alanların hallerini araştırmakla bilinir. İhtilata uğramış muhtelif raviden rivayet edenlerin nerede, ne zaman ve nasıl rivayette bulundukları bilinirse verilecek hüküm kolaylaşır. Bunlar şüpheli veya müphem kalırsa yine tevakkuf hükmü devam eder. Muhtelitten rivayet edenlerin kimi yalnız ihtilattan önce; kimi sadece ihtilat vaki olduktan sonra; kimi de her iki devrinde rivayette bulunmuş olur. Bu durum ekseriya hadis münekkidlerinin malumudur. Her iki halde hadis alanlar içinde rivayetini” bunu ihtilattan evvel aldım”; yahut “İhtilattan sonra aldım” diyerek açıklayanlar vardır. 457


Meselâ sika ravilerden olup da ihtilat yüzünden zayıf durumuna düşenlerden yukarıda adı anılan Atâ İbnu's-Sâib'den Şu'be, Sufyân'u's-Sevri ve Hammad b. Zeyd'in rivayetleri ihtilattan öncedir. Bu itibarla bu üç ravinin Atâ'dan rivayetleri makbuldür. Yalnız Şubenin ihtilattan sonra dinlediği iki hadis ayrıdır. Cerîr b. Abdülhamîd, Abdulvâhid b. Zeyd, Huşeym b. Beşîr es-Sulemî ve Hâlid b. Abdillah el-Yeşkurî ise hem ihtilattan önce, hem de sonra Atâ'dan hadis dinlemişlerdir. Ne var ki Ebu Avâne ondan hangi devrinde rivayette bulunduğunu açıklamamıştır. Bu itibarla onun tankından gelen Atâ rivayetleriyle ihticac uygun görülmemiştir. Önceki üç tarîktan gelenlerse makbul tutulmuştur. 458


Sa'îd b. Ebî Arûbe de ezberinden rivayette bulunan ve zamanında Basra'da önde gelen muhaddislerdendir. Bir rivayete göre 145 yılında diğer bir rivayete göre ise vefatından 20 yıl kadar önce ihtilata maruz kalarak hafızası bozulmuştur. Bu yüzden kendisinden ihtilattan önce rivayet eden meselâ Yezid b. Zurey'in rivayetleri makbuldür. Abde b. Süleyman'ın rivayetleri ihtilattan sonra olduğu için reddedilir. 459

İhtilata maruz kalmış raviler hakkında müstakil kitaplar tasnif edilmiştir. Bunlar arasında anılmaya değer olanlar Ebu Bekr Muhammed b. Musa'l-Hâzimî'nin, Salâhuddin Ebu Saîd Halil b. Keykeldi'l-Alaî'nin tasnifleri ile Sıbtubnu'l-A'cemî lakabiyle meşhur Burhanuddîn, İbrahim b. Muhammed (Burhanu'l-Halebî)'nin el-İğtibât bi-ma'rifeti men Rumiye bi'l-ihtilat'ıdir. 460


İhtisâr-ı Hadis:


İhtisar, sözlük bakımından kısaltmak, bir nesneyi sadece bir şeye mahsus kılmak manalarına gelir. İhtisâr-ı hadis ise bir hadisin bir kısmını alıp bir kısmını bırakmaya denir. Harm ve taktî, ihtisar-ı hadis şekillerindendir.


Bir hadis bazen çok uzun olur. Bazen vurud sebebi veya başka olayla birlikte rivayet edilir. Bunun sonucu olarak metinde Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait kısımla beraber başkalarına ait sözler de bulunur. Bazen de bir hadis içinde birkaç konuda hükümler yer alır. Bir muhaddis böyle bir hadisi kitabına yazarken duruca göre bir kısmını alır, bir kısmını bırakırsa buna hadisin ihtisar edilmesi adı verilir.


Bir hadisin ihtisar edilerek sadece belli bir bölümünü alıp kalan kısımlarını bırakmak metod yönünden faydalı görülmüş ve bu yüzden muhaddisler tarafından çokça tatbik edilmiştir. Hükmü, başka deyişle caiz olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır ve neticede dört görüş ortaya çıkmıştır:


Birinci görüşe göre hadisin ihtisar edilmesi caiz değildir. Bu, hadislerin manasıyla rivayet edilmesini caiz görmeyenlerin görüşüdür. Bu görüşde olanlara göre hadisin bir kısmını hazfeden muhaddis mânâsını bozabilir ve kimse bunun farkına varmaz. Nitekim meşhur muhaddislerden Utbe, Abdullah İbni'l-Mubârek'e Hammad b. Seleme'nin bile hadisi ihtisara kalkıştığı zaman manasını bozduğundan bahsetmiş, Abdullah “farkına vardın mı?” sorusuyla onu doğrulamıştır.


Demek oluyor ki, Hammad b. Seleme çapında bir muhaddis bile hadisi ihtisar ettiği zaman manasının, en azından esprisinin bozulmasına mani olamamaktadır. Bu önemli sebepten, İmam Malik Hz. Peygamber (s.a.s)'in sözü olan hadislerin ihtisar edilmesine cevaz vermemiştir. Abdulmelik b. Umeyr ise hadisin tek harfinin bile hazf edilmesini caiz görmemiştir.


İkinci görüşe göre ihtisar, mutlak olarak caizdir. Ancak şu kayıtla ki hadisin alınan kısmı istisna, şart ve ceza gibi hazfedilen kısımla alakalı olmamalıdır. Bir diğer ifadeyle ihtisar alınmayan kısımda, alınan kısmın manasına tesir edecek bir harf dahi olmamak şartiyle caizdir. Hazfedilen kısmın özellikle hadisin taşıdığı hükmü ihlal edecek mana bozulmasına yol açması halinde ihtisarın memnu olduğunda ittifak vardır.


Üçüncü görüşe göre ise ravinin ya kendisi ya da başkası hadisi daha önce tam olarak rivayet etmişse ihtisar edilmesi caizdir. Ne kendisi ne de bir başkası önceden rivayet etmediği takdirde caiz değildir.

Dördüncü görüşe gelince buna göre hadisi ancak, alim bir muhaddisin ihtisar etmesi caizdir. Bu halde de hazfedilen kısmın nakledilen kısımla mana bakımından hiç bir ilgisi olmaması, hadisin mana bütünlüğünün bozulmaması ve delâletinde ihtilaf hasıl olmaması şarttır. 461


Bu görüş Cumhurun, muhakkik fkıh ve usul alimlerinin görüşüdür. Abdullah İbnu'l-Mübârek'in “hadis ihtisar etmeyi bize Sufyan öğretti.” sözü bu manaya alınmalıdır. 462


Bu şartların söz konusu olduğu yerde hadislerin manasıyla rivayetini caiz görmeyenlere göre de ihtisarın caiz olması icap eder; zira bu takdirde hadisin hazfedilen kısmı ile alman kısmı ayrı ayrı iki müstakil haber hükmünde olmuş olur. Yine bu takdirde rivayette ihtisar ancak, işitmediğini ziyade yahut işittiğini eksik rivayet etmesi hatıra gelmeyen hadis ümindeki mevkii yüksek, zabt ve itkan ile meşhur olan muhaddis için caiz görülmüş demektir. 463


İhtisâru'l-Hadîs:


Bk. İhtisâr-ı Hadîs.


İhve Ve Ahavât:


Kısaca “Kardeş raviler” manasına gelir. Baba isimleri bir olan ravilerin hangilerinin kardeş olduklarını, hangilerinin olmadığını açıklayan ilim dalıdır.


İsnadlarda yer yer rastlanan baba isimleri aynı olan raviler konusu, hadis ra-vilerinin isim ve neseblerinin tesbiti yönünden önemlidir; zira nice raviler vardır ki, baba isimleri aynı olduğu halde kardeş değildirler. Buna göre denilebilir ki, ravilerin kimliklerinin tesbiti biraz da aralarında baba isim benzerliği bulunanların kardeş olup olmadıklarının açıklık kazanmasiyle kolaylaşır.


İbnu's-Salâh, kardeş ravilere ayırdığı bölümde misalleri vermiştir:

Sahabeden iki kardeş olanlar: Abdullah b. Mes'ud, Utbe b. Mes'ud; Zeyd b. Sabit, Yezîd b. Sabit.


Tabî'înden iki kardeş olanlar: Ebu Meysere Amr b. Şurahbîl, Erkam b. Şurahbîl. Her ikisi de İbn Mes'ûd'dan hadis alanların başında gelir. İbn Mes'ud ashabından Hüzeyl b. Şurahbil ve Erkam b. Şurahbîl isimli iki kardeş daha vardır.


Üç kardeş olan raviler: Sehl b. Hanûf, Abbâd b. Hanûf, Osman b. Hanûf; Amr b. Şu'ayb, Ömer b. Şu'ayb, Şu'ayb b. Şu'ayb.


Dört kardeş olan raviler; Süheyl b. Ebî Salih ez-Zeyyâd; Abbâd da denilen Abdullah b. Ebî Salih; Muhammed b. Ebî Salih; Salih b. Ebî Salih.

Beş kardeş olanlar: Adem b. Uyeyne, İmrân b. Uyeyne, Muhammed b. Uyeyne, Sufyân b. Uyeyne, İbrahim b. Uyeyne.


Altı kardeş olan ravilere misali ise Sîrîn'in Muhammed, Enes, Yahya, Ma'bed, Hafsa ve Kerîme adlı altı çocuğu

teşkil eder. 464


“Gerçekten emrine uydum huzuruna geldim. Sana kul olarak ibadet için huzuruna geldim ya Rab” hadisi Muhammed - Yahya - Enes - Enes b. Mâlik isnadıyla rivayet edilmiştir ki, üç kardeş birbirlerinden nakletmişler demektir.


Yedi kardeş olan ravilere misal olarak ise en-Nu’man b. Mukarrin ile beş kardeşi Ma'kil, Akil, Suveyd, Sinan, Abdurrahman verilmiş, yedinci kardeşin ismi zikredilmemiştir. 465


İklâl-i Hadîs:


“Kalle” fiilinin ifal babından mastarı olan iklâl, azaltmak manasına gelir. İklâl-i hadis ise iksâr'ın zıddı olarak az hadis rivayet etmek anlamında bir tabirdir. Başta sahabîler olmak üzere ravilerin az sayıda hadis rivayet etmelerini ifade eder. Söz gelimi İbn Sa'd'a göre Havtu'1-Abdi isimli ravi kalîlu’l-hadîstir. 466Bu demektir ki Havt, hadisle az meşgul olmuş; birkaç hadis rivayet etmekle yetinmiştir.

Kesin olmamakla beraber azlık konusunda ölçü olarak bin rakamı esas alınmış ve bu rakamın altındaki sayıda hadis rivaveti iklâl sayılmıştır. Nitekim rivayet ettiği hadislerin sayısı bin rakamına ulaşmayan sahabîlere el-Mukillûn denilmiştir.


İkrâr:


Kabul ve ikrar etmek anlamını veren bu tabir hadis usulü ilminde muhaddisin kendisine okunan hadisleri kabul etmesine denir.


Şeyhe okunan hadisler, okuyan kimsenin (karinin) şeyhten icazeti yoksa rivayet edilemez. Ancak şeyh o hadislerin o kari tarafından kendisine okunduğunu ikrar ederse o zaman kârinin o hadisten rivayet etmesi mümkün hale gelir. el-Hatîbu'l-Bağdâdî bu konuya yer vererek şöyle der:

“Bazı hadiscilerle zahirî alimler şeyhe hadislerini okuyan karinin okuduğu hadisleri rivayet etmesinin ancak şeyhin ikrarından sonra caiz olacağını ileri sürmüşlerdir. Bu konuda bizim görüşümüz şudur:


Karinin şeyhe okuduğu hadîsleri ondan rivayet etmesi ancak şeyhin kendisini hadis kıraatine vermesi, okunanları zorla değil kendi isteğiyle dinlemesi ve gafil olmayıp uyanık bulunması halinde - kendisine okunması sebebiyle - caiz olur. Bu durumda şeyhin kendisine okunan hadisleri dikkatle dinlemesi onun ikrarı yerine geçer. Bununla birlikte kari, hadis okumayı bitirince kemâ kara'tu aleyke (sana okuduğum gibi değil mi?) der de şeyh ikrar ederse kanaatimizce daha uygun olur.” 467


İksar-ı Hadis:


İksâr, çoğalmak, çok olmak, artmak manasında “kesure” kök fiilinin ifal babındandır.

İksâr-ı hadis, iklâl-ı hadisin zıddıdır ve fazla hadis rivayetini dile getiren bir deyimdir. Özellikle bir kısım sahabenin Hz. Peygamber (s.a.s)'den fazlaca hadis rivayet etmelerini ifade eder.


kesin olmamakla birlikte fazlalık konusunda ölçü olarak bin rakam esas alınmış; bu rakamın üstünde hadis rivayeti iksâr kabul edilerek binin üzerinde rivayeti olan sahabeye el-Muksirûn (çok sayıda hadis rivayet edenler); rivayet ettiği hadisler binin altında olanlara ise el-Mukilûn (az sayıda rivayet edenler) denilmiştir. (Bk. el-Muksirûn).


İlâhî Hadis:


Bk. Kudsi Hadis.


İlhak:


Lazım (geçişsiz) ve mütea'ddî (geçişli) olarak kullanılır. Sözlükte ardından yetişmek ve yetiştirmek manalarına gelir. 468


Hadis ilmi deyimi olarak ilhak, hadis yazarken yazılması icap ettiği halde yanlışlıkla yazılmayan kelime ve cümleleri sonradan sayfa kenarına yahut satır aralığına yazmaya denir. (Bk. Lahak.)


