Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Huseyin Yunus : Tekfir Meselesi

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tekfir Meselesi




TEKFİR MESELESİ2

GİRİŞ2

Tekfir Konusuyla İlgili Bazı Görüşler Ve Bu Görüşlerin Değerlendirilmesi2

Tekfirde Genelleme4

ÇELİŞKİLER7

TOPLUMLAR VE ÖZELLİKLERİ8

TOPLUM VE TAVIR8

Mu’minlerin Birbirini Tekfir Etmesi8

Tekfirde Aşırılığın Getirdiği Çelişkiler9

TEVHİDİ MÜSLÜMANLARIN TUTUMU10

METOT MESELESİ VE SEYYİD KUTUB10

TEKFİRDE AŞIRI GİDENLER VE ESERLERİ12

BÖLÜM13

ALİMLERİN GÖRÜŞLERİ13

Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmek15

Belli Bir Şahısla Zümre Arasını Ayırmak Gerekir15

Kim Tevhid üzere ölürse Cennet'i hak eder17

Müslümanlığı Bozan Şeyler18

Büyük Günahlar İmanı Zedeler Ama Kökünden Kazımaz.18

"Şirkin Dışında Kalan Günahlar Affedilebilir20

Naslarda Ortaya Çıkan Küfrün; Büyük ve Küçük Küfür Diye Ayrılması21

İmanın Küfür, Nifak veya Cahiliyetle22

Birlikte Bulunabilmesi22

KESİLEN HAYVANLARIN ETİNİN YENMESİ MESELESİ25

İSLAM ALİMLERİNİN FİKİRLERİNDE ÇELİŞKİLER VAR MI?31

Belli Bir Şahsın Tekfir Edilmesi Durumu:37

DÂR'U'L-HARPTE MÜSLÜMANIN DURUMU38

SEYYİD KUTUB VE TEKFİR38

Müslümanları Tekfir Ettiği İthamı38

3- Seyyid Kutub'un delilleri:39

Cahilî Toplum43

TARİHİN ÇEŞİTLİ DÖNEMLERİNDE VE GÜNÜMÜZDE YAŞAYAN BAZI ALİM VE44

YAZARLARIN GÖRÜŞLERİ44

"İslâm ve Müslüman44

Açıklama Mezhebi45

Sakınılması Gereken Şeyler45

ÎMAN VE KÜFRÜN MAHİYETİ47

İBN-İ HACER ASKALANİ'NİN İMAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞ VE RİVAYETLERİ51

ET-TEKFİR VE'L HİCRE GRUBU52

Islami Sahada Aşırılık ve Çalışma:52

Geçmişe ve Geleneğe Karşı Tutumları54

Et- Tekfir Akımının Bugünkü Durumu55

Manalarını Bilmediği Halde Şehadet Kelimesini Söyleyen Kişinin Müslüman Olmadığını Söylemenin Yanlışlığı:58

Büyük Küfür İle Küçük Küfrü Birbirine Karıştırmak:62

TEVİL VE TEKFİR65

SONUÇ66

KAYNAKÇA67



TEKFİR MESELESİ


GİRİŞ


Yaşadığımız zaman diliminde İslâmî gelişmeler çoğaldıkça müslümanların sorunları da çoğalmaktadır. Bu sorunların bir kısmı, hareketlerin gelişmesiyle oluşan doğal sorunlardır. Ancak müslümanların karşılaştıkları bazı sorunlar vardır ki bunlar doğal bir ortamda vücut bulmamıştır. Bu sorunların oluşumunda birçok faktörün etkisi vardır. Yetersiz olan kitap-Sünnet bilgisi, İslâmî eserlerin yanlış yorumlanması, yüzeysel değerlendirmeler, siyonist ve emperyalistlerin fitneleri... Evet bu ve benzeri faktörlerin etkisiyle müslümanlar birçok sorunlarla karşı karşıya bırakılmakta-getirilmektedir. Bu çalışmamızda, işte, müslümanların bu önemli sorunlarından birine değinmeye çalışacağız. Bu eser, bir karşı düşünceyi samimi bir niyetle anlamaya çalışmanın sonucunda o düşüncenin zayıflığını ortaya koyma amacıyla yapılmıştır.

Eserde müslümanlar arasında "tekfîrci görüş" olarak bilinen fikir yapısıyla ilgili değerlendirmeler yer almaktadır. Çalışmamız iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde tekfir görüşünün iddiaları, fikirleri, onların fikirleri hakkındaki kanaatler ve alimlerin yaklaşımları ortaya konmaya çalışılmıştır, ikinci bölümde ise yine alimlerin görüşleri bu defa ağırlıklı biçimde ortaya konmaya çalışılmış ve ele aldığımız konuyla ilgili çarpıcı tesbitlerine genişçe alıntı yapılarak yer verilmiştir. Hiç kimse adı bu çalışmada anılmayan alimlerin fikirlerine saygı duymadığımızı zannetmemeli ve yine hiç kimse bu çalışmada kaynak aldığımız her alimin her görüşünü hatasız bulduğumuzu da zannetmemelidir.

Okuyucu, bu çalışmada pek çok kitapta görülen gereksiz detaylara girilmediğini görecektir. Burada amacımız bir çok insanın gündemini işgal eden bir mevzu hakkında lafi dolandırmadan, hoşgörü ve adaleti elden bırakmamaya çalışarak aydınlatıcı olmaktır. İfrat ve tefrit arasında çoğu kez şaşırmış durumda kalan günümüz müslümanının bu çalışmadan faydalanması ümidiyle...[1][1]


Tekfir Konusuyla İlgili Bazı Görüşler Ve Bu Görüşlerin Değerlendirilmesi


Tekfir konusuna geçmeden önce bu konuda aşırı görüşlere sahip insanların belli başlı iddialarını sıralamak istiyoruz. Tekfirde aşırı gidenlere göre:

1- Toplumların hepsi kafir ve Muşriktir (özellikle bugünkü toplumlar).

2- Toplumlara Muşrik demeyenler de Muşriktir.

3- Kendi fikirlerini kabul etse bile onlara biat etmeyenler de Muşriktir.

4- Günümüz toplumlarında et yenmez, selam verilip alınmaz.

5- Günümüz toplumlarına mürted gözüyle de bakılabilir.

6- Tüm mezhep imamları -güya- onların görüşlerinin aksini söylememişlerdir. Keza Seyyid Kutub Mevdudî, E. Hamdi Yazır gibi alimler de onların fikirlerini savunmuşlardır. Onlar tarafından ortaya atılan diğer görüşlere de ileride değineceğiz.

Rahman ve Rahîm Allah'ın adıyla

Şimdi yukarıdaki meseleleri bir bir ele alalım:

1- Herhangi bir konuda fetva sahibi olmak, hüküm ve fikir belirtmek öncelikle alimlerin işidir. Yani avamdan bir müslüman da pekala Kur'an'ı, sünneti uğraş vererek anlayabilir ama takdir edilmeli ki bu uğraşı öncelikle halleden kişiler alimlerdir. Dolayısıyla önce alimlere danışılmalıdır. Çağımızda tevhid ehli müslümanlarının güvenilir bulduğu alimler de bellidir. Bunlar: Seyyid Kutub, Mevdudî, A. Udeh, M. Bakır, M. Kutub, Mutahhari, E. Hamdî, Y. El-Kardavî, Said Havva... Tabi günümüz-çağımız alimleri olarak bunları saydık. Bu alim ve araştırmacılarımız da kitaplarından anladığımız kadarıyla, çağımızda içinde yaşadıkları toplumların tüm fertlerine Muşrik olarak bakmamış ve Muşrik muamelesi yapmamışlardır. Bu alimlerimizin görüşleri nakle de akla da uygun olduğu için kabul edilmelidir. Gerçi her insan hata yapabilir ancak itikadi konularda yukarıda adı geçen alimlerin çok hassas davrandıklarına içtenlikle inanıyoruz. Bununla beraber bir insan: "Hayır bu alimlerin dediklerine katılmıyorum, benim fikirlerim daha doğrudur ve bana kendi fikirlerim yeter" diyorsa o zaman o kişinin dinde ne derece ilim ve anlayış sahibi olduğuna bakmak gerekir. Ayrıca yukarıdaki alimlerden -varsayalım ki- birkaçını bir kenara bıraktık, peki diğer kalan alimlere ne yapacağız. Tüm alimleri silip atarsak geriye kim ve ne kalacaktır? Mevzuya dönecek olursak, bir kişi "toplumlara bakış açısı meselesinde" kendisi Kur’an alimi değilse alimlere tabi olması gerekmektedir. Gelelim alimlerin görüşlerine: Seyyid Kutub eserlerinin çoğunda ve özellikle Fîzılali'l-Kur'an'da günümüz insanını lügat anlamıyla Muşrikler gibi görse de ıstılahı anlamda Muşrik görmemektedir. Örneğin "İslam Kapitalizm Çatışması" adlı eserinde[1][2], (günümüzde) halkında müslümanların yaşadığı toplumları İslam ümmeti olarak anmaktadır. Yine yukarıda adı geçen eserinde yaşadığı toplumu -Mısır toplumunu- büyük çoğunluğu müslüman olan bir ülke olarak tanımlamaktadır. Peki, Seyyid Kutub, bazı eserlerinde[1][3] günümüz toplumlarını tamamen kafir saymamasına rağmen neden "Fîzılaül-Kur'an"da ve "Yoldaki işaretler"de günümüz toplumlarına yine neden kelime anlamıyla Muşrik olarak bakmaktadır. Aslında burada anlaşılmayan veya çarpıtılan şudur. Bir kelimenin -lügat- anlamı ayrıdır, ıstılahı anlamı ayrıdır. Istılahî anlam bir kelimenin Kur'an ve Sünnette sosyal hayatta çerçevesini bulan anlamıdır. Örneğin Yunus (a.s)'ın dilinden söyletilen "muhakkak ben zalimlerden oldum" ayetinde zulüm lügat anlamıyla kullanılmıştır. Oysa yine başka bir ayete göre "Zalimler, Allah'ın hükümleriyle hükmetmeyenlerdir."[1][4] Bu iki ayet arasında asla çelişki yoktur. İlk ayette zulüm lügat anlamıyla, amelî anlamıyla kullanılmış ikinci ayette ise itikadı anlamıyla-istilahî anlamıyla kullanılmıştır. Kelimelerin ve özellikle Kur'anî kelimelerin lügat ve istilah anlamları ile kelimelerin itikadî ve ameli anlamlarıyla ilgili olarak Yusuf El-Kardavi’nin, İbn-i Hacer Askalani’nin eserlerine bakılabilir ki bu eserlerden ileride bahsedeceğiz.

Seyyid Kutub'a tekrar dönelim. Çağımızda dünya toplumuna göre sayısı fazla olmayan muvahhid neslin medar-ı iftiharı olan bu şehidimiz “İslam Düşüncesi I" adlı eserinde, "İstikbal İslam'ındır" adlı eserinde, Fizılal'in 16. cildinde İhlas Suresi tefsirinde yaşadığımız toplumları da önceki toplumları ve devletleri de hiç de kafir saymamaktadır. Yani, geçmişte ve günümüzde halkında müslümanların yaşadığı toplumlara Muşrik olarak bakmamaktadır.

