9- Mü'minlerden iki topluluk çarpışacak olursa,(12) aralarını bulup-düzeltin.(13) Şayet biri diğerine haksızlıkla-tecavüzde bulunacak olursa, artık, haksızlıkla-tecavüzde bulunanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar(14) savaşın;(15) eğer sonunda (Allah'ın emrini kabul edip) dönerse, bu durumda adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın.(16) Şüphesiz Allah, adil olanları sever.(17)
10- Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin (18) ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.
AÇIKLAMA
12. Burada, müslümanlardan iki taife "vuruştuklarında" değil, "vuruşurlarsa eğer" denilmiştir. Bu ifade biçiminden müslümanlar arasında bir savaşın çıkmasının, müslümanların birbirine düşmelerinin tabii ve olağan olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat böyle bir olay vukubulursa eğer, bu konuda nasıl bir tavır alınacağı ortaya konulmaktadır. Ayrıca ayette "Fırka" yerine "Taife" kelimesi kullanılmaktadır. Arapça'da "Fırka" kelimesi büyük bir kitleyi tanıtmak için, "Taife" kelimesi ise, küçük bir topluluğu tarif etmek için kullanılır. Bu kullanımdan, Allah nezdinde müslümanların aralarında büyük kitleler halinde çarpışmalarının hoş karşılanmayacağı ve bunun çok çirkin bir olay olduğu anlaşılmaktadır.
13. Bu emrin muhatabı, vuruşan iki grubun dışındaki, bu iki grubu barıştırma imkanına sahip tüm müslümanlardır. Diğer bir ifadeyle, Allah katında, müslümanların içlerinde vuruşan iki grubu öylece seyretmeleri hoş görülmez.
Bu üzücü hadisenin meydana gelmesi halinde, tüm müslümanlar bu olayın ızdırabını içlerinde duymalı ve onların aralarını bulmak için gayret göstermelidirler. Savaşan muhalif gruplara Allah'tan korkmalarını telkin etmeli ve tarafların ileri gelenleriyle irtibat kurarak, savaşın sebeplerini araştırmalı, her türlü gayreti göstererek onları barıştırmaya çalışmalıdırlar.
14. Yani müslümanlara, kendisine saldırılan tarafa saldırmak veya saldırılan, mazlum olan tarafı kendi haline bırakmak ya da saldıran tarafı desteklemek yakışmaz. Şayet tarafları barıştırmak mümkün olmuyorsa, o takdirde haklının ve haksızın kim olduğu araştırılmalıdır. Sonra da hak üzerinde olana yardım edilip, zulmeden tarafa engel olunmalıdır. Çünkü bu, Allah'ın bir olması dolayısıyla vaciptir ve bu gaye uğruna savaşmak cihad kategorisine girer. Ancak bu Hz. Peygamber'in (s.a.) işaret ettiği "Ayaktakinin yürüyenden, oturanın ayaktakinden hayırlı olduğu" bir fitne bölümüne girmez. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) işaret ettiği fitne ile müslümanların asabiyyet ve cahiliyye davası için veya dünya menfaatleri uğruna savaştıkları ve her iki tarafın da haksız olduğu bir durum kastolunmaktadır. Oysa haklı olana yardım edip, mütecaviz tarafa karşı savaşmak bu tür bir fitne tanımına uymaz. Tam aksine böyle davranmak, Allah'ın emrine uymak demektir ve tüm İslam hukukçuları bu müdahalenin vacip olduğunda görüş birliği içindedirler, sahabe arasında da bu konuda ihtilaf yoktur. (Ahkamu'l Kur'an, Cassas) Hatta bazı alimler bu müdahalenin cihadtan efdal olduğuna karar vermişlerdir. Bu alimlerin delili, Hz. Ali'nin kendi hilafet döneminde kafirlere karşı değil, asilere karşı cihad etmiş olmasıdır. (Ruhu'l-Meani) Bu vucubiyete, Hz. Ali'nin savaşlarına İbn Ömer ve bazı sahabelerin iştirak etmediklerini ileri sürerek karşı çıkan bazı kimseler yanılmaktadırlar ve bu, sıhhatli bir delil değildir. Çünkü İbn Ömer şöyle demiştir: "Allah'ın bu ayeti gereğince asilere karşı savaşmadığım hususunda olduğu kadar hiçbir şey kalbimde beni endişeye sevketmemiştir." (Müstedrek, Hakim)
Mütecaviz gruba karşı savaşmak, sadece onlarla silahlı savaşmak ve onları öldürmek anlamına gelmez. Asıl tecavüze mani olabilmek maksadıyla ne az ne de çok, gereği kadar kuvvet kullanmak kastolunmaktadır.
Bu emrin muhatabı, bu zulmü ortadan kaldırabilme imkanına sahip her müslümandır.
15. Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi müdahale emri, asi ve başkaldıran gruba bir ceza değildir. İstenilen onların saldırılarının engellenerek, Allah'ın Kitabı'na ve Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti'ne göre hak olanı kabul etmek ve saldırıdan vazgeçmektir.
Asi olan grup bu emre uymayı kabul ettiği takdirde, onlara karşı kuvvet kullanmaktan vazgeçmek gerekir. Çünkü savaşın gerçek amacı ve nihai hedefi budur. Artık bundan sonra hududu çiğneyip onlara zulmetmek doğru olmaz. Yapılması gereken, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti ışığında sözkonusu ihtilafın nedenlerini araştırmak ve haksızın kim olduğuna yetkililerce karar vermektir.
16. Burada, sadece iki tarafı barıştırmak emredilmemiş, onların hak ve adaletle barıştırılması gerektiği de vurgulanmıştır. Bu bakımdan haklı ve haksız dikkate alınmaksızın savaşın durdurulmasının Allah nezdinde bir değer taşımayacağı ortadadır. Ayrıca, haklı olan tarafa baskı yaparak, haksız olan diğer tarafın yanında yer alıp, iki grubu barıştırmaya kalkışmak doğru değildir. Çünkü gerçek barış ancak hak ve adalete dayanan barıştır. Aksi takdirde fesad sürer, mütecaviz tarafın cesareti artar. Sonuçta da bu fesadın illeti kalkmamış olacağından, fesad daha da çoğalır ve tekrar tekrar gün yüzüne çıkar.
17. Bu ayet, müslümanlar arasında vukubulması muhtemel bir savaş hakkındaki kanunların kaynağıdır. İleride zikredeceğimiz bir hadis dışında, bu konunun izahı Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti'nde bulunmamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) döneminde, kendisinin söz ve davranışlarının bir örnek teşkil edeceği müslümanlar arası bir savaş vukubulmamıştır. Ancak daha sonraları Hz. Ali döneminde, bu kanunun istinad edeceği müslümanlar arası bir savaş meydana geldi. Çünkü o dönemde birçok sahabe hayattaydı. Dolayısıyla onların davranışları ve açıklamalarından yararlanılarak İslam'ın bu konudaki emir ve prensipleri ayrıntılarıyla tertip edilmiştir. Özellikle Hz. Ali'nin izlediği yol, İslam hukukçuları açısından bu kanunun tertibinde önemli bir kaynak vazifesi görmüştür. Aşağıda bu kanun ile ilgili olarak bir özet verdik:
1) Müslümanlar arasında yapılan savaşın bir çok şekli olabilir:
a) Savaşan her iki tarafın İslam devletinin tebaası olması durumunda, iki tarafı barıştırmak, sözkonusu ihtilaf hakkında karar vermek ve verilen kararı uygulamak İslam devletinin görevidir.
b) Savaşan her iki tarafın, büyük kitleler veya birer İslam devleti olması durumunda, her iki taraf da eğer dünyevi amaçlar uğruna savaşıyorlarsa, mü'minler kesinlikle bu fitneden uzak durmalıdırlar. Yapılması gereken şey, her iki tarafa da Allah'tan korkmalarını tavsiye etmektir.
c) "b" şıkkında zikredildiği şekildeki tarafların, biri haklı diğeri haksız olması ve haksız tarafın tavsiyeye kulak asmaması durumunda müminler, haklı olan tarafa, haksızlık yapan tarafa karşı yardım etmelidirler.
d) Taraflardan birinin teba olup, İslam devletine karşı ayaklanması durumu, (Fıkıh terminolojisinde bu kimseler "Baği" olarak tanımlanırlar)
2) Baği, yani devlete karşı ayaklananlar çeşitli kategorilerde ele alınabilir:
a) Ellerinde şer'i bir delil olmaksızın ayaklanan kimselerle savaşmak caizdir ve bu konuda ittifak hasıl olmuştur. Böyle bir savaşta mü'minlerin adil olsa da olmasa da devletin yanında yer almaları vaciptir.