İ'lâl:


İlletini ortaya çıkarmak anlamına gelen tabirdir. Hadis Usulünde bir hadisin senedinde veya metninde bulunan ve dışardan farkedilemeyen illet denilen gizli kusuru ortaya çıkarmaya veya onda böyle bir kusurun olduğuna hükmetmeye denilmiştir.


İ'lâmu'ş-Şeyh:


Hadis şeyhinin bir hadisin veya hadislerin yazılı olduğu kitabın falan şeyhden rivayeti olduğunu talebeye bildirmesinden ibaret tahammulu'1-ilm metodlarından biridir. Şeyh yazdırdığı hadisi veya içinde rivayet ettiği hadisler bulunan bir yazılı metni “bu benim falandan rivayetimdir” diyerek talebeye ilan eder. Şu var ki gerek icazet, gerekse mukâtebe yoluyla hadis rivayetinde açıkça veya zımnen rivayete izin bulunduğu halde i'lâmu'ş-şeyh böyle değildir. Bunda icazete, yani hadisleri rivayete izin verildiğine işaret eden bir husus yoktur.


İ'lâmu'ş-şeyh, hadis rivayetine izin vermek manasına gelmediğinden şeyhin “bu benim rivayetim” diyerek şeyhinden rivayetini açıklamasının talebenin rivayetine yeterli olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır. Nitekim hadis alimleri, fakihler ve usulcülere göre talibin, şeyhinin kimden rivayet ettiğini bildirdiği hadisi rivayet etmesi caizdir.


İbn Cureyc, Abdullah b. Ömer el-Umeri, er-Râmehurmuzî, Şafiilerden Ebu'n-Nasr es-Sabbağ, Mâlikilerden Ebu'l-Abbas el-Velîd b. Bekr el-Gamrî ve Abdulmelik b. Habib ve usul âlimi Fahruddin er-Razî bunlardandır. Hatta er-Râmehurmuzî ile bazı zahirî alimler şeyhin “bu benim rivayetimdir” dedikten sonra “onu benden rivayet etme” veya “bunu benden rivayetine izin vermiyorum” diyerek rivayete müsaade etmese bile yine de talibin ondan rivayeti caiz olur” demişlerdir. Kadı İyad ise bu görüşü naklettikten sonra şöyle der:


“Bu görüş sahihtir. Başka nazar gerektirmez; çünkü şeyhin hadisde hiçbir illet veya şüphe yokken talibi onu rivayetten men etmesi müessir değildir; zira hadisi ona tahdis etmiştir. Bundan dönmesi olmaz.” 469


Bununla birlikte şeyhin hadisin ve kitabın kimden rivayet edilmiş olduğunu mücerred i'lam etmesi ile rivayet caiz olmaz. Nitekim İmam Gazâlî, İbnu's-Salâh ve ona tabi olarak en-Nevevî bu görüştedirler. İmam Gazâlî şeyhinle rivayetinin caiz olmayabileceğini söyler. İbnu's-Salâh ile en-Nevevî ise şeyhin kimden rivayeti olduğunu mücerred bildirdiği hadislerin senetleri sahih olduğu takdirde bunlarla amel etmesinin vacip olduğuna kaildirler. 470


İlhâm:


Aslı bir nesneyi yutturmak manasına if’al babından masdardır. Dinî terim olarak Allah Teâlâ'nın kulun kalbine bir nesneyi ilka ve telkin etmesi manasınadır. 471Özellikle Peygamberlerin kalbine bir şeyin bir defada ve süratle bildirilmesi olup, vahy mertebelerindendir.

Hadis İlminde Allah'ın Peygamberlerinin kalbine bir fikri ilka etmesi vesilesiyle geçer. Hz. Peygamber (s.a.s) kalbine ilka edilen fikri dile getirmiştir. Böyle Allah'tan ilham yoluyla kalbine koyduğu fikri Peygamberin dile getirmesi şeklinde oluşan hadislere kudsî hadis adı verilmiştir.


İlelu'l-Hadîs:


İlelu'l-hadîs, hadislerin illetleri manasına gelir. Terim olarak hadislerde bulunan herkesin anlayamayacağı ve dışardan fark edilmeyen, illet denilen gizli kusurları konu olarak alan, bunları inceleyen ilme denir.


İllet maddesinde söz konusu edildiği gibi, dış görünüşü itibariyle herhangi bir kusur taşımayan hadisin, gerçekte sıhhatine zarar verecek gizli kusuru isnadında olabildiği gibi metinde de bulunabilir. Her iki halde de dışardan fark edilemez. Böyle olunca hadis illetlerini farketmek kadar açığa çıkarmak çok zor bir iştir. İbn Haceri'l-Askalâni merhum “illet, hadis ilimlerinin en karışık ve en ince kısımlarından biridir. Bunu ancak Allah'ın geniş bir anlayış, güçlü bir hafıza, ravilerin dereceleri hakkında tam bir bilgi, isnad ve metinler hakkında kuvvetli bir meleke bahşettiği kimseler anlayabilir” diyerek bu zorluğa işaret etmiştir.


Ne kadar zor olsa da, hadis illetim öğrenmek erbabına zevkli gelir. Nitekim Abdurrahman b. Mehdi, “Bir hadisin illetini öğrenmek bende olmayan yirmi hadisi yazmaktan daha ziyade hoşuma gider” demiştir.


Hadis illetini açığa çıkarmak da erbabına kolay gelir. Bunun için hadisde en az hafızlık derecesine yükselmiş, keskin zekâ ve ihata kabiliyetine sahip mutkin bir muhaddis illetini tesbit etmek istediği hadisin bütün tarîkları bir araya toplanmadıkça hadisdeki illet açığa çıkmayacağından kendisine ulaşan bütün tarîklannı bir araya getirir. Her birinin ravilerini teker teker gözden geçirir. Adalet, zabt, hıfz, itkan durumlarını inceler.


İsnadlarını, şeyhlerinin isnadlarını ele alır. Bu araştırma sonunda ravinin hadisi rivayette tereddüd edip etmediğini, kendisinden daha kuvvetli ravilere muhalefetinin olup olmadığını tesbit eder. Aym şekilde ravinin vehmini, mürsel veya munkatı rivayetleri muttasıl göstermesi yahut da hadisleri birbirine karıştırması gibi bir kusuru varsa açığa çıkarır. Bu merhaleden sonra hadisde illet varsa açığa çıkarmış ve hadis hakkında “illetli” hükmünü vermiş olur.472


Hadis âliminin bir hadis hakkında verdiği “illetlidir” hükmü bir paranın ayarını bilen sarrafınki gibi, bilgi, mümarese ve ustalık işidir. O para sanatıdır. Beriki ise haber ve hadis sanatı; Abdurrahman b. Mehdi bu konuda da “hadis ilmini bilmek bir ilhamdır. Hadis illetlerini iyi bilen birine “fülan sözü neye göre söylüyorsun?” diyecek olursan seni ikna edecek hüccet bulamaz. Halbuki o, nice muhaddislerin vakıf olamadıkları illete vakıf olmuştur” demiştir. İkinci hicri asrın bu meşhur muhaddisi ile birisi arasında geçen şu konuşma da hadis ilmiyle fazlaca meşgul olmanın hadis illetleri konusunda tecrübe kazandıracağına dairdir. Adam soruyor:


“Sen şu hadis sahihdir; bu hadis sabit değildir deyip duruyorsun. Bunları neye göre söylüyorsun?” diyor. Cevaba dikkat edelim. “


Paralarını muayene için sarrafa götürsen o da “şu para iyidir, bu para kalpdır” dese “bunu neye dayanarak söylüyorsun” mu dersin, yoksa dediğine itirazsız inanır mısın?”

“Dediğine inanırım.”


“İşte bu da öyledir. Sarrafda para ile fazlaca meşgul olmanın verdiği bir ustalık olduğu gibi hadis âlimi de erbabı ile uzun rnuddet oturup görüşmüş, uzun boylu tartışmış ve Hadis İlminde büyük bir tecrübe ve derin bilgi sahibi olmuştur.”


Benzeri bir olay da Rey'de geçmiştir. Ebu Zur'ati'r-Râzî'nin hadis meclisinde bir gün Muhammed b. Sâlihi'l-Kıylîni isminde biri ona,

“Siz fülan hadisin, falan hadisin gizli illeti vardır der durursunuz. Deliliniz nedir?” diye sorar, Ebu Zur'a,


“Delilimiz şudur: Sen bana illeti olan hadisi sorarsın. Ben de sana illetini söylerim. Sonra Muhammed b. Müslim b. Vare'ye gider, bana sorduğunu söylemeden ona da sorarsın. O da sana diyeceğini der. Daha sonra Ebu Hâtim'e gidersin. O da sana hadisin illetini söyler. Nihayet o hadis hakkında her üçümüzün söylediği sözleri karşılaştırırsın. Eğer aralarında ihtilaf bulursan anla ki herbirimiz kendi keyfince söz söylemiş. Sözlerimizde birlik bulursan bil ki bu ilmin bir hakikati vardır” cevabını verir. Muhammed b. Salih söyleneni yaptıktan sonra üçünün de sözlerinin aynı olduğunu görünce “Bu ilmin ilham olduğuna ben de şehadet ederim” der. 473


Hadis alimleri, hadis ilminin her dalında olduğu gibi ilelu'l-hadîs konusunda da değerli eserler vermişlerdir. Daha çok 2. 3. ve 4. hicri asırlarda te'lif edilen ve bir kısmı elimize geçmemiş olan bu eserlerin belli başlıları şunlardır:


1. İlelu Şu’be İbni’l-Haccâc

2. İlelu Yahya b. Sa'îd el-Kattân

3. el-İlelu’l-Menkûle an Yahya b. Ma'în

4. el-ilel: Ali İbnu'l-Medînî

5. Kitabu'1-İlel ve Ma'rifeti'r-Ricâl: Ahmed b. Hanbel. Ayasofya kütüphanesinde mevcut tek nüshasından Prof. Dr. Talat Koçyiğit ve Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu tarafından neşre hazırlanan bu eser iki cilt halinde neşredilmiştir.

6. el-İlel: Muhammed b. İsmail el-Buhâri.

7. el-İlel: Müslim b. Haccâc el-Kuşeyrî.

8. el-Musnedu'l-Kebîril-Muallel: Ya'kub b. Ebî Şeybe. Tamam değildir. Küçük bir bölümü Beyrut'ta basılmıştır.

9. el-İlel: Ebu Bekri'l-Esrem.

10. el-İlelu's-Sağîr: (Kitabu'1-İlel, İlelu't-Tirmizî): Ebu İsa Muhammed b. İsa't-Tirmizî. Sunenu't-Tirmizî sonunda Hindistan ve Mısır'da defalarca basılmıştır. İbn Receb lakabiyle meşhur Abdurrahman b. Ahmed b. Receb tarafından şerhedilmiştir. İbn Receb Şerhi de Bağdad'da basılmıştır.

11. el-İlelu'l-Kebîr: et-Tirmizî. (Dr. Muhammed Mustafa'l-A'zamî son zamanlarda bir nüshasının keşfedildiğini kaydediyor. 474

12. el- Musnedu'l-Kebîru'l-Muallel: el-Bezzâr.

13. Kitabun fî heli'1-Hadîs: Zekeriya b. Yahya es-Sâci.

14. el-İlel: Ebubekr Ahmed b. Muh. b. Hârûn el-Hallâl.

15. İlelu'l-Hadîs: İbn Ebi Hatim er-Râzi. İki cilt halinde 1343 de Kahire'de basılmıştır.

16. el-İlel: Ebu Ali en-Nisâbûrî

17. Kitabun fil-İlel: Ebu Ali el-Hüseyn b. Muhammed b. Ahmed el-Mâsercisî.

18. el-hel: ed-Dârekutnî 475


İle's-Sıdkı Ma Huve:

Sıdk mertebesinden uzak değildir” manasına İbn Ebi Hâtim'in tasnifinde üçüncü mertebede bulunan şeyhun lafzına muadil olarak el-Irakî ile ona tabi olarak es-Suyûtî'nin, İbn Haceri'l-Askalânî'nin tasnifine göre ta'dilin beşinci mertebesine ekledikleri lafızlardandır. Bu ve benzeri lafızlardan biri ile adaletine hükmedilmiş ravinin hadisleri yazılır ve gözden geçirilir. Ancak mertebe bakımından önceki dört mertebede bulunan lafızlardan biri ile hakkında adalet hükmü verilmiş olan ravilerden daha aşağı derecede addedilir.


İleyhi'l-Munteha Fi'l-Kizb:


“Yalan söylemede son noktaya gelmiştir” manasına en ağır cerh lafızlarına andır. Cerhin son mertebesinde yer alır. Hadisde yalan söyleyen, yalan söylediği açığa çıkan raviler hakkında kullanılır. Bu ve benzeri ağır cerh lafızları ile cerhedilen ravilerin hadisleri mevzu addedilir ve hiç bir şekilde makbul tutulmaz.


İleyhi’l-Munteha Fi'l-Vad':


Hadis uydurmada son noktaya gelmiştir manasına cerh lafızlarındandır. İbn Hacer'in tertibine göre cerhin 7. mertebesinde yer alır ve en ağır cerhi ifade eder. Hadis uydurmaktan çekinmeyen yalancı raviler hakkında kullanılan bu ve benzeri lafızlarla cerhedilen ravilerin hadisleri yalan sayılır, hiç bir şekilde itibar edilmez.


İleyhi’l-Munteha Fi't-Tesebbut:


Sözlük itibariyle “sağlamlıkta son noktadadır” manasına gelir. Ta'dil lafızlarındandır. ravinin adalet ve zabt bakımından yüksek derecede ve güvenilir olduğuna delalet eder ve ta'dilin birinci mertebesinde kullanılır.