Sonuç olarak Seyyid Kutub'un kullandığı cahiliye kavramı da Muşrik kavramı da insanlığın ve toplumun genel yapılanması hakkında kullanılmıştır. Yani S. Kutub toplumu tüzel bir kişilik olarak kabul etmiştir. Eğer böyle kabul etmese mahkemede yargılandığı günlerde son sözlerinde şunları söyler miydi?: "Biz insanları tekfir etmiyoruz. Bu çarpıtılmış bir nakil... Biz diyoruz ki insanlar inanç sisteminin hakikatini bilmemeleri, onun gerçekten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslamî yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, cahiliye toplumunu andırır bir hale gelmiştir..."[1][5] Cahiliye kelimesi de nasslarda -Kur'an ve Sünnette- "mutlak küfür" anlamında değildir. Yani bu kelime her zaman kafirleri nitelemez. Bu konuyla ilgili ayet, hadis ve alimlerin görüşleri hiç de az değildir. Daha geniş bilgi için İ. Kayyım el-Cezvî, "Namazın Hükmü-İmanın ve Küfrün Mahiyeti" adlı eserinden ileride bahsedeceğiz.

Gelelim İbn-i Teymiyye ve diğer müçtehid imamların toplumlar hakkındaki görüşlerine: İ.Teymiyye, Türkçe adıyla Külliyat denilen eserinin üçüncü cildinde tekfir konusunda görüşlerini izah ediyor. Teymiyye eserlerinden anladığımız kadarıyla yaşadığı zamanda tasavvufçulardan, kelamcı ve felsefecilerden açık şirkini-hatasını ve küfrünü gördüğü kişileri tekfir etmiştir. Yoksa tasavvufun ilk şekillerine veya hepsine de karşı çıkmamıştır. İ. Teymiyye bu konularda çok makuldür ve Selef metoduna bağlıdır. Teymiyye'ye göre insanları tekfir etmek ayrı bir şeydir ve "kim şunları yaparsa kafir olur" demek de ayrı bir şeydir. Yine İbn-i Teymiyye insanların kendilerine doğru bilgiler ulaşmadığı sürece veya bu bilgiler ulaştığı halde hükmünü iyi anlamadıkları sürece bu insanları da tekfir edilmemesi gerektiğini söyler. Kur'an-ı Kerim'de onlarca ayette "bilmemenin mazaret olmadığına dair" bilgiler vardır. Peki İbn-i Teymiyye bu ayetleri bilmiyor mu? Şüphesiz Teymiyye gibi muvahhid bir alim bu ayetleri okumuştur. O halde anlaşılması gereken şudur. İbn-i Teymiyye de insanların kalû belada söz verdiklerini, elçilerle muhatap olduklarını, Allah'ın kendilerine akıl verdiğini biliyor; fakat onun söylemek istediği şu olmalı: İnsanlar bazı seri hükümleri ve esasları iyi anlayamamış olabilirler. Ya da unutmuş olabilirler, Bu da gayet makul bir durumdur.[1][6]

İbn-i Teymiyye'nin cezaevine atılmasının sebebi de yaşadığı toplumu-devleti kafir sayması değildir. O, müteşabih ayetler konusunda diğerleriyle anlaşamadığı için bir komployla hapse atılmıştır. Onun Muhiddin-i Arabi'yi tekfir ettiği ise doğrudur. M. Arabî konusunda Teymiyye gibi düşünen alimlerin sayısı da az değildir. İ. Teymiyye buna rağmen Külliyat'ta bazı tasavvufçuları hayırla anmakta (Cüneyd-i Bağdadi'yi, A. Geylani’yi, Selçuklu Sultanı Mahmut Sebüktekin'i de) açıkça övmektedir. Onun zindana atılış sebeplerinden biriside "Hameviye" adlı fetvadan dolayıdır. Bu konuda Mısır kadısıyla görüş ayrılığına düşmüştür. Yine Teymiyye'nin yaşadığı toplumla beraber Moğollara karşı savaşa gittiği de bilinmektedir. Yine İbn-i Teymiyye yaşadığı toplumu da "müslüman ümmet" olarak anmaktadır. Peki, İ. Teymiyye'nin yaşadığı toplumun özellikleri neydi? Teymiyye'nin yaşadığı toplum, hilafetle idare edildiği iddia edilen bir saltanat rejimiydi. İslam'ın hükümlerinden birçoğu uygulanmıyor ve açıkça sultanlar tarafından Kur'an ve peygambere de karşı çıkılıyordu.

Abdulkadir Udeh adlı alimin de "İhvan-ı Muslimin" cemaati mensubu olduğunu biliyoruz. İhvan Cemaatinin de "Tekfir Cemaatinin" görüşlerine karşı olduğu herkesçe malumdur.

Ayrıca İslam inkılabı yapılan coğrafi bölgelerdeki alimlerin de Mısır kökenli Tekfir Grubunun görüşlerini savunmadıklarını bilmekteyiz. Keza Yusuf El-Kardavî tekfirde aşırı gidenlerle ilgili özel eserler kaleme almıştır. El-Kardavî, toplumları genel olarak cahil görmekte, tebliğe muhtaç görmekte ama herkesi kafir saymamaktadır. Herkesi kafir saymayı haricî metodu olarak adlandırmaktadır.

Elmalılı Hamdî Yazır'ın da görüşleri bellidir. Örneğin "Hak Dini" adlı tefsirinde[1][7] günümüz toplumunda kesilelerin yenilebileceği fetvasını verir. Ve Mevdudî, büyük düşünür ve muvahhid, öncü alimlerimizden olan bu şahıs çeşitli eserlerinde günümüz toplumlarını tekfir etmediğini, Muşrik muamelesi yapamayacağını ve bu konuyla ilgili, Kur'an'da sayısız araştırma yaptığını söylüyor.[1][8]

Çağımızın tanınmış düşünürü ve alimi Muhammed Kutub da eserlerinde, kardeşi Şehid Seyyid gibi toplumları dışlamakta, tenkid etmekte, İslam'dan uzaklaşmış saymaktadır. Fakat asla herkesi kafir saymamaktadır. Son eserlerinden olan "Kavramlar" adlı kitabında herkese kafir demediğini açıkça beyan etmektedir.[1][9]

Bu satırların sahibini Kur'an'ın ve Sünnetin görüşleri ve bunların gölgesinin altında barınan alimlerin görüşleri bağlar. Yukarıdaki açıklamalara bakarak günümüzde yaşayan herkesi müslüman saydığımız da zannedilmemelidir. Bilinmesi gereken başka bir durum da şudur: Tekfir konusundaki görüşlere kaynaklık eden bazı yazarların ilmi konumu da İslam ülkelerinde tartışılmaktadır. Tekfir konusunda aşırı giden kesimlerin ayet ve hadisleri sistemli bir şekilde ele almadıklarına ve alimlerin kitaplarından da istedikleri görüşleri istedikleri gibi ele alıp yorumladıkları iyi bir incelemeden sonra anlaşılabilir. Yoksa insanların bol sayıda ayet-hadis okumaları cazip gelebilir ki bu Haricilerin de uyguladığı bir yöntem idi.[1][10]


Tekfirde Genelleme


Şimdi bazı konuları yeniden düşünelim. Toplumun hepsine kafir demek hangi yöndendir? Eğer sebep onların İslam'ın bazı hükümlerine uymaması ise bu her müslüman için geçerlidir. Toplumun şirk içinde olduğu konusu ise tartışılabilir. Evet, birçok toplum yapılanma olarak şirk düzeni içindedir. Seyyid Kutub'un tespiti de budur, fakat bu düzen içindeki herkesi kafir saydığımız zaman geriye kimse kalmayacaktır. Çünkü Muşrik düzenlerin yönetiminde yaşayan herkes şöyle ya da böyle, şu kadar, ya da bu kadar... bu düzenlerin emrindedir. Bir insanın -müslümanın- Muşrik düzene "uluhiyet-ilahlık" konusunda boyun eğmesiyle "rububiyet-rablik" konusunda boyun eğmesi arasında bir fark yoktur. Eğer, "ortada zorlama var. Zorlama olursa durum değişir, isteyerek yapılınca değişir" deniyorsa, yine "tağuta isteyerek boyun eğmekle, istemeden boyun eğmek farklıdır" deniyorsa o zaman "itikad" konusunda zorlama meselesinin sadece ikrah-ı mülci (ölüm, azaların kesilmesi vs.) durumunda mubah olduğunun bilinmesi gerekiyor, örneğin; siz, bir insanı, toplumun kestiğini yediği için ( o kişinin Mu’min olduğunu anlayabileceğiniz halde) onu kafir sayarsanız ve fakat aynı zamanda bu toplumda tağuta memurluk yapan, öğretmen olan, akademisyen olan, medeni hukuka uyan, askerlik yapan kişileri ale "aynı gruptansınız" diye kurtarmaya çalışırsanız bu dürüst bir düşünüş tarzı değildir. "Dininizi bölük-pörçük etmeyin"; "Akrabanız dahi olsa-aleyhlerindeki konularda adaleti elden bırakmayın..." emirlerini unutmayalım.

Şüphesiz, Allah'ın hükmünü gereksiz sayarak, inkar ederek, yahut bir kısmını inkar ederek uygulamamak kafirliktir. Buna, isteyerek ve gönülden bağlanmak da kafirliktir. Ancak küfre götüren tüm yolları bazı insanlar anlamamış ya da bilmemiş olabilirler. Peki günümüz insanlarının durumu nedir? Yani onlara ne hüküm verilmeli? Onlara tebliğ ederken hangi bakış açısına sahip olmalıyız? Örneğin, günümüz insanı, Allah'ın kanunlarının değiştirilmesi, yorumlanması gerektiğini söyleyen liderlerin partilerine oy vermektedir. Bu liderler müslüman olduklarını söyleseler de, namaz kılıp, oruç da tutsalar, hacca da gitseler resmen şeriatı inkar ediyorlar. Yani laikliği kabul edip Kur'an'ı anayasa yapmayı tercih etmiyorlar. Bunu, ekranlardan açıkça da haykırıyorlar. Kur'an'ın tüm ayetlerini dinin temeli yapmıyorlar. Kitabın bir kısmını arkalarına atıyorlar. Bu noktalarda bu hususları açıkça ilan eden liderler ve onlar gibi düşünenler de küfürlerinde ortaktırlar. Peki onların yönetimindeki halkın durumu nedir? Dikkatlice incelenirse ve alimlerin görüşleri iyi anlaşılırsa (özellikle ibn-i Kayyım El-Cezvî) bir hükmün altında yaşamak ve o hükmü kabul etmek durumlarının ayrı şeyler olduğu görülür. Mesela bir müslüman bu tağutî düzenlerin, liderlerin hükümleri altında yaşıyor ve onların mahkemelerinde yargılanıyor, onların ticaret ve medeni hukukunu vs. uyguluyor yine onların vatandaşlık hukukuna tabi oluyor ve bunları da istemeden yapıyor. Bu durumda bu müslümana Muşrik denebilir mi?

Tağutî düzen içindeki müslümanın yanında bir de sıradan vatandaş var. Vatandaş da eğer Allah'a iman etmişse, Kur'an'a inanmış ve şirke bulaşmayarak yaşamaya çalışıyorsa, o kişi "oy" verdiği zaman gerçekten liderlerin görüşlerini kabul ediyor mu, oy verirken hakimiyet noktasında şirke düştüğünü biliyor mu, anlıyor mu, unutmuşmu?... Bu noktalar tartışılmalı ve acele yargıya varılmamalı. Yani, tebliğ ve davet denen şey sadece kafire yapılmaz ki. Gidersiniz tevhidi anlatırsınız adam müslüman çıkabilir. Tebliğ yaptığımız her kişiyi her vatandaşı Muşrik olarak görmek hatadır. Adam zahiren müslüman ise müslüman muamelesi yapılır. Eğer şirkini görürsek o zaman da Muşrik sayarız. "Darı-Harpte herkese kafir muamelesi yapılır" görüşü ise asılsızdır. Buna ileride değineceğiz. İnsanların davetçi olması ile yargıç -kadı- olması ayrı şeylerdir. Bize düşen yargıç değil (kadı değil) davetçi olmaktır. Davet götürdüğümüz her toplum her fert Muşrik olmak zorunda değildir.

"Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin, fasıkların, zalimlerin ta kendileridirler." Maide suresinin bu ayetlerinden hareketle yapılan tefsirlere bakıldığı zaman bu ayetlerdeki hükümleri uygulamama konusunun Allah'ın hükümlerine inanmamakla beraber oluşan bir uygulama olduğu anlaşılır. Yani kafir olan kişi. Allah'ın hükümlerini inanmayarak uygulamadığı için kafirdir. Yoksa bir müslüman, müslümanlığıyla beraber Allah'ın tüm hükümlerine inanıyorsa ve gerekli olduğunu kabul ediyorsa ama bazılarını uygulamıyorsa o zaman -yine de- kafir olmaz.

Çünkü Allah'ın hükümleri demek nihayetinde "Allah'ın emirleri" Allah'ın emrettiği ameller demektir. Bu amelleri inkar ederek, gereksiz görerek yapmamak ayrı ama inkar etmeden bazısını yapıp bazısını da yapmamak ayrıdır. Allah en iyisini bilir ki eski müctehid imamlar da kendi devirlerindeki hükümetleri, sultanları bunun için kafir saymamışlardı. Çünkü onlar şirk denen şeyi dinlerinin temeli yapanları ve böyle yapmayıp sadece amelde şirke bulaşanları ayrıyorlardı.

2- Tekfirde aşırı gitmekle oluşan bir başka görüş: "kafire kafir demeyen kafirdir." Delil olarak İmam-ı Azam'm sözü veriliyor. İmam-ı Azam'ın eserinde[1][11] talebesi sorar: "Bir kişi kafiri kafir olarak bilmem derse durumu ne olur." İmam-ı Azam'da "kendisi de kafir olur" cevabını verir. İmam-ı Azam'ın cevabı güzeldir ve hakikattir. Fakat dikkat edilirse talebesi "kafiri kafir olarak bilmem" derse diyor, yani bir insanın kafir olduğu her haliyle belli ise kafir olduğu zahiren görülüyorsa durum o zaman geçerlidir. Yine dikkat edilirse "kafiri kafir olarak bilmem” ifadesi de ilginçtir. Yani bir insanın kafir olduğunu bildiği halde, ona yüzüne karşı "sen kafirsin, Muşrik ve necissin" demek ayrı fakat onun böyle olduğunu bildiği halde ayrı bir üslup kullanmak da ayrıdır. Bu yöntem konusuyla ilgili ayet ve hadislerin sayısı çoktur. "Onlarla en güzel şekilde tartış..."[1][12]; "Ona yumuşak söz söyleyin.”[1][13] İmam-ı Azam'ın sözleri iyi anlaşılmalıdır. Onun, "amelleri imandan ayrı sayması" Arap Muşriklerindeki Allah inancını, müslümanlardaki Allah inancıyla eş görmemesi ilgi çeken tesbit ve görüşleridir. İmam-ı Azam'ın görüşlerine bakılırsa Arap dönemi Muşrikleriyle günümüz insanının Allah inançları arasında uçurumlar vardır. Mesela İ. Azam Arap Muşriklerinin temelde bizim inandığımız Allah inancına sahip olmadıklarını söyler. Yani Allah'a sağlam inanıp şirk koşma" durumundan daha ayrı bir durumdur bu. Ve Arap cahiliyesinin kullandıkları "Allah yarattı, Allah yağdırdı vs..." sözlerininde müslümanlardan duydukları için alışageldikleri bir söylem olduğunu söyler İmam-ı azam.

İma' Azam'ın "Beş Eser"inde bilinmesi gereken bir noktada şudur.

Talebesi El-Munkatıl sorar: "Darul Harpte bir insanı namaz kıldığı zaman görürsek ona nasıl hüküm veririz."

İmam-ı Azam "ona müslüman hükmü veririz" der.

Bu misali öğrendikleri zaman tekfirde aşırı gidenler bu defa Daru'l Harbi tartışma konusu yapmaktadırlar. Hatta "dar" konusunda belli, kesin fikirlere sahip bulunmamaktadırlar. Yazdıklarına ve söylediklerine bakılırsa onlardan bazılarına göre toplum yapısı "cahiliyye" bazılarınca "Daru'1-Harp" bazılarınca "Daru'r Ridde" bazılarınca "Daru'ş-Şirk vs"dir. Haliyle tekfirde aşırı gidenler de kendi aralarında görüş ayrılığına düşüyorlar.

3- Bir cemaate tabi olup fikirlerini kabul etmek doğrudur. Bu hakikat olmakla beraber tüm fertlerin her konuda aynı görüşleri paylaşması mümkün olmayabilir. Tekfir'de aşırı gidenler bunu kabul etmediklerini, her fertlerinin aynı söyleme sahip olduğunu söylerler veya bunu zorunlu kılarlar. Bu konuda sadece Hucurat suresi'nin ayetlerini ve Peygamber (A.S)'ın Mekke Muşriklerine haber gönderen Hatib B. Ebi Beltaa olayı konusu ile ilgili olayları hatırlatmak yeterlidir. Elbette temel itikadi konularda Mu’minler görüş ayrılığına düşemezler. Çünkü onların görüşlerinin üstünde "Allah ve Resülü'nün sözü vardır. Yine bununla beraber temelden kopmamak şartıyla Mu’minler arasında fikir ayrılıkları bulunabilir. Halifeler dönemindeki tartışmaları, Musa ile Harun (a.s) arasındaki tartışmayı mezhep imamları arasındaki tartışmaları hatırlamak gerekir. Kısa bir örnek vermek gerekirse; namaz kılmayan ve bunda ısrar eden biri için bazı alimlerin "küfür" hükmünü vermesi İmam-ı Azam ve diğer bazılarınında bu hükmü vermemesi gibi.

4- Kesilen etlerin yenmesi ve selam konusu -çoğunlukla- kişilerin topluma bakış açılarıyla ilgili bir konudur. Yani toplumun hepsini Muşrik sayıp saymamayla ilgili bir konudur. Eğer toplumu Muşrik-kafir sayarsanız o zaman tabiki kestiklerini yememeniz ve selam konusunu yeniden düşünmeniz gerekir. Fakat, toplumu (son devir ulemasının tavrı gibi) cahiliyeye benzeyen toplum olarak kabul eder, karmaşık bir düşünce ortamı içinde kabul ederseniz o zaman et, selam vs. konular tartışılır ve ortaya değişik sonuçlar çıkar. Kesilen etlerin yenip yenmemesi ve bu konuyla ilgili -En'am, Bakara ve Ma'ide- surelerindeki ayetlerin tefsiriyle ilgili çok değişik fetvalar ve yaklaşımlar mevcuttur. İleride buna tekrar değineceğiz.

5- Günümüz toplumlarına mürted gözüyle bakılması meselesi iyi tartışılmalıdır. Mürted önce müslüman olduğu halde inancını reddederek dinden çıkan kişidir. Mürtede yönelik uygulamalarla ilgili bilgiler alimlerimizin kitaplarında mevcuttur. Günümüz toplumunda İslam'ı bilinçli bir şekilde reddeden mürtedler ve bunların kitleleri tabi ki vardır. Ancak tüm bireyleri mürted kabul etmek demek onların irtidat etmeden önceki hallerinin İslam olduğunu kabul etmek demektir. Şu halde günümüzün tüm bireylerine mürted dersek -o zaman- o bireylerin daha önceki halleri için "İslam idiler" hükmü vermiş olmaz mıyız?

6- Tüm mezhep imamları ve müctehid ulemanın, tekfirde aşırı gidenlerin görüşlerini savundukları meselesi:

Mezhep imamları, müctehid ulemanın çoğu yaşadığı sistemle anlaşamamış, hapse düşmüş, hatta bazısı da şehid olmuşlardır. Bu durum daha çok onların zamanında meşhur olan kelam tartışmalarının bir sonucudur. İstisnaları mevcut olmakla birlikte bu durum aynı zamanda saltanatlara, krallık ve zorbalıklara karşı çıkmanın da bir sonucudur. Bütün bu eziyet ve işkence çekmelere rağmen acaba hangi mezhep aliminin kitabında şu iddialara rastlayabiliriz:

a- "Allah'ın hükümlerine -iman ettiği halde- bir kısmını uygulamayanlar kafirdir. Bu hükümlere uymak zorunda kalan herkes de kafirdir." Burada bir örnek olarak Yezidi hatırlayalım: Alimler tarafından Yezid gibi birisi bile asla kafir sayılmamıştır. Oysa Yezid'in ne yaptığı ortadadır. Yezid'le günümüz liderlerini kıyaslamayalım. Fakat bir an Yezid'le günümüz tevhidi müslümanlarından birini kıyaslayın, acaba hangisi daha temizdir.

b- Toplumların hepsi kafirdir.

c- Tasavvufçuların hepsi kafirdir.

d- Bizim bu sözlerimize katılmayan herkes kafirdir.

e- Daru’l-İslam olmayan bir belde de herkese kafir gözüyle bakılmalıdır.

Evet hangi güvenilir alimin eserlerinde bu iddialar vardır?

Bu görüşlerde hakkla-batıl biribirine karışmıştır. Bu görüşlerin aynısını hangi alimin kitaplarında bulabiliriz? Ahmed Bin Hanbel'de mi, Ebu Hanife'de mi, Şafii, Maliki, İ. Cafer, Teymiyye, S. Kutub, Mevdudî... Hangi birisi yaşadığı toplumun her ferdini mürted saymıştır. Dikkat edelim ki "toplumun hepsini" diyoruz. Yoksa herkesi temize çıkarmak da batırmak da görevimiz değildir.

İnsanlar -günümüzde- tekfir meselesinde aşırı gidince belli başlı kaynakları şu oluyor:

a) İbn-i Teymiyye

b) S. Kutub

c) İbn-i Hacer

d) İmam Suyutî

e) Mevdudî

f) Heytemî

g) İmam-ı Azam

h) İbn-i Hanbel

i) Muhammed Kutub...