b) Elde şer'i bir delil olmaksızın, hükümeti devirmek amacıyla ayaklanma yapılmışsa ve ayaklanan kimseler zahiren zalim ve fasık, hükümet de adil ise, hükümetin yanında yer almak hiç kuşkusuz vaciptir. Hükümet adil olmasa bile onu ayakta tutmak ve asilere karşı savaşmak mü'minlere vaciptir, zira hükümet her ne kadar adil olmasa da ülkenin düzenini sağlamaktadır.
c) Elde şer'i bir delil olmaksızın hükümete karşı ayaklanıldığında delilleri batıl, akideleri fasid ise (Hariciler gibi) o takdirde adil olsa da olmasa da devletin yanında yer almak mü'minlere vaciptir.
d) Meşru bir yolla kurulmuş adil bir hükümete, ellerinde şer'i bir dayanak olmaksızın ayaklanan kimselere karşı savaşmak ve adil hükümetin yanında yer almak tüm mü'minlere vaciptir.
e) Zalim bir hükümete karşı (ki yöneticileri iktidarı zorla ele geçirmişlerdir ve fasıktırlar) ayaklanan kimseler şayet Allah'ın hududunun ve adaletinin yerleştirilmesi uğruna kıyam etmişlerse ve zahiren salih kimseler iseler bu takdirde bu kimseler "Baği" olarak nitelenemez. Bu kimselere karşı savaşmanın vacip olmadığına karar vermede İslam hukukçuları arasında şiddetli anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır.
Fukahanın cumhuruna ve Ehli Hadis'e göre: İktidarını yerleştirmiş, ülkede asayiş sağlamış ve ülkede bir devlet nizamı kurmuş ve meşru ya da gayrimeşru bir şekilde iktidarı ele geçirmiş olsa da adil veya zalim devlet başkanına karşı ayaklanma, küfrü açıkça irtikap etmemesi kaydıyla haramdır.
İmam Serahsi, müslümanların hakkında icma ettikleri ve onun vasıtasıyla asayişin sağlandığı, yolların korunma altında olduğu bir devlet başkanına karşı müslümanlardan bir grubun ayaklanması halinde diğer müslümanların bu kimselere karşı savaşmasının vacip olduğunu yazmaktadır. (Mebsut, Huruc Babı)
İmam Nevevi, Şerhi Müslim'de, müslümanların imamlarına (Eimme) karşı ayaklanmanın ve savaşmanın, hükümdarın fasık ve zalim olması halinde bile haram olduğunu yazmaktadır. Ayrıca İmam Nevevi bu hususta icma olduğunu iddia etmektedir. Bu hususta icma olduğu iddiası doğru değildir. Zira, aralarında ileri gelen alimlerin de bulunduğu İslam hukukçularından büyük bir guruba göre devlet başkanına muslihlerin başkaldırışı Kur'an terminolojisinde beğavet olarak tarif edilmemiştir. Üstelik, bu tür kimselere baş kaldırmanın vacip olduğu söylenmiştir. İmam Ebu Hanife'nin zalim devlet başkanına karşı savaşılması konusundaki görüşleri ilim ehlince malumdur. Ebu Bekir el-Cessas, "Ahkamu'l-Kur'an" adlı eserinde İmam Ebu Hanife'nin savaşa sadece caiz değil, şartların müsait olması durumunda vacip hükmünü verdiğini yazmaktadır. (Cilt 1, sh: 81, Cilt: 2, sh: 39) .
Ebu Hanife, Emevilere karşı İmam Zeyd'in kıyamı için ona sadece maddi yardımda bulunmakla kalmamış, başkalarına da bu konuda yardımcı olmaları için telkinde bulunmuştur. Yine Nefsi Zekiyye'nin Halife Mansur'a kıyamında ona coşkuyla yardım etmiş ve bu savaşı küffara karşı yapılan cihaddan daha efdal saymıştır. (Cassas Cild: 1, sh: 81, Menakıbi Ebi Hanife, Kardari Cild: 2, sh: 71-72.) Ayrıca Fukaha, İmam Serahsi'nin dediği gibi, görüş birliği içinde değillerdir. İbn Hümam, Hidaye şerhi "Fethul Kadir" de, fukahanın örfüne göre beğavetin hak imama karşı çıkmak olduğunu yazmaktadır. Hanbeli'lerden de İbni Akil ve İbnu'l Cevzi, adil olmayan imama karşı ayaklanmanın caiz olduğu görüşündedirler ve Hz. Hüseyin'in kıyamını delil olarak göstermektedirler. (El-İnsaf Cild: 10 Babı Kıtal Ehlu'l-Bağy) İmam Şafii, Kitabul-Umm'de, Baği'nin adil imama karşı savaşan kimse olduğunu söylemektedir. (Cilt: 4, sh: 35) İmam Malik'e göre beğavet adil imama karşı ayaklanmaktır ve ayaklananlarla savaşılması gerekir. (El-Müdevvene, Cild: 1 sh: 407) . Kadı Ebubekir İbnu'l Arabi "Ahkamu'l-Kur'an" da onun bu görüşünü şöyle nakleder: "Ömer bin Abdülaziz gibi adil bir imama karşı yapılan bir ayaklanmanın bastırılması vaciptir, diğer türdeki devlet başkanlarını ise (zalim, fasık) kendi haline bırakın, Allah onları başka bir zalimle cezalandırır, o zalimi de üçüncü bir zalimle cezalandırır," İmam Malik'ten bir başka görüşte şöyle nakledilir: "Kendisine biat edilmiş adil bir imamın başka bir kardeşi aynı iddia ile ortaya çıkarsa ona karşı savaşın, günümüzdeki imamlara biat zaten sözkonusu değildir, çünkü onlar biatı zorla almışlardır." Maliki mezhebinin bir diğer görüşünü İbnü'l Arabi şöyle beyan eder: "Savaş ancak adil imamın saflarında yapılır, iktidarda olan imamın veya ayaklananların hangisi adilse onun yanında yer alınmalıdır.
Ancak her ikisinin de adil olmaması halinde, iki taraftan da uzak durulmalıdır. Şayet canınız tehlikedeyse veyahut müslümanlara zulmediliyorsa kendinizi savunun." Kadı İbnü'l Arabi bu görüşü naklettikten sonra şöyle der: "Biz ancak hak ehlinin önder olarak kabullenmiş olduğu adil imamın saflarında savaşmalıyız."
3) Ayaklanan kimseler sayıca az iseler, arkalarında büyük bir kitle yoksa ve silahlı değilseler, onlara "Baği" muamelesi yapılamaz. Tazir kanunlarına göre normal olan şekilde davranılır. Yani cana kastetmişlerse kısas cezası, mala zarar vermişlerse mali cezalar verilir. Beğavet yasası, arkalarında büyük bir kitle ve güç bulunan ve silahlı olarak ayaklanan kimselere tatbik edilir.
4) Kişiler kendi fasid inançlarını açıkça beyan ettikleri veya bu inançlarını devlete ve devlet güçlerine karşı sert bir dille açıkladıkları için öldürülemez ve tutuklanamazlar. Ancak fiilen bir isyan olması ve kan dökmeyi asilerin başlatması halinde şiddete başvurulur. (El-Mebsut, Fethu'l-Kadir, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas)
5) Ayaklananlara karşı savaşa başlamadan önce, isyandan vazgeçip hak ve adalet yolunu seçmeleri için onları Kur'an yoluna davet etmek gerekir. Şayet bazı şüphe ve itirazları varsa onları ikna etmeye çalışmalı, yine yola gelmezlerse ve kan dökmeyi onlar başlatırlarsa o zaman kılıca başvurulmalıdır. (Fethu'l-Kadir, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas.)
6) Ayaklananlara karşı yapılacak savaşta hangi kaidelerin dikkate alınacağı Hz. Peygamber'in (s.a.) İbn Ömer'den rivayet edilen şu buyruğunda ortaya konulmuştur. Hz. Peygamber, İbn Mesud'a: "Ey İbn Ummi Abd! Bu ümmetin bağilerine nasıl davranılacağı konusunda Allah'ın emirlerinin neler olduğunu biliyor musun?" diye sorduğunda, O, "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Onların yaralılarına dokunulmaz, esirleri öldürülmez, kaçanları takip edilmez, malları ganimet olarak paylaştırılmaz." (Hakim, Bezzar, Cassas.) Bu konuda fukahanın dayandığı bu kaidenin ikinci kaynağı, Hz. Ali'nin sözleri ve tatbikatıdır. Hz. Ali, Cemel vakıasında zafer kazandıktan sonra, askerlerine şöyle emir vermiştir: "Kaçanları takip etmeyin, yaralılara dokunmayın, esirleri öldürmeyin, silahları teslim edenlere eman verin, halkın evine girmeyin, sizlere sövseler bile kadınlara birşey yapmayın." Ancak askerlerden bazılarının muhaliflerinin çocuk ve kadınlarının köle olarak paylaştırılması talebinde bulunmaları üzerine, Hz. Ali öfke ile şöyle buyurur: "İçinizden, ümmü'l-mü'minin Aişe'yi kendine kim alacak?"