İlle Gâmıda:


Bk. Gâmıda ve illet.


İllet:


2. babdan çekilen “Aile” fiilinin masdandır. Gerek masdar, gerekse isim olarak sözlükte maraz yani hastalık mânâsına gelir. “Alle'r-Raculu İlleten” denir ki “Adam hastalandı” demek olur. Bunun yanısıra özür, hades ve bahane yerine de kullanılır. Bu takdirde sahibini yöneldiği işden alıkoyan mazereti ifade eder. Nitekim sahabi Asım b. Sâbit'in, “Ne özrüm var ki ok atmada mahir olduğum halde cihada katılmıyorum” sözü hiç bir geçerli mazereti olmadığı halde olur olmaz bahanalerle bir işi savsaklamakta mesel olmuştur.

İllet bir de sebep ve bais manasına kullanılır. Bunlar maraz manasındandır. Fakihlerin şeriatte müsbiti hüküm olan emre illet ıtlakı bundandır. 476Çoğulu ilel ve ilâl gelir.

Hadis terimi olarak illet, dış görünüşü itibariyle kadha sebep olabilecek herhangi bir kusur taşımayan hadisin gerçekte sıhhatine zarar verecek gizli bir kusurundan ibarettir.

Bir hadisin sıhhatine engel teşkil eden illet çok defa isnadında olur. Metninde de bulunabilir. Her iki halde de dışardan farkedilemez. Şayet illet hadisin isnadında olursa hem isnadın hem de metnin zayıf sayılmasına yol açar. Bununla birlikte isnadda bulunan illetin metne tesir etmediği de görülebilir. İsnadda vaki olup da metne tesir etmeyen illete misal olarak şu hadis verilebilir:


“... (İki kişi alışveriş ettikleri zaman) alıcı ile satıcı (birbirlerinden ayrılmadıkları sürece yahutta biri diğerini muhayyer kılması halinde alışveriş akdini tamamlayıp tamamlamamak hususunda) muhayyerdirler.” Bu hadisin isnadı, görünüşe göre adalet vasfını taşıyan ravilerin, kendileri gibi adaletli ravilerden rivayetiyle muttasıl bir isnaddır. Ancak illetlidir ve sahih değildir. İlleti de Ya'la b. Ubeyd 'in es-Sevri vasıtasıyla Amr b. Dinar'dan rivayetidir; zira aynı hadisi Sufyan'dan rivayet eden bütün raviler, şeyhinin ismini Amr b. Dînar değil, Abdullah b. Dînâr adıyla zikrederler. Sufyan'dan rivayette bulunanlardan Ya'la b. Ubeyd hata ederek Abdullah b. Dînâr adını Amr b. Dînâr olarak değiştirmiştir. Bu ravilerin her ikisi de sikadır. Dolayısıyla isnaddaki bu illet metne tesir etmemiştir. 477


Müslim'in el-Velîd b. Müslim'den rivayet ettiği şu hadjs de metinde vaki olan illete misal verilmiştir:

“... Katâde Evzaî’ye Enes b. Mâlik'in kendisine şunları anlatarak haber verdiğini yazdı:

“Hz. Peygamber (s.a.s)'in, Ebu Bekr, Ömer ve Osman'ın arkasında namaz kıldım. Hepsi de (namaza)” el-Hamdu lillahi Rabbi'l-Alemin” (Fatiha) ile başlıyorlar, kıraatin ne başında ne sonunda “Besmele”yi zikretmiyorlardı.”478


Aynı hadisi İmam Mâlik el-Muvatta’ında Humeyd tarîkıyla Enes b. Mâlikten şöyle rivayet etmiştir:


“... Enes b. Mâlik'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Ebu Bekr, Ömer ve Osman'ın ardında namaza dururdum. Hepsi de namaza başlarken “Besmele” okumazlardı.” 479

Müslim ve İmam Mâlik'in rivayet ettiği bu hadis metni yönünden illetlidir, es-Suyûtî, hadisin birkaç yönden illetle olduğuna işaret ettikten sonra bunları 24. imla meclisinde ilk defa toplu halde yazdırdığını kaydeder. Özetleyelim:


“İmam Şafiî'ye göre bu hadisin Humeyd tankından gelen şekli, aralarında Sufyân b. Uyeyne, el-Fezâri ve es-Sekafî gibi hadis hafızlarının da bulunduğu yedi-sekiz muhaddisin Mâlik'e muhalif rivayetleri yüzünden illetlidir. Çok sayıda ravinin rivayeti tek raviye göre mahfuz olmaya daha layıktır. Ayrıca Sufyânın Eyyub'dan, onun da Katâde'den rivayetine göre Enes b. Mâlik, “Hz. Peygamber (s.a.s), Ebu Bekr ve Ömer (namazda) kıraate “el-Hamdu lillahi Rabbi'l-Alemin” ile başlarlardı.” demiştir.480


İmam Şafiî şöyle der: “Bu rivayet, “kıraate önce Fatiha okuyarak başlarlardı” manasındadır. Katâde ve diğer bazı muhaddislerin Enes'den mahfuz olarak rivayet ettikleri de budur.”


el-Beyhakî şunları söyler: “Eyyub, Şu'be, Hişâm ed-Destuvâ'î, Şeybân b. Abdirrahman, Saîd b. Ebî Arûbe, Ebu Avâne gibi talebeleri Katâde'den aynı şekilde rivayet etmişlerdir.”

İbn Abdilberri'l-Kurtubî ise “Bu hafız muhaddisler Katâde ashabıdır. Rivayetlerinde besmelenin düştüğüne delalet edecek herhangi bir husus yoktur. Sahihaynın birleştikleri rivayet de ekseriyetin bu rivayetidir...”


“... Ulema, Humeyd'in Enes'den ekseri rivayetlerinin Katâde ve Sabit tarikiyle olduğunu söylemişlerdir. İbn Adî'nin bu hadisi rivayet ederken Humeyd ile Enes arasında Katâde'yi açıkça zikredişi de bunu te'yid eder. Şu hale göre Humeyd rivayetinin munkatı olduğu; iki tarîkin teke irca edildiği açığa çıkmaktadır.” demiştir.


el-Evzâ'î rivayetine gelince, bazı alimler onun da illetli olduğunu söylemişlerdir. Sebebi, el-Evzâî'den hadisi rivayet eden ravi -ki el-Velîd b. Muslimdir- her ne kadar şeyhinden semâmı tasrih etmişse de, tesviye tedlisi yapar. Bununla birlikte el-Evzâî ile Katâde arasında başka bir ravinin düşmediği sabit bile olsa, Katâde anadan doğma kördür. Bu itibarla bu hadisi el-Evzaî'ye yazılı olarak rivayet eden ve adı söylenmeyen birine yazdırmış olması gerekir.


Hadisi Katâde'den yazan bu kâtibin mecruh ve zabt kusuru bulunan biri olması ihtimal dahilindedir. Her iki halde de hadisi hüccet olamaz. Kaldı ki aslında kitabet yoluyla alınan hadislerin hüccet olmasında da ihtilaf vardır. Ayrıca bazıları bu rivayetin munkatı olduğu görüşündedirler. 481


Hadisin gerek isnadında gerekse metninde vaki olan illet, ilk bakışta dışardan farkedilmez. Bu yüzden açığa çıkarılması çok güçtür. Bu konuda İbn Hacer şunları söylemiştir:


“İllet hadis ilimlerinin en karışık ve en ince kısımlarından biridir. Bunu ancak Allah'ın parlak bir anlayış, geniş bir hafıza, ravilerin dereceleri hakkında kuvvetli bir meleke bahşettiği kimseler anlayabilir.” Bununla beraber hadisdeki gizli illetleri açığa çıkarmanın bazı yolları vardır. Görüşü kuvvetli, mutkin, hafız bir muhaddis hadisin kendisine ulaşan bütün tariklerini bir araya toplar. Her birinin ravilerini inceler. Adalet ve zabt durumlarını gözden geçirir. Bu araştırması sonucu ravinin hadisi tek başına rivayetini, kendisinden daha kuvvetli ravilere muhalefet noktalarını tesbit eder. Böylece ravinin vehmi, mürsel veya munkatı hadisi sağlam göstermesi, hadisleri birbirine katması gibi bir kusurunu ortaya çıkarır. Bunun sonucu olarak hadis hakkında bir hüküm verir.” 482


İlelu'l-Hadîs başlığı altında da söz konusu edildiği gibi hadis âliminin bir hadis hakkında verdiği illetli hükmü, bir paranın ayarını bilen sarrafın verdiği hüküm gibi bilgi, mümarese ve ustalık işidir. Sarraf para ustası ise muhaddis de hadis ve haber sarrafıdır.


el-Hâkimu'n-Nîsâbûrî, hadislerin daha çok isnadlarında, bazen de metinlerinde bulunan illet çeşitlerini 10 grupta toplamış ve herbirine misaller vermiştir. Özetleyerek nakledelim:


1. Sened görünüşe göre sahih olmakla birlikte ravilerden birinin şeyhinden semâ’ yoluyla hadis rivayet ettiğinin bilinmemesi. Meselâ;


“... Dedikodusu çok bir mecliste oturan biri, kalkmadan önce “subhâneke'llahumme ve bi-hamdike, lâilâhe illâ

ente, estağfıruke ve etûbu ileyke” derse o mecliste geçen dedikoduların günahı bağışlanır.”


el-Hâkim'in naklettiğine göre Müslim, bir gün Buhâri'nin yanma gelerek gözlerini öper. “Üstadların üstadı, muhaddislerin efendisi, hadis illetlerinin tabibi! Bırak ayaklarını da öpeyim! Muhammed b. Selâm, “haddesenâ Mahledu'bnu Yezîd eI-Harrânî. kale ahberanâ İbnu Cureyc, an Mûsâ b. Ukbe, an Süheyl b. Ebî Salih, an ebîhi, an Ebî Hureyre, ani'n-Nebî (s.a.s) isnadiyle bir mecliste edilen dedikodulardın keffareti konusunda sana bir hadis rivayet etmiş. Bunun ne illeti var?” diyerek bu hadisin illetini sorar. Buhari:

“güzel bir hadistir der; yeryüzünde bu konuda bundan başka bir hadis bilmiyorum fakat maluldür.”


Bunun üzerine Müslim israr eder. Buhâri, Müsâ b. İsma'il -Vuheyb - Süheyl - Avn b. Abdillah isnadiyle aynı metni rivayet ettiğini söyler ve ilave eder:

“Bu isnad daha evlâdır; çünkü Muhammed b. Selâm'ın isnadında geçen Musa b. Ukbe'nin Süheyl'den hadis işittiği zikredilmemiştir.”

Buhâri'nin bu sözleri üzerine Müslim


“Sana buğzeden ancak hasedinden eder. Dünyada senin bir başka benzerin olmadığına şehadet ederim” diyerek hayranlığını belirtmekten kendisini alamaz.

Buhârî'nin “illetlidir” dediği rivayetin isnadı karşılaştırılırsa görülür ki Müslim'in müsned olarak bildiği rivayet aslında mürseldir; zira Ebu Hureyre'nin ismi anılmadan tâbi'î olan Avn b. Abdillah'dan rivayet edilmiştir.


Ayrıca Buhâri'nin “Musa b. Ukbe'nin Süheyl'den semâ yoluyla hadis rivayet ettiği zikredilmemiştir” sözü üzerinde durulan illeti açıklamaktadır. Şöyle ki, görünüşe göre hiç bir kısuru olmayan isnadda Musa b. Ukbe'nin Süheyl'den semâ' yoluyla hadis almaması gibi bir illet vardır ve bu illet Müslim çapında bir muhaddisin gözünden kaçmıştır.


Sika ravilerin rivayet ettiği tariktan gürsel iken başka bir tariktan müsned olarak rivayeti ve müsned rivayetin daha sahih görünmesi. Yurandaki misal bu illet çeşidi için de verilebilir. Açıklamaya dikkat edilirse görülür ki, Buhârî'nin rivayetinde hadis, isnadında Ebu Hureyre atlandığı için mürseldir. Öyle iken Müslim'in sorduğu isnadla müsned olarak rivayet edilmiş görünmektedir. Şu hadis de aynı illeti taşımaktadır:


“... Enes'den merfu olarak rivayet edilmiştir:


“Ümmetimin, ümmetime en çok merhametli olanı Ebu Bekr; Allah'ın dinini korumada en şiddetlisi Ömer; en hayalısı Osman; Kur'an-ı Kerim'i en iyi okuyanı Ubey b. Ka'b; en çok feraiz bileni Zeyd b. Sabit; helal ve haramı en iyi bileni ise Muaz b. Cebeldir. Her ümmetin bir güvenilir adamı vardır. Bu ümmetin güvenilir adamı Ebu Ubeydetu'bnu'l-Cerrâhdır.”


Bu hadis görünüşe göre kuvvetli bir senedle merfu olarak rivayet edilmiştir. Böyle iken bu şekliyle sahih hadisleri ihtiva eden ana kaynaklara geçmemiştir; zira Ebu Kılâbe'den rivayet eden iki raviden Hâlid el-Hazzâ “Her ümmetin bir emini vardır” kısmına kadar mürsel, geri kalan kısmını mevsûl;483 Âsim ise bütünüyle mevsul olarak rivayet etmişlerdir. Zahire göre mürsel kısmın sika ravilerce başka tarikdan mevsul (müsned) olarak rivayet edilmesi484 hadisin illetini teşkil etmiştir.


3. Bir sahâbîden rivayet edildiği bilinirken ayn memleketlere mensup ravilerin mesela medinelilerin küf dilerden yanlışlıkla rivayet etmeleri yüzünden bir başka sahâbîden nakledilmesi.


