Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Hadis Terimleri Sözlüğü - V Harfi Ile Başlayan Terimler

H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
V

Vâcîd

Vad’

Vada'a Hadisen

Vaddâ'un

Vaddâ'un Yeda'u

Vâdi'

Vahid

Vahin

Vahin Bi-Merra

Vahiy

Vahy-i Gayr-ı Metluv

Vahy-i Metluv

Vakafehu

Vakf

Vâkıf

Vasalehu

Vasatun

Vasıyye

Vasiyye Bi'l-Kitâb

Vasl

Vav

Vaz'

Ve Âharu

Ve Bihi

Ve Bi'l-İsnad

Ve Hazâ Lafzu Fulân Kale

Ve Tekarebâ Fı'l-Manâ

Ve Zekera'l-Hadîse

Vecedtu An Fulân

Vecedtu Bi-Hatti Fulân

Vecedtu Bi-Hatti Fulân Ve Ecâze Lî

Vecih

Vehen

Vehn

Vehim

Ve'l-Lafzu Lehu

Ve'l-Lafzu Li-Fulân

Ve'l-Lafzu Li-Fulân Kale

Verede

Verede Ani'n-Nebî

Vicâde

Vuhdân


V


Vâcîd:

Bk. Vicâde.

Vad’:

Bak. Vaz.

Vada'a Hadisen:

“Hadis uydurmuştur” demektir. Cerh lafızlarından biridir ve ağır cerhe delalet eden altıncı mertebe lafızları arasında yer alır.

Kaide olarak cerhin altıncı mertebesinde bulunan lafızlardan birisiyle cerhedilen ravinin kendisi ve Hadisleri terk edilir. Hakkında vada'a hadisen hükmü verilen ravi Hadîs uydurmak ithamına uğramıştır. Ağır bir şekilde cerh edildiğinden terkedilir. Hadislerine de itibar edilmez.
Aynı yerde aynı manaya gelmek üzere yeda'u'l-hadîs lafzı da kullanılmıştır.

Vaddâ'un:

“Hadîs uyduran” anlamında mübalağa ile ism-i fail olan vaddâ'un cerh lafızlarındandır. Cerhin ağırına delalet eden altıncı mertebe lafızları arasında yer alır.
Cerh ve ta'dil alimleri tarafından bir ravi hakkında vaddâ'un denilerek cerh hükmü verilmişse o ravi yalancı addedilir. Hadis uydurma ithamına maruz kalmıştır. Ne kendisi ne de Hadîsleri hiçbir şekilde dikkate alınmaz.

Vaddâ'un Yeda'u:

“Hadis uyduran biridir” manasına gelen bir tabir olup cerh lafizlarındandır. Cerhin nisbeten ağırına delalet eden beşinci mertebe lafızlarından biridir.
Bu lafızla cerhedilen ravi Hadîs uydurmakla itham edilmiştir. Kendisi ve Hadîsleri terkedilir.

Vâdi':

Hadis uydurmak manasına “vada'a” kök fiilinden ism-i fail olan vadi' Hadîs uyduran kimseye denir.
Hadis uyduranlar, kendilerini Hadîs uydurmaya sevkeden amillere göre muhtelif kısımlara ayrılırlar. Bunları sistemli bir şekilde sıralamak zordur. Bununla birlikte şöyle bir bölümle yapmak mümkündür:

a) Abid ve Zahidler: Bunlar halkı ibadete teşvik etmek maksadiyle Hadîs uydurmuşlardır. Yaptıkları işi mazur göstermek üzere aralarında Hz. Peygamber'in lehine Hadîs uydurduklarını söyleyenler olmuştur. Bu gruptan olan Hadîs uyduranlar, genellikle ibadete düşkün ve takva sahibi kimseler olarak bilindiklerinden ilk bakışta güven verirler. Hadislern mevzu olacağı inanmak zor gelir. O yüzden Hadîs ilmi yönünden en zararlı, din yönünden ise en tehlikeli olanlardır.

b) Zındıklar: Hadis vaz edenlerin ikinci grubunu dinîn emirlerine sırt çeviren, dinle alay eden zındıklar teşkil eder. Bunlar abid ve zahidlerin aksine İslam düşmanıdırlar. Son ilahî dinî içinden çökertmek gibi feci bir kasıtla Hadîs uydurmuşlardır.
Zındıkların uydurdukları Hadîsler islamî emirleri hafife almak ve bunun sonucu olarak halkın dinden soğuması gibi tehlikeli bir sonuç doğurmuştur.

c) Bid'atcılar: Bu gruptan olanlar herhangi bir mezhebi, görüşlerinin veya imamlarını öğen, buna karşılık kendilerine karşı çıkanları yeren Hadîsler uydurmuşlardır. Bid'atçılardan birinin şu sözleri ne kadar ilginçtir: “Hadisleri aldığınız kişilere dikkat ediniz; çünkü biz bir görüşü benimsetip yaymak istediğimiz zaman onu hemen Hadîs şekline getirirdik.” 1186

d) Kussâs: Halk arasında şöhret yaparak dünyalık elde etmek maksadiyle Hadîs uyduran kıssacı vaizler de Hadîs uyduranlar arasında önemli yer alırlar.
Başka maksatlarla Hadîs uyduranlar da vardır. Halife, vali, emîr ve zenginlere yaklaşmak maksadiyle Hadîs uyduranlar bunlardandır. (Bk. Mevzu).