7) Hz. Ali'nin tatbikatından istihraç edilen bağilerin malları ile ilgili hükümler şunlardır: Onların orduya ait veya evlerinde bulunan ya da hayatta iken veyahut vefatlarından sonra her iki halde de malları ganimet olarak paylaştırılamaz. Ancak mallarının telef olması durumunda tazminat da ödenmez. Savaş bitiminde malları kendilerine iade edilir. Ele geçen silah ve binekler savaş sırasında onlara karşı kullanılabilir, ama ganimet malı olarak taksim edilemez. Şayet yeniden ayaklanmalarından endişe edilmiyorsa bu mallar da iade edilmelidir. Devletin bu mallara ganimet olarak el koyacağı görüşü sadece İmam Yusuf'a aittir. (Mebsut, Fethu'l-Kadir, Cassas.)
8) Esirleri kendilerinden bir daha ayaklanmayacaklarına dair söz alınarak serbest bırakırlar. (Mebsut)
9) Asilerin başları kesilerek teşhir edilmeleri çok çirkin bir davranıştır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ölülerin cesedlerine dokunmaktan (onların uzuvlarını kesmekten) men etmiştir. Nitekim bir defasında Hz. Ebu Bekir, kendisine bir Rum Patriğinin kesilmiş başı getirildiğinde çok öfkelenerek "Bize Rumları ve İranlıları taklit etmek yakışmaz" demiştir. Şayet böyle bir davranış kafirlere reva görülmüyorsa, elbette müslümanlara da reva görülemez. (Mebsut) .
10) Savaş esnasında asilerin yol açtıkları can ve mali zararlara karşı savaş bittikten ve asayiş sağlandıktan sonra, kısas, tazminat talep edilmez. Fitnenin yeniden dirilmemesi için, hiç bir ölüye karşı diyet alınmaz. Nitekim sahabe arasında vukubulan savaşlarda bu kaide uygulanmıştır. (Mabsut, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas, İbnu'l Arabi.)
11) Asiler, savaş esnasında ellerine geçirdikleri bölgelerde bir nizam kurup, halktan zekat ve diğer vergileri almışlarsa devlet yeniden bu bölgelere hakim olduğunda halktan yeniden zekat ve diğer vergi taleplerinde bulunamaz. Şayet asiler, halktan mal, zekat, vs. şer'i esaslara göre almış ve sarfetmişlerse, o halk Allah indinde vazifesini yapmış sayılır ve bu vucubiyet kendisinden sakıt olur. Fakat asiler halktan malı şer'i olmayan bir yolla almış ve sarfetmişlerse artık bu Allah ile kul arasındaki bir meseledir. Fakat isterlerse yeniden zekat verebilirler. (Fethu'l-Kadir, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas, İbnu'l Arabi)
12) Asilerin kendi tasarrufları altındaki bölgelerde kurmuş oldukları mahkemelerin hakimlerinin adil ve bu hakimlerin verdikleri kararlar şeriata uygunsa, kendilerini tayin edenler baği ve mücrim olsalar bile verdikleri kararlar geçerlidir. Ancak şeriata uygun kararlar vermemişlerse ve beğavet döneminden sonra hükümetin mahkemelerine yeniden baş vurulmuşsa, bu kararlar infaz edilemez. Bunun yanısıra beğavet döneminde kurulan mahkemelerin verdiği tutuklama kararları geçersizdir. (Mebsut, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas.)
13) Asilerin İslam mahkemelerinde yapmış oldukları şahitlikler kabul edilemez, çünkü onlar adil imama başkaldırarak fasık olmuşlardır. İmam Muhammed'e göre adil imama karşı fiilen savaşmadıkça şahitliği kabul edilir, fiilen savaşmışsa kabul edilmez. (Ahkamu'l-Kur'an, Cassas)
Tüm bu hükümlerden, kafirlere karşı yapılan savaş ile müslümanların kendi aralarında yaptıkları savaş arasında yasal farklılıklar olduğu anlaşılmaktadır.
18. Bu ayet yeryüzündeki tüm müslümanları evrensel bir ailenin bireyleri olarak ilan etmektedir. Bu müslümanlar arasında bulunan kardeşlik öyle bir nimettir ki, hiçbir dinde bir örneği bulunmamaktadır. Bu hususun önemi ile alakalı olarak Hz. Peygamber'den rivayet edilmiş birçok hadis vardır. Olayın ruhunun tam olarak kavranılması için biz bu hadisleri aşağıda zikrettik:
Cerir b. Abdullah, Hz. Peygamber'in (s.a.) , "Birincisi namaz kılmak, ikincisi zekat vermek, üçüncüsü tüm müslümanlar hakkında hayır dilemek olmak üzere üç hususta kendisinden biat aldığını" söyler (Buhari, Kitabu'l-İman.)
İbn Mesud, Hz. Peygamber'in (s.a.) , "Bir müslümana sövmek fısk, ona karşı savaşmak ise küfürdür" diye buyurduğunu rivayet eder. (Buhari, Kitabu'l-İman, İmam Ahmed aynı konuda başka bir hadisi Said b. Malik'in babasından nakletmiştir.)
Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber, "Bir müslümana, başka bir müslümanın canı, malı ve ırzı haramdır" buyurmuştur. (Müslim, Tirmizi.)
Ebu Said Hudri ve Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslüman müslümanın kardeşidir ve müslüman kardeşine zulmetmez, onunla dost olmaktan vazgeçmez, onu zelil etmez. Bir kimse için, bir müslüman kardeşini hakir görmek kadar büyük bir kötülük yoktur." (Müsned-i Ahmed)
Selh bin Sa'd es-Saidi'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiğine göre o, şöyle buyurmuştur: "Bir mü'minin cemaat ile münasebeti, baş ile bedenin irtibatı gibidir. Öyle ki, mü'min, cemaatinin çektiği eziyeti, bedenin bir uzvunun çektiği ızdırabı baş nasıl duyuyorsa, aynen öyle duyar." (Müsned-i Ahmed) . Benzeri bir hadis daha vardır: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Mü'minler, aralarındaki sevgi, bağlılık ve birbirlerine merhamet ve şefkat duymak bakımından tıpkı bir bedene benzer. Şayet bedenin bir uzvu zarar görecek olursa tüm beden bundan rahatsız olur ve uykusuz kalır." (Buhari, Müslim)
Başka bir hadiste, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Müminler birbirlerine bir duvarın tuğlaları gibi bağlıdırlar." (Buhari, Tirmizi).
Müslümanların Fitne Zamanında Karşı Karşıya Savaşması Durumunda Yapması Gerekenler:
(Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre) Resulullah (asm.):
“Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın.” (Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.)
Hz. Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kafir olur; mü'min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem'in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil)" [Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Tirmizî, Fiten 33, (2205).]
Sa'd İbnu Ebi Vakkas'dan gelen rivayette Sa'd: "..Ey Allah'ın Resulü, düşman evime kadar girip beni öldürmek için elini kaldıracak olursa ne yapayım?" diye sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Hz. Adem'in oğlu (Habil) gibi ol" der ve Hz. Adem aleyhisselam'ın oğulları Kabil ile Habil arasında geçen hadiseyi hülasa eden -ve Habil'in söylediği sözleri nakleden- şu ayeti okur: "Andolsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim. Çünkü ben, kainatın Rabbi olan Allah'tan korkarım. Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de o ateş yârânından olasın. İşte zalimlerin cezası budur" (Maide 28-29).
Bir başka rivayette bu duruma düşecek olan bir kimseye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), daha açık bir ifade ile şu emri verir: "Elini tutsun, Allah'ın öldürülen kulu (Abdullahi'l-Maktul) olsun, Allah'ın öldüren kulu (Abdullahi'l-Katil) olmasın. Zîra kişi, İslam cemaatinde bulunur da, kardeşinin malını yer, kanını döker, Rabbine isyan eder ve böylece cehennem kendisine vacip olur."
Fitne zamanında kişi, evine kadar gelen düşmana bile mukabele etmekten men edilince, karşımıza mütenakız bir durum çıkmaktadır. Zîra, İslam'da tecavüz haram olmakla beraber, müdafa-i nefis helal addedilmiş ve hatta buna teşvik edilmiştir. O kadar ki, malını, canını, namusunu müdafaa sırasında öldürülen kimsenin manen şehid olacağı belirtilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: "Kim malı(nı koruma) için dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim kanı(nı, canını malını korumak) için dövüşür ve öldürülürse (manevî) şehittir. Kim ehli(nin korunması) için dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim din için dövüşürken öldürülürse o da şehittir."