Meselâ;


“... Hz.Peygamber (s.a.s). “Şüphesiz ben, günde yüz defa Allah'a tevbe ve istiğfar ediyorum” buyurdu.”

Bu isnadı gören muhaddis hadisin, Ebu Burde'nin babası Ebu Musa'l-Eş'arî'den rivayet edilmiş sanır. Kufelilerden rivayet eden Medinelilerin ekseriya ayakları kayar. Burada da öyle olmuştur ve:


“... Kalbim sık sık Allah korkusu ile kaplanır. Bundan dolayı da Allah'a günde yüz kere tevbe ve istiğfar ederim.” 485 Şeklinde sahih olarak Eğar isimli sahâbinin hadisi olarak mahfuzken hata sonucu Ebu Burde'nin babası Ebu Musa'l-Eş'arî'nin hadisi gibi rivayet edilmiştir. Bu yüzden illetlidir.


4. Yine bir sahabînin hadisi olarak bilinen bir hadisin yanlışlıkla sıhhatini icap ettiren açıklama yapılmadan bir tabiiden rivayet edilmesi. Hatta belki de o tabii cihetinden ma'ruf olmayabilir. Misâl:


“... Ebu Süleyman, babasının Hz. Peygamber (s.a.s)'in bir akşam namazında “Tûr” süresini okurken duyduğunu rivayet etmiştir.


el-Hâkimu'n-Nîsâbûri'ye göre bu hadis, bir ravisinin ismi, ikincisi isnadı, üçüncüsü sahabî gibi gösterilen bir ravisinin sohbetinin sabit olmayışı olmak üzere üç yönden illetlidir. Açıklamak gerekirse, birinci illet isnadındaki Osman b. Süleyman isimli tabiînin adı aslında Osman b. Ebi Süleyman iken Osman b. Süleyman olarak zikredilmesidir.


İkincisi isnadında “an ebîhi” denilmesiyle vaki olmuştur. Oysa Osman'ın rivayeti sadece Nafi'dendir. Dolayısıyla bu hadisi de babası Ebu Süleyman'dan değil, Nâfı b. Cubeyr'den rivayet etmiştir. Haliyle bu durumda Nâfî de hadisi babası Cubeyr b. Mut'imden almıştır. 486


Üçüncüsü ise isnadda Ebu Süleyman'ın hadisi Hz. Peygamber (s.a.s) den işiterek rivayetinden söz edilmiştir. Doğrusu Ebu Süleyman Sahabî değildir. Hz. Peygamber'i ne görmüş ne de ondan hadis işitmiştir.


5. Hadisin an’ane yoluyla rivayet edilmesi ve senedinde bir ravinin düştüğü aynı hadisin bir başka rivayetinden anlaşılması. Misal:

“... Ensârdan bazılarından rivayet olunduğuna göre bir gece yıldız kaydı ve ortalık aydınlandı...”


Hadisin ravisi Yunus b. Yezîd, el-Hâkim'in de naklettiği gibi kuvvetli hıfzına ve Hadis İlmindeki yüksek mevkiine rağmen isnadında hata etmiştir. Doğrusu Sufyân b. Uyeyne, başka rivayetinde Yunus, Şu'ayb b. Ebî Hamze, Salih b. Keysân, el-Evzâ'i ve diğer bazı ravilerin hepsi de hadisi İbn Şihab'dan “an Aliyy-İbni'l-Huseyn, an İbn Abbâsin kale haddesenî ricâlun mine'l-Ensâr” isnadiyle rivayet etmiştir.487 Buna göre hadisdeki illet, Yunusun isnadından İbn Abbas'ı düşürmesidir.


6. Bir ravi bir hadisi, diğerinden müsned olarak rivayet ettiği halde hadis inkıtalı (gayri müsned) olarak mahfuz bulunur. Bu da illettir. Meselâ:

“... Ömer İbnu'l-Hattâb'dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: “Ya Resulallah, aramızdan bir yere pek sık ayrılmadığın halde nasıl oluyor da Arapçayı içimizde en fasih konuşan sensin” diye sordum...”


El-Hâkim'in deyişiyle bu hadisin acaip illeti, Ali b. Haşrem'im diyerek Ali İbnu'l-Huseyn'in Hz. Ömer'den belagat yoluyla dolayısıyla gayri müsned olarak rivayet ettiğini isnadında belirtmesidir. Buna göre hadis aslında gayri müsned denilen şekilde mahfuzken müsned olarak rivayet edilmiş ve bu yüzden illetli olmuştur.


7. Bir ravinin, bir rivayette şeyhinin ismini isnadında açıkça zikrettiği halde aynı hadisin başka tarikdan gelen isnadında müphem bırakması. Meselâ:

“Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre demiştir ki “Hz. Peygamber (s.a.s) “Mü’min temiz kalplidir, bol ikramlıdır. Facir (münafık) ise hilekârdır, cimridir” buyurdu.”

Ebu Davud ve Tirmizî'nin bu şekilde müsned olarak rivayet ettikleri bu hadis bir başka rivayette, isnadiyle yani Haccâc b. Ferâfisanın Şeyhi Yahya b. Ebî Kesîr'i “an raculin” diyerek mübhem bırakmasıyla nakledilmiştir. 488İlleti budur.


8. Bir ravi mülaki olup hadis dinlediği Şeyhinden, işitmediği bir hadisi arada vasıta olmaksızın rivayet ederse bu da bir illettir. Mesela:

Mâlik'den rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.s) bir aile yanında iftar ettiğinde “Evinizde oruçlular iftar etsin, ebrâr yemeğinizi yesin, üzerinize sekînet insin” diye dua buyururlardı.”489


Bu hadisin illeti de Yahya b. Ebî Kesîr'in Enes'e yetişip onu gördüğü ve fakat ondan hadis işitmediği halde bu rivayet Yahya'nın arada her hangi bir vasıta olmadan Enes'den doğrudan doğruya rivayeti olarak nakledilmiştir. Nitekim aynı hadis Yahya'nın Enes'den arada bir vasıta ile aldığını gösteren ibaresinin yer aldığı ayrı bir isnadla da rivayet edilmiştir.


9. Her ravinin hadislerini daha çok rivayet ettiği belli bir tarîki vardır, böyle iken o tarîkin ravilerinden biri başka bir tariktan bir başka hadis rivayet etmiş olur. Fakat yanilarak bu hadisi de alışılmış senetle rivayet ederse bu da illettir. Meselâ:

“... İbn Ömer'den Hz. Peygamber (s.a.s)'in namaza başladığında “Subhâneke'llâhumme tebâreke'smuke ve teâla cedduke...” dediği rivayet edilmiştir.

Bu hadis de illetlidir; zira Munzir b. Abdillahi'l-Hizâmî, şeyhi Abdulaziz b. Ebi Seleme, İbn Ömer'in hadislerini daha çok Abdullah b. Dînâr tarîkıyla rivayet ettiğinden, temsilde hata olmaz, her zaman gittiği yolu tutmuştur. Oysa bu hadisin asıl isnadı Yahya b. Ebî Kesîr'in Enes b. şeklindedir. 490Şu hale göre onu asıl isnadiyle değil, daha çok kullandığı kendi alışılmış isnadiyle nakletmiştir.


10. Hadisin bir tarikdan merfû, bir başka tariktan mevkuf olarak rivayet edilmesi de illettir. Bunun misalini de şu hadis teşkil eder:


... Cabir'den Hz. Peygamber (s.a.s)'e nisbet edilerek rivayet edilmiştir:


“Kim namaz esnasında gülerse namazını iade eder. (yeniden kılar); abdestini yeniden almaz.”

Bu tarikdan merfû merfû yani Hz. Peygamber (s.a.s)'in hadisi olarak nakledilen bu rivayet başka bir tarîkdan Cabir b. Abdillah'ın fetvası olarak rivayet edilir:


“Ebu Sufyân'dan rivayete göre Câbir'e namaz kılarken gülen adamın durumu soruldu. O “namazı yeniden kılar. Abdesti yeniden almaz” dedi. 491


el-Hâkim'in kaydettiğine göre hadislerde bulunan illetler bunlardan ibaret değildir. Başkaları da vardır. Ancak Hadis İlminde derinleşmek isteyenlere yol göstermek üzere pek çok ma'lul hadis içinden bunları seçerek misal vermiştir.492


Söz gelişi Tirmizî, neshi illet saymıştır. Bazı âlimler ise irsal gibi bazı kadih olmayan kusurları da illet olarak görmüşlerdir. Hatla sahihin kısımları içinde malûl ve şaz sahihlerden de söz edenler olmuştur. 493


Gerek isnadında, gerekse metninde illet bulunan hadislere mu'allel veya ma'lûl denir. Hadis illetlerini konu alan ilme ise İlelu'l-Hadîs adı verilir.


İlm:


Meşhur manasıyla ilim ve bilgi demek olan bu kelime, hadis alimleri arasında hadis İlmi karşılığı olarak kullanılmıştır.


İlm-i Ahbâr:


Bk. Hadis İlmi.


İlm-i Âsâr:


Bk. Hadis İlmi.


İlm-i Hadîs:


Bk. Hadis İlmi.


İlm-i Nazarî:


Bk. Nazari İlim.


İlm-i Zarurî:


Bk. Zaruri İlim.


İlmu Dirâyeti'l-Hadîs:


Bk. Hadis Usulü.


İlmu Mustalahi'l-Hadîs:


Bk. Hadis Usulü.


İlmu'l-Hadîs:


Bak. Hadis İlmi.


İlmu'l-Hadîs Dirâyeten:


Bk. Hadis Usulü.


İlmu'l-Hadîs Rivâyeten:


Bk. Hadis Usulü.


İlmu'r-Rivâye:


Bak. Hadis İlmi


İmâm:


Hadis ilminde yüksek dereceleri almış muhaddislere verilen lakablardandır. İmam derecesine yükselen hadis alimine şeyh de denir. Böyle bir lakab verilen muhaddis Hadis İlminde otoritedir. Sözleri hüccet, hadisler hakkındaki hükümleri itirazsız delil sayılır.


İmlâ:


Sözlükte doldurmak anlamına gelen bu kelime, daha çek imla etmek, yazdırmak, dikte etmek manasında kullanılır ve bu manada meşhurdur.


Hadis ıstılahı olarak aynı manada, bir hadis şeyhinin kendisine müracaat eden veya akdettiği hadis meclislerine katılanlara hadis yazdırmasına denir.


İmlâ sistemi İslâmiyet'in ilk yıllarında görülmeye başlamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s)'in katiplerine Kur'ân-ı Kerim dışında diplomatik vesikalar ve diğer anlaşma, mektup ve yazılar yazdırdığı bilinmektedir. Bunlar imla metodunun ilk uygulamaları olarak kabul edilir. Aynı sistem sahabe tarafından da tatbik edilmiştir. Vasile İbnu'l-Eskâ’nın halka hadis imlâ ettiği onların da yazdıkları kaydedilir. Aynı yolla Nâfı de İbn Cureyc'e hadis yazdırmıştır.


Etbâ'u't-Tâbi'In ve onlardan sonraki nesillerde imlâ meclisleri tertip edip hadis yazdıranlar arasında Şu'be İbnu'l-Haccâc, Vekî İbnu'l-Cerrâh, Yezîd b. Hârûn. Âsim b. Ali et-Teymî, Amr b. Merzûk el-Bâhilî, Muhammed b. İsmail el-Buhârî, Ebu Müslim İbrahim b. Abdullah el-Keccî, Ca'fer b. Muhammed el-Fıryabî ve diğer muhaddisler yer almaktadır.


Daha sonraki devirlerde bulunduğu yerde hadis meclisleri akdederek meclislerine katılanlarla hadis yazdıran âlimler arasında ise, Nisâbur'da el-Hakîm Ebu Abdillah Muhammed; Bağdad'a Ebu'l-Hasen İbn Rızkaveyh; İsfehan'da Ebu Abdillah Muhammed b. İshak b. Mende ve Ebu Nuaym Ahmed b. Abdillah'in-Nîsâbûri; Basra'da İsa b. Gassân; Hemedan'da Ebu Tahir b. Seleme; Merv'de Ebu Mansûr Muhammed b. Abdilcebbar es-Sem'âni ve Ebu Hafs Umer b. Muhammed es-Serahsî anmaya değer. 494


es-Suyûtî'nin kaydettiğine göre İbnu's-Salâh'tan sonra Ebu'l-Fadli'l-Irâkî'nin son günlerine kadar hadis yazdırma işi ihmale uğramıştır. Ancak el-Iraki 796 yılında başlayıp 806'da ölünceye kadar 410’dan fazla meclis akdederek taliplerine hadis yazdırmasiyle imlâ sistemi yeniden canlanmıştır. el-Irâkî'den sonra oğlu bir ara kaybolmaya yüz tutan ve babasının başlamasıyle devam eden imlâ usulünü sürdürmüş ve 826 da vefatına kadar 600'ün üzerinde meclis kurarak hadis yazdırmıştır. Daha sonra da İbn Haceri'İ-Askalânî akdettiği binden fazla mecliste talebelerine hadis imlâ etmiştir.


İbn Hacer'den sonra 19 sene imla meclisine ara verilmiş495; 872 de es-Suyûtî tarafından tekrar başlanarak devam ettirilmiştir.