Ayrıca Seyfuddin el-Muvahhid, Ziyaeddin el-Kudsi adlı yazarlar da okunmakta ve çoğu kez bunların görüşleri baştacı edilmektedir. Şimdi aynen bu alim veya yazarların kitaplarını inceleyip okuduğu halde tekfirde aşırı gidenlerle aynı noktaya ulaşmayan müslümanların durumu ne olacaktır? Buna yerilecek cevap, bu durumun tamamen makul bir durum olduğudur. Aynı kaynaklardan beslendikleri halde bazıları ayrı bazıları daha ayrı düşüncelere ulaşabilirler. Bu sonuç bazılarının bazılarını aşağılamasına sebep olmamalıdır. "Sizden bazılarınız bazılarınızla alay etmesin..." Aslında tekfirde aşırı gitme meselesi biraz da insanların halet-i ruhiyeleri (psikolojik-sosyal) ortamlarıyla ilgilidir. Bu konuyu Y. el-Kardavî genişçe açıklamaktadır.[1][14] Bu arada bazı yazarlar da tartışma konusu ediliyor. Tekfirde aşırı gidince, tağuta memur ve kralların yanıbaşında yaşayan alim ve yazarlardan bazıları delil alınmıyor (M. Kutub). Yine aynı ortama sahip bazı alim, yazarlar da delil alınmıyor (Kardavi gibi). Bu bir çelişkidir. "Allah için adaleti ayakta tutanlar olun..." Çalışmamızın başında tekfirde aşırı gidenlerin görüşlerini altı maddede özetlemiştik. Şimdi bu görüşlerine kattıkları yeni görüşlerine de göz atalım. Deniyor ki:

1- "Peygamberler kendilerine peygamberlik görevi gelmeden önceki halleriyle Muşrik sayılabilirler." Bu sözleri defalarca -birinci rivayetle kendileri- söylemişler ve delil olarak da Kur’an'da çeşitli yerlerde geçen şu ayeti göstermişlerdir:

"Bana böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim."[1][15]

Bilinen İslam kaynaklarının hiçbirinde yukarıdaki -talihsiz- görüş mevcut değildir, ayetler yanlış yorumlanmakta, bazen hepsinin birlikte ele alınması gereken ayetler ayrı ayrı ele alınmakta, yöntem yanlışı yapılmaktadır. Bu iddiaya cevaben kısaca Kur'an'da çok yerde geçen peygamberlerin çocukluk-gençlik hallerinde de korunduğu-yetiştirildiği yolundaki ayetleri hatırlatmak yeterlidir. Yine peygamberimizin çocukluktaki mucizelerini (kendisine Allah'ın lütfettiği) hatırlamak yeterlidir.

2- Ortaya atılan diğer iddialardan biri de Mekke Daru'l-İslam olmadığı için orada herkese Muşrik gözüyle bakıldığıdır. Hatta bundan dolayı Mekkî ayetler, hep "ey Muşrikler" hitabıyla başlar... Mekkî ayetlerin çoğunda yukarıdaki hitap vardır, ancak hepsinde değil.

Mekke ortamının darul-İslam olmadığı doğrudur. Ancak orada Peygamber dahil herkese kafir gözüyle bakılabileceği kesinlikle ayetlerden çıkarılacak bir sonuç değildir. Örneğin ayetler diyor ki; "Ey Muhammed de ki ey Muşrikler..." Yani müslüman olanı ayırıyor ve Muşriklere sesleniyor. Bir akide davasının başlangıcının yaşandığı Mekke'de tabii ki Muşriklere öyle seslenilecekti. Ama Muşriklere -ey Muşrikler- diye seslenilince Mekke'de ki müslümanları da "daru'l-harpte" olduğu için Muşrik kabul etmek alimlerin eserlerinde olmayan bir tesbît ve Allah'ın verdiği akla ve izana da muhaliftir. Yine "Medine de de herkese müslüman gözüyle bakılmıştır" meselesi var. Medine daru'l-İslam'dır. Fakat orada herkese müslüman gözüyle bakılmamıştır. İman ettiği zahir olanlara Mu’min diye bakılmıştır. Ayrıca İslam devletinde halklara eşit muamele için herkese müslüman muamelesi yapmak ayrı bir olaydır. Bazıları bu noktayı iyi anlayamamaktadır. Anlayamadıkları için de Daru'l-İslam'da yaşayan herkesi müslüman, Daru'l-Harp'teki herkesi de kafir saymaktadırlar.

Günümüz dünyasında, insanlara önce tevhîd akidesini anlatmaya çalışmak ile bütün insanları kafir saymak ayrı şeylerdir. Tebliğ ve davet Muşriklere de yapılır müslümanlara da. İnsanları davetle tanıştırmak ayrı, ömür boyu kimlik yapıştırmakla uğraşmak da ayrı şeylerdir.[1][16]


ÇELİŞKİLER


Din, Allah ve Resulünün getirdiğidir. Bizim kanaatlerimizden önce Kur'an ve sünnetin kanaatleri gelir. Hal böyle olunca bu iki kaynağın dışındaki kaynaklarda çelişki olması, yanlışlar olması mümkündür. Tekfirde aşırı giden insanların eserlerinde görülen çelişkilere gelince: Ulemanın çoğu Mekke Muşriklerinde ahiret ve peygamber inancının olmadığını ayetler ışığında belirtiyorlar ama adı geçen grup, Muşrikleri peygamberlerden bazılarına inanan toplum olarak kabul ediyor. Bir başka konu: Tanımadığınız bir insan görüyorsunuz. Bakıyorsunuz ki bu insan namaz kıldı ve ellerini kaldırıp yüksek sesle dua etti. Peygamberimizi andı. Bu kişinin o durumu için İslam hükmünden başka ne hüküm verilir ki. İmam-ı Azam'ın dediği gibi. Oysa tekfirde aşırı gittiğimiz zaman bu namaz kılıp dua eden kişiyi -bizim toplumumuzda- ise Muşrik -yabancı bir toplumda ise- müslüman kabul etmemiz gerekiyor. Bu tutum, bu hüküm ne kadar değersizdir. Ve bu değersiz tutumlar tekfir ehlinin kendi aralarında düştükleri "dar" konusundaki tartışmalarla da çok ilgilidir. Bir başka çelişki de eserlerinde Hüseyin Hilmi Işık, M. İslamoğlu, Mutahhari, Ali Şeriati gibi Muşrik saydıkları yazarlardan destek aramalarıdır. Hem de itikadı konularda onların görüşleriyle sözlerini delillendirme yoluna gitmeleridir.

Ayrıca tekfirde aşırı olanların kullandıkları üsluba bakalım. Kur'an ayetlerine baktığımız zaman Muşriklerle de müslümanlarla da nasıl tartışılması gerektiğini ortaya koyuyor.

"Kitab ehliyle ancak iyilikle tartışın."[1][17] Yine Musa'nın firavunla "yumuşak..." söz söyleyerek tartışmasını emreden ayetler. Bu konuyla ilgili ayet ve hadislerin sayısı az değildir. Oysa günümüz ortamına bakalım. İnsanlara karşı -tebliğde bulunmamışken- birdenbire savaş açıyor, Muşrik, pislik vb. sözlerle yaklaşıyor, çevreyi daraltıyoruz. Peygamber efendimizin Kafirun Suresindeki sert üslubu onca davetten sonra ve ancak kendisinden büyük tavizler istendikten sonra kullandığını hatırlamıyoruz.

Ayrıca tartışılan konulardan birisi de Ehl-i Kitap meselesi. Deniyor ki Ehl-i Kitap sadece Yahudi ve Hristiyanlardır. Araştırmacılara göre Kur'an da Yahudi ve Hristiyanlarla beraber mesela Sabiiler de ehli kitap sayılmaktadır. Hatta alimlerden bazısına göre (İbn-i Hazm) mecusîler bile ehli kitaptan sayılmalıdır. Görüşlerinden ileride bahsedeceğimiz Mevdudî Ehl-i Kitabın nikah ve et konusunda ayrılmasının sebebi olarak, onlara Muşrik muamelesi yapılmaması durumunu gösterir. Yine günümüz toplumunu Ehl-i Kitap durumunda gören araştırmacılar da vardır.

Yöneltilmesi gereken birkaç soru:

1- Peygamber (A.S) hadisinde; "Namaz kılmayan kafirdir." demesine rağmen İmam-ı Azam, ameli imandan ayırarak kafir saymamıştır? Hadise karşı mı gelmiştir? Mesele nedir?

2- Ayetlerde mürtedlerin yani imandan sonra inkar edenlerin tevbesinin kabul edilmeyeceği belirtiliyor. Fakat -dört- mezhepte mürtedin tevbesinin kabul edilebileceğini belirten ulema vardır? Burada çelişki mi vardır? Yoksa anlaşılmayan noktalar mı vardır?

3- Bir müslümanın Kur'an-ı anlaması ne demektir? Mesela bir ayet okuyoruz ve hemen o ayetle hüküm veriyoruz. Niyetimiz iyi olsa bile yaptığımız doğru mudur? Mesela Yüce Allah buyuruyor ki; "Mu’minler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer..." Bu ayet tek başına ele alındığı zaman, zahiren bu ayete göre Allah anıldığı zaman imanı artmayan ve kalbi titremeyen kişiler müslüman değil mi? Ve bunun gibi yüzlerce ayet ve hadis.

4- Tağutların mahkeme hükümleri ile ticaret ve medenî hükümleri arasında ne fark vardır? Oy vermek ile "ilkeler" için imza atmak arasında ne fark vardır? Hüküm her türlü iş demek değil midir?

5-Ehl-i kitap da kafir olmasına rağmen Kur'an tarafından ayrı muamele görmesi ve Muşrik lafzının kullanılmaması nedendir?

6- Allah Teala şirki affetmeyeceğini beyan etmiştir. Yine Arap Muşrikleri tevbe ettikleri için, müslüman oldukları için tevbeleri kabul edilmiştir. Günümüzde, her bireyi Muşrik sayan kişi, tekfir ettiği kişi müslüman olmuş olarak görünce tekfire devam edebilir mi? Tevbe eden kişilerin tevbesini illa bizim görmemiz mi gerekiyor?

7- Bazı insanlar gizli bilgilere sahip olabilirler mi? Bu sorunun diğer konularla alakası dolaylıdır. Yani ayetlere tek yöntemle bakıldığında yanlış yorumlanabilme meselesinden dolayı bu örnek soruyu da ortaya koyduk.

8- Kadının -bedevinin- biri peygambere karşı bir meselede cevaben Allah'ın gökte olduğunu söylüyor. Peygamber onu itham etmeden gönderiyor. Allah'a mekan isnad eden bu kadına peygamberin böyle davranmasını -dini anlamak isteyen bizler- nasıl anlamalıyız?

9- Mekke Muşriklerinde gerçekten bir Allah inancı var mıydı? Yani onlar iman ettikten sonra veya müslüman olduktan sonra mı Muşrik olan kişiler mi idiler? Yoksa dinlerinin temelinde Allah kavramı yok mu idi?

10- Muşrik şirk koşan ise alimler neden her şirk koşana Muşrik dememişlerdir?

Dinimizi anlatmalıyız ama Selefin söylediği şu sözü de unutmamalıyız:

"Dinini, çeşitli husumetlerin hedefi haline getirmiş kişi sık sık görüş değiştirir."Ve:

"Doğrusu birçokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı dalalete düşüyorlar."[1][18]


TOPLUMLAR VE ÖZELLİKLERİ


I. Arap Muşrikleri

II. Ehl-i Kitap

III.Günümüz Toplumu

Allah'a inandıkları şüphelidir.

Allah'a inanıyorlar.

Allah'a inanıyorlar.

Kitapları inkar ediyorlar.

Kur’an-ı inkar ediyorlar.

Kitapları kabulleniyorlar.

Meleklerin Allah'ın kızı olduğuna inanış var.

Peygamberlerin Allah'ın oğlu olduğuna inanış var

Böyle bir inanış yok.

Uluhiyette-rububiyette şirk var.

Uluhiyette-rububiyette şirk var.

Şirk var. Toplum yapısı karmaşık

Ahiret inanışı sakat.

Ahiret inanış var.

Ahiret inanış var.

Kurban kesmede şirk var. Put için kesim var.

Allah'tan başkasına da kesim var.

Putlar için kesim yok.(Genel de yok). Karışık ortam var.

Kader inanışları sakat.

Kader inanışları bozuk.

Kader inanışları var. Karmaşık toplum.