Bir seferinde, bir adam gelerek malına tecavüz eden kimseye nasıl davranacağı hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e sorar. Aralarında geçen konuşma mal ve can müdafaasının meşruiyetini görmekte burada kayda değer:
"Ey Allah'ın Resulü, bir adam gelerek malıma saldırsa ne yapmamı tavsiye edersin?"
"Ona Allah'ı hatırlat." Müteakip hadiste: "Allah'ı üç kere hatırlat" denir.
"Allah'tan korkmazsa?"
"Etrafındaki Müslümanlardan ona karşı yardım iste."
"Yanımda Müslümanlardan kimse yoksa?"
"Ona karşı sultandan yardım iste."
"Sultan beden uzaksa?"
"Ahiret şehitlerinden biri oluncaya veya malını koruyuncaya kadar onunla dövüş."
Rivayetin bir başka veçhinde: "...Dövüş. Öldürülsen cennetliksin, öldürürsen öbürü cehennemliktir" denir. Kur'an-ı Kerim'de de -haddi aşmamak kaydıyla- yapılacak kötülüğe denk bir kötülük yapmaya cevaz verilmiştir: "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme)dir. Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükafaatı Allah'a aittir. Kim kendisine yapılan zulmün ardından herhalde hakkını alırsa, artık bunlar aleyhinde (me'suliyete) bir yol yoktur" (Şura 40, 41, 42). Ayet ve hadislerde gelen bu müdafa-i nefis hakkı ile, daha önce zikrettiğimiz yasak alimler arasında medar-ı münakaşa olmuştur. İmam Nevevî, bu münakaşaları şöyle hülasa eder:
"Bu ve benzeri hadisler fitne zamanında hiçbir hal ve şartta kıtali caiz görmeyenlerin hücceti olmaktadır. Alimler fitne sırasında yapılacak kıtal üzerine farklı görüşler ileri sürdüler. Onlardan bir grub: "Müslümanlar fitneye düştüğü zaman, düşman evin içine girmiş ve öldürmeye teşebbüs etmiş bile olsa onunla kıtal edilmez; ona karşı müdafayı nefiste bulunmak caiz değildir. Zîra eve gelen düşman (kafir değil) mütevvildir (ayetleri inkar etmiyor, tevil ederek herkesçe benimsenmeyen bir mânayı benimsiyor.) Bu görüş, Ashabtan Ebu Bekre ve diğer bazılarının (radıyallahu anhüm) görüşüdür.
İbnu Ömer, İmran İbnu'l-Husayn ve diğer bazılarının (radıyallahu anhüm) görüşüne göre, "fitneye karışılmaz, ancak, ölüm tehlikesi karşısında nefis müdafaası yapılır."
Bu iki görüş, Müslümanlar arasında çıkan fitnelerin hiçbirine girmemek hususunda müttefiktir. Sahabe ve Tabiinin büyük çoğunluğu ve İslam âlimlerinin tamamı, "fitnede haklı tarafa yardım etmek ve onlarla birlik olarak asilere karşı mükatele etmek gerekir" demişlerdir. Nitekim ayet-i kerimede de: "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın..." denir.
Bu mevzuda sahih olan budur.
Hadisler ise, kendisine haklı tarafın karşı çıktığı kimseyle veya her ikisi de zalim olan iki grupla alâkalıdır, şeklinde izah ve tevil edilir. Bunlardan sadece biriyle tevil edilemez. Eğer birincilerin dediği gibi hareket edilecek olursa fesad ortalığı kaplar, baği ve sapık olanların hakimiyeti devam eder gider. Doğruyu Allah bilir."
Fahreddin-i Razi de, müdafa-i nefsin meşruiyyetini te'yid etmekle beraber, bunun mütecaviz tarafa mümkün olan asgari bir zarar vermek suretiyle yapılması hususunda ehl-i ilmin ittifak ettiğini kaydeder.
Aliyyu'l-Kârî, Ebu Zerr'den gelen: "...Eğer kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından (yani eve seni öldürmek için giren düşmana mukabele etmekten) korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü ört.." mealindeki hadisin şerhini yaparken, Tîbî'den şöyle bir görüş kaydeder: "...Doğrusu şudur: Eğer eve gelen düşman Müslüman ise ve kendisine bir fesad da terettüp etmeyecek ise, onu defetmesi caizdir. Eğer düşman kafir ise, mümkün mertebe def'i vacibtir."
Fitne sırasında mütecavize -eve kadar gelmiş bile olsa- mukabele edilmemesi görüşünde olanların delil olarak gösterdikleri ayet-i kerime de ayrıca üzerinde durulması gereken bir ayettir. Mevzubahs olan ayette Hz. Adem (aleyhissalâtu vesselâm)'in oğlu Habil, kardeşi Kabil'e şunu söyler: "Kasem ederim ki, sen beni öldürmek için bana el uzatsan da ben, seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen, benim günahımı da kendi günahını da yüklenip varasın da, o ateşe layıklardan olasın..." (Maide, 5/28).
Bu ayetle alâkalı olarak, müfessir Hamdi Yazır, şu açıklamayı yapar: "Burada iki sual vardır:
* Birincisi: "Bir başka ayette mealen: "Hiç kimse başkasının günahından sorumlu değildir" (Fatır 18) dendiği halde, katil maktulün günahını nasıl yüklenir? Bu nokta birkaç veçh ile izah edilmiştir. Bir hadis-i şerifte: "Birbirine küfreden iki kişinin bütün söyledikleri, mazlum, haddi aşmadıkça ilk başlayana aittir" denmektedir. Yani ilk başlayan hem aynen kendisinin günahını, hem de sebep olduğundan dolayı arkadaşının bir mislini yüklenir. Fakat mazlum tecavüz edip daha ileri gitmedikçe."
Ayrıca ayette geçen: "Benim günahımı da..", sözü "şayet sana karşı mukabeleten el uzatırsam gireceğim günahın bir misli" demektir.
Binaenaleyh biri tecavüz eder, diğeri de mukabele eyler de ikisi de maktul düşecek olursa, ilk başlayan iki cinayet, öbürü de bir cinayet yapmış olur.
Beriki mukabele etmeyecek olursa bu, bir cinayetten de kurtulur. Fakat katil yine iki cinayet yapmış ve iki günah yüklenmiş bulunur ki, birisi mazlumu katletmek, diğeri kendini ukubete müstehak kılıp ateşe atmak cinayetidir.
Bundan başka, "benim günahımı..." sözü, "beni öldürmek günahını..." mânasına geldiği gibi, "kendi günahını.." sözü de "bundan evvelki günahın (Kabil'le ilgili olarak) ezcümle kurbanının kabul edilmemesine sebep olan günahın" demek de olabilir. Nitekim bu ikinci mânayı İbnu Abbas, İbnu Mes'ud, Hasan-ı Basrî gibi selefin büyükleri ayetten anlamışlardır.
Eyyubu's-Sahtiyanî, bu ayetle ilk amel eden Müslüman kimsenin Hz. Osman olduğunu, kendini basanlara mukabele etmektense onlar tarafından öldürülmeyi tercih ettiğini söyler.
Burada hemen kaydedelim ki, birbirini takip eden fenalıkların çıkmasına sebep olan fitneci kimseye sadece ilk yaptığının günahı değil, arkadan teselsül edecek fenalıkların da günahından bir misli gelecektir. Nitekim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kıyamete kadar işlenecek cinayetlerin günahından bir mislinin Hz. Adem (aleyhissalâtu vesselâm)'in oğlu Kabil'e geleceğini, çünkü yeryüzünde bu menfur işi onun başlattığını ifade eder.
İbnu Hacer'in bir kaydını nazar-ı dikkate alacak olursak, "fitneye karışmak mı, karışmamak mı, fitne sırasında müdafa-i nefis caiz mi, değil mi?" gibi ihtilaf ve münakaşaların, aslında bir ıstılah karışıklığından ileri geldiği söylenebilir. Zîra, onun kaydettiği üzere, alimlerin bir kısmına göre, "fitne" tabiriyle sadece dünyevî maksatlarla çıkartılan kargaşaları anlamak gerekir. Bağy tabir edilen ve meşru devlete, haksız bir teville karşı gelen isyancıların eylemi, karışmaktan men edilen fitne değildir, bertaraf edilinceye kadar bunlarla savaş gerekir.
Bu duruma göre, Nevevî'nin az önce sunduğumuz açıklamalarında rastlanan -ve belli bir ölçüde, tenakuz olarak değerlendirilmesi mümkün olan- müphemlik böylece ortadan kalkmış oluyor. Haklı tarafa yardım veya ayet-i kerimede ifade edilen "birbiriyle dövüşen iki mü'min zümreden mütecaviz olanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaş" emri de, meşru devlete karşı bir te'vile dayanarak, haksız olarak isyan edenlere karşı devletin yanında yapılacak savaşı ifade eder. Değilse, devlete karşı isyan eden muhtelif fırkalardan birini desteklemek mânasına gelmez.
10- Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin (18) ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.
AÇIKLAMA
12. Burada, müslümanlardan iki taife "vuruştuklarında" değil, "vuruşurlarsa eğer" denilmiştir. Bu ifade biçiminden müslümanlar arasında bir savaşın çıkmasının, müslümanların birbirine düşmelerinin tabii ve olağan olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat böyle bir olay vukubulursa eğer, bu konuda nasıl bir tavır alınacağı ortaya konulmaktadır. Ayrıca ayette "Fırka" yerine "Taife" kelimesi kullanılmaktadır. Arapça'da "Fırka" kelimesi büyük bir kitleyi tanıtmak için, "Taife" kelimesi ise, küçük bir topluluğu tarif etmek için kullanılır. Bu kullanımdan, Allah nezdinde müslümanların aralarında büyük kitleler halinde çarpışmalarının hoş karşılanmayacağı ve bunun çok çirkin bir olay olduğu anlaşılmaktadır.
13. Bu emrin muhatabı, vuruşan iki grubun dışındaki, bu iki grubu barıştırma imkanına sahip tüm müslümanlardır. Diğer bir ifadeyle, Allah katında, müslümanların içlerinde vuruşan iki grubu öylece seyretmeleri hoş görülmez.
Bu üzücü hadisenin meydana gelmesi halinde, tüm müslümanlar bu olayın ızdırabını içlerinde duymalı ve onların aralarını bulmak için gayret göstermelidirler. Savaşan muhalif gruplara Allah'tan korkmalarını telkin etmeli ve tarafların ileri gelenleriyle irtibat kurarak, savaşın sebeplerini araştırmalı, her türlü gayreti göstererek onları barıştırmaya çalışmalıdırlar.
14. Yani müslümanlara, kendisine saldırılan tarafa saldırmak veya saldırılan, mazlum olan tarafı kendi haline bırakmak ya da saldıran tarafı desteklemek yakışmaz. Şayet tarafları barıştırmak mümkün olmuyorsa, o takdirde haklının ve haksızın kim olduğu araştırılmalıdır. Sonra da hak üzerinde olana yardım edilip, zulmeden tarafa engel olunmalıdır. Çünkü bu, Allah'ın bir olması dolayısıyla vaciptir ve bu gaye uğruna savaşmak cihad kategorisine girer. Ancak bu Hz. Peygamber'in (s.a.) işaret ettiği "Ayaktakinin yürüyenden, oturanın ayaktakinden hayırlı olduğu" bir fitne bölümüne girmez. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) işaret ettiği fitne ile müslümanların asabiyyet ve cahiliyye davası için veya dünya menfaatleri uğruna savaştıkları ve her iki tarafın da haksız olduğu bir durum kastolunmaktadır. Oysa haklı olana yardım edip, mütecaviz tarafa karşı savaşmak bu tür bir fitne tanımına uymaz. Tam aksine böyle davranmak, Allah'ın emrine uymak demektir ve tüm İslam hukukçuları bu müdahalenin vacip olduğunda görüş birliği içindedirler, sahabe arasında da bu konuda ihtilaf yoktur. (Ahkamu'l Kur'an, Cassas) Hatta bazı alimler bu müdahalenin cihadtan efdal olduğuna karar vermişlerdir. Bu alimlerin delili, Hz. Ali'nin kendi hilafet döneminde kafirlere karşı değil, asilere karşı cihad etmiş olmasıdır. (Ruhu'l-Meani) Bu vucubiyete, Hz. Ali'nin savaşlarına İbn Ömer ve bazı sahabelerin iştirak etmediklerini ileri sürerek karşı çıkan bazı kimseler yanılmaktadırlar ve bu, sıhhatli bir delil değildir. Çünkü İbn Ömer şöyle demiştir: "Allah'ın bu ayeti gereğince asilere karşı savaşmadığım hususunda olduğu kadar hiçbir şey kalbimde beni endişeye sevketmemiştir." (Müstedrek, Hakim)
Mütecaviz gruba karşı savaşmak, sadece onlarla silahlı savaşmak ve onları öldürmek anlamına gelmez. Asıl tecavüze mani olabilmek maksadıyla ne az ne de çok, gereği kadar kuvvet kullanmak kastolunmaktadır.
Bu emrin muhatabı, bu zulmü ortadan kaldırabilme imkanına sahip her müslümandır.
15. Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi müdahale emri, asi ve başkaldıran gruba bir ceza değildir. İstenilen onların saldırılarının engellenerek, Allah'ın Kitabı'na ve Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti'ne göre hak olanı kabul etmek ve saldırıdan vazgeçmektir.
Asi olan grup bu emre uymayı kabul ettiği takdirde, onlara karşı kuvvet kullanmaktan vazgeçmek gerekir. Çünkü savaşın gerçek amacı ve nihai hedefi budur. Artık bundan sonra hududu çiğneyip onlara zulmetmek doğru olmaz. Yapılması gereken, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti ışığında sözkonusu ihtilafın nedenlerini araştırmak ve haksızın kim olduğuna yetkililerce karar vermektir.
16. Burada, sadece iki tarafı barıştırmak emredilmemiş, onların hak ve adaletle barıştırılması gerektiği de vurgulanmıştır. Bu bakımdan haklı ve haksız dikkate alınmaksızın savaşın durdurulmasının Allah nezdinde bir değer taşımayacağı ortadadır. Ayrıca, haklı olan tarafa baskı yaparak, haksız olan diğer tarafın yanında yer alıp, iki grubu barıştırmaya kalkışmak doğru değildir. Çünkü gerçek barış ancak hak ve adalete dayanan barıştır. Aksi takdirde fesad sürer, mütecaviz tarafın cesareti artar. Sonuçta da bu fesadın illeti kalkmamış olacağından, fesad daha da çoğalır ve tekrar tekrar gün yüzüne çıkar.
17. Bu ayet, müslümanlar arasında vukubulması muhtemel bir savaş hakkındaki kanunların kaynağıdır. İleride zikredeceğimiz bir hadis dışında, bu konunun izahı Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti'nde bulunmamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) döneminde, kendisinin söz ve davranışlarının bir örnek teşkil edeceği müslümanlar arası bir savaş vukubulmamıştır. Ancak daha sonraları Hz. Ali döneminde, bu kanunun istinad edeceği müslümanlar arası bir savaş meydana geldi. Çünkü o dönemde birçok sahabe hayattaydı. Dolayısıyla onların davranışları ve açıklamalarından yararlanılarak İslam'ın bu konudaki emir ve prensipleri ayrıntılarıyla tertip edilmiştir. Özellikle Hz. Ali'nin izlediği yol, İslam hukukçuları açısından bu kanunun tertibinde önemli bir kaynak vazifesi görmüştür. Aşağıda bu kanun ile ilgili olarak bir özet verdik:
1) Müslümanlar arasında yapılan savaşın bir çok şekli olabilir:
a) Savaşan her iki tarafın İslam devletinin tebaası olması durumunda, iki tarafı barıştırmak, sözkonusu ihtilaf hakkında karar vermek ve verilen kararı uygulamak İslam devletinin görevidir.
b) Savaşan her iki tarafın, büyük kitleler veya birer İslam devleti olması durumunda, her iki taraf da eğer dünyevi amaçlar uğruna savaşıyorlarsa, mü'minler kesinlikle bu fitneden uzak durmalıdırlar. Yapılması gereken şey, her iki tarafa da Allah'tan korkmalarını tavsiye etmektir.
c) "b" şıkkında zikredildiği şekildeki tarafların, biri haklı diğeri haksız olması ve haksız tarafın tavsiyeye kulak asmaması durumunda müminler, haklı olan tarafa, haksızlık yapan tarafa karşı yardım etmelidirler.
d) Taraflardan birinin teba olup, İslam devletine karşı ayaklanması durumu, (Fıkıh terminolojisinde bu kimseler "Baği" olarak tanımlanırlar)
2) Baği, yani devlete karşı ayaklananlar çeşitli kategorilerde ele alınabilir:
a) Ellerinde şer'i bir delil olmaksızın ayaklanan kimselerle savaşmak caizdir ve bu konuda ittifak hasıl olmuştur. Böyle bir savaşta mü'minlerin adil olsa da olmasa da devletin yanında yer almaları vaciptir.
b) Elde şer'i bir delil olmaksızın, hükümeti devirmek amacıyla ayaklanma yapılmışsa ve ayaklanan kimseler zahiren zalim ve fasık, hükümet de adil ise, hükümetin yanında yer almak hiç kuşkusuz vaciptir. Hükümet adil olmasa bile onu ayakta tutmak ve asilere karşı savaşmak mü'minlere vaciptir, zira hükümet her ne kadar adil olmasa da ülkenin düzenini sağlamaktadır.
c) Elde şer'i bir delil olmaksızın hükümete karşı ayaklanıldığında delilleri batıl, akideleri fasid ise (Hariciler gibi) o takdirde adil olsa da olmasa da devletin yanında yer almak mü'minlere vaciptir.
d) Meşru bir yolla kurulmuş adil bir hükümete, ellerinde şer'i bir dayanak olmaksızın ayaklanan kimselere karşı savaşmak ve adil hükümetin yanında yer almak tüm mü'minlere vaciptir.
e) Zalim bir hükümete karşı (ki yöneticileri iktidarı zorla ele geçirmişlerdir ve fasıktırlar) ayaklanan kimseler şayet Allah'ın hududunun ve adaletinin yerleştirilmesi uğruna kıyam etmişlerse ve zahiren salih kimseler iseler bu takdirde bu kimseler "Baği" olarak nitelenemez. Bu kimselere karşı savaşmanın vacip olmadığına karar vermede İslam hukukçuları arasında şiddetli anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır.