Hadis İmlâ meclislerinin daha çok mescitte, bilhassa haftanın salı ve cuma günleri kurulması adetti. Meclise abdestli olarak gelip kıbleye karşı oturmak, imlâyı tercih edilen kitaptan yapmak, mecliste Kur'ân-ı Kerim’den bir miktar okumak, besmele çekip salavat getirmek, hamd ile şeyhe dua etmek, tek bir şeyhten değil, birçok şeyhlerden hadis yazmak, güvenilir şeyhlerden yazmak, dinleyip hadis yazanların seviyesini göz önünde bulundurmak, en faydalı hadisleri imla etmek, anlaşılmayan yerleri açıklamak, Hz. peygamberin ismi geçtikçe salat ve selamı; sahabe isimleri geçince tardiye'yi unutmamak, uzun imla ile talebeleri bıktırmamak, meclisi hikâye, şiir ve nüktelerle bitirmek gibi hususlar imla meclislerinde şeyhin ve talebelerin rivayet ettikleri kaidelerdendi.496


İmlâ meclislerinin büyük rağbet gördüğü devirlerde, bu meclîslere devam eden halkın 100 bini aştığı söylenir. Meselâ Âsim b. Ali el Vâsıtî'nin meclisinde 100 binden fazla kimse hazır bulunmuştur. Aynı hadisçi ile ilgili olarak gelen başka bir habere göre de Yahya b. Ma'în, kendisine “halkın efendisi oldu” diyen bir kimseye “sus, halkın efendisi Âsim İbn Ali'dir; zira meclisinde 30 bin kişi var” cevabını vermiştir. Bu rakam dahi kalabalığın azametini göstermeğe yeterlidir.


İmlâ meclisleri, bu meclislerde hazır bulunanların azlığına veya çokluğuna göre mescid veya cami gibi kapalı yerlerde yahut geniş meydanlarda akdediliyordu. Hazır olanların çokluğu ve hadis imlâ eden muhaddislerin seslerinin onlara uzak bulunan kimseler tarafından işitilmemesi halinde sahanın muhtelif yerlerinde mustemli denilen ve şeyhin sözlerini daha yüksek ve pürüzsüz sesle tekrarlayan yardımcılar kullanılması da adet olmuştu.497


İn Sahha'l-Haber:

“Eğer haber sahih ise” manasına gelen bu sözler, Muhammed b. İshak b. Huzeyme (İbn Huzeyme) tarafından sahihinde yer yer kullandığı tabirlerden biridir. Adı geçen âlim çok ihtiyatlı, hadis üzerinde son derece titiz bir muhaddis olarak bilinir. İhtimal isnadı üzerinde en küçük bir tenkit vaki olmuş hadislerin Hz. Peygamber (s.a.s)'e nisbetinin vebalinden kaçınmak üzere hadisi vereceği bab unvanı içinde in sebete keza (şayet sabit ise hadis budur) veya in sahha'l-haber gibi bir ifade kullanmıştır. Meselâ, “babu fedâ'ili Şehr Ramadân in sahha'l-haber...”498


Böyle bir metod sadece İbn Huzeyme'ye ait ise de İslâm âlimlerinin isnadı ya da metni tenkid edilen hadisleri sıhhati üzerinde kesin kanaat hasıl olanlardan ayırmak bakımından tuttukları yolu göstermesi bakımından önemli görülmüştür.


İndenâ:


“Bize göre” demektir. Hadis Usûlü metinlerinde kullanıldığı yere göre hadis alimlerinin görüşünü aksettiren tabir olarak görülür. Öteki deyişiyle indenâ, herhangi bir konudaki hadis ehlinin görüşünü açıklayan deyiş olarak kullanılmıştır.

İnfirad:


Bk. Teferrüd.


İnkıta':


Sözlükte kesilme, kesiklik, kopma, inkita manalarına mastardır. Hadis usulünde isnad zincirini teşkil eden ravilerden bir veya birkaçının düşmesiyle meydana gelen kopukluğa denir. Ravi düşmesi isnadın başında olabildiği gibi ortasında veya sonunda da olabilir. En fazla ortasında veya sonunda olur. Bir veya birkaç yerde de olabilir. Açık inkıtaya zahirî inkıta', gizli olana da hafî inkıta' tabir edilir. Zahirî inkıta ravinin muasırı olmayan veya görüşmediği, mülâki olmadığı şeyhten rivayet etmesi; hafi inkıta ise ravi isminin mübhem şekilde söylenmesiyle meydana gelir.


İsnadında inkita bulunan hadislere umumiyetle munkatı denir. Eğer İnkıta peşpeşe iki ravinin düşmesiyle meydana gelmiş ise hadis mu'dal adını alır.


İnteha'l-Lahak:


Bk. Lahak.


İntihâ:


Bk. Aslu's-Sened.


İntiâ'u's-Sened:


Bk. Aslu's-Sened.


İntikâ:


Sözlükte seçmek, seçerek ayırmak gibi manalara gelen mastar olup daha önce yazılmış hadis kitaplarından seçme hadisler derleyerek yeni bir hadis kitabı tasnif etmeye denilmiştir. Böyle meydana getirilen eserler içinde Abdusselâm b. Teymiye'nin kitabı gibi el-Muntekâ adı verilenler vardır.


İntikad:



Sözlükte intikad veya nakd paranın hakikisini sahte ve kalp olanından ayırdetmeye denir. Hadis terimi olarak ise hadisin sahihini zayıfından ayırdetmek ve hadis metinlerinin farklarıyla birbirlerine zıt düşen taraflarını göstermek üzere ravilermi tenkid süzgecinden geçirmeye denilmiştir.


Aynı manada intikad-ı esânîd, nakd-i rical tabirleri de kullanılır.


İntikâd-ı Esânîd:


Bk. Nakd-i Rical.


İ'râbu'l-Hadîs:


İ'rab aslında bir şeyin aslını ve hakikatini açığa çıkarmak manasınadır. Konuşurken hata etmeden dilin nahiv kaidelerine riayet ederek fesahat üzere söz söylemek manasına da gelir. 499


Nahivde i'rab, Arapça kelimelerin cümle içindeki yerlerine göre doğru bir şekilde okunmasını sağlamak üzere bilhassa sonlarında hareke takdir etmekür. İ'rabu'1-hadis ise bu manası ile alakalı olarak hadis metinlerini meydana getiren kelimelerin doğru ve düzgün bir şekilde okunmasını sağlamak için yazılışı esnasında hareke konulmasıdır. Kelimelerin yanlış okunarak kullanılış maksadı dışında yanlış mana verilmesini önlemek bakımından hadisleri yazarken her kelimenin i'rabını vermek yerinde görülmüştür. Şu hadis buna misal verilmiştir:


“Boğazlanan hayvanın karnından çıkan ceninin boğazlanması anasının boğazlanmasıdır.”500 Hadise verilen bu mana zekâtu ummihi ibaresinin haber takdir edilerek sonunun merfu olmasına göredir. Bu manaya göre herhangi bir hayvanın (av hayvanı dahil) fiilen veya hükmen kesilmesi halinde karnından çıkan yavrunun ayrıca boğazlanmasına lüzum olmadığına hükmedilmiştir. Ne var ki haneliler zekât kelimesini teşbih üzere veya takdir edilen “yüzekkâ” fiilinin mefulu mutlağı olarak mansub okumasını tercih etmişlerdir. Bu takdirde mana, “anası boğazlandığı gibi karnından çıkan cenin de boğazlanır” demek olur. 501


Başka okuyuş şekilleri ileri sürenler de vardır.


Umumiyetle hadisciler sırf yanlış okumaya mani olmak gibi önemli bir gerekçe göstererek hadis yazanların, hadis metnine dahil kelimelerin düzgün zabtedile-bilmesi için hepsinin i'rab edilmesi gerektiği görüşündedirler. Kadı İyad'a göre bilhassa hadis ilmine yeni başlamış mübtediler için doğru olan, kelimelerin hareke verilerek i'râb durumunun gösterilmesidir. Bununla birlikte bazı alimler sadece konuşma ve yanlış anlama söz konusu olan yerlerde (iltibas halinde) i'rabın gerektiği, bunun dışında hadislerin i'rabına gerek olmadığı görüşündedirler. 502


Kur'ân-ı Kerim ayetlerinin i'rabına dair kıymetli bir eseri bulunan Ebul'l-Berekât Abdullah İbni'l-Huseyn el-Ukberi'nin bazı hadislerin i'rabına dair İ'râbu'l-Hadîs isimli bir kitabı vardır. 503


İrmi Bihî:


Lafız olarak kaldır at, hiç bir işe yaramaz manasına gelen bir tabirdir ve cerh lafızlarındandır. Cerhin İbn Haceri'l-Askalani'nin tertibine göre dördüncü derecesindedir ve ve nisbeten ağır cerhe delâlet eder. Bu ve benzeri lafızlarla cerhedilen ravinin hadisleri dinî konularda hüccet sayılmaz.


İrsal:


“İf al” babından mastar olan irsal, sözlükte göndermek, haber yollamak, bir kimseyi kışkırtarak diğerinin üzerine saldırtmak, kendi başına ve kendi haline bırakmak, salıvermek manalarına gelir. 504


Hadis terimi olarak umumiyetle kibâr-ı tâbi'inden birinin isnadında sahabiyî atlayıp “Hz. Peygamber (s.a.s) buyurdu ki” veya “Hz. Peygamber (s.a.s) şunu yaptı” ve benzeri ifadelerle isnadını Hz. Peygamber (s.a.s)'e ulaştırarak ondan rivayette bulunmasın denir. İrsalin en yaygın tarifi budur. 505


Bununla birlikte irsal, daha umumi manada isnad karşılığı olarak da kullanılmıştır. Buna göre bir hadisi irsal etmek, onu arada bir vasıta ile alınmışken söyleyenine vasıtasız olarak bağlamak demektir. İsnadında irsal yapan raviye mursil denilmiştir.


Hadis âlimlerinin bir kısmı İrsali Kays b. Ebî Hâzim, Ebu Osman en-Nehdî, Ubeydullah b. Adî, Sa'id İbnu'l-Müseyyeb gibi sahabe devrinde yaşamış, rivayetleri daha çok sahabeden olan ve tabiilerin büyüklerinden sayılan muhaddislerin rivayetlerine hasretmişlerdir. Onlara göre Hz. Peygamber devrine uzak olan Tâbi'îlerin Hz. Peygamber'den rivayetleri irsal sayılmaz.


Buna karşılık İbn Şihâb ez-Zuhrî, Ebu Hâzim Seleme b. Dînâr ve Yahya b. Sa'id el-Ensârî gibi Hz. Peygamber devrine daha uzak olduklarından tabiilerin küçüklerinden addedilenlerin Hz. Peygamber'den rivayetlerine irsal diyenler de vardır. Ne var ki alimlerin çoğu tabiîler arasında ayırım yapmaksızın hepsinin Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet etmelerini irsal saymışlardır. Bu görüş meşhurdur.

el-Irâkî'nin kaydettiğine göre hadis imamlarından Yahya b. Sa'id el-Kattân'a göre irsal, bir ravinin gerçekten hadis işitmediği bir raviden rivayette bulunmasıdır. 506


Bu tarif umumidir. Şayet hususî olsa, bir başka deyişle işitmediği halde rivayette bulunan ravinin tabii, işitmeden rivayette bulunduğu kimsenin ise Hz. Peygamber olduğu belirtilse irsalin meşhur tarifinden farksız olurdu. Oysa bu husus belirtilmemiştir. Bu itibarla Yahya b. Sa'îd el-Kattân’ın tarifinde belirtilen ravi, isnadın herhangi bir yerinde bulunan ravidir. Dolayısiyle böyle bir ravinin bizzat işitmediği halde rivayette bulunması, hadisi aldığı aradaki vasıta olan şeyhini atlayıp şeyhinin şeyhinden rivayette bulunması demektir. Bu ise irsal değil, inkıtadır. Bazılarına göre ise tedlistir.


el-Hatîbu'1-Bağdâdî'nin irsal tarifi Yahya b. Sa'id el-Kattân'ın tarifine yakındır ve şöyledir:

“Müdelles olmayan hadisin irsali, ravinin muasır olmadığı yahut karşılaşmadığı kimseden rivayetidir. İlim ehli arasında bu konuda ihtilaf yoktur. Sa'îd İbnu'l-Museyyeb, Ebu Seleme b. Abdirrahman, Urve fbnu'z-Zubeyr, Muhammed İbnu'l-Munkedir, el-Hasenu'l-Basrî, Muhammed b. Şîrîn, Katâde ve diğer tabiîlerin Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayetleri gibi. Tabiîlerin dışında mesela İbn Cureyc'in Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe'den; Malik b. Enes'in el-Kasım b. Muhammed b. Ebî Bekr'den; Hammad b. Ebi Süleyman'ın Alkame'den rivayetleri de aynı şekildedir.


Bunların hepsinin rivayetleri, muasır olmadıkları kimselerdendir. Ravinin muasırı olduğu halde karşılaşmadığı kimseden rivayetine gelince, bunun misalini de el-Haccac b. Ertât, Sufyânu's-Sevrî ve Şu'be'nin ez-Zuhrî'den rivayetleri teşkil eder. Bunlar hakkında hüküm birdir. Mülaki olduğu ve hadis işittiği şeyhten işitmediği hadisi irsal ederek o şeyhten işitmişcesine rivayet eden kimse hakkındaki hükmümüz de aynıdır.” 507


Yahya b. Sa'îd el-Kattân ile el-Hatib'in tariflerinde esas itibariyle inkıta' ve tedlis de irsal hükmüne dahil edilmiştir. Aslında her ikisinin tarifinden tâbiî'nin isnadında sahabîyi atlaması ile birlikte daha sonraki nesillerde ravinin muasır olmadığı yahut mülakatı bilinmeyen şeyhten rivayeti, dolayısiyle aradaki vasıtayı atlaması da anlaşılır. Halbuki bu meşhur tarifine nazaran inkıtadır. el-Hatîb'in baştan “müdelles olmayan” kaydını koyması dikkate alınırsa denilebilir ki o. irsali daha umumi mânâda almakta, isnadın neresinde olursa olsun, ravinin açıkça veya zımnen şeyhini atlaması olarak görmektedir. Tarifinin son fıkrasında ise tedlisi irsal hükmünde birleştirmektedir.