Hadis vaz eden veya vaz ithamına maruz kalan raviler hakkında müstakil kitaplar yazılmıştır. Sıbt İbnu'l-A'cemî künyesiyle tanınmış Burhanuddin İbrahim b. Muhammed el-Halebî'nin el-Keşfu'1-Hasis ammen Rumiye bi-Vaz'i'1-Hadîs isimli eseri konunun meşhur eseridir.

Vahid:

Bk. Vuhdân.

Vahin:

Sözlükte “zayıf, güçsüz ve aciz” anlamına ismi faildir ve cerh lafızlarındandır. el-Irâkî tarafından cerh lafızlarının üçüncü mertebesine eklenenler arasında yer alır.

Hakkında vahin denilen ravi genelde zayıf sayılır. Hadisleri dinî konularda hüccet olmaz. Ancak büsbütün yabana da atılmaz. İtibar için yazılır. Bununla beraber kendileri leyse bi-kaviyyin lafzıyla cerhedilenlerden aşağı derecededir.

Vahin Bi-Merra:

“Büsbütün zayıf demek olup cerh lafızlarındandır. Cerhin nisbeten ağırına delalet eden dördüncü mertebesinde bulunanlardandır.

Kaide olarak cerhin dördüncü mertebesinden başlamak üzere daha ağır ve en ağırlarına delalet eden mertebelerde yer alan lafızlarla cerhedilen ravilerin Hadîsleri ne yazılır, ne itibar için dikkate alınır, ne de başka Hadîsleri destekleyecek şekilde şahid addedilir. Buna göre cerh ve ta'dil alimlerinin vahin bi-merra hükmüyle cerhettikleri ravilerin Hadîsleri de hiçbir şekilde dikkat nazarına alınmaz.

Vahiy:

Sözlükte “gizlice bildirmek, fısıldamak” manalarına gelen vahiy, islamî terimler arasında kainatın yaratıcısı Yüce Allah'ın emir ve yasaklarını özel yollarla peygamberlerine bildirmesine denir. Bu tarife göre vahiy, bir anlamda Yaratan'ın peygamberlikle görevlendirdiği kullarıyla konuşması mesabesindedir.

Bununla birlikte Allah'ın vahiy yoluyla bildirdiklerine de vahiy denilmiştir. Kur'ân-i Kerim ayetleri bu manada birer vahiydirler.

Vahyin çeşitleri şekilleri vardır. En önemlileri şunlardır:

a) Sadık rüya şeklinde vahiy. Hz. Aişe'nin bildirdiğine göre Hz. Peygamber'e vahiy ilk önce sadık rüyalar görmesiyle başlamıştır. Öyle ki, Allah Resulü bir rüya gördüklerinde gördüğü fecir aydınlığı gibi çıkardı. 1187

b)
Vahiy meleği Cebra'il (a. s)'in görünmeksizin peygamber'in kalbine yerleştirmesi şeklinde vahiy.

c) Cebrail'in insan şeklinde görünerek konuşmasıyla olan vahiy. Cibril Hadîsi denilen rivayette Cebrail'in elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuk eseri görülmeyen ve sahabîlerden kimsenin tanımadığı bir insan şeklinde gelerek Hz. Peygamber'le konuştuğundan bahsedilir. Bu, böyle vahye misaldir. Kaynaklarda Cebrail'in daha çok sahabeden Dihye b. Halife el-Kelbî şeklinde geldiği kaydedilmiştir.

d) Meleğin çıngırak sesine benzer bir sesle gelerek hitapta bulunmasıyle vahiy. Peygamberin bu sesi duyunca vahiy geldiğini anlayarak bütün dikkatini toplayıp vahyedileni almaya hazır hale geldiğinde şüphe yoktur. Ses kesildiğinde vahyedilenler kalbe yerleşmiş olur.

Bir Hadîste bizzat Hz. Peygamber tarafından açıklandığına göre vahyin en zor ve şiddetli şekli budur. Aynı Hadîste Hz. Aişe, çok soğuk bir gün vahiy gelirken Allah Resulünü alnından buram buram terler akarken gördüğünü söylemiştir. Mü’minlerin annesinin bu sözleri bu şekilde gelen vahyin şiddetini belirtmeye yeterlidir.

e) Meleğin asıl şekliyle gelerek vahyetmesi

f) Arada vasıta olmadan vahiy.

g) Arada perde olmaksızın Cenâb-ı Hakk’ın bizzat vahyetmesi şeklinde vahiy.
İslâm âlimleri vahyi iki kısımda mütalaa etmişlerdir. Birincisi vahy-i metluv denilen ve Kur'ân-ı Kerim'den ibaret olan vahiydir ki tamamen vahiy eseridir.

Uyku ve rüya halinde vahiy hariç daha çok vahyin diğer birkaç şekli ile nazil olmuştur. Allah tarafından indirildiği şekliyle korunmuştur. Bu bakımdan hiçbir değişikliğe uğramadan nakledilmiş tek semavî kitaptır. İkincisi vahy-i gayrı metluv (okunmayan vahiy) dir ki sünnetten ibarettir. Vahyin Hadîs ilmiyle ilgisi zaten bu noktadadır.