Fukahanın cumhuruna ve Ehli Hadis'e göre: İktidarını yerleştirmiş, ülkede asayiş sağlamış ve ülkede bir devlet nizamı kurmuş ve meşru ya da gayrimeşru bir şekilde iktidarı ele geçirmiş olsa da adil veya zalim devlet başkanına karşı ayaklanma, küfrü açıkça irtikap etmemesi kaydıyla haramdır.
İmam Serahsi, müslümanların hakkında icma ettikleri ve onun vasıtasıyla asayişin sağlandığı, yolların korunma altında olduğu bir devlet başkanına karşı müslümanlardan bir grubun ayaklanması halinde diğer müslümanların bu kimselere karşı savaşmasının vacip olduğunu yazmaktadır. (Mebsut, Huruc Babı)
İmam Nevevi, Şerhi Müslim'de, müslümanların imamlarına (Eimme) karşı ayaklanmanın ve savaşmanın, hükümdarın fasık ve zalim olması halinde bile haram olduğunu yazmaktadır. Ayrıca İmam Nevevi bu hususta icma olduğunu iddia etmektedir. Bu hususta icma olduğu iddiası doğru değildir. Zira, aralarında ileri gelen alimlerin de bulunduğu İslam hukukçularından büyük bir guruba göre devlet başkanına muslihlerin başkaldırışı Kur'an terminolojisinde beğavet olarak tarif edilmemiştir. Üstelik, bu tür kimselere baş kaldırmanın vacip olduğu söylenmiştir. İmam Ebu Hanife'nin zalim devlet başkanına karşı savaşılması konusundaki görüşleri ilim ehlince malumdur. Ebu Bekir el-Cessas, "Ahkamu'l-Kur'an" adlı eserinde İmam Ebu Hanife'nin savaşa sadece caiz değil, şartların müsait olması durumunda vacip hükmünü verdiğini yazmaktadır. (Cilt 1, sh: 81, Cilt: 2, sh: 39) .
Ebu Hanife, Emevilere karşı İmam Zeyd'in kıyamı için ona sadece maddi yardımda bulunmakla kalmamış, başkalarına da bu konuda yardımcı olmaları için telkinde bulunmuştur. Yine Nefsi Zekiyye'nin Halife Mansur'a kıyamında ona coşkuyla yardım etmiş ve bu savaşı küffara karşı yapılan cihaddan daha efdal saymıştır. (Cassas Cild: 1, sh: 81, Menakıbi Ebi Hanife, Kardari Cild: 2, sh: 71-72.) Ayrıca Fukaha, İmam Serahsi'nin dediği gibi, görüş birliği içinde değillerdir. İbn Hümam, Hidaye şerhi "Fethul Kadir" de, fukahanın örfüne göre beğavetin hak imama karşı çıkmak olduğunu yazmaktadır. Hanbeli'lerden de İbni Akil ve İbnu'l Cevzi, adil olmayan imama karşı ayaklanmanın caiz olduğu görüşündedirler ve Hz. Hüseyin'in kıyamını delil olarak göstermektedirler. (El-İnsaf Cild: 10 Babı Kıtal Ehlu'l-Bağy) İmam Şafii, Kitabul-Umm'de, Baği'nin adil imama karşı savaşan kimse olduğunu söylemektedir. (Cilt: 4, sh: 35) İmam Malik'e göre beğavet adil imama karşı ayaklanmaktır ve ayaklananlarla savaşılması gerekir. (El-Müdevvene, Cild: 1 sh: 407) . Kadı Ebubekir İbnu'l Arabi "Ahkamu'l-Kur'an" da onun bu görüşünü şöyle nakleder: "Ömer bin Abdülaziz gibi adil bir imama karşı yapılan bir ayaklanmanın bastırılması vaciptir, diğer türdeki devlet başkanlarını ise (zalim, fasık) kendi haline bırakın, Allah onları başka bir zalimle cezalandırır, o zalimi de üçüncü bir zalimle cezalandırır," İmam Malik'ten bir başka görüşte şöyle nakledilir: "Kendisine biat edilmiş adil bir imamın başka bir kardeşi aynı iddia ile ortaya çıkarsa ona karşı savaşın, günümüzdeki imamlara biat zaten sözkonusu değildir, çünkü onlar biatı zorla almışlardır." Maliki mezhebinin bir diğer görüşünü İbnü'l Arabi şöyle beyan eder: "Savaş ancak adil imamın saflarında yapılır, iktidarda olan imamın veya ayaklananların hangisi adilse onun yanında yer alınmalıdır.
Ancak her ikisinin de adil olmaması halinde, iki taraftan da uzak durulmalıdır. Şayet canınız tehlikedeyse veyahut müslümanlara zulmediliyorsa kendinizi savunun." Kadı İbnü'l Arabi bu görüşü naklettikten sonra şöyle der: "Biz ancak hak ehlinin önder olarak kabullenmiş olduğu adil imamın saflarında savaşmalıyız."
3) Ayaklanan kimseler sayıca az iseler, arkalarında büyük bir kitle yoksa ve silahlı değilseler, onlara "Baği" muamelesi yapılamaz. Tazir kanunlarına göre normal olan şekilde davranılır. Yani cana kastetmişlerse kısas cezası, mala zarar vermişlerse mali cezalar verilir. Beğavet yasası, arkalarında büyük bir kitle ve güç bulunan ve silahlı olarak ayaklanan kimselere tatbik edilir.
4) Kişiler kendi fasid inançlarını açıkça beyan ettikleri veya bu inançlarını devlete ve devlet güçlerine karşı sert bir dille açıkladıkları için öldürülemez ve tutuklanamazlar. Ancak fiilen bir isyan olması ve kan dökmeyi asilerin başlatması halinde şiddete başvurulur. (El-Mebsut, Fethu'l-Kadir, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas)
5) Ayaklananlara karşı savaşa başlamadan önce, isyandan vazgeçip hak ve adalet yolunu seçmeleri için onları Kur'an yoluna davet etmek gerekir. Şayet bazı şüphe ve itirazları varsa onları ikna etmeye çalışmalı, yine yola gelmezlerse ve kan dökmeyi onlar başlatırlarsa o zaman kılıca başvurulmalıdır. (Fethu'l-Kadir, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas.)
6) Ayaklananlara karşı yapılacak savaşta hangi kaidelerin dikkate alınacağı Hz. Peygamber'in (s.a.) İbn Ömer'den rivayet edilen şu buyruğunda ortaya konulmuştur. Hz. Peygamber, İbn Mesud'a: "Ey İbn Ummi Abd! Bu ümmetin bağilerine nasıl davranılacağı konusunda Allah'ın emirlerinin neler olduğunu biliyor musun?" diye sorduğunda, O, "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Onların yaralılarına dokunulmaz, esirleri öldürülmez, kaçanları takip edilmez, malları ganimet olarak paylaştırılmaz." (Hakim, Bezzar, Cassas.) Bu konuda fukahanın dayandığı bu kaidenin ikinci kaynağı, Hz. Ali'nin sözleri ve tatbikatıdır. Hz. Ali, Cemel vakıasında zafer kazandıktan sonra, askerlerine şöyle emir vermiştir: "Kaçanları takip etmeyin, yaralılara dokunmayın, esirleri öldürmeyin, silahları teslim edenlere eman verin, halkın evine girmeyin, sizlere sövseler bile kadınlara birşey yapmayın." Ancak askerlerden bazılarının muhaliflerinin çocuk ve kadınlarının köle olarak paylaştırılması talebinde bulunmaları üzerine, Hz. Ali öfke ile şöyle buyurur: "İçinizden, ümmü'l-mü'minin Aişe'yi kendine kim alacak?"