Umumî manada ravi ismini söylememek şeklinde görülen irsal, irsâl-i celî ve irsal-i hafi olmak üzere iki kısımdır. Bunlardan irsâl-ı zahir de denilen irsâl-ı celî (açık irsal), ravinin senedden kendi şeyhini veya herhangi bir raviyi hazfetmesine denir ki ravi isminin söylenmediği açıkça belli olur. Ta ki, hadis ilminde az-buçuk mesafe almış kimselerden çoğu bile bu irsali kolayca farkedebilirler. İrsâl-i hafi (gizli irsal) ise yalnızca hadislerin rivayet tariklarına, isnadlardaki illetlere hakkıyla vakıf olan ve hadis ilminde yüksek dereceler almış alimlerin farkedebilecekleri gizli irsaldir. Tedlîs hafiyyu'l-irsâl de denilen irsâl-i hafinin bir çeşididir.


İrsâl-i Celi:


Bk. İrsal.


İrsâl-i Hafî:


Bk. İrsal.


İrsâl-i Zahir:


Bk. İrsal.


İrvi Hazâ Annî:


Bk. Munâvele.


İsmâ:


İşittirmek, duymasını sağlamak sözlük manasıyla şeyhin ezberinden yahut kitabından talebesine hadis okumasını ifade eden deyimdir.


İsnad:


Sözlükte “İf’al” babından mastardır. Lazım (geçişsiz) ve müte'addi (geçişli) manalarıyla kullanılır. Buna göre dağa çıkmak veya çıkarmak, yaslamak veya yaslanmak, desteklemek, dayanak yapmak anlamlarında kullanılır.


Hadis terimi olarak isnad, kısaca bir hadis veya haberi söyleyenine nisbet etmeye denir. Bir hadisi başkasına nakleden ravi, onun kimden işittiğini veya kimden aldığını, aldığı kimsenin kimden naklettiğini bazı özel tabirler kullanarak muhakkak belirtir. Böylece hadisin ilk kaynağı olan Hz. Peygamber (s.a.s)'e ulaşıncaya kadar kesiksiz bir nakil zinciri kurulur. Böyle bir nakil zinciri kurmaya isnad adı verilir.


Bir hadis, bütünüyle iki kısmından meydana gelir. Bunlardan birincisi sened, ikincisi metindir. Sened, hadisin Hz. Peygamber'e kadar ulaşan rivayet zincirini oluşturan ravilerdir. Ravilerin isimlerini haddesenâ, ahberanâ, enbe'enâ, an, enne ve benzeri eda lafızlarıyla zikretmeye ise isnad tabir edilir. Meselâ,


“...Hz. Peygamber (s.a.s) “Bazınız, bazınızın alışverişi üzerine (pey sürerek) alışveriş etmesin” buyurdu” hadisinde 508 İmam Mâlik'in hadisin metnini ahberanâ an, enne lafızlarıyla Hz. Peygamber'e kadar ulaştırması isnadıdır.


İsnad, Hadis ilminin üzerine döndüğü, yalnız müslümanlara has bir sistemdir. Abdullah İbnu'l-Mübârek “İsnad dindendir. İsnad olmasaydı dileyen dilediğini söylerdi” demiştir. 509İsnadın dinî bir yönü olduğunda hemen hemen bütün âlimlerin ittifakı vardır.


Diğer taraftan İbn Hazm'a göre Allah, hadisin Hz. Peygamber'e varıncaya kadar sikanın sikadan rivayet ederek muttasıl bir şekilde naklini öteki ümmetlerden çok müslümanlara has kılmıştır. Her'ne kadar Yahudilerin çoğunda irsal veya i'dal nevinden rivayetlere rastlanırsa da bunlarla Hz. Musa'ya bizim Hz. Muhammed'e yakınlaşmamız gibi yakın olamazlar. Hatta Hz. Musa ile aralannda otuz asırlık bir zaman olan devre kadar giderler.


Ancak Şem'un ve devrinde yaşayanlara kadar ulaşır, orada kalırlar. Hristiyanlara gelince onların ellerinde de kadın boşamanın haram olduğuna dair haber hariç tutulursa isnad vasfına sahip hiçbir haber yoktur. Yalancılara ya da kim oldukları belirsiz kimselere isnad edilen haberlerse gerek yahudilerde, gerekse hristiyanlarda bol miktarda mevcuttur. Yahudilerde bizim sahabe ve tabiîn kavilleri gibi aslmda bir peygamberin arkadaşlarına veya onlara tabi olan birine ulaşmak suretiyle naklettikleri sözler de yoktur. Hristiyanların Şem'un ve Pol'den yukarıya ulaşmaları da imkan haricidir

.

Ebu Ali el-Ceyyânî'ye göre ise Cenâb-ı Hak müslümanlara, önceki ümmetlere vermediği üç şey tahsis etmiştir: isnâd, ensâb, i'râb. el-Hakîm'in ve diğer bazı muhaddislerin Mataru'l-Verrak'tan rivayet ettiklerine göre “ev esaretin min ilmin” nazmına 510isnad manası verilmiştir. 511


Denilebilir ki, hadis rivayetinde isnad tatbikatı sahabe devrinde başlamıştır. Nitekim ilk halife Hz. Ebu Bekr, torunundan miras isteyen ninenin miras hakkının olup olmadığını bilmediğini söylemesi üzerine Muhammed b. Mesleme Hz. Peygamber (s.a.s)'in nineye altıda bir hisse takdir ettiğini söyleyince Hz. Ebu Bekr'in bunu başka bilen olup olmadığını sorduğu tarihî bir gerçektir. İkinci Halife Hz. Ömer de istizan hadisini rivayet eden sahabî Ebu Musa'dan delil istemiş, bu arada Hz. Peygamber'in o sözlerini duyan başka sahabinin bulunup bulunmadığını araştırmıştır. 512Bunlar ilk isnad tatbikatları olarak görülür.


Sahabîler, rivayet ettikleri hadisleri Hz. Peygamber'den işitmiş veya fiilini görmüş olduklarından onların isnad tatbik ettiklerinden bahsetmek oldukça zordur. Öte yandan sahabenin hepsi uduldür. Yani adalet sahibi insanlardır. Hz. Peygamber (s.a.s)'den işitmedikleri bir sözü, görmedikleri veya görenden öğrenmedikleri bir fiili ona nisbet ederek rivayet etmelerine imkân düşünülemez. Sahabeden sonraki tâbiî'ler nesline gelince durum değişir. Bu devirde Hz. Osman'ın şehit edilmesiyle karışıklıklar başgöstermiş, devam eden siyasî ve içtimaî olaylar sonunda müslümanlar gruplara ayrılmıştır. Bu gruplaşma sonucu hadis uydurma faaliyetleri başlamıştır. Böyle bir durum karşısında Hz. Peygamber (s.a.s)'in ağzından hadis uydurmanın önüne geçilebilmesi için isnad tatbikine başvurmak zorunda kalınmıştır.


Muhammed b. Şîrîn bu konuda şunları söylemiştir: “Başlangıçta kimse isnad sormuyordu. Ne zaman ki fitne zuhur etti (hadis rivayet edenler) bize hadis aldıklarınızın isimlerini söyleyiniz” demeye başladılar. Hadisi rivayet edene bakılıyor; ehli sünnetten ise hadisi alınıyor, bid'a ehlinden ise hadisi alınmıyordu.” 513


Demek oluyor ki, Hz. Osman'ın şehit edilmesiyle başlayan olaylar üzerine müslümanların gruplaşması ve ortalıkta hadis diye hayli rivayetin dolaşması üzerine hadisi nakledenin onu kimden aldığını açıklaması istenmeye başlamıştır. İşte bu olay, isnad tatbikatının başlangıcı sayılır.


Şu da var ki İbn Sîrîn'in bu sözleri fitneden önce isnadın bilinmediğine delâlet etmez. Ancak hadis ıstılahlarının yerleşmesinden sonraki manasiyle ilk isnad tatbiki siyasi olaylar üzerine başlamıştır denilebilir. Diğer taraftan Müslim mukaddimesinde nakledilen bir haber de aynı konuya ışık tutacak mahiyettedir:


“Mücâhid'den rivayet edildiğine göre demiştir ki, “Buşeyr el-Adevî bir gün İbn Abbâs'ın yanına gelerek


“Hz. Peygamber şöyle buyurdu; Allah Resulü şöyle dedi...” diye hadis rivayet etmeye başladı. İbn Abbas onun ne hadis rivayet etmesine aldırıyor, ne de ona bakıyordu. Bunun üzerine Buşeyr


“İbn Abbâs, dedi; görüyorum ki sözlerimi dinlemiyorsun. Ben Hz. Peygamber (s.a.s)'den hadis rivayet ediyorum, sense kulak bile vermiyorsun.” İbn Abbas Buşeyr'e şu cevabı verdi:


“Bir zamanlar bizler (yalancılığın görülmeye başlamasından önceki günlerde) birinin “Hz. Peygamber (s.a.s) buyurdu ki...” dediğini duyduk mu gözlerimiz hızla ona döner, ne dediğine kulak verirdik. Ne zaman ki insanlar güçlü ve arık develere binmeye başladılar (sağlam hadisler gibi uydurma hadisleri de rivayet eder oldular) artık insanlardan, bildiklerimizden başkasını almaz olduk.” 514


Şu hale göre isnad, Raşid Halifeler devri sona erip İslâm toplumunun gruplaşmaya başlamasından sonra müslümanlar arasında bol miktarda yayılan mevzu hadislerin görülmeye başlaması üzerine çıkmış ve tatbik edilmeye başlanmıştır. Birinci hicri asrın sonlarına doğru artık iyice yerleşmiştir. Yalnız hadisler değil, öteki haber ve eserler de isnadla rivayet edilir olmuştur.


Yukarıda adı geçen İbn Şîrîn “Bu ilim dindir. Dinini kimden aldığına dikkat et” diyerek hadislerin dinin ta kendisi olduğunu, hadis rivayet edenlerin onları kendilerine nakledenlere dikkat etmeleri gerektiğini vurgulamıştır. İbn Şihâb ez-Zuhrî de “Kale Resûlullâh” diyerek irsal yapan İbn Ebî Ferve'yi uyarmış ve “hadisini niçin isnada bağlamıyorsun da bize ipi ve halkası olmayan hadisler rivayet ediyorsun?” demiştir.515


Sufyanu's-Sevri de isnadın Mü’minin silahı olduğunu söylemiştir. 516


İsnad tatbikatının her önüne gelenin hadis rivayet etmesini, dolayısiyle hadise yalan karışmasını geniş çapta önlediğine şüphe yoktur. Bunun yanısıra senedi teşkil eden ravilerin kimlikleri, halleri, güvenilir olup olmadıkları, hadis rivayetine engel teşkil eden hallerinin bulunup bulunmadığı gibi önemli noktalar araştırma konusu yapılmıştır. Buradan ise Rical, Cerh ve Ta'dil gibi ilimler doğmuştur. Herbirine dair kitaplar yazılmak suretiyle Hadis İlmi geniş çapta gelişme kaydetmiştir. Tesbit edilen kaidelerede hadis metodolojisi zengin bir kültür oluşturmuştur. Bütün bunların temelinde isnadın yattığını söylemek gerçeği bir başka yönüyle aksettirmek olur.


İsnad Tedlisi:


Bk. Tedlis.


İsnâd-ı Âli:


Bak. Âlî.


İsrailiyyât:


Kelime olarak İsrail oğullarına nisbet edilen rivayetler manasınadır. İslâmî terimler içinde, umumiyetle Yahudi kültüründen islamiyete geçen, daha doğrusu İslâmî rivayetler arasına karışan çoğu Tevrat'tan nakledilmiş şeylere denir.

Hadiste İsra'iliyyât, sahabenin Ka'bu'l-Ahbâr, Vehb b. Munebbih gibi şahıslardan rivayet ettikleri kıssa ve benzeri haberlerdir. Bunlar hadis sayılmaz; bazı sahâbîlerin naklettikleri İsrail Oğullarına dair haberler addedilirler. 517


Sahabe, İsrâiliyyâtın Kur'ân-ı Kerim'e veya sünnete uygun olanlarını tasdik etmişlerdir. Bunlar tahrif ve tebdilden korunmuş kabul edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'e aykın olanları, muharref oldukları gerekçesiyle kabul etmemişlerdir. İslâm şeriatına ne uyan ne de uymayanların doğru oldukları kadar yaları olmalarının ihtimal dahilinde oluşu dikkate alınarak bunlar karşısında tarafsız denilebilecek bir tutum izlemişlerdir. Bu konuda Ebu Hureyre'nin şöyle bir rivayeti vardır:


“...Kitap ehli İbranice Tevrat okuyor, müslümanlara Arapça tefsir ediyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s):

“Ehli Kitabı ne tasdik edin ne de yalanlayın. Onlara “Biz Allah'a, bize ve size indirilen (Kur'ân, İncil ve Tevrat)'a iman ettik deyin” buyurdu.”518


İsrailiyyatı daha çok Kur'ân-ı Kerim'de kısa veya kapalı olarak zikredilen kıssalar etrafında nakledilen rivayetler oluşturur. Bunların nakledilmelerindeki belli başlı esas amiller Arapların nisbeten sınırlı bir kültür hayatlarının oluşu, diğer dinlerden İslâm'a girenlerin durumu, eski dinlerin tesirinden az da olsa kurtulamamak gibi faktörlerdir. İsrailiyyatm naklinde İslâm akidesini yozlaştırmak isteyenlerin tesiri de inkâr edilemez.