Sünnet başlığı altında da söz konusu edildiği gibi sünnet, kısmen vahye dayanır. Buna delâlet eden aklî ve naklî deliller vardır. Bir kere Hz. Peygamber (s.a.s)'in Kur'ân-ı Kerim haricinde vahiy alması gerekli, hatta zorunludur. Şu da var ki o ne yapmışsa kendisini peygamberlikle görevlendiren makamın adına yapmıştır. Kendiliğinden dinî bir asıl getirmesi imkan dışıdır. Aynı zamanda bağlı olduğu makamın “gözleri önünde” yani kontrolü altındadır. 1188

Allah ona kitaptan başka bir de hikmet indirmiş, bilmediklerini öğretmiştir. 1189Vahyin i'cazı çok kere teferruata yer vermediğinden ilahî emirlerin tatbik şekillerini göstermesi ve insanlar arasında Allah'ın gösterdikleriyle hükmetmesi için de kendisine kitap indirilmiştir. 1190

Bütün bunlar Hz. Peygamber'in sünnetin özünü teşkil eden uygulamalarının, uygulama sırasında ve başka maksatlarla söylediği bazı sözlerinin vahiy eseri olduğunu gösteren açık delillerdir, bunun yanısıra bir ayeti kerimede şöyle buyurulmuştur:

“O, heva ve hevesinden konuşmaz. Onun konuştukları kendisine vahyedilenlerden başkası değildir.”1191 Ayetteki “huve” zamirinin Kur'ân-ı Kerim'e raci olduğu söylenmiştir. Ancak başka manaya ihtimalden uzak değildir; zira nutk, mücerred konuşmaya denir. Kur'ân okuyan kimse ise elbette konuşmaktan başka bir işi yapıyordur.

Bu karine ile zamirin nutka ait olduğu düşünülürse onun konuştukları vahye dayanır manasına kolayca varmak mümkündür. Ayrıca sünnetten ibaret tatbikatların, emir ve nehiylerin çok kere konuşarak olduğu da hesaba katılırsa sünnetin yerine göre vahiyden kaynaklandığı sonucuna varılır. Ancak kaydetmek gerekir ki, Hz. Peygamber'in bütün yaptıkları ve söylediklerinin vahiy eseri olduğunu söylemeye imkan yoktur.

O hale göre sünnetin bir dinî emir veya nehiy getiren ya da bir hüküm koyan kısmının vahye dayandığını söylemek yerinde olur.

Diğer taraftan bunu destekler mahiyette hayli nakiller vardır. Bunlarda açıkça vahiy hali görülmüştür. Şu misallere dikkat edilerse hepsinde bir vahiy alma hali bahis mevzuudur:

“Hz. Peygamber bir gün yiyecek satan birinin yanına vardı. Ona nasıl satış yaptığını sordu. Adam haber verdi. Derken elini satılan yiyecek maddesinin içine sokması vahyedildi. Elini sokunca bir de ne görsün, alt tarafı ıslak (küflenmiş). Bunun üzerine şunları söyledi:
“Hile yapan bizden değildir.”1192

Ya'la isimli bir sahabî Hz. Peygamber'e vahiy geldiği sırada geçirdiği hali merak etmektedir. Bunu birkaç kere Hz. Ömer'e açmış; Allah Resulünü vahiy geldiğinde görmek arzu ettiğini söylemiştir. Hz. Peygamber bir gün Ci'râne denilen yerde aralarında Hz. Ömer'in de bulunduğu bir grup sahabî ile gölgelik yapılmış örtü altında oturmakta iken biri gelir. Üzerinde yünden bir cübbe vardır. Aşın bir şekilde güzel koku sürünmüştür.

Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu halde iken umre yapmak üzere ihrama girme konusundaki fikrini sorar. Hz. Peygamber cevap vermez. Bir süre susar. Derken kendisinde vahiy hali görülür. Bunun üzerine Hz. Ömer Ya'la'ya işaret eder. Ya'la gelerek başını Hz. Peygamber'in üzerine örtülen örtünün içine sokar. Onu yüzü kızarmış derin derin nefes alır bir halde görür. Sonra bu hal gider. Allah Resulü açılır ve sorar:

“Umre hakkında soru soran kimse nerede?” Adam getirilir. Sorusuna şu cevabı alır:
“(Süründüğün) kokuyu üç kere yıka. Haccederken yaptıklarını umre sırasında da yap.” 1193
Verilen misaller açıkça göstermektedir ki Hz. Peygamber'e dinî bir esas olan veya son derece önemli konularda yahutta hüküm vermede vahiy gelmiştir. Bu ise böyle meselelerdeki sünnetin vahiyden kaynaklanmasından başka bir şey değildir.

Diğer taraftan kudsî Hadîslerin kaynağını da bir anlamda vahiy oluşturmaktadır. Şu hale göre İslam'ın temelini oluşturan vahiy, bazı önemli konularda sünnete de kaynaklık etmektedir. Hadisler daha çok sünnetin ifadesi olduklarından onlar da geniş ölçüde aynı kaynaktan beslenmişlerdir.

Vahy-i Gayr-ı Metluv:

Bk. Vahiy.

Vahy-i Metluv:

Bk. Vahiy.

Vakafehu:

“Falanca Hadisi (fülanca kişiye varınca) durdurdu” demektir. Sahabeye ait mevkuf Hadîslerin rivayetinde kullanılan tabirlerden biridir.
Bir Hadîs nakil veya sevkedildikten sonra vakafehu denilmişse ravisinin isnadını Hz. Peygamber'e kadar ulaştırmayıp -sahabîde bıraktığı, dolayısiyle Hadîsin sahabî sözü olduğu, bir başka deyişle mevkuf olarak rivayet edildiği ifade edilmiş olur.

