Halksız Devlet, Devletsiz Halk

Voice of Ibn Taymiyyah Çevrimdışı

Voice of Ibn Taymiyyah

Voice of Ibn Taymiyyah
İslam-TR Üyesi
Modern çağ, adına “ilerleme”, “büyüme”, “küreselleşme” ya da “özgür piyasa” denilen ideolojik aygıtlarla süslenmiş bir sömürü düzeninin sofistike halidir. Bu çağda egemen olan sistemin adı demokrasi değil, plütokrasidir; yani paranın egemenliği. Bugün Türkiye dâhil olmak üzere dünya çapında, politik karar mekanizmaları ne halkın gerçek iradesini ne de toplumsal adaleti temsil etmektedir. Aksine, bu mekanizmalar, servet sahibi küçük bir azınlığın çıkarları doğrultusunda işleyen birer simülasyondan ibarettir. Yüzeyde seçimler yapılmakta, halkın katılımı varmış gibi görünmekte fakat bu seçimlerin sonucunda halkın yaşamını iyileştirecek hiçbir yapısal değişiklik gerçekleşmemektedir.

Çünkü artık seçimler, halkın taleplerine değil, sermayenin güvenliğine göre şekillenmektedir. Medya, eğitim sistemi ve hatta akademi dahi bu düzenin ideolojik aparatlarına dönüşmüş, halkın gerçeği görmesi bilinçli olarak engellenmiştir.

Türkiye özelinde durum daha da çarpıcıdır. 1980 askeri darbesi ile başlayan neoliberal dönüşüm, 2001 kriziyle kurumsallaşmış ve 2002 sonrası iktidarlarla birlikte plütokratik düzen tüm topluma hâkim olmuştur. Devlet mekanizması, sermaye gruplarının ve yandaş holdinglerin arka bahçesine dönüşmüş, sosyal devlet ilkesinin içi boşaltılmıştır. Bugün asgari ücretle çalışan milyonlar, “asgari yaşam” koşullarına mahkûm edilmiş, eğitim ve sağlık gibi temel haklar metalaştırılmıştır. Üniversite mezunu gençler, diplomalarıyla işsizliğe hapsolurken; üretimden kopmuş, rant ve finansla zenginleşmiş bir azınlık, ülkenin kaynaklarını yağmalamaya devam etmektedir. Bu tabloda halk proleterleşmekle kalmamış, aynı zamanda sistematik olarak apolitikleştirilmiş, yani yaşadığı sömürüyü adlandıramayacak hale getirilmiştir. İktidarlar tarafından sürdürülen “dindar ve kindar nesil” ideali, bu bilinçsizliği pekiştiren bir mühendislik projesidir. Böylece hem ekonomik hem kültürel düzeyde halk edilgenleştirilmiş, siyasetin öznesi olmaktan çıkarılmıştır.

Günümüzde plütokrasi, sadece zenginliğin egemenliği değil, aynı zamanda bu egemenliğin kutsanması anlamına gelmektedir. Milyonların yoksulluğu karşısında ultra zenginlerin yaşam tarzı medya aracılığıyla idealize edilmekte, “başarılı insan” imgesi artık üretimle değil, fırsatçılıkla, siyasal bağlantılarla, mirasla ve spekülasyonla özdeşleştirilmektedir. Bu durum, çalışmanın, emeğin ve alın terinin itibarsızlaşmasına neden olmuş, halkı kendine yabancılaştırmıştır. Bir inşaat işçisinin günde 12 saat çalışarak kazandığı ücretle bir finans spekülatörünün saniyeler içinde kazandığı servet arasındaki uçurum, sadece ekonomik değil, aynı zamanda ahlaki bir çöküştür. Bu çöküş, sadece ekonomik eşitsizlik değil, toplumsal adaletin ve kolektif yaşamın tasfiyesidir.

Bugün Türkiye’de siyasi iktidarlar, halkın sorunlarını çözmekten ziyade, sermaye sınıfının sürekliliğini garanti altına almakla ilgilenmektedir. Her kriz döneminde faturanın halka kesilmesi, enflasyonun maaşları eritmesi, işsizliğin arttığı dönemlerde bile zenginlerin servetlerini katlaması, bu plütokratik düzenin en çıplak halidir. Halkın alım gücü düşerken, bir avuç holding sahibi devasa ihalelerle servetlerine servet katmakta, vergi affı adı altında kamu kaynakları bu azınlığa aktarılmaktadır. Aynı zamanda halkın örgütlü mücadelesi, grevler, sendikalar, muhalif yayınlar ve üniversiteler sistematik biçimde bastırılmakta, emek mücadelesi kriminalize edilmektedir. Tüm bu gelişmeler, işçi sınıfının yalnızca ekonomik değil, siyasal ve kültürel düzeyde de marjinalleştirilmesine neden olmuştur.

Plütokrasi yalnızca ekonomik bir kavram değil; aynı zamanda bir rejim biçimidir. Bu rejim, halkın siyasal karar süreçlerinden dışlandığı, fakat bunu demokrasi adı altında yaşadığı sahte bir meşruiyet sistemidir. Bugün Türkiye’de yaşanan şey tam olarak budur. Seçimle gelen iktidarlar, seçim sonrası halkı temsil etmek yerine, halkın sırtından zenginleşen çıkar gruplarının temsilcisine dönüşmektedir. Bu dönüşüm, yalnızca politik değil, etik ve kültürel düzeyde de bir yozlaşmayı beraberinde getirmiştir. Artık yalanla gerçeğin, suçla başarı öyküsünün, sömürüyle çalışkanlığın birbirine karıştığı bir dönemden geçiyoruz. Bu, sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın yaşadığı bir krizin yerel tezahürüdür.

Bu sistem değişmediği sürece hiçbir yapısal sorun çözülemez. Çünkü sorun, kişisel hatalarda ya da kötü yönetimde değil; sistemin ta kendisindedir. Halktan kopuk, sermayeye bağımlı, şeffaf olmayan, liyakate değil sadakate dayalı bir düzende eğitim düzelmez, sağlık iyileşmez, ekonomi güçlenmez. Sadece krizlerin yönetimi değişir, krizler değişmez. Bu yüzden halkın artık gerçekle yüzleşmesi gerekmektedir. Mevcut sistem halkı temsil etmiyor; aksine, halkı manipüle ediyor. Onu, sorunların kaynağı değil, suçlusu gibi gösteriyor. Yoksulluk, bireysel başarısızlık gibi sunulurken; zenginlik, sistemsel ayrıcalık değil, “çok çalışmanın ödülü” gibi pazarlanıyor. Bu retorik, halkın bilinçlenmesini engelleyen en güçlü ideolojik silahtır.

Artık yüzleşilmelidir: Türkiye bir plütokrasiye dönüşmüştür. Halkın refahı değil, bir avuç zenginin çıkarı devletin asli görevi haline gelmiştir. Politikada halk değil, sermaye söz sahibidir. Bu yapının değişmesi için öncelikle halkın bunu fark etmesi, adını koyması, karşı çıkması gerekir. Bu farkındalık olmadan hiçbir seçim, hiçbir reform, hiçbir vaadin bir anlamı yoktur. Halk kendi gücünün farkına varmadıkça, kendi kaderini belirleyemez. O yüzden bu düzenin değişmesi, ancak halkın yeniden özne olmasıyla mümkündür. Artık bu halk kendine gelmelidir. Çünkü sefalet kader değil, sistemin sonucudur. Ve bu sistem, değiştirilebilir. Yeter ki halk, yeniden bir halk gibi davransın. Gerçeği görsün. Çünkü gerçek, kurtarır.
 
Üst