Genelde hadis kabul edilmemekle birlikte sahabe tarafından ibretli bulunarak nakledildiği, faydalı görüldüğü için rivayet edilen, başta tefsir kitapları olmak üzere İslâmî edebiyat içinde geniş çapta yer almış bulunan İsrailiyyatın hükmüne gelince, bunlar karşısında sahabenin tutumu esas alınarak belirlenmiştir. Özetleyecek olursak, Kur'ân-ı Kerim ve sünnete uygun olanları kabul ve tasdik edilir. Kitap Ehlinin ellerinde bulunan tevrat ve İncil'in asılları Allah tarafından indirilmiş ilahî kitaplar olduklarından bunların Kur'ân-ı Kerime veya sünnete uygun kısımları tahrif edilmemiş sayılırlar.


Kur'ân-ı Kerim'e ve sahih sünnete aykın olan israiliyyat kabul edilmez. Semavî dinler aslında bir oldukları, peygamberlerin tebligatı da esas itibariyle birbirinden farklı olamıyacağı için Kur'ân ve sünnetin ruhuna uymayan israiliyyat muharref kabul edilir. İslâm'ın iki ana kaynağının ne kabul, ne de reddettikleri İsrailiyyata gelince bunların Allah tarafından indirilmiş semavî kitaplara uygun olmak veya olmamak ihtimalleri vardır, bunun için İslâm âlimleri israiliyyatın Kur'ân-ı Kerim ve Sünnetin ruhuna uygun olanlarını kabul etmiş; olmayanları bırakmışlardır.


İstidrak:


Sözlükte, bir nesne ile diğerini anlamak istemek, kaçırılan bir şeyi diğer bir şeyle yerine getirmek gibi manalara gelir.


Hadis Usulü ilminde deyim olarak iki manada kullanılmıştır. Bunlardan birincisi, hatalı veya noksan rivayetleri doğrusunu naklederek düzeltmek; diğeri ise bir hadis aliminin, şartlarına uyduğu halde kitabına almamış olduğu hadisleri ayrı bir kitapta toplamaktır. İkinci manaya göre tertip edilen hadis kitabına müstedrek adı verilir.


İstifada:


Bk. Sahabe.


İstihraç:


“Çıkarmak” manasına mastar olan bu kelime hadis ilimlerinde tabir olarak bir muhaddisin kendisinden önce tasnif edilmiş herhagi bir hadis kitabındaki hadisleri kitap sahibinin tarikmdan ayrı bir tariktan kendi isnadı ile rivayet etmesine denir. Meselâ bir muhaddis Buhârî'nin Sahih'indeki hadisleri onun isnadındaki şeyhlerinden biriyle ondan daha kısa yoldan buluşmak üzere kendi isnadıyla rivayet edekse buna istihraç adı verilir. Bu yolla rivayet edilen hadislerin toplandığı kitaplara ise mustahrec denilmiştir.


İstimla:


Sözlük itibariyle istif al babından mastar olan istimla, birisinden bir şey imla etmesini yani yazdırmasını istemek manasına gelir. Hadis terimi olarak şeyh denilen hadis âliminin hadislerini yazdırmasını istemeye denir. Onun hadis meclisine katılmak bir anlamda istimlâ sayılır.


Hadis ilminde yüksek dereceleri almış bir muhaddis hadislerini yazdırmak üzere imla meclisleri düzenler; Bu meclislere hadis yazmak isteyen herkes katılırdı. İstimla etmek üzere şeyhin hadis meclislerine katılanların sayısı bazen binlere varırdı. İstimla niyetiyle hadis meclislerine katılan talebenin Hz. Peygamber (s.a.s) in sünnetine bağlı yaşaması, hadis yazacağı meclise erken gitmesi, yolda hızlı yürümesi, yayan gitmesi tavsiye edilirdi.


İlk defa şeyhin huzuruna çıkan talib, edeb dahilinde ona selam verir, elini öper, yerine otururdu. İstimla için müracaat eden talebenin, imla bitinceye kadar meclisten ayrılmaması, kimseyi rahatsız etmemesi, imla sırasında uyuklamaması, yazdırılan hadisleri dikkatle dinleyip takip etmesi gibi kaidelere riayet etmesi aranırdı. Hadis yazmak üzere meclise gelen talebenin gelirken kağıt, kalem, mürekkep gibi yazı malzemesi getirmesi gerekirdi. Yazdığı hadisleri belli bir usule göre yazması, nüshasına şeyhin ismini, künye veya lakabını, imlanın yapıldığı yeri, dersin verildiği tarihi eklemeyi ihmal etmemesi istenirdi.


Hadis meclislerinde imla edilen hadislerin yazılı olduğu kitap veya defterlere emâlî adı verilir.


İstinbat:


“Nebeta” kök fiilinin istifal ölçüsünde mastarı olan istinbât, sözlükte gizli bir şeyi açığa çıkarmak manasına gelir. Bu mana ile ilgili olarak kuyu kazan bir kimsenin suya erişmesi, su çıkarmasına da istinbat tabir edilir.


Istılahta istinbatu'1-ahkâm, bir müctehid veya fakihin zekâ ve dirayetini kullanarak anlayış gücü ve ictihadiyle naslann gizli mana ve hükümlerini açığa çıkarmasına denilmiştir. 519Hadis ilmiyle ilgisi, hadis metinlerinden hüküm çıkarılması yönündendir.

Bilindiği gibi, Fıkıh Usulü ilmine göre islamî hükümlerin kaynağı önce Kur'ân-ı Kerim, ikinci olarak Hz. peygamber (s.a.s)'in sünneti, dolayısiyle hadislerdir. Kur'ân-ı Kerim ayetlerinin lafızları gibi hadis lafızlarının hepsi sarih değildir, aralarında vazıh yani hükme delâleti açık olanları olduğu gibi, mübhem, hafi, müşkil, mücmel olanları da vardır.


Sarih kanlan bulunduğu kadar mecaz veya kinaye yollu kullanılmış olanlarına da rastlanır. Bazı hadislerin bir hükme delaleti açıktır. Bazılarının delaleti ancak tefsirle anlaşılır. Bazı hadis lafızlarının taşıdığı hüküm umumidir; bazısının ise hususidir. Kısacası hadis lafızları içinde hâs, âm, mübhem, müşkil, hafi, mücmel olanları, mecaz ya da kinaye yollu söylenenleri, birbirleriyle çelişik görünenleri mevcuttur. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de olduğu gibi hadiste de nesh vaki olmuştur. Dolayısiyle hadislerin de nasih-mensuhu vardır. Bütün bu ve buna benzer özellikleri dikkatten uzak tutmamak kaydiyle hadisleri inceleyip onlardan şer'î bir mesele hakkında hüküm çıkarmak istinbatm esasını oluşturur.



İstinbata aynı manada istihraç denildiği de olur. Ancak hadis usulünde daha çok istinbat tabiri kullanılır. İster istinbat denilsin, isterse istihraç, hadislerden şer'î hüküm çıkarmanın bir takım metotları vardır. Bu metodlar Fıkıh Usûlü kitaplarında geniş ölçüde yer almış ve izah edilmişlerdir.


İstinbâtu'l-Ahkâm:


Bk. İstinbat.


İstişhad:


Şahid tutmak anlamını veren bu kelime Hadis Usulünde bir hadisin aynı manaya gelen ve bir başka sahabiden nakledilen şahidini rivayet etmek, onu şahidi ile desteklemek manasına kullanılmıştır.


İşkâl:


Sözlük yönünden “bir nesne karışık; buna zıt olarak hoş ve güzel olmak; yazıya nokta ve i'râb işaretleri koymak manasınadır. Hemzesi “selb” için olmakla, güya (okunuş sırasında doğabilecek) karışıklığı ve hatayı giderir.” 520

Hadis Usulü İlminde kullanılan bir deyim olarak işkâl, hadis içinde geçen kapalı ve anlaşılması zor müşkil hususlara denildiği gibi, hadisi yazarken yanlış okunmasını

önlemek maksadiyle kelimelerinin gerekli yerlerine çeşitli harekeler koymaya da denir.


İtibâr:


Sözlükte taaccüp etmek, ibret almak, önem vermek manalarıyla ifti'al babından mastardır.


Hadis ıstılahı olarak, ferd zannedilen bir hadisin başka tarik veya tariklardan rivayet edilip edilmediğinin, bir diğer ifadeyle ravisinin gerçekten tek olup olmadığının araştırılmasına denir. Bu araştırma bir bakıma bilinen tek ravisinden başka biri tarafından rivayet edilip edilmediğinin açığa çıkması için yapılır. Bunun için hadis, müsned, cami, cüz ve öteki hadis kitaplarından aranır. İsnadları teker teker gözden geçirilir. Böyle bir araştırma sonunda ravisinin tek olduğu, öteki deyişiyle bir raviden başka rivayet edenin bulunmadığı anlaşılırsa hadis ferd olarak kalır. Başka ravi ya da raviler tarafından rivayet edilmiş olduğu açığa çıkarsa ferd olmaktan kurtulur.


İ'tibar belli kaideler içinde yapılır. Şöyle ki, hadis ilminde derinleşmiş, hadislerin rivayet tariklanna hakkıyla vakıf alim bir muhaddis, ferd sanılan hadisi ele alır.


Çeşitli hadis kitaplarına müracaat ederek rivayet yollarını inceler. Diğer ravilerin rivayetleriyle karşılaştırır. Aynı hadisi aynı lafızlarla rivayet eden olup olmadığına bakar. Bunu anlamak için önce rivayette tek kaldığı zannedilen ravinin akranlarından işe başlar.


O hadisi rivayette tek kalan ravinin şeyhinden başka bir ravinin rivayet edip etmediğini inceler. Böyle biri yoksa şeyhinin şeyhinden başkası rivayet etmiş midir, bunu açıklığa kavuşturmak maksadiyle isnadın başına kadar iner. Bu esaslar dahilinde yapılan araştırma sonunda herhangi bir ravinin rivayetini tesbit ederse önceden ferd sanılan hadise mutabaat hasıl olur.


Ne var ki baştan ferd olduğu sanılan hadisin bilinen ravislnden başka bir ravi tarafından rivayet edilen hadisin öncekiyle benzer lafızlarda olup olmadığı dikkate alınır. Eğer lafız benzerliği yoksa aynı manada rivayet edilmiş başka hadis olup olmadığı araştırılır. Şu hale göre i'tibar, bir hadisin garabetten kurtarılabilmesi için belli esaslar dahilinde yapılan etraflı bir araştırmadır.


İ'tibara misal vermek gerekirse şöyle bir örnek üzerinde durulabilir. Hammâd b. Seleme bir hadisi mutabaat söz konusu olmadan Eyyûb es-Sahtiyânî'den; Eyyûb, Muhammed b. Sîrîn'den; Muhammed b. Şîrîn Ebu Hureyre'den, Ebu Hureyre de Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet etmiş olsun.


Böyle bir hadis i'tibar araştırmasına tabi tutulacaksa işe önce İbn Sîrîn'den Eyyüb'dan başka bir kişi tarafından rivayet edilip edilmediğinin araştırılmasıyla başlanır; zira hadisde mutâbaatın söz konusu olmaması onu Eyyüb'dan Hammâd b. Seleme'den başka rivayet eden olmaması manasınadır. O yüzden ilk önce Eyyub'un Muhammed b. Sîrîn'den rivayette tek kalıp kalmadığına bakılır. Olumlu bir sonuca vanlmazsa İbn Sîrîn'dan başka bir sika ravinin Ebu Hureyre'den rivayet edip etmediği incelenir. Bu da bulunmazsa bu sefer de aynı hadisi Hz. Peygamber (s.a.sj'den

Ebu Hureyre'den başka bir sahabinin aynı veya benzer lafızlarla rivayet edip etmediği tetkik edilir.


Yapılan bu araştırma sonunda herhangi bir tabakada hadisi rivayet eden başka bir ravi tesbit edilebilirse hadis garabetten kurtlur; ferd olmaktan çıkar. Öyle olunca itibarın maksadı ferd sanılan bir hadisin gerçekten öyle olup olmadığının açıklığa kavuşturulmasıdır. Tabiatiyle ferd zannedilen bir hadis i'tibar sunucu başka ravi tarafından rivayet edildiği açığa çıkıp ferd olmaktan kurtulunca sıhhat yönünden kuvvet kazanır. Amel edilmeye yarayışlı hale gelir. Yoksa i'tibar boşuna bir gayret değildir.


Î'tidâd:


Mecaz yoluyla desteklemek ve kuvvetlendirmek anlamım veren “adde” kök fiilinin ifti'âl babından mastarıdır.


Hadis Usulünde kullanılan bir deyim olarak, zayıf bir hadisin başka tanklardan gelen rivayetlerde desteklenmesine denilmiştir. Böyle bir destek hadisi zayıflıktan kurtarır ve hasen li-gayrihî hadis haline gelmesini sağlar. (Bk. Âdıd).


İtkan:


Bir işi muhkem ve sağlam yapmak manasınadır. Hadis usulünde güvenilir olmak vasfını kazanmış, hadisler üzerinde titizlik gösteren muhaddislere verilen vasıflardandır. îtkan sahibi hadisci adalet ve zabt vasıflarını taşımakla birlikte hadis rivayetinde az da olsa gafleti görülmeyen, rivayet şartlarına büyük bir dikkat ve titizlikle yerine getiren, hadis ilminde bu özellikleriyle belli bir yere gelmiş olan muhaddistir. îtkan sahibi muhaddise veya raviye mutkin denilmiştir.


İttefekâ Aleyh:


Bk. İttefekâ Aleyhi'ş-Şeyhân.