Vakf:

Bk. Vâkıf.

Vâkıf:

Durmak anlamına gelen “vakafe” kök fiilinin ismi failidir. Bir haberi, isnadını Hz. Peygamber (s.a.s)'e kadar vardırmayıp sahâbîde durdurarak ve mevkuf olarak rivayet etmeye vakf, böyle yapan râviye vâkıf denilmiştir.

Vasalehu:

“Hadîsi vasletti” demek olup mürsel veya munkatı gibi isnadından ravi düşmüş bir Hadîsi bir başka ravinin mevsûl yani isnadı tam olarak rivayet ettiğini ifade eden bir tabir olarak kullanılmıştır.

Vasatun:

Ortadadır manasını veren sıfat olup bazı alimlere göre ta'dîl lafızlarındandır. el-Irâki, dördüncü derece lafızlarından olduğunu söylemiştir. Buna göre hükmü, o mertebedeki öteki lafızların hükmü gibidir.

Vasıyye:

Türkçedeki vasiyet manasiyle birlikte tavsiye anlamına da gelen vasiyye. Hadîs tahammül metotlarından biridir. Bir şeyhin vefatının yaklaştığını hissettiği veya bir yolculuğa çıkacağı zaman Hadîslerinin yazılı olduğu kitabını veya cüzünü talebelerinden birine vasiyet etmesinden ibarettir.

Vasiyye yoluyla Hadîs rivayetinin caiz olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır. Bu ayrılık bir şeyhin Hadîs kitabını birine vasiyet etmesinin rivayete izin manasına gelip gelmediğinden çıkmıştır. Selef alimlerinden Muhammed b. Sîrin ve Ebu Kılâbe vasiyet edilen kitaptaki Hadîslerin rivayetini caiz görmüşlerdir. Bununla birlikte bu yolla elde edilen kitaptaki Hadîslerin rivayet edilmesini caiz görmeyenler de vardır. Bu arada Muhammed b. Şîrîn, Eyyûb es-Sahtiyânî'nin

“Falanca kitaplarını bana vasiyet etti. Onlardan rivayette bulunayım mı?” diye sorması üzerine
“Ne et derim, ne de etme” diyerek konuyu muhaddisin takdirine bırakmıştır.
Kadı İyad'a göre şeyhin kitabını talebeye vermesi bir nevi rivayet iznidir. Ayrıca vasiyye i'lama yakın bir rivayet yoludur; münaveleye benzer. O yüzden vasiyet edilen kitaptaki Hadîslerin rivayetine izin verilmiştir. 1194

İbnu's-Salâh, bu yorumu yerinde bulmayarak şunları söylemiştir; “Bu söz ya alimin ayağının kayması (zelle)dir, yahutta onu söyleyen vicâde yoluyla rivayeti kasdederek söylemiştir diye yorumlanabilir. Herhalde vasiyyenin ne i'lama ne de münaveleye benzetilmesi sahih değildir.” 1195Buradan anlaşılmaktadır ki İbnu's-Salâh, vasiyye yoluyla elde edilen kitaptaki Hadîslerin rivayet edilmelerinin caiz olmadığı görüşündedir. en-Nevevi de ona katılmış ve bu yolla rivayetin doğru olmadığını söylemiştir. 1196

Vasiyyeden maksat şeyhin kitabını vasiyyettir. Bu itibarla vasiyye metoduyla rivayete vasiyye bi'1-kitâb denildiği de olmuştur.

Vasiyye Bi'l-Kitâb:

Bk. Vasiyye.

Vasl:

Ulaştırmak karşılığı mastardır. Hadisi ilk kaynağına ulaşıncaya kadar isnadında ravi atlaması olmaksızın mevsûl olarak rivayet etmeye denilmiştir.

Vav:

Harf olarak birkaç senedi bir arada zikredilen Hadîsin bir senedinden diğerine geçişte tahvile delalet etmek üzere kullanılmıştır. Söz gelimi, ravi bir isnadından diğerine geçişte ve haddesenâ fulân der. Böylece aynı metnin verilen isnadından başka bir isnadına geçmiş olur.
Bu harf bazen tek başına; bazen de tahvil işareti olan “ha” ile birlikte kullanılmıştır.

Vaz':

Sözlükte “koymak, bir kimseyi aşağılamak, borcu azalmak, hakaret etmek, boyun vurmak, bir suçu birinin üzerinden atmak” gibi manalara gelir. 1197Ayrıca iftira etmek, uydurmak anlamını da verir.

Hadis Usulünde vaz, uydurmak manasiyle ilgili olarak çeşitli sebeplerle Hz. Peygamber'in ağzından Hadîs uydurarak ona iftira etmeye denir. Aynı manada ihtilak tabiri de kullanılmışsa da vaz daha çok kullanılmış ve terim olarak yerleşmiştir.

Mevzu başlığı altında etraflı bir şekilde değinildiği gibi Hadîs vaz'ı siyâsî ihtilaflarla başlamıştır. Bu ihtilaflar sonucu siyasi ve itikadı mezheplerin zuhuru Hadis vaz’ına geniş ölçüde zemin hazırlamştır.