Yukarıdaki tabolara bakarak günümüz toplumunu Muşrik toplumdan ve Ehl-i Kitaptan üstün saydığımız anlaşılmasın. Ancak görüldüğü gibi günümüz toplumunun diğer toplumlardan ayrılan birçok özelliği de mevcut, Yüce Allah, Ehl-i Kitap toplumunu, "dinlerinin temelinde tevhid parçaları bulunduğu için" ayrı bir muameleye tabi tutmuştur. Günümüz toplumu, görüldüğü gibi karmaşık. Tevhidi dinlerinin temeli yapıp şirke düşen olduğu gibi, dininin temelinde tevhid bulundurmayanlar da var. Fakat genel olarak günümüz toplumu (avam olarak) Ehl-i Kitabın aşağısında bir toplum değildir.[1][19]


TOPLUM VE TAVIR


Toplumsal yapıları tetkik etmek, toplumların itikadî yapıları hakkında fikir beyan etmek... Evet, biz (bugün) bu konunun basit bir konu olmadığına inanıyoruz. Çünkü karşımızda tağuti yönetimlerin buyruğu altında yaşayan toplumlar olmasına rağmen bu tağutî yönetimlerle farklı farklı muhatab olan insanlar mevcuttur. Bizler bu düşünceleri serdederken bazılarının da şu sözlerini duyar gibi oluyoruz:

"Efendim, bir davetçi, tebliğ metodunu uygularken topluma belli bir bakış açısı getirmek zorunda değil midir? Hem Yüce Allah; "zalimlerin-mücrimlerin yollarının iyice belli olması için ayetlerini uzun uzun açıklamamış mıdır?"[1][20] Evet bu karşılıkları duyar gibiyiz. Yüce Rabbimizin buyruğu tartışılmaz ve doğrudur. Bir davetçi, bir mübelliğ saflarını netleştirmeli, ayırmalı, belli etmelidir. Bu "saf ayırma" işine de akideden-itikaddan başlamalıdır.[1][21] Bu ayırım işini de yerine göre sert, yerine göre yumuşak bir metod izleyerek yapmalıdır. Merhum şehidimiz Seyyid Kutub da eserlerinin çoğunda bunu vurgulamaktadır. Bütün bunlarla beraber bir davetçinin saflarını ayırması nasıl olacaktır? Diyelim ki her haliyle Muşrik olduğu belli olan bir toplum içindesiniz. İnsanlar putlara tapıyor, putların ilkelerine uyuyor, uluhiyette, rububiyette, ububiyette şirk koşuyor. Hatta bu durum toplumla beraber ailenizde de mevcut. Hem toplum hem yakınlarınız bilerek ve inatla ve ısrarla Muşriklik yapıyor ve sizi de zorluyorlar, davet çalışmalarınızı engelliyorlar (Aynen Mekke'de ki son dönem tebliğ çalışmalarında karşılaşıldığı gibi). Şüphesiz, yukarıda andığımız şekilde yapılanmış bir toplumda, bir müslüman saflarını ayırmalı, gerekirse ailesinden ayrılmalı zaman zaman açık tebliği denemeli ve o Muşrik topluma ve Muşrik aileye azabı müjdelemelidir. Şimdi durumu daha barizleştirelim. Eğer bir davetçi müslümanın yaşadığı toplum, tüm fertleriyle Muşrik değilse, ailesi karışıksa, kendisi gibi düşünen müslümanların sayısı belli değilse, bölgelere göre durum değişiyorsa o zaman, o müslüman saflarını tanımadığı kişilerden nasıl ayıracaktır? Mesela tanıdığı bir Muşrikten saflarını ayırması normal ama tanımadığı bir insandan da safını ayırır, onun İslamî özelliklerini gördüğü halde ona da Muşrik muamelesi yaparsa, bu sağlıklı bir saf ayırma olur mu? Sağlıklı ise kitap ve Sünnetten delili var mı?[1][22]


Mu’minlerin Birbirini Tekfir Etmesi


Günümüzde şöyle bir durumla karşılaşıyorsunuz. Bir insan, toplumda başka bir insanı tekfir ediyor ve onu kafir-Muşrik ilan ediyor. Bunu yaparken de tevile-yoruma başvuruyor. Siz de o kişinin müslüman olduğuna inanıyorsunuz. Yani karşınızdaki kişi, üçüncü bir kişiyi kendi yorumuyla kafir sayarken sizde kendi yorumunuzla o üçüncü kişiyi kafir saymıyorsunuz. Bu defa karşınızdaki kişi sizi de kafir sayıyor. Sebebi de -ona göre- "kafire, kafir" dememeniz, işte böyle zincirleme bir metotla bir kişiden hareketle bazen yüzlerce ve binlerce kişi kafir sayılabilmekte bugün. Şimdi konuyu İslam tarihinden bazı olaylarla, tevile-yoruma başvurmadan nakledelim. Müctehid imamlarımızdan İbn-i Teymiyye'nin de bu mevzuları anlatırken zikrettiği olaydır ki, ashabtan Hatib Bin Ebi Belta hazretleri, Mekke fethedileceği sırada, Mekke'deki Muşrik akrabalarını korumak amacıyla onlara haber göndermek ister. Bu niyetini de gerçekleştirir. Ne var ki Hatib Bin Ebi Belta'nın müslümanlar aleyhine Mekke'ye gönderdiği casus kadın yakalanır ve peygamberin huzuruna getirilir. O sırada Ömer oradadır. Ömer, Hatib'e çok kızar ve onun münafık olduğuna inandığını söyler. Peygamber ise Hatib'i savunur ve onu koruyarak:

"Hayır, o münafık değildir. O, Bedir ehlindendir." der. Bu olaydan anlıyoruz ki iki müslüman üçüncü bir kişinin tekfir edilmesi konusunda ayrı görüşlere varabilirler. Bu da insanların algılayış ve tefakkuh durumuna bağlı olup normaldir. İbn-i Teymiyye bu olaydan dersler çıkararak iki müslümanın, üçüncü bir kişinin şüpheli durumundan dolayı biribirlerini tekfir etmeyebileceğini beyan ediyor.[1][23] Evet bu tesbiti yapan İbn-i Teymiyye gibi sert üsluplu biri. Diğer ulemada zaten daha esnek üsluplar mevcuttur. Yine merhum Seyyid Kutub çeşitli eserlerinde tasavvufi yönü meşhur olan bazı kişileri tekfir etmez, hatta onları üstad sayar. Bu "üstad" denilenlerden birisi "En-Nedvî”dir. En-Nedvî bildiğimiz kadarıyla çağımız İslamî inkılablarına da karşıdır. Bundan dolayı bazı müslümanlar onu kötü lakaplarla bile anabilirler ama Seyyid Kutub onu müslüman saymaktadır. Şimdi o müslümanların En-Nedvî yüzünden Seyyid Kutub'u tekfir etmeleri mi gerekiyor? Ayrıca dürüst düşünmeyi seven bir müslümanın S. Kutub'un tefsirinde 16. Cüzdeki İhlas Suresi tefsirini okuyup değerlendirme yapması gerekir.[1][24]


Tekfirde Aşırılığın Getirdiği Çelişkiler


Günümüzde birçok İslamî hizmet grubu vardır. Bu grup veya cemaatlerden bazıları -gerçekte- İslamî değildirler. Sadece adları müslüman olan bu grup veya cemaatler yeri geldiği zaman tavizsiz müslümanlardan olabilmekte ama çoğu zaman da Muşriklerle beraber olarak -itikadî- çelişkilere düşmektedirler. Adını anmaya gerek görmediğimiz bu grupların sayısı hiç de az değildir. Bununla beraber, haliyle, tavrıyla, hareketiyle, hizmetiyle müslüman olan gruplar ve cemaatler de vardır. Hatta bu gruplar biribirlerinden de bağımsızdırlar. Biribirlerini eleştirip dururlar. Ama biribirlerini tekfir etmezler. İşte bu noktada, "tekfirde aşırı gidenler" şöyle bir eleştiri getiriyorlar. "Biribirinden ayrı İslamî grup olamaz. Müslümanlar ya bir gruptur ya da değildir. Bugün ayrı ayrı grupların varlığı bir tehlikedir ve o gruplar ayrı ayrı oldukları için müslüman değildirler. Müslüman olsaydılar, hepsi bir grup olurlardı." Evet bu ve benzeri sözleri çokça duymaktayız. Bu durumu değerlendirmeye geçmeden önce Hucurat Süresindeki "Sizlerden iki grup karşı karşıya gelirse..."[1][25] ifadeleriyle başlayan ayeti okumayı tavsiye ederiz.

İslam tarihi eserlerinde, hemen her tarih eserinde mevcut olduğu ve gerçek olduğu bilinen bir durum da ashab-ı kiram arasındaki savaşlardır dilimizin konuşmaktan, kalemlerimizin yazmaktan çekindiği bu hadiseler "takdir-i ilahî" meydana gelmiş ve tüm müslümanları üzmüş ve zor durumda bırakmıştır. Ali, Aişe'yle karşı karşıya gelmiştir. Ali, Muaviye'yle karşı karşıya gelmiştir. Hani, Peygamber "biribirine kılıç çeken müslüman değildir" buyurmamış mıydı? Ama gel gör ki müslümanlar hem de sahabeler biribirine kılıç çekmiştir. Fakat bu kılıç çekmeye rağmen hangi alim, hangi fakih, hangi yazar, bu biribirine kılıç çeken sahabileri tekfir etmiştir? Bu tekfiri ancak Hariciler yapmışlardır. Onlar da "hakem" meselesini çıkış noktası yapmışlardır. Bu meseleyi: "Efendim onlar ashabtı. Onların savaşını yorumlamayalım" diye mi geçiştireceğiz? Hem, yeri geldiği zaman peygamberi bile -peygamberlik öncesi- durumdan dolayı şirkle itham eden anlayışlar ashab-ı kiramla ilgili olayları acaba nasıl değerlendiriyorlar? Tekfirde aşırı giden kesimlerin gündeme -sürekli- getirdikleri bir başka konuda kendileri dışındaki müslümanları aynı zaman da korkaklıkla itham etmeleridir. Onlara göre "toplumu tekfir etmek bir cesaret işidir. Aileleri kafir saymak zor iştir. Bundan dolayı, kendini tevhide nispet edenler topluma ve ailelerine '"kafir" diyemiyorlar!" Şimdi bu söylemi dürüst bir yaklaşımla değerlendirelim. Bir kere tekfirde aşırı giden topluluğun birçok konuda görüş ayrılığına düştüğü ve faş oldukları artık bilinmektedir. Yine bu topluluğun fertlerinden çok sayıda kişinin tağutî kurum ve kuruluşlarda çalışmak için sıraya girdikleri de bilinmektedir. Acaba tağutî kurumlarda sessiz ve derinden hizmet etmek amacıyla çalışan! tekfirde aşırı gidenler hangi gün amirlerinin huzuruna çıkıp onları tekfir etmiş, bırakın tekfir etmeyi, tebliğ etmiştir? İş ailelere gelince, mesele kolay, tevhidi müslümanlar ise iyi niyetli ve merhametli. O halde vurun abalıya! Oysa toplumdan çok sayıda kişi de bilmektedirler ki, tevhidi müslümanlar, tekfirde aşırı gidenlerden daha fazla tağutî kurumlardan uzaklaşmakta, tekfiri de yerine göre yapmaktadırlar.