7) Hz. Ali'nin tatbikatından istihraç edilen bağilerin malları ile ilgili hükümler şunlardır: Onların orduya ait veya evlerinde bulunan ya da hayatta iken veyahut vefatlarından sonra her iki halde de malları ganimet olarak paylaştırılamaz. Ancak mallarının telef olması durumunda tazminat da ödenmez. Savaş bitiminde malları kendilerine iade edilir. Ele geçen silah ve binekler savaş sırasında onlara karşı kullanılabilir, ama ganimet malı olarak taksim edilemez. Şayet yeniden ayaklanmalarından endişe edilmiyorsa bu mallar da iade edilmelidir. Devletin bu mallara ganimet olarak el koyacağı görüşü sadece İmam Yusuf'a aittir. (Mebsut, Fethu'l-Kadir, Cassas.)
8) Esirleri kendilerinden bir daha ayaklanmayacaklarına dair söz alınarak serbest bırakırlar. (Mebsut)
9) Asilerin başları kesilerek teşhir edilmeleri çok çirkin bir davranıştır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ölülerin cesedlerine dokunmaktan (onların uzuvlarını kesmekten) men etmiştir. Nitekim bir defasında Hz. Ebu Bekir, kendisine bir Rum Patriğinin kesilmiş başı getirildiğinde çok öfkelenerek "Bize Rumları ve İranlıları taklit etmek yakışmaz" demiştir. Şayet böyle bir davranış kafirlere reva görülmüyorsa, elbette müslümanlara da reva görülemez. (Mebsut) .
10) Savaş esnasında asilerin yol açtıkları can ve mali zararlara karşı savaş bittikten ve asayiş sağlandıktan sonra, kısas, tazminat talep edilmez. Fitnenin yeniden dirilmemesi için, hiç bir ölüye karşı diyet alınmaz. Nitekim sahabe arasında vukubulan savaşlarda bu kaide uygulanmıştır. (Mabsut, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas, İbnu'l Arabi.)
11) Asiler, savaş esnasında ellerine geçirdikleri bölgelerde bir nizam kurup, halktan zekat ve diğer vergileri almışlarsa devlet yeniden bu bölgelere hakim olduğunda halktan yeniden zekat ve diğer vergi taleplerinde bulunamaz. Şayet asiler, halktan mal, zekat, vs. şer'i esaslara göre almış ve sarfetmişlerse, o halk Allah indinde vazifesini yapmış sayılır ve bu vucubiyet kendisinden sakıt olur. Fakat asiler halktan malı şer'i olmayan bir yolla almış ve sarfetmişlerse artık bu Allah ile kul arasındaki bir meseledir. Fakat isterlerse yeniden zekat verebilirler. (Fethu'l-Kadir, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas, İbnu'l Arabi)
12) Asilerin kendi tasarrufları altındaki bölgelerde kurmuş oldukları mahkemelerin hakimlerinin adil ve bu hakimlerin verdikleri kararlar şeriata uygunsa, kendilerini tayin edenler baği ve mücrim olsalar bile verdikleri kararlar geçerlidir. Ancak şeriata uygun kararlar vermemişlerse ve beğavet döneminden sonra hükümetin mahkemelerine yeniden baş vurulmuşsa, bu kararlar infaz edilemez. Bunun yanısıra beğavet döneminde kurulan mahkemelerin verdiği tutuklama kararları geçersizdir. (Mebsut, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas.)
13) Asilerin İslam mahkemelerinde yapmış oldukları şahitlikler kabul edilemez, çünkü onlar adil imama başkaldırarak fasık olmuşlardır. İmam Muhammed'e göre adil imama karşı fiilen savaşmadıkça şahitliği kabul edilir, fiilen savaşmışsa kabul edilmez. (Ahkamu'l-Kur'an, Cassas)
Tüm bu hükümlerden, kafirlere karşı yapılan savaş ile müslümanların kendi aralarında yaptıkları savaş arasında yasal farklılıklar olduğu anlaşılmaktadır.
18. Bu ayet yeryüzündeki tüm müslümanları evrensel bir ailenin bireyleri olarak ilan etmektedir. Bu müslümanlar arasında bulunan kardeşlik öyle bir nimettir ki, hiçbir dinde bir örneği bulunmamaktadır. Bu hususun önemi ile alakalı olarak Hz. Peygamber'den rivayet edilmiş birçok hadis vardır. Olayın ruhunun tam olarak kavranılması için biz bu hadisleri aşağıda zikrettik:
Cerir b. Abdullah, Hz. Peygamber'in (s.a.) , "Birincisi namaz kılmak, ikincisi zekat vermek, üçüncüsü tüm müslümanlar hakkında hayır dilemek olmak üzere üç hususta kendisinden biat aldığını" söyler (Buhari, Kitabu'l-İman.)
İbn Mesud, Hz. Peygamber'in (s.a.) , "Bir müslümana sövmek fısk, ona karşı savaşmak ise küfürdür" diye buyurduğunu rivayet eder. (Buhari, Kitabu'l-İman, İmam Ahmed aynı konuda başka bir hadisi Said b. Malik'in babasından nakletmiştir.)
Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber, "Bir müslümana, başka bir müslümanın canı, malı ve ırzı haramdır" buyurmuştur. (Müslim, Tirmizi.)
Ebu Said Hudri ve Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslüman müslümanın kardeşidir ve müslüman kardeşine zulmetmez, onunla dost olmaktan vazgeçmez, onu zelil etmez. Bir kimse için, bir müslüman kardeşini hakir görmek kadar büyük bir kötülük yoktur." (Müsned-i Ahmed)
Selh bin Sa'd es-Saidi'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiğine göre o, şöyle buyurmuştur: "Bir mü'minin cemaat ile münasebeti, baş ile bedenin irtibatı gibidir. Öyle ki, mü'min, cemaatinin çektiği eziyeti, bedenin bir uzvunun çektiği ızdırabı baş nasıl duyuyorsa, aynen öyle duyar." (Müsned-i Ahmed) . Benzeri bir hadis daha vardır: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Mü'minler, aralarındaki sevgi, bağlılık ve birbirlerine merhamet ve şefkat duymak bakımından tıpkı bir bedene benzer. Şayet bedenin bir uzvu zarar görecek olursa tüm beden bundan rahatsız olur ve uykusuz kalır." (Buhari, Müslim)
Başka bir hadiste, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Müminler birbirlerine bir duvarın tuğlaları gibi bağlıdırlar." (Buhari, Tirmizi).
Müslümanların Fitne Zamanında Karşı Karşıya Savaşması Durumunda Yapması Gerekenler:
(Ebu Hureyre’den nakledildiğine göre) Resulullah (asm.):
“Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde (yerinde) oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan, daha hayırlı olacaklar. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa, ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekan bulursa ona sığınsın.” (Sahihu’l-Buhari VIII, 92; Tefriru’l-Kurani’l-Azim II, 43; Sunenu İbn-i Mace, II, 3961.)
Hz. Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü'min olarak sabaha erer, akşama kafir olur; mü'min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem'in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil)" [Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Tirmizî, Fiten 33, (2205).]
Sa'd İbnu Ebi Vakkas'dan gelen rivayette Sa'd: "..Ey Allah'ın Resulü, düşman evime kadar girip beni öldürmek için elini kaldıracak olursa ne yapayım?" diye sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Hz. Adem'in oğlu (Habil) gibi ol" der ve Hz. Adem aleyhisselam'ın oğulları Kabil ile Habil arasında geçen hadiseyi hülasa eden -ve Habil'in söylediği sözleri nakleden- şu ayeti okur: "Andolsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim. Çünkü ben, kainatın Rabbi olan Allah'tan korkarım. Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de o ateş yârânından olasın. İşte zalimlerin cezası budur" (Maide 28-29).
Bir başka rivayette bu duruma düşecek olan bir kimseye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), daha açık bir ifade ile şu emri verir: "Elini tutsun, Allah'ın öldürülen kulu (Abdullahi'l-Maktul) olsun, Allah'ın öldüren kulu (Abdullahi'l-Katil) olmasın. Zîra kişi, İslam cemaatinde bulunur da, kardeşinin malını yer, kanını döker, Rabbine isyan eder ve böylece cehennem kendisine vacip olur."
Fitne zamanında kişi, evine kadar gelen düşmana bile mukabele etmekten men edilince, karşımıza mütenakız bir durum çıkmaktadır. Zîra, İslam'da tecavüz haram olmakla beraber, müdafa-i nefis helal addedilmiş ve hatta buna teşvik edilmiştir. O kadar ki, malını, canını, namusunu müdafaa sırasında öldürülen kimsenin manen şehid olacağı belirtilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: "Kim malı(nı koruma) için dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim kanı(nı, canını malını korumak) için dövüşür ve öldürülürse (manevî) şehittir. Kim ehli(nin korunması) için dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim din için dövüşürken öldürülürse o da şehittir."
Bir seferinde, bir adam gelerek malına tecavüz eden kimseye nasıl davranacağı hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e sorar. Aralarında geçen konuşma mal ve can müdafaasının meşruiyetini görmekte burada kayda değer:
"Ey Allah'ın Resulü, bir adam gelerek malıma saldırsa ne yapmamı tavsiye edersin?"