İslâm Tarihinde siyâsî maksatla ilk defa Hadîs uyduranların şiîler olduğu kabul edilmiştir. Nitekim İbn Ebî Hadîd bu konuya açıklık getirmek üzere “Bilmiş ol ki fedaille ilgili mevzu Hadîslerin aslı Şia tarafından gelir. Onları Hadîs uydurmaya sevkeden âmil hasımlarının düşmanlığı olmuştur... Bekriye, Şia'nın bu faaliyetini görünce onlar da kendi imamları hakkında Şia'nın Hadîslerine karşılık başka Hadîsler uydurdular” demiştir.1198

Abdurrahmân b. Mehdî ile İmam Mâlik arasında geçen şu konuşmada da Hadîs vaz'ının Irak taraflarında başladığını gösterir:

“Rivayete göre Abdurrahmân b. Mehdî bir gün Malik'e şöyle bir soru sorar:
“Biz sizin beldenizde (Medine'de) kırk günde dört yüz Hadîs ancak işittik. Oysa burada (Irakta) hepsini bir günde işitiyoruz. (Bunun sebebi ne ola ki?).” Malik bu soruya şu cevabı vermiştir:
“Bizde sizin darphaneniz gibi bir darphane yok. Orada gece Hadîs uyduruyor, gündüz dağıtıyorsunuz.” 1199

Basralı meşhur bir muhaddis ve İmam Mâlik'in güzide talebelerinden olan Abdurrahmân b. Mehdî, hocasına sorduğu bu soruyla sünnetin yayılma merkezi olan Medine'de günde ortalama on civarında Hadis işitilirken Irak'ta bunun kat kat fazlasının yayılış sebebine inmiştir. İmam Mâlik de verdiği cevapta Şia'nın merkezi olan bu havalide fazlaca Hadîs uydurulduğunu ifade etmiştir. Tanınmış tabiî İbn Şihâb ez-Zuhrî aynı konuda “eğer demiştir; doğudan bilmediğimiz ve kabul etmediğimiz birtakım Hadîsler gelmeseydi ne bir tek Hadîs yazardım ne de yazılmasına izin verirdim.” 1200

Bu sözlerdeki “doğu”dan maksat Irak’tır. Dolayısiyle İbn Şihab da bu sözleriyle vaz hareketinin ilk defa Irak tarafında başladığına işaret etmiştir.
Siyasî ihtilaflar üzerine başlayan Hadîs vaz'ı fırkaların ortaya çıkışıyle hızlanmış, zamanla başka sebeplerin de katılmasıyla alabildiğine artmıştır.

Bir Hadîsin vaz' edilmiş olduğuna delâlet eden bazı alametler vardır. Bunlar Hadîs Usulü kitaplarında alâmâtu'1-vaz' adiyle geçerler. Kavide ve mervide bulunan alametler olarak iki kısımdır. Mevzu başlığı altında bunlardan bahsedilmiştir. Bu bakımdan ayrıca burada söz konusu edilmeyecektir.

Hz. Peygamber'in ağzından Hadîs vaz etmek büyük günahtır; zira dinîn hükümlerini değiştirmeye benzer. Onun söylemediği bir sözü söyledi diyerek nakletmek ise ona iftiradır. Hadis vaz edenler en ağır şekilde yalancılık ve Hadîs uydurmakla cerh edilmişlerdir.

Ve Âharu:

“(Hadisi) bir başkası da rivayet etmiştir” demektir. Hadis Usulünde biri sika biri zayıf iki raviden rivayet edilen Hadîsin naklinde kullanılan tabirlerdendir. Açıklamak gerekirse bir Hadîs, birisi sika, diğeri mecruh olmak üzere iki raviden rivayet edilmesi halinde zayıf ravinin isnadda zikredilmesi hoş karşılanmayacağından sika olanın ismi söylenir ve âharu denir.

Burada bu tabirle zayıf raviye işaret edilmiş olur. Şu var ki mecruh ravinin rivayetinde sikanın zikretmediği faydalı bir ziyade bulunabilir. Onun rivayetini görmezlikten gelmek de olmaz.
Ahmed b. Hanbel ve Müslim bu tabiri yer yer kullananlardandır. el-Hatîbu'l-Bağdâdî'nin kaydettiğine göre Müslim, bazen isnadında mecruh raviyi düşürmüş, sika olanını zekrettikten sonra mecruhtan kinaye olarak ve âharu demiştir. el-Hatîb, bunun bir faydası olmadığını sözlerine eklemiştir. 1201

Ve Bihi:

Bk. Ve Bi'1-İsnâd.

Ve Bi'l-İsnad:

“Aynı isnadla..” demektir. Hadis naklinde kullanılan tabirlerden biridir.
Hemmâm b. Münebbih'in sahifesi gibi içinde belli sayıda Hadîs bulunan kitaplardan Hadîs nakledilmesi halinde bazı alimlere göre kitap sahibinin isnadını her Hadîsten önce tekrarlamak gerekir. Ancak, herbir Hadîsi naklederken aynı isnadı tekrar etmeyi gereksiz bulanlar da vardır.

Bunlar, nüshanın başındaki ilk Hadîsi veya aynı mecliste yazılan Hadîslerin ilkini naklederken önce onun isnadını yazıp diğer Hadîsleri isnadlarıni zikretmeksizin ona katmayı yeterli görmüşlerdir. Şu var ki böyle yapanlar, her Hadîsten sonra ve bi'1-isnâd veya ve bihî demeli, böylece o Hadîsin de başta zikredilen insadla rivayet edilmiş olduğunu ifade etmelidirler. 1202

Ve Hazâ Lafzu Fulân Kale:

Bk. Telfîk.