Yine.onlar çok iyi biliyorlar ki bugün tağut mah-kamelerinde yargılanan, işkence gören şehid olan tevhidi müslümanlarm sayısı oldukça fazladır, Tekfirde aşırı gidenlerin -ise- seslerine sadece tekfir olayında şahid olmaktayız. Şu zaman sürecinde sayıca birden kalabalıklaşmaya doğru gitmeleri de onları ayrıca şımartmış ve metodlarmm bile değişmesine yol açmıştır. Kaldı ki sayısal çoğunluk hiç önemli değildir. Nuh (A.S) yalnızdı, Lut yalnızdı, İbrahim yalnızdı. Ayrıca tekfir düşüncesinin son yıllarda Özellikle bazı bölgelerde sürekli yayılması biraz da ulusal ve uluslararası konjoktürle de ilgilidir. Mesela bu hareketin -tekfir- hareketinin büyük prova-kasyonlara alet olması hiçde akla muhalif değildir. Neden mi? Çünkü düşünün bir kere. Sizin bir grubunuz var. Teşkilatlı bir yapınız yok ama güçlü (!) bir fikir yapınız var. Bu fikirlerle kendiniz dışındaki her müslümanı kafir sayıyorsunuz, ömrünüz müslü-manlarm hatalarım araştırmakla geçiyor. Rakibiniz, düşmanınız ya bir tevhidi müslüman ya da tevhidi bir başka gruptur. Şimdi sizin bu düşünce ve hareket tarzınızdan Suudî-Amerikalar yararlanmaya çalışmaz mı? Yararlanmıyor mu?...[1][26]


TEVHİDİ MÜSLÜMANLARIN TUTUMU


Tevhîdî müslümanların, tekfirde aşırı gidenlere, karşı takındıkları tutum da dikkat çekicidir. Tekfirde aşırı gidenler tüm tevhîdî müslümanları kafir saymaktadırlar. Bu, "kafir sayma" işi bir yöntem haline gelmiştir. Tevhîdî müslümanlar ise onlara kimi zaman "Harici" gözüyle bakmakta çoğu zaman da onları müslüman saymaktadır. Tabi burada tüm tevhîdî müslümanlar adına görüş belirtmiyor ve sadece bildiğimiz kadarıyla konuşuyoruz. Bu arada tevhîdî müslümanlardan, tekfir grubunu "kafir" ilan edeceklerin de bulunabileceği de makuldür. Fakat şu anda tevhîdî müslüman olarak "bizler", tekfirde aşırı gidenlerin hepsinin Haricilere benzeyen kişiler olduklarına inanmıyoruz. Fakat şunu kesinlikle belirtmek istiyoruz ki tekfir ehlinde Haricilerin birçok özelliği de mevcuttur. Haricilere benzeyen yönleri belki de bambaşka bir araştırma konusu olacaktır. Fakat şu kadarını şimdilik söylemekle yetinelim: Tekfirde aşırı gidenler bazı büyük günah sahiplerini tekfir etmektedirler. İtikadı şirk ile ameli şirki ayırmamaktadırlar. Bu da Haricilerde bulunan bir özelliktir.

Biraz da şu, "araştırma" meselesi üzerinde duralım: Tekfirde aşırı gidenler kendileri bu konularda araştırma yaptıkları zaman bu araştırmanın adı "dini öğrenmek" oluyor ama kendileri dışındakiler için sadece "araştırma" oluyor. Oysa onlar da çok iyi biliyorlar ki kendileri dışındaki müslümanlardan da bu meseleleri din adına, İslam adına inceleyen şahıslar vardır ve onların niyeti de sadece araştırma yapmak değildir. "Onlar ne kadar da az düşünüyorlar?..."

Tevhidi müslümanlar, tekfirde aşırı gidenlerle tartışmaya başladıkları zaman o kadar sert üsluplarla karşılaşmaktadırlar ki bu üslupları Peygamber (A.S) Ebu Cehil'e karşı bile kullanmamıştır. Oysa tartışmanın bile yöntemini Allah bize bildirmiştir. Yüce Allah Musa'nın Firavunla tartışırken "yumuşak söz" kullanmasını emretmesi hiç mi düşündürücü gelmemektedir? Ya Ehl-i Kitapla nasıl tartışılması gerektiğini emreden ayetler?[1][27]


METOT MESELESİ VE SEYYİD KUTUB


Üzerinde durulması gereken bir başka durum da metod meselesidir. Günümüzde müslümanlar arasında tartışma konusu olan metod meselesi bazen günün şartlarından bağımsız ele alındığı için bazen de itikadı temellerden bağımsız ele alındığı için yani dengeli bir tarzda değerlendirilmediği için hatalı sonuçlar doğurmaktadır. Hatta bu yanlış değerlendirme tarzları yüzünden kimi gruplar marjinal (kısır döngüler) içinde kalmakta kimi gruplar da ilkesizliğe doğru adım atmaktadır. Lübnan ortamının güçlü alimlerinden olan Fadlullah "Kur'an'da Davet" adlı eserinde "metod" meselesinden bahisle orijinal tesbitlerde bulunmaktadır. Onun, özellikle "İslamî hareketin şartlara uygun ve ilkelerden taviz vermemek şartıyla takib edilmesi gereken metod" konusu üzerindeki tesbitleri incelemeye değerdir.

Birçok grubun sağlıklı bir zemine oturtamadığı metod meselesi, daha çok tartışılacaktır. Çünkü metod meselesi "hareket fıkhıyla da itikad temelleriyle de" yakından ilgilidir. Yaşadığımız toplumda seksenli yıllardan beri konuşulan tartışılan metod meselesi hala sağlıklı bir zeminde değildir. Bunun sebebi de şudur. Müslümanlar, biraz önce değindiğimiz gibi, ya itikadî temelleri ihmal ederek metodlar geliştirmektedirler ya da günün şartlarını hareket fıkhı içinde iyi değerlendirmekten uzak kalmaktadırlar. Kanaatimizce bu yüzden metod meselesi kafaları hala meşgul etmektedir. Metod meselesinden kaynaklanan değişik sorular hala tartışılır cevaplar almaktadır, örneğin: "Fertler gizli mi olacak açık mı? Teşkilat-cemaat-gizli ama fertler açık olabilir mi? İzinle açılmış, kurumlar vasıtasıyla tebliğ yapılabilir mi? Parti vs. "Her halükarda" kaçınılması gereken bir yöntem midir değil midir? Evet bu ve benzeri sorular da yöntem meselesinden doğmuştur. Aynı sorular uzun yıllar Mısır'da İhvan-ı Muslimin arasında tartışılmıştır. Hatta merhum Seyyid Kutub İhvan-ı Muslinimden -tam anlamıyla olmasa da- bu metod meselesi yüzünden ayrılmıştır. Seyyid Kutub'un, İhvan-ı Muslimin hareketinden ayrılması, onun benimsediği yeni metodla ilgilidir. Yoksa bazılarının -zoraki- anladığı gibi o ne Hasan El-Benna’yı ne de ihvanı -o zamanki haliyle- tekfir edip ayrılmamıştır.

Seyyid Kutub'un, İhvan-ı Muslimin üyelerini, Mısır halkının tümünü tekfir etmediğini onun mahkeme konuşmalarından öğreniyoruz. Söz konusu konuşmalar onun hayatının sonlarına doğru yaptığı konuşmalardır. Bu konuşmalar seksenli yıllarda "o günün" Zaman Gazetesi'nde "Beni niçin idam ettiler" başlığıyla yayınlanmıştı. Yine bu konuşmalar geçtiğimiz yıllarda Nehir Yayınları tarafından "Son Sözler" başlığıyla (adıyla) yayınlanmıştır ve bu kitap yayın dünyasında hala mevcuttur, Seyyid bu eserinde konuşmalarında Hasan El-Benna’yı hayırla anmakta ve ihvan mensublarını da hareket metodu bakımından eleştirmektedir. Ona göre -kendisi de önceleri içinde olmakla birlikte- ihvanın yöntemleri değiştirilmelidir. Onun eleştirileri kısa zamanda etkisini göstermiş ve etrafında yeni bir oluşum meydana gelmiştir. Yine denebilir ki onun bu yeni oluşumu, daha geniş yelpazedeki etkilerini onu ölümünden sonra göstermiştir. Kendisinin Rabbani Metod olarak nitelediği bu metodun özellikleri acaba neydi? Acaba Seyyid Kutub ihvandan niçin ayrılmıştı? Benimsediği yeni hareket metodu ne idi? Bugün onun benimsediği hareket metodunun seyri nedir ve o hareket metodunun Kur'an ve sünnetten delilleri nelerdir?

Merhum şehidimizin kendi eserlerinden okuyup anladığımız kadarıyla şunları söyleyebiliriz: Kendisi İhvan-ı Musliminle belli bir müddet birlikte hareket etmiş ve kültür işleriyle ilgilenmiştir. Daha sonra devletin bir provakasyonu ile karşılaşan İhvan'ın birçok mensubu -yüzlerce ve binlercesi- cezaevlerine atılır. Bunlar arasında Seyyid de vardır. Bu provakasyona alet olan ihvan mensupları daha sonra metod tartışmalarına girerler. İhvandan bazı gruplar tabandan değil tavandan gelen bir görüşü savunurlar. Çeşitli olaylar yaşanır. İşte îhvan-ı Musliminin fertleri "taban-tavan-devrim-örgüt-iktidar..." meselelerini tartışırken onları, onların yaşadıklarını biraz dışardan izleyen Seyyid Kutub değişik şeyler düşünmektedir. Özellikle zindanda yaşadığı yıllar onu değişik yollar aramaya itmiştir. Sonunda kendineçok yakın olan arkadaşlarıyla birlikte, çok makul olan ve ilahî, sünnetullah'a uygun olan yolda karar kılmışlardır. Bu yeni metodun, tebliğ yolunun en önemli özellikleri de şudur:[1][28]

1- Bugün tüm dünya toplumları İslam'ın ilk geldiği günde -günlerde- karşılaştığı toplumlara benzemektedir. Yani cahiliye toplumlarına benzemektedir. O halde bizler de cahiliye toplumunda ilk defa başlayan mücadele ve tebliğ yöntemini dikkate almalıyız.

2- Önce akide davasını anlatmalı ve sağlam bireyler yetiştirmeliyiz. Bu bireyler aceleci olmamalı, fitneden korkmamalı ve sabırlı olmalıdır. Asla taviz verilmemelidir.

3- Saftar iyice netleşmeli, yollar ayrılmalıdır. Peygamber (A.S) onüç koca yıl yalnızca akide davasını anlatmıştır. Biz de bu davaya öncelik vermeliyiz.

4- Akide yerleşmeden iktidar istenmemelidir. İktidar olunsa bile bu boşunadır. Çünkü iktidar ilk ve tek hedef değildir. Bunu peygamberlerin metodunda da görebiliriz.

5-Taassuptan kurtulmalıyız. Siyonizmin ve Haçlıların oyunlarına alet olmamalıyız.

Seyyid Kutub yukarıda özetlemeye çalıştığımız görüşlerini Fizılâl'il-Kur'ân'da, Me'alim (Yoldaki işaretler) de, Din Budur’da vs. eserlerinde devamlı anlatmaktadır.

Bugün Seyyid Kutub'un öğrettiği metodun seyrine gelelim. Kur'an ve Sünnetten, tatmin ettirecek şekilde dellilendirdiği bu davet metodu bugün dünyada ve bizim yaşadığımız topraklarda da birçok grup için aydınlatıcı olmuştur. Ancak bir talihsiz vakıa vardır ki onun bu hareket metoduyla ilgili görüşlerinin tekfir malzemesi olarak kullanılmasıdır. Bugün (adı henüz duyulmuş bir-iki yazarı ve Vehhabî ekolüne mensup bazı yazarları saymazsak) tekfirde aşırı gidenlerin kaynak aldığı en önemli yazar Seyyid Kutub’tur. Ancak biz S. Kutub'un -örtüşen bir çok fikrine rağmen- tekfirde aşırı gidenlerden beri olduğuna inanıyoruz. Yine, Seyyid Kutub'un da bir insan olduğunu, hata yapabileceğini de unutmuyoruz. Örneğin, kendisi, inkılab yoluyla meydana gelebilecek İslamî iktidarlara hiç şans tanımaz ancak o günümüz şartlarını görseydi veya Mısır toplumu dışındaki toplumları da iyi gözlemleseydi inkılab yöntemlerinde de başarıya ulaşılabileceğini -Allahu alem- görürdü.