"Ona Allah'ı hatırlat." Müteakip hadiste: "Allah'ı üç kere hatırlat" denir.
"Allah'tan korkmazsa?"
"Etrafındaki Müslümanlardan ona karşı yardım iste."
"Yanımda Müslümanlardan kimse yoksa?"
"Ona karşı sultandan yardım iste."
"Sultan beden uzaksa?"
"Ahiret şehitlerinden biri oluncaya veya malını koruyuncaya kadar onunla dövüş."
Rivayetin bir başka veçhinde: "...Dövüş. Öldürülsen cennetliksin, öldürürsen öbürü cehennemliktir" denir. Kur'an-ı Kerim'de de -haddi aşmamak kaydıyla- yapılacak kötülüğe denk bir kötülük yapmaya cevaz verilmiştir: "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme)dir. Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükafaatı Allah'a aittir. Kim kendisine yapılan zulmün ardından herhalde hakkını alırsa, artık bunlar aleyhinde (me'suliyete) bir yol yoktur" (Şura 40, 41, 42). Ayet ve hadislerde gelen bu müdafa-i nefis hakkı ile, daha önce zikrettiğimiz yasak alimler arasında medar-ı münakaşa olmuştur. İmam Nevevî, bu münakaşaları şöyle hülasa eder:
"Bu ve benzeri hadisler fitne zamanında hiçbir hal ve şartta kıtali caiz görmeyenlerin hücceti olmaktadır. Alimler fitne sırasında yapılacak kıtal üzerine farklı görüşler ileri sürdüler. Onlardan bir grub: "Müslümanlar fitneye düştüğü zaman, düşman evin içine girmiş ve öldürmeye teşebbüs etmiş bile olsa onunla kıtal edilmez; ona karşı müdafayı nefiste bulunmak caiz değildir. Zîra eve gelen düşman (kafir değil) mütevvildir (ayetleri inkar etmiyor, tevil ederek herkesçe benimsenmeyen bir mânayı benimsiyor.) Bu görüş, Ashabtan Ebu Bekre ve diğer bazılarının (radıyallahu anhüm) görüşüdür.
İbnu Ömer, İmran İbnu'l-Husayn ve diğer bazılarının (radıyallahu anhüm) görüşüne göre, "fitneye karışılmaz, ancak, ölüm tehlikesi karşısında nefis müdafaası yapılır."
Bu iki görüş, Müslümanlar arasında çıkan fitnelerin hiçbirine girmemek hususunda müttefiktir. Sahabe ve Tabiinin büyük çoğunluğu ve İslam âlimlerinin tamamı, "fitnede haklı tarafa yardım etmek ve onlarla birlik olarak asilere karşı mükatele etmek gerekir" demişlerdir. Nitekim ayet-i kerimede de: "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz, o tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın..." denir.
Bu mevzuda sahih olan budur.
Hadisler ise, kendisine haklı tarafın karşı çıktığı kimseyle veya her ikisi de zalim olan iki grupla alâkalıdır, şeklinde izah ve tevil edilir. Bunlardan sadece biriyle tevil edilemez. Eğer birincilerin dediği gibi hareket edilecek olursa fesad ortalığı kaplar, baği ve sapık olanların hakimiyeti devam eder gider. Doğruyu Allah bilir."
Fahreddin-i Razi de, müdafa-i nefsin meşruiyyetini te'yid etmekle beraber, bunun mütecaviz tarafa mümkün olan asgari bir zarar vermek suretiyle yapılması hususunda ehl-i ilmin ittifak ettiğini kaydeder.
Aliyyu'l-Kârî, Ebu Zerr'den gelen: "...Eğer kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından (yani eve seni öldürmek için giren düşmana mukabele etmekten) korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü ört.." mealindeki hadisin şerhini yaparken, Tîbî'den şöyle bir görüş kaydeder: "...Doğrusu şudur: Eğer eve gelen düşman Müslüman ise ve kendisine bir fesad da terettüp etmeyecek ise, onu defetmesi caizdir. Eğer düşman kafir ise, mümkün mertebe def'i vacibtir."
Fitne sırasında mütecavize -eve kadar gelmiş bile olsa- mukabele edilmemesi görüşünde olanların delil olarak gösterdikleri ayet-i kerime de ayrıca üzerinde durulması gereken bir ayettir. Mevzubahs olan ayette Hz. Adem (aleyhissalâtu vesselâm)'in oğlu Habil, kardeşi Kabil'e şunu söyler: "Kasem ederim ki, sen beni öldürmek için bana el uzatsan da ben, seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Ben isterim ki sen, benim günahımı da kendi günahını da yüklenip varasın da, o ateşe layıklardan olasın..." (Maide, 5/28).
Bu ayetle alâkalı olarak, müfessir Hamdi Yazır, şu açıklamayı yapar: "Burada iki sual vardır:
* Birincisi: "Bir başka ayette mealen: "Hiç kimse başkasının günahından sorumlu değildir" (Fatır 18) dendiği halde, katil maktulün günahını nasıl yüklenir? Bu nokta birkaç veçh ile izah edilmiştir. Bir hadis-i şerifte: "Birbirine küfreden iki kişinin bütün söyledikleri, mazlum, haddi aşmadıkça ilk başlayana aittir" denmektedir. Yani ilk başlayan hem aynen kendisinin günahını, hem de sebep olduğundan dolayı arkadaşının bir mislini yüklenir. Fakat mazlum tecavüz edip daha ileri gitmedikçe."
Ayrıca ayette geçen: "Benim günahımı da..", sözü "şayet sana karşı mukabeleten el uzatırsam gireceğim günahın bir misli" demektir.
Binaenaleyh biri tecavüz eder, diğeri de mukabele eyler de ikisi de maktul düşecek olursa, ilk başlayan iki cinayet, öbürü de bir cinayet yapmış olur.
Beriki mukabele etmeyecek olursa bu, bir cinayetten de kurtulur. Fakat katil yine iki cinayet yapmış ve iki günah yüklenmiş bulunur ki, birisi mazlumu katletmek, diğeri kendini ukubete müstehak kılıp ateşe atmak cinayetidir.
Bundan başka, "benim günahımı..." sözü, "beni öldürmek günahını..." mânasına geldiği gibi, "kendi günahını.." sözü de "bundan evvelki günahın (Kabil'le ilgili olarak) ezcümle kurbanının kabul edilmemesine sebep olan günahın" demek de olabilir. Nitekim bu ikinci mânayı İbnu Abbas, İbnu Mes'ud, Hasan-ı Basrî gibi selefin büyükleri ayetten anlamışlardır.
Eyyubu's-Sahtiyanî, bu ayetle ilk amel eden Müslüman kimsenin Hz. Osman olduğunu, kendini basanlara mukabele etmektense onlar tarafından öldürülmeyi tercih ettiğini söyler.
Burada hemen kaydedelim ki, birbirini takip eden fenalıkların çıkmasına sebep olan fitneci kimseye sadece ilk yaptığının günahı değil, arkadan teselsül edecek fenalıkların da günahından bir misli gelecektir. Nitekim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kıyamete kadar işlenecek cinayetlerin günahından bir mislinin Hz. Adem (aleyhissalâtu vesselâm)'in oğlu Kabil'e geleceğini, çünkü yeryüzünde bu menfur işi onun başlattığını ifade eder.
İbnu Hacer'in bir kaydını nazar-ı dikkate alacak olursak, "fitneye karışmak mı, karışmamak mı, fitne sırasında müdafa-i nefis caiz mi, değil mi?" gibi ihtilaf ve münakaşaların, aslında bir ıstılah karışıklığından ileri geldiği söylenebilir. Zîra, onun kaydettiği üzere, alimlerin bir kısmına göre, "fitne" tabiriyle sadece dünyevî maksatlarla çıkartılan kargaşaları anlamak gerekir. Bağy tabir edilen ve meşru devlete, haksız bir teville karşı gelen isyancıların eylemi, karışmaktan men edilen fitne değildir, bertaraf edilinceye kadar bunlarla savaş gerekir.
Bu duruma göre, Nevevî'nin az önce sunduğumuz açıklamalarında rastlanan -ve belli bir ölçüde, tenakuz olarak değerlendirilmesi mümkün olan- müphemlik böylece ortadan kalkmış oluyor. Haklı tarafa yardım veya ayet-i kerimede ifade edilen "birbiriyle dövüşen iki mü'min zümreden mütecaviz olanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaş" emri de, meşru devlete karşı bir te'vile dayanarak, haksız olarak isyan edenlere karşı devletin yanında yapılacak savaşı ifade eder. Değilse, devlete karşı isyan eden muhtelif fırkalardan birini desteklemek mânasına gelmez.