Ve Tekarebâ Fı'l-Manâ:

“İkisi Hadîsin manasında birbirlerine yaklaştılar” manasına bir tabirdir. Bir ravinin birkaç şeyhten ayrı ayrı rivayet etmiş olduğu aynı Hadîsin iki metnini birleştirerek her birinden birer kısım almak suretiyle nakletmesi sırasında kullanılan lafızlardandır.

Bir Hadîsin iki değişik variyantını birleştirip isnadlarını bir arada zikrederken kullanılan bu lafızları o iki rivayetin manaca bir, ancak lafız yönünden farklı olduklarını, ravinin metinlerden birini tercih etmeyip her ikisinden de alarak Hadîsi naklettiğini gösterir. (Bk. Telfik).

Ve Zekera'l-Hadîse:

Bk. El-Hadîse.

Vecedtu An Fulân:

Bk. Vicâde.

Vecedtu Bi-Hatti Fulân:

“Falanın el yazısiyle buldum” manasına vicâde yoluyla elde edilen Hadîslerin rivayetinde kullanılan eda lafızlarmdandır.

Hadis rivayeti metotlarının sema'a delâlet edenlerinde genelde haddesenâ, ahberanâ eda lafızları kullanılırken vicâde yoluyla elde edilenlerin rivayetinde böyle bir tabirin kullanılması bu usulün sema'a delalet etmeyişindendir.

Vecedtu Bi-Hatti Fulân Ve Ecâze Lî:

Bk. Vicâde.

Vecih:

Sözlükte esas itibariyle her nesnenin karşısına gelen, karşısında olan şey manasına gelir. Yüze de vecih denir. Çoğulu vucûhtur.

Hadis Usulünde vecih, sened veya öteki tabiriyle tarîk karşılığı kullanılmıştır. Tirmizî'nin bazen bir Hadîsi verdikten sonra, “bu Hadîsi sadece bu vecihten biliyoruz” ifadesinde o manayadır. Hadisciler arasında “bu Hadîs şu vecihten şöyledir ve benzeri tabirlere sıkça rastlanır. Burada da vecihten maksat Hadîsin senedi, diğer bir deyişle rivayet tarîkidir.

Vehen:

Bk. Vehn.

Vehn:

Vehen şeklinde de okunan bu kelime zayıflık manasına mastardır. Esas itibariyle Hadîs ravisinde söz götürür derecede zayıflık bulunması haline denir. Bununla birlikte Hadîsin orta derecede zayıflık taşıması haline de vehn tabir edilmiştir. Nitekim Ebu Davud, Sünenini tanıtmak maksadiyle kaleme aldığı Risalesinde “Sünende şiddetli vehn olan Hadîs varsa bunu açıkladım” derken vehn tabirini tamamen Hadîsdeki şiddetili olmayan zayıflık manasına kullanmıştır. 1203

Vehim:

Sözlükte şüphe ve tereddüt edilen nesnenin kendisine tercih olunan tarafına denir. Çoğulu evhamdır.

Hadis ıstılahı olarak vehim, metâin-i aşeradan yani ravinin cerhine sebep teşkil eden hususlardan biridir ve ravinin rivayetinde yanılmasından ibarettir. Zabt vasfıyle ilgilidir.
Ravinin rivayetinde vehmi, mürsel veya munkatı olan bir Hadîsi vasletnıek gibi isnadda veya bir Hadîsi diğerine katarak karıştırmak şeklinde metinde olur. Mevsul bir Hadîsi mürsel, mevkufu merfü rivayet etmek yahut sika bir ravi yerine zayıf birinin ismini söylemek ve buna benzer şekillerde yazılmak da vehimdir.

Hadisin isnadında meydana gelen vehim sonucu yapılan hata bazen hem isnada hem de metne birlikte zarar verir ve her ikisini de ma'lul hale getirir. Söz gelişi muttasıl bir Hadîs mürsel olarak rivayet edilir. Aynı şekilde muttasıl bir isnadla gelen herhangi bir Hadîs ondan daha sağlam ancak munkatı olan bir diğer isnadla rivayet edilir. Bu takdirde düşülen vehim sonucu meydana gelen hata yüzünden sened ve metin de sayıf duruma düşer.

Bir ravinin rivayetinde vehme düştüğü bazı karinelerle anlaşılırsa o rivayet sahih olmaktan çıkar. Bununla birlikte kaydetmek gerekir ki vehim sadece zayıf ravilerde görülmez. Bazen sika ravilerin bile vehmettikleri olağandır. Ravinin Hadisi rivayetinde vehme düşüp düşmediğini anlamanın en kestirme yolu o Hadîsin isnatlarının ve metin farklarının gözden geçirilmesidir.

Bu, kısaca Hadîsin bütün tarîklarını bir araya toplayıp gözden geçirmekten ibarettir.
Her ne kadar vehim rivayette hata yapmak olsa da kadhi gerektiren ağır bir sebep değildir. Bir ravinin vehme düşerek rivayet ettiği Hadîse genelde ma'lul veya mu'allel tabir edilir.