Mesela günümüzdeki İslamî hareketlerin yöntemlerine-metodlarına göz atalım. Sağlıklı bir inceleme yaptığımız zaman her toplumda farklı yollar denenmek zorunda kalındığını göreceğiz. Ayrı yollar denenmesi de gayet normaldir. Yeter ki itikaddan ve temel İslamî hareketlerden taviz verilmesin. Yine, değişik yolların denenmesi meselesi sadece günümüzle de ilgili değildir. Peygamberler tarihinde ilkelerden taviz verilmemesi şartıyla ve temel söylem bir olmak şartıyla farklı yollar izlenebilmiştir. Farklı yolların izlenmesi biraz da insanın doğasıyla toplumların yaşayış şartlarıyla ilgilidir. Günümüz dünyasına bir bakın. Ortadoğuda, Lübnan ve Filistin'de silanlanmamak mümkün mü? Sudan'da tüm imkanlar mevcut olduğu için askeri yöntemi kullanmanın ne zararı olmuştur? Şeytani güçlerin tepkisini çekmekten başka? Yine Pakistan'da Mevdûdî zamanından başlayarak demokratik yöntemlerden faydalanıldığını görüyoruz. Ayrıca Lübnan'daki İslamî cemaatlerin demokratik yöntemleride kullanabildiğini görmekteyiz. Gerçi şartlar herşeyi mubah kılmaz. Haramı helal yapmaz. Fakat itikadı tavizlere yol açmıyorsa her toplumun kendine uygun şartları denenebilir. Demokratik yöntemler, tağutî yöntemlerdir. Pakistan veya Lübnan'daki demokratik çatılar ordaki müslümanlar için neyin karşılığında bu yöntemlere girdiklerini kabul ettiklerini bilemiyoruz ama ordaki demokrasi işleyişi eğer müslümanlardan itikadi tavizler istemiyorsa, o zaman oradaki müslümanların, mesela niçin parlementoya girmek istediklerini anlayabiliriz. Bizim yaşadığımız coğrafyada ise demokratik yöntemlerin zararlı olduğu ve Rabbani metoda uygun olmadığı açıktır. Çünkü istenen tavizler sınırsızdır. Ayrıca demokratik yöntemin, bizim yaşadığımız toplumda pek birşey ifade edemediğini de son zamanlarda daha iyi görmüş bulunmaktayız. Bu konuyla ilgili olarak özetlemek gerekirse: Metod meselesi bir yönüyle itikadî temellerle bir yönüyle de hareket fıkhıyla ilgilidir.[1][29]


TEKFİRDE AŞIRI GİDENLER VE ESERLERİ


Tekfirde aşırı gidenlerin okudukları ve kabul ettikleri bazı eserlerdeki yanlış yorumlardan da bahsetmek istiyoruz. Söz konusu eserlerden birisi "Cehalet Mazaret midir" adını taşıyan bir kitaptır. Kendi görüşlerinin yayılması için şiddetle tavsiye edilen bu kitap -sayfa numarası verilmemiştir- bir yerde şunları anlatmaktadır. "Hudeybiye anlaşması esnasında inen ayetten de anlıyoruz ki müslümanlar ve peygamber efendimiz Mekke'de kalan müslümanlara "Muşrik" gözüyle bakmışlardır. Adı geçen kitaptan özetleyerek buraya aldığımız bu görüş delil olarak Fetih Suresinin 24 ve 25. ayetlerine dayandırılmaktadır. Adı geçen kitabın yazarına göre ve tekfirde aşırı gidenlere göre bu ayetten de anlaşılmaktadır ki Darul-Harpte yaşayan müslümanlara Muşrik gözüyle bakılabilir-bakılmalıdır.

"Sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin göbeğinden onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çeken odur. Allah yaptıklarınızı hakkıyla görendir. İnkar edenler, sizi Mescid-i Haram'dan alıkoyanlar ve kurbanlarını tutarak yerine varmasına engel olanlar ise, işte o Muşriklerdir. Eğer, orada bilmeden kendilerini öldüreceğiniz, tanımadığınız Mu’min erkek ve Mu’min kadınlar olmasaydı Allah savaşa engel olmazdı. Bu Allah'ın dilediğini rahmetine sokması içindir. Eğer Mu’minler ve kafirler ayrılmış olsalardı, onlardan kafir olduklarına çok acı bir şekilde azab ederdik."[1][30]

Bu ayeti yorumlayan yazar sahabe-i kiramın Mekke'de kalan müslümanlara kafir gözüyle baktığını iddia ediyor. Oysa bu ayetten anlaşılan şudur. Mekke'de kalan müslümanlar eğer bir savaş meydana gelirse o savaş ortamında arada kalıp tanınmayabilir ve bu yüzden öldürülebilirler. Evet, bu öldürülmenin sebebi onların kafir "zannedilebilmesinden" dolayıdır. Yoksa ashab-ı kiram o müslümanları Mekke'de kaldılar diye kafir ilan edip öldürmeyecektir. Bir insanın kafir olduğunu zannetmek ayrıdır. Onun kafir olduğuna inanmak da ayrı bir durumdur. Zaten yüce Allah da ayette açıkça görüldüğü gibi Mekke'de, dar-ı harpte kalan müslümanları "Mu’min" olarak anlatmıyor mu? Bu yazarın bu konuda ne kadar sığ düşündüğünü ayet-i kerimeyi dikkatli okuyan herkes anlayabilecektir. Yine ayet-i Kerime üzerinde iyice düşünülürse savaşa izin verilmemesinin sebebi de Mekke'de kalan müslümanların zarara uğramaması içindir. Ayrıca bu ayetin tefsiriyle ilgili bilgileri okuduğumuz zaman meseleyi daha açık anlayabiliyoruz.[1][31] Ayrıca tefsirlerde "fetret" durumundan bahisle "fetret ehli hakkında hüküm vermemiz çok zordur." denmektedir. Sözün burasında şöyle bir soru sormak gerekiyor bu yazara:

"Fetret dönemi ne demektir? Yüce Allah uyarıcı göndermediği hiçbir kavim bırakmadığı halde alimler neden Fetret dönemi diye bir dönem kabul etmişlerdir."

Bilindiği gibi alimlerden bazıları İsa ile Muhammed (A.S) arasındaki dönemi fetret dönemi olarak adlandırmışlardır. Alimlere göre bu fetret döneminde insanlar akıllarıyla Allah'a inanırlarsa bu kafidir. Bizim söylemek istediğimiz de şudur. Madem alimler "Fetret dönemi" diye bir dönem kabul etmişlerse bunun sebebi o fetret ehlinin bazı konularda "mazur" sayılmalarının bir neticesi değil midir?

Sozkonusu eserin bir başka özelliği de, açıkça tekfir ettiği birçok yazarı kaynak olarak göstermesidir. Bu tutum bizce dürüst bir tutum değildir. Yani siz bir insanı Muşrik kabul edeceksiniz sonra onun görüşlerini itikadı konularda mesned yapacaksınız. Bu tarz bir anlatımın neresi doğrudur? Herhalde böyle davranan bu yazar kendisinin yeterince ikna edici olduğuna kendisi de inanmamıştır da Muşrik ilan ettiği yazarlara da sığınmıştır.

"Davetçinin Tefsiri" adlı eserdeki bazı noktalara da değinmek istiyoruz. Söz konusu tefsirin ehl-i kitabı anlatan ciltlerinde günümüz cahili toplumları (yani Mu’minle müşriğin karışık olduğu toplumlar) mürted toplum olarak görülmektedir. Bu tefsire göre mesela Almanya, Amerika Ehl-i Kitap, Ortadoğu'daki birçok halkında müslümanlar olan ülkeler de mürteddir. Halbuki Seyyid Kutub da Fizılal'de günümüz toplumları mürted yerine, Ehli Kitab'a benzeyen toplumlar olarak anlatmaktadır.[1][32] Yine Mevdudî gibi bir alimin de günümüz Ortadoğu Asya toplumlarının bazılarına mürted gözüyle baktığını kim iddia edebilir? Bu konuyla ilgili olarak tekfirde aşırı gidenlerin çok ilginç söylemler savunduklarını da duymaktayız.

İnanmak istemediğimiz bu duyumlardan birisi tekfirde aşırı gidenlerin İsrail Yahudilerini -ehl-i kitap oldukları için- Filistinlilere karşı adeta destekledikleridir. Sebebi gayet basit? Çünkü onlara göre Yahudiler Ehl-i Kitap, Filistinliler ise Muşriktir. Dolayısıyla Kur'an'a ve sünnete göre Muşriklerin yanında Ehl-i Kitap daha iyi ayrıcalıklara sahiptir?! Ateş olmayan yerden duman çıkmaz misali, -tekfir cemaatinden bazıları böyle bir söylemi savunmadıklarını söylüyorlarsa da- bu söylemi savunduklarını-savunabileceklerini onların mantığından hareket ettiğimiz zaman hiç de anlamsız bulmuyoruz. Yine onların mantığına göre anlamsız olmayan bir başka konu da şudur. Şimdi günümüzde, yaşadığımız toplum dar-ı harptir. Dolayısıyla tekfir cemaatine göre herkes burada kafirdir. Herkese kafir gözüyle bakmalıyız. Çünkü nasıl ki Dar-ı İslam'da herkese müslüman gözüyle bakılıyorsa dar-ı harpte de herkese kafir gözüyle bakılmalıdır. Çünkü dar-ı harpte yönetim kafirlerin elindedir, İşte çıkış noktası bu olunca -diyelim ki- bizim yaşadığımız toplumda idare müslümanların eline geçerse o zaman bu toplumdaki herkese "müslüman" gözüyle mi bakmak gerekiyor! Bu ne kadar tutarlı bir görüş değil mi?!... Halbuki dar-ı İslamdâ, insanlara müslüman muamelesi yapmak, tüm ordaki insanları "müslüman-Mu’min" kabul etmek anlamında değildir. Yani Medine dar-ı İslamdır ve orda münafıklara da Yahudilere de aynı haklar verilmiştir ama onlar İslam devletinde yaşıyorlar diye onlara müslüman gözüyle bakılmamıştır. Müslüman muamelesi yapmanın sebebi ise hareket fıkhıyla, şartlarla ilgili bir konudur. Ayrıca İslamda "eman" meselesi vardır. Bir kafir şehadet getirip müslümanların korumasını isteyebilir ve bu durumda o kafir yine eskisi gibidir ve müslüman sayılmaz. Tekfirde aşırı gidenlerin kendi aralarında düştükleri ihtilaflı konulardan birisi de budur. Kendileri arasında tartışma konusu olan birçok mesele daha vardır ki onları bu çalışmada anmak istemiyoruz., dahası bu tartışmalı konuları burada anmak adeta mide bulandıracaktır.[1][33]