İttefekâ Aleyhi'ş-Şeyhân:


eş-Şeyhân'ın, yani Buhârî ve Müslim'in rivayet ederek kitaplarına almakta birleştiklerini ifâde eden bir deyiştir. Böyle hadislere muttefekun aleyh adı verilir.


İttihâm Bi'l-Kizb:


İttihâmu'r-râvî bi'1-kizb veya töhmet-i kizb de denir. Hepsi de ravinin yalan söylemek ithamına maruz kalması demektir ve metâin-i aşeradan ağır bir cerh sebebidir.

Bir ravinin Hz. Peygamber (s.a.s) üzerine yalan söylediği, bir başka deyişle hadis uydurduğu sabit olmasa bile günlük hayatında yalan söylediğinin açığa çıkması yalancılıkla itham edilmesi için yeterli delil sayılmişür. Bu durumda olan ravi adalet vasfını yitirmiş demektir.


Yalancılık ithamına maruz kalan ravilerin hadisleri iki derecelidir. İlkine göre, eğer hoyle hadisler dinin zaruri olarak bilinen kaidelerine aykırı olarak yalnızca yalan ithamına uğramış ravinin kendi tarikından rivayet edilmişse, ravisinin rivayette tek kalmış olması yalan ithamına zaruri delil kabul edilir. Hadisi, uydurma olduğuna delâlet eden başka karine aranmaksızın reddedilir. Açık bir vaz karinesi olmasa bile dini asıllara aykırılık ve rivayette tek kalmak, nakledilen hadisin yalan olduğuna yeterli delil sayılır, kısacası, yalan ithamına uğramış ravinin tek başına rivayet ettiği hadis uydurma kabul edilir; mevzu hadisler arasına katılır.


İkincisi, hadiste yalan söylediği belli olmamakla birlikte başkasından veya kendisinden bahsederken yalan söylediği malum olan ravinin hadisidir. Böylesinin naklettiği bir hadis, yalana alışmış bir kimsenin alışkanlık dolayısiyle hadiste de yalan söyleyebileceği korkusuyla reddedilir. Böyle hadislere metruk v e matrûh adı verilir.


İttihâmu'r-Râvî Bil-Kizb:


Bk. İttihâm bi'1-Kizb.


İttisal:


“Vasale” kök fiilinin ifti'al babından mastarıdır. İrtibat, bağlılık, devamlılık gibi manalar verir.


Hadis usulünde ittisal, senedin kopuksuz olma özelliğini ifade eden bir tabir olarak kullanılmıştır. Kaynağı itibariyle Hz. Peygamber (s.a.s)'e sahabiye veya tabiiye varıncaya kadar senedi teşkil eden ravilerin teker teker anılması, bir diğer deyişle raviler arasında inkıta denilen kesiklik halinin bulunmayışı haline denir.


Senedinde ittisal bulunan hadislere muttasıl veya mevsûl denir. İttisalin karşılığı irsal veya inkıtadır. Her ikisi de senedde ravi düşmesini ifade eder.


İztırab:


“Darabe” kök fiilinden alınma mastardır. Sözlükte dalgalanmak, çalkanmak manalarına gelir. Deniz dalgalanmasına, dalgaların birbirine çarpmasına da iztırab denir. Bir kimsenin düzeninin bozulması, sıkıntıya düşmek, acı çekmek manalarına da kullanılır.

Hadis terimi olarak iztırab, muhalefetten doğan bir zayıflık sebebidir. Açıklamak gerekirse, bir ravi bir sefer rivayet ettiği hadisi ikinci sefere değişik tarzda rivayet eder. Ondan işiten raviler de birbirlerinden farklı şekillerde rivayet ederler. Bir ravinin aynı hadisi birbirinden farklı şekillerde rivayet etmesi veya birden fazla ravinin birbirlerinden ayrı olarak rivayet etmeleri halinde adalet ve zabt durumları farklı olmadığından rivayetleri arasında tercih imkansız hale gelir. Bir başka ifadeyle, zabt ve öteki özellikler açısından birbirlerine yakındırlar. Bu rivayetleri birleştirip herhangi birini tercih etmek imkanı yoktur. İşte bu tercih imkanı bırakmayan hale iztırab adı verilmiştir.


İztırab, hata ya da yanılma eseri olarak değişik rivayetlere delâlet eder. Bu ise ravi veya ravilerin zabt noksanlığını gösterdiğinden hadisin zayıf sayılmasına ve reddine yol açar.

İztırab, daha çok senedde, bazen metinde bulunur. Şu hadis senedde iztıraba misaldir. Ebu Davud ve İbn Mâce'nin İsmail b. Umeyye-Ebu Amr b. Muhammed b. Hureys-Dedesi-Ebu Hureyre isnadiyle rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.s) şöyle buyurmuşlardır:


“... Biriniz namaz kılacağı vakit karşısına (sütre olarak) bir şey koysun. Bir şey bulamazsa bir deynek diksin. Onu da bulamazsa hiç değilse bir çizgi çeksin. Ondan sonra önünden geçen artık onun namazına bir zarar vermez.”521


Ebu Davud'un bu hadisi rivayet ettiği senedlerden biri Müsedded tarikindan, Bişru'bnu'l-Mufaddal -Mufaddal - İsmail b. Umeyye - Ebu Amr b. Muhammed b. Amr b. Hureys - Ceddi Hureys - Ebu Hureyre; diğeri Muhammed b. Yahya tarikindan Ali İbnu'l-Medînî - Sufyân -İsmail b. Umeyye - Ebu Muhammed b. Amr b. Hureys - Ceddi Hureys - Ebu Hureyre şeklindedir. İbn Mace'nin senedi ise Sufyân b. Uyeyne - İsmail b. Umeyye -Ebu Amr Muhammed b. Amr b. Hureys -Ceddi Hureys b. Suleym - Ebu Hureyre tarzındadır. Seneddeki İsmail b. Umeyye'nin şeyhinin kim olduğu üzerinde ihtilaf edilmiş, bu zatın isminin gâh Ebu Amr b. Muhammed b. Hureys; gâh Ebu Amr b. Muhammed b. Amr b. Hureys b. Suleym olduğu söylenmiştir. Aynı şekilde Hureys'in kimliği de ihtilaflıdır.


Nitekim rivayetlerin kiminde baba, kiminde dede olarak zikredilmiştir. İsmini de kimi sadece Hureys, kimisi Hureys b. Ammâr, Kimi Hureys b. Suleym, kimi de Hureys b. Süleyman olarak anmıştir. Kısacası bu hadisin senedindeki İsmail b. Umeyye'nin şeyhinin kim olduğu kesinlikle belli olmadığı gibi şeyhinin babası veya dedesi olarak zikredilen Hureys'in baba mı yoksa dede mi olduğu da belli değildir. Kaldı ki Hureys'in kim olduğu da kestirilememiştir. Hatta Sufyân b. Uyeyne “bu hadisi takviye edecek bir şey bulamıyoruz” demiştir. 522


Şu hale göre bu hadisin senedleri üzerinde ihtilaf vardır. Bu ihtilaf halledilememiştir. Bunun için de senedinde iztırab bulunmaktadır. Nitekim İbnu's-Salâh, bunları zikrettikten sonra Abdurrezzak'ın İbn Cureyc - İsmail b. Umeyye -Hureys b. Ammâr - Ebu Hureyre isnadı ile zikrettiği rivayetindeki iztirabın daha fazla olduğuna işaret etmiştir. 523


el-Irâkî, rivayetler arasında tercih yapılabilmesi halinde Iztırabın zail olacağını söyleyerek İbnu's-Salah'a itiraz etmiştir. Ona göre hadisi Sufyânu's-Sevrî de rivayet etmiştir. Sufyân, hıfz yönünden hadisin İbnu's-Salâh'ın naklettiği, rivayetlerinde iztirab söz konusu olan rivayetleri nakleden ravilerden daha kuvvetlidir. Bu itibarla onun rivayetinin tercih edilmesi gerekir. Diğer taraftan el-Hâkim ve başka muhaddisler hadisin sahih olduğunu söylemişlerdir. 524


Burada işaret etmek gerekir ki, hadis el-Irâkî'nin söylediği gibi tercihe müsait bile olsa tercih imkansızdır; çünkü Sufyân her ne kadar bu hadisi rivayet edenler içinde hıfzı en sağlam olanı ise de senedinde “Ebu Amr b. Hureys, an Ebîhi” lafzıyla teferrüd etmiştir.


Oysa Bişr, Ravh, Vuheyb, Abdulvâris gibi Basralı sika muhaddisler isnadlarında “an ceddihî” demişlerdir. Küfe hafızlarından Sufyân b. Uyeyne de onlara uymuştur. Bunların isnadlarında kullandıkları lafızlar çoğunluğun lafızları mesabesindedir ve tercihe daha fazla layıktır. Diğer taraftan İsmail b. Umeyye mekkelidir. Sufyân b. Uyeyne de orada oturmuştur. Bu da rivayetinin ayrı bir tercih yönüdür. İbn Cureyc de mekkelidir. Ancak bu ravilerin hepsine muhalefet etmiştir.


Böylece tercih vecihleri birbirine zıt bir şekle girmiştir. Kısaca tekrar edilecek olursa hadisin senedinde, ravisi İsmail b. Umeyye'nin şeyhinin meçhul oluşu, İsmail'in ondan teferrüdü bir yana, isminde, babasının isminde, babasından mı, dedesinden mi rivayet ettiği; Ebu Hureyre'den rivayet edenin kendisi mi olduğu gibi önemli noktaların açıklığa kavuşturulamayışı yüzünden iztırab söz konusudur. Bu iztırab halledilememiştir.


Nitekim eş-Şafiî, el-Beyhakî ve en-Nevevî gibi alimler bu hadisin bahis konusu iztırab sebebiyle zayıf olduğunu söylemişlerdir. 525

Şu hadis de isnadda iztıraba misaldir:


“…Hz. Ebu Bekr (r.a)'dan rivayet edildiğine göre demiştir ki:

“'Ya Resulallah, dedim; görüyorum, saçlarınıza ak düşmüş.” Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s):

“Beni Hûd Suresi ve benzeri sureler kocattı” buyurdu.”


Tirmizî tarafından değişik şekilde rivayet edilen ve “hasenun garîbun” denilen bu hadis526, kimi muhaddislere göre mürsel, kimine göre ise mevsuldür. Bunun yanısıra kimi raviler onu Hz. Ebu Bekr'den, kimi Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan, kimi de Hz. Aişe'den rivayet etmiştir. Hadis hakkındaki ihtilaf on veçhe kadar çıkmıştır. Bu vecihlerden birini tercih etmek imkanı olmamıştır. Bu yüzden isnadı iztırablıdır.


Metinde iztıraba gelince, bunun misalini de şu hadis oluşturur:


“Zenginin malında zekâttan başka haklar da vardır.” 527


İbn Mâce'nin aynı senedle rivayeti ise tam aksinedir: “Zenginin malında zekattan başka hiçbir hak yoktur.” 528


Birbirine zıt ve birleştirilmeleri mümkün olmayan bu iki hadisin metninde iztırab olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte İbn Mâce'nin rivayeti Şerikin şeyhinin zayıf olması yüzünden zayıf addedilmiştir. Ayrıca şu şekilde te'vili mümkün görülmüştür:


Hadisi rivayet eden Fatıma bint Kays, onu iki şekilde rivayet etmiştir. Birinci Tirmizi hadisindeki hak ile müstahab olan hak kasd edilmiştir. İbn Mâce hadisinde söz konusu edilen hak ise vacib olan haktır. Buna göre hadisin manası şöyle olur. “Malda zekâttan başka vacib yani farz olan hiçbir hak yoktur.” Fakat ne bu te'vil, ne de İbn Mâce hadisinin ravisi yönünden zayıf oluşu metindeki ıztırabı kesinlikle gidermiş değildir.


Namazda Fatiha'dan sonra “Besmele”nin okunup okunmayacağı konusundaki Enes b. Mâlikten rivayet edilen hadis de metinde iztıraba misal sayılmıştır. Bu hadis şöyledir:

Hz. Peygamber (s.a.s) in, Ebubekr, Ömer ve Osman in arkalarında namaz kıldım. Hepsi de namaza el-Hamdu lillahı Rabbi'l-Alemîn” diye (Fatiha okuya)rak başlıyorlar; kıraatin ne başında ne de sonunda “besmele” okumuyorlardı.” 529


İbn Abdilberr, hadisin iztırabını şöyle anlatmıştır:


“Bu hadisin lafızları üzerinde pek çok ihtilaf edilmiştir. Bazı rivayetlerinde “Hz. Peygamber, Ebubekr ve Ömer'in arkasında namaz kıldım” denilmekte, bazılarında buna Osman ilave edilmekte, bazılarında yalnız Ebubekr ve Osman zikredilmektedir. Bazı rivayetlerde “Bismillâhirrahmânirrâhîm” okumuyorlardı; bazılarında “açıktan okumuyorlardı” bazılarında “açıktan okuyorlardı” bazılarında kıraate “el-hamdu lillâhi Rabbi'l-Alemîn” ile başlıyorlardı”, bazılarında da “besmeleyi okuyorlardı” denilmektedir. Bu öyle bir ıztırabdir ki, hiçbir ravinin elinde (hangi rivayetin doğru olduğunu anlamaya yardım edecek) hüccet yoktur.” 530


Verilen misallerden de anlaşılacağı gibi iztirab, hadise arız olan bir illettir. Bu illet yüzünden gerek senedinde gerekse metninde iztirab bulunan hadis zayıf sayılır. İster senedinde, isterse metninde iztırab bulunan hadislere muztarib adı verilir.
 
Üst Ana Sayfa Alt