Ve'l-Lafzu Lehu:

“Hadisin lafzı onundur” demek olup Hadîslerin edasında kullanılan tabirlerdendir.
Bir muhaddis bir Hadîsi iki veya daha fazla şeyhten rivayet etmiştir. Bu şeyhlerin rivayetleri mana yönünden aynı olduğu halde lafız yönünden farklıdır. Ravi, bu şeyhlerin isnadlarını birleştirip Hadîsi içlerinden birinin rivayet ettiği lafızlarla sevkeder. İsnadında da ahberanâ fulânun ve fulânun -ve'l-lafzu lehu- tabirini kullanır. Bunula sevkettiği Hadîsin lafzının ikinci şeyhine ait olduğunu belirtmiş olur. 1204

Ve'l-Lafzu Li-Fulân:

Ve'1-Lafzu li-fulânin kale “eda lafzından farklı ve ayrı yerde kullanılan bu tabir, “Hadîsin lafzı falancaya aittir” demektir. Telfîk şekillerinden birinde geçer.

Bir ravi değişik şeyhlerden dinlediği bir kitabı bu şeyhlerden birinin asıl nüshasiyle karşılaştırdıktan sonra o şeyhlerin herbirini isnadında zikreder. Sonra da içindeki Hadîslerin lafzını içlerinden birine nisbet ederek rivayet eder ve rivayetinde bu lafzı kullanır. Böylece bir şeyhine nisbet ederek rivayet ettiği kitaptaki Hadîslerin lafzını bir başka şeyhine isnad etmiş olur. Bu şekilde Hadîs rivayeti değişik bir telfîk şekli olduğundan caiz görenler olduğu gibi görmeyenler de vardır.

Ve'l-Lafzu Li-Fulân Kale:

“Hadisin lafzı falancanındır. O demiştir ki...”manasını veren bir tabirdir. Bir Hadîsin çeşitli isndlarla gelen rivayetlerini, isnadlarını birleştirip içlerinden birine ait metni tercih ederek sevk etmekte kullanılan eda lafızlarındandır.

Terim olarak telfîk denilen ravinin birkaç şeyhten işittiği aynı Hadîsi isnadlarını birleştirip metnini birine isnad etmek suretiyle sevketmek, Hadîsin manası bir, fakat lafızları ayrı olması halinde söz konusu olur. Böyle aynı Hadîsin çeşitli rivayetlerini bir isnadla ve metnini o isnadla gelen metinden başka bir metin olarak rivayete Hadis kitaplarında çok rastlanır.

Burada işaret etmek yerinde olur ki, bir önceki ve'1-lafzu li-fulânin eda lafzı ile bu lafız arasında küçük bir fark vardır. Bu fark, öncekinin bir kitaptan Hadîs naklinde, bununsa çeşitli şeyhlerden rivayet edilip bir kitaba yazılan Hadîslerin şevkinde kullanılmasından meydana gelmektedir.

Verede:

Bk. Verede Ani’n-Nebî.

Verede Ani'n-Nebî:

Kısaca verede (geldi) lafzı ile temrîz sigalarındandır ve “Hz. Peygamber'den rivayet olunduğuna göre” manasına gelir.

İbnu's-Salâh'a göre bir muhaddis herhangi bir zayıf Hadîsi isnadsız olarak naklederken cezm sigaları değil, temriz sigaları kullanmalıdır. Sahih veya zayıf olduğundan şüphelendiği hadîseri rivayet ederken de aynı şekilde hareket etmelidir. 1205

Vicâde:

Kelime olarak “bulmak” manasına gelen “vecede” kök fiilinin mufa'ale ölçüsünde maştan olup kısaca elde etmek demektir. Hadis Usulünde bir muhaddisin herhangi bir musannif veya ravinin el yazısı ile yazılmış kitabını veya bazı Hadîslerini ele geçirmesine denir. Hadîs rivayet metotlarındandır. Bir musannif veya Hadîscinin bizzat kendisinin yazdığı Hadîs kitabını veya cüzünü ele geçiren kimseye vâcid tabir edilir.

Bir muhaddisin el yazısıyla yazılmış Hadîslerini ele geçiren kimse onunla ister çağdaş (muasır) olsun ister olmasın, aralarında mülakat olsun veya olmasın, mülakat olduğu takdirde Hadîs işitilsin ya da işitilmesin farketmez, bu hallerin herbirinde vicâde husule gelmiş demektir.

Vicade yoluyla elde edilen yazılı bir metindeki Hadîsleri sema'a delalet eden eda lafızlarıyla rivayet etmek caiz görülmemiştir. Buna göre vacid, elde ettiği mü'ellif hattiyle yazılmış Hadîsleri haddesenâ, ahberanâ, enbe'enâ gibi lafızlarla rivayet edemez.

Onların yerine isnadında vecedtu bi-hatti fulânin, kara'tu fî kitâbihi bi-hattihî haddesenâ fulânun, kara'tu bi-hatti fulânin, an fulânin, mâ vecedtuhû bi-hatti fulânin gibi değişik eda lafızlarından birini kullanır. Bu lafızların hepsi, yazının mü'ellif hattı olduğu kesinkes belli olması halinde kullanılır. Eğer yazının musannif veya ravinin el yazısı olduğu açıkça belli değilse bu takdirde vâcid, durumu belli edecek şekilde şu lafızlardan birini kullanır:

Belağanî an fulânin (falancadan bana ulaştığına göre); vecedtu an fulânin (falancadan naklen el yazısiyle buldum); kara'tu fi kitabin ahberanî fulânun ennehu bi-hatti fulânin (fülanın yazısı olduğunu bana falanın haber verdiği bir kitapta okuduğuma göre); kara'tu fi kitabin zannentu ennehu fulânun (falanca olduğunu sandığım birinin kitabında okudum); kara'tu fî kitabin kîle bi-hatti fulânin (falancanın el yazısiyle yazıldığı söylenen bir kitapta okudum).

Ahmed b. Hanbel'in müsnedinde oğlu Abdullah'ın babasından vicade yoluyla rivayet ettiği hayli Hadîs vardır. Bu tarzda rivayet edilen Hadîsler genelde munkatı sayılırlarsa da vecedtu bi-hatti fulânin eda lafzıyla rivayetin munkatı sayılması şüphelidir. Şu da var ki, vâcid tarafından bulunan yazılı metin mü'ellif hattiyle değilse o zaman isnad zekera fulânun eda lafziyle sevk edilir. Ancak bu şekilde rivayet edilen hadisler genellikle munkatı addedilmiştir.

Vicade bazen icazetle birlikte olur. Bu takdirde ravi bir şeyhin el yazısiyle yazılmış bir metni elde ettiği takdirde o metnin rivayetine icazet almış demektir. Öyle olunca isnadında bunu belirterek meselâ, vecedtu bi-hatti fulânin ve ecaze lî (bu Hadîsi falancanın el-yazısiyle yazılmış buldum. O da bana rivayetine izin verdi) gibi bir eda lafzı kullanması iyi olur.

Vicade yoluyla elde edilen Hadîslerle amel etmek konusu ihtilaflıdır. Kadı İyad, bu ihtilafa işaret ederek çoğunluğun vicade yoluyla ele geçirilen Hadîslerle amel edilemeyeceği görüşünde olduklarını, buna karşılık İmam Şafiî'den caiz gördüğüne dair bir naklin bulunduğunu, bazı şafiî alimlerin de caiz gördüklerini söylemiştir.1206

İbnu's-Salâh, vicâde usulüyle rivayet edilen Hadîslerle amel edilemyeceği görüşünü benimsemiştir. Şöyle diyor: “Şafiîlerden bir grup vicade yoluyla elde edilen bir Hadîsle amel etmenin, ancak nüshasına tam manasiyle itimat edilmesi halinde caiz olacağı görüşündedirler. Bize kalırsa böyle bir Hadîs muhaddislere arzedilse kabul etmezler.

Halbuki bu kitaplarla amel etmek rivayete bağlı olduğu takdirde rivayet şartlarının gerçekleşmesi imkansız olacağından böyle bir kitapda bulunup da elde edilen Hadîsle amel kapısı kapanıyor demektir.”1207

en-Nevevî de aynı konuda İbnu's-salâh'a uymuş ve kendi zamanında ancak bu görüşe güvenilebileceğini söylemiştir. 1208

Şu hale göre vicade yoluyla rivayete olduğu kadar rivayet edilen Hadislerle amel edilmesinin caiz olduğunda da küçümsenemiyecek tereddütler vardır. Bu tereddüdün yazıların birbirine benzemesi, meşhur muhaddislerin yazılarının kolayca taklid edilebilmesi gibi mahzurlardan ortaya çıktığına şüphe yoktur. Bunun sonucu olarak Hadis rivayetinde ciddiyet taraftan olanlar vicadeyi geçerli bir Hadîs rivayet metodu olarak benimsemiş değillerdir.

Vuhdân:

Sözlükte bir sayısının karşılığı olan vahidin çoğulu olup birler manasını verir.
Hadis terimi olarak kendilerinden sadece bir tek ravinin rivayette bulunduğu ravilere denir. Bunlar mukil olarak da bilinirler ve mechûlu'1-ayn kabul edilirler. Kaide olarak ister tabiînden, isterse daha sonraki nesillerden olsun, tek ravisi bulunan mukilin ismini kendisinden rivayette bulunan ravilerden birisi açıklamış bile olsa o mukil yine mechûlu'1-ayn olarak kalır.

Yalnız bir ravisi olan şeyhlere misal olarak Amr b. Zû-Mur, Cebbar et-Tâ'î, Abdullah b. Eğar el-Hemedânî, el-Heysem b. Haneş, Malik b. Eğar, Sa'id b. Zî-Huddân isimleri verilebilir.

Bunlardan Ebu İshâk es-Sebî'îden başka rivayet eden olmamıştır. Aynı şekilde Sem'ân b. Meşnec ve el-Herhâz b. Mîzen de böyledir. Bunlardan da yalnızca eş-Şa'bî rivayet etmiştir. İbn Şihâb ez-Zuhrî'nin rivayette bulunduğu yirmi kadar tabiî vardır ki hepsi de ondan başka rivayet eden olmadığından vuhdândan sayılmışlardır. 1209

Vuhdan konusu meçhul ravilerin bilinmesi yönünden önemlidir. Bu itibarla müstakil kitaplar yazılmasına amil olmuştur. Müslim'in el-Munferidât vel-Muvahhadât isimli kitabı ile el-Hasen b. Sufyân'ın eseri konuya dair yazılan kitaplara önemli örnekler oluştururlar.

Son devir alimlerinden Ahmed Naim Bey Merhum tek ravisi olan şeyhlerden rivayet edilen Hadîslere de vuhdan denildiğini kaydetmiştir. 1210Bu tarifin bazı muhaddislerce vuhdana verilen mana olduğu tahmin edilebilir. Yoksa ana Hadîs Usulü kaynaklarında böyle bir tarife delalet edecek herhangi bir ifadeye rastlanmamıştır.
 
Üst Ana Sayfa Alt