BÖLÜM


ALİMLERİN GÖRÜŞLERİ


Çalışmamızın bu bölümünde yine, ele aldığımız konu ile ilgili olarak alim ve yazarların görüşlerini bazen uzun alıntılar yaparak değerlendirmeye çalışacağız. Eserlerinden alıntılar yaptığımız ulemanın veya yazarların önemli bir kesiminin çağımızda yaşamış olması, onların bizim değindiğimiz konuyla yakından tanışmış olmalarının adeta bir gereğidir. Bunun içindir ki gerek Ortadoğu ve gerekse halkında müslümanların yaşadığı diğer ülkelerdeki ulema veya yazar kitlesi bizim değindiğimiz konuyu söz konusu etmeden geçememişlerdir. Seyyid Kutub'un "Son konuşmaları"nda, Mevdudî'nin “Fetvalar”ında, Muhammed Kutub'un "Kavramlar”ında, Yusuf El-Kardavî'nin "Fetvalar”ında yine Kardavî'nin diğer birçok eserinde "Tekfir" meselesine değindiklerini görmekteyiz. Ancak onların değinmesine sebep günümüzde olduğu gibi, bir "tekfir kasırgası"mıdır yoksa Haricilerin etkilerinden ve Haricilerin sorunlarından dolayı mı "tekfir"den bahsetmişlerdir, doğrusu bu ayrı bir araştırma konusudur. Biz, incelediğimiz kadarıyla, tarih içinde yaşamış olan İbn-i Teymiyye, İbn-i Kayyım El-Cezvî, İbn-i Hacer Askalanî, İbn-i Abidin, keza büyük mezhep imamlarının "tekfir" meselelerine değindiklerini gördük. Öyle anlaşılıyor ki "tekfir" kimi dönemlerde zaten gündeme getirilmesi gereken bir konu olmuş kimi dönemlerde ise gündemden kaldırılması için çaba gösterilen bir konu olmuş. Yine, kimi dönemlerde ise hem gündeme getirilmesi hem de ifrat ve tefritten uzaklaştırılması gereken bir mesele olmuş. Bu, her iki özelliğin birlikte var olduğu dönemlere İbn-i Teymiyye dönemini örnek verebiliriz. Ayrıca genel anlamda Selef dönemini de örnek göstermek mümkündür.

Çağımızda yaşamış olan ulemanın "tekfir" meselesine hassasiyetle değindiğini söylemiştik. Güçlü bir fikir ve aksiyon adamı ve örnek bir alim olan Pakistanlı El-Mevdûdi’nin konuyla ilgili görüşlerini, alıntılar yaparak değerlendirmeye çalışalım. Yalnız okuyucu Mevdudî'den kitabın birçok yerinde bahsedileceğini unutmamalıdır. Diğer alim ve yazarlar ayrı da öyle. Yani çeşitli konularla ilgili olarak değişik bölümlerde onların fikirlerini tartışmaya çalışacağız.

Geçen sayfalarda konuyla ilgili bir açılım yaparken "İtikadı Şirk" meselelerinden söz etmiştik. Şimdi bu meseleyle ilgili olarak Mevdudîye bakalım:

"Üzerine Allah'ın isminin anılmadığı şeyi yemeyin. Çünkü bu bir fısk'tır (yoldan çıkıştır). Gerçekten şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına gizli çağrılarda bulunurlar. Onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de Muşriklerdensiniz."[1][34]

-Allah'ın ilahlığını kabul etmekle beraber Allah'tan yüz çevirenlerin yollarını ve buyruklarını izlemek de şirktir. Allah'ın birliğini kabul etmek, hayatın tüm yönlerinde Allah'ı kabul etmek demektir (itaat etmek demektir). Allah'ın yanısıra başka bir kişiye daha itaat edilmesi gerektiğine inanan bir kimse akide açısından şirke düşmüştür. Haram ve helal kılma yetkisini kendisinde gören böylesi kişilere Allah'ın yol göstericiliğini hiçe sayarak itaat eden bir kimse ise ameli açıdan şirke girmiş olur.

"Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız, sizin kusurlarınızı örteriz ve sizi onurlu-üstün bir makama sokarız."

"...Eğer bir günah ilahî kanunlara meydan okuyup karşı çıkıyorsa, o zaman da büyük günahlardan olur. Çünkü bu günahı işleyen kişi, açıkça utanmadan Allah'ın emir ve yasaklarını hiçe sayar ve sadece Allah'a isyan amacıyla bir emir ve yasağı çiğner, isyan ve itaatsizlikte Allah'a karşı küstahlığın derecesi arttıkça günahın büyüklüğü de artar. Allah'ın Kur'an'da bir günahı fısk (itaatsizlik) ve masiyet (haddi aşmak) olarak nitelemesinin nedeni işte budur.[1][35]

Mevdûdi'ye tekrar döneceğiz. Ancak Yusuf El Kardavî'nin de yaklaşımlarını kısaca değerlendirmek istiyoruz. Dikkat edilecek olursa, muhakkik alim Kardavî, tekfirde aşırı gidenlerin görüşlerini derinliğine tahlil etmiş ve onlara hoşgörüyle yaklaşmıştır. "Düşünceye, düşünce ile karşı durulur" diyen Kardavî'nin meseleleri açıklarken kullandığı yöntem de dikkat çekicidir, özetle, kendisi seleften kaynaklandırdığı fikirlerini mantıksal bir örgü içerisinde sunmaktadır. Konuyla ilgili başlı başına bir çalışması bulunan yazar Abdurrezzak Samarraî'den de gelecek sayfalarda -yine- geniş alıntılar yaparak bahsetmek istiyoruz. Bu arada aynı fikirler mihverinde kaleme alınan önemli bir eseri daha hatırlatacağız ki bu da Hasan El-Hudaybî'nin "Duatun La Kudat" -İnanç Sorunları- adlı eseridir. Ve Mevdudî demiştik. Kendisinden yaptığımız ilk alıntılarda itikadî şirk ve ameli şirk durumlarından bahseden Mevdudî bakınız Meseleler ve Çözümleri adlı eserinde neler söylemektedir:

"Ben yazılarımda birkaç yerde insanların aşağıdaki gibi dört bölüme ayrıldığını yazmıştım:

a- Mu’min bilgayr ve Muslim lilgayr: Allah'tan başkasına inanan ve ondan başkasına teslim olan. Yani Allah'tan başkasına gerçek manada itaat edilmesi gerektiğini kabul eden ve inanç olarak da onu emir ve hüküm kaynağı kabul eden kimse demektir. Bu eksiksiz, tam bir kafirdir.

b- Mu’min bilgayr ve Muslim lillah: Allah'tan başkasına inanan ve Allah'a teslim olan. Yani Allah'tan başkasına inandığı halde, Allah'ın kanunlarına itaati kabul eden kişidir ki, bunlar İslam devleti idaresi altında yaşayan zümreler ve münafıklardır.

c- Mu’min billah ve Muslim lilgayr: Allah'a inanan fakat Allah'tan başkasına teslim olan. Yani Allah'a inandığı halde başkasına kulluk ve itaat gösteren kimsedir. Kafir bir düzen altında onların emrine uyarak yaşayan müslümanlar bu durumdadır. Eğer müslüman böyle bir duruma düşmüşse içinden buna rıza göstermemesi, bundan hoşlanmaması lazım.

Bilakis, ya böyle bir düzeni değiştirmeli ya ordan hicret etmelidir.

d- Mu’min billah ve Muslim lillah: Allah'a inanan ve Allah'a teslim olan. Yani Allah'a iman ettiği gibi onun emir ve kanunlarına kendini teslim eden kimse demektir ki, bu müslümanların asıl içinde bulunmaları gereken haldir.

Kur'an bütün insanları böyle bir hali seçip benimsemeye çağırmaktadır. Bu haldeki hiç kimse İslam dışı bir düzende uğrayacağı sıkıntılara düşmez. Müslümanların Mekke dönemindeki halleri ve Muşriklere esir düşen birçok sahabenin uğradığı eziyetler yahut Peygamberlerin çoğunun kafirler arasında doğup büyümekten dolayı çektikleri gibi eziyetlere ve sıkıntılara da düşmezler. Bu şekildeki elde olmayan durumlar Allah'tan başkasına teslim olma maddesine girmez. Çünkü, her şeyden önce bu onların kendi elinde, kendilerinin tercih ettiği bir şey değil, aksine üzerlerine musallat olan, kurtulamadıkları bir durumdur. Ayrıca bir kimlikte gücü ölçüsünde Allah'a teslim olmaya, ondan başkasına itaate karşı çıkmaya gayret edip eksiksiz çaba harcamaktaysa bu kimseye "Allah'tan başkasına teslim olmuştur" denmez. Hatta (c) grubunda olanların durumu bile (a) ve (b) grubundakilerin durumundan tamamen farklıdır. Allah'a iman edip te Allah'tan başkasına teslim olan asla Muşrik ve kafir olamaz.

Ama o kimse bu durumundan memnunsa veya imkan ölçüsünde bundan kurtulmak için bir gayret göstermiyorsa çok büyük günahkardır. Bütün hayatı günahtan ibaret kalacak kadar günahkar."[1][36]

Bu alıntıyı yapmamızın sebebi gerçekçi alim Mevdudî'yi gerçek anlamda tanıtmak içindir. O eserlerinin çoğunda toplumları eleştirdi; ancak hiçbir zaman tekfirde aşırı da gitmedi: Yusuf el-Kardavî de birçok yönüyle Mevdudî'ye benzeyen bir alimdir. Tekfir meselesine hassasiyetle yaklaşan Kardavî bu konularla ilgili olarak geniş tahliller yapmıştır.[1][37]

"Düşünce, yine düşünce ile durulur. Düşüncenin çözümüne yönelik şiddete baş vurmak sadece onun daha da yayılmasını ve taraftarlarının inançlarında daha ısrarlı olmalarını sağlar. Bu konuda çözüm, ikna, açıklama ve zihinlerdeki şüphelerin giderilmesidir.

Bu tekfirciler genelde dindar, ihlaslı, namazını kılan, orucunu tutan, gayretli insanlardır. Toplumdaki fikri irtidat, sosyal düzensizlikler, siyasal baskılar ve ahlaki yönden toplumun bir çöküntüye sürüklenmesi karşısında onlar da sarsıntı geçirmişlerdir.

Bunlar toplumu düzeltmek isteyen, onların hidayetine gayret sarfeden insanlardır. Her ne kadar metotta hata yapmış ve hatalı bir yola saplanmış olsalar da.

O halde bu insanların iyi niyetli girişimlerini takdir etmemiz mi gerekir, yoksa onları; toplumu yakıp yıkmaya ve harabeye çevirmeye çalışan pençeli arslanlar şeklinde tasavvur etmememiz mi gerekir.

Meseleyi inceleyen bir kimse bu olgunun şu noktalarda belirginleştiğini görecektir.

1) İslam toplumunda açıktan küfür ve dinden dönmelerin yaygınlaşması, kafir ve mürtedlerin kendi batıl davaları ile müslümanlara galebe çalma gayretleri, küfürlerini topluma yaymak için basın-yayın organlarını kullanmaları ve onları, sapıklık ve dalaletlerinden geri çevirecek her hangi bir engel ile karşılaşmıyor oluşları.

2) Bu hakiki kafirler hakkında birtakım alimler vurdumduymaz bir tavır takınmaktalar. Haddizatında İslam onlardan uzak olduğu halde bu kişiler, onları da müslümanlar zümresinde görebilmekteler.

3) Kur’an ve sünnete bağlı İslam davetçilerine ve İslam fikrinin bayraktarlığını yapan insanlara zulüm yapılması davet çalışmalarında ve kişisel hayatlarında baskı altında tutulmaları neticede; gün ışığından herkese açık bir diyalogtan kopuk, yer altında ve dış dünya ile alakası kesik olarak çalışan, sapık ve çarpık akımların doğmasına neden oldu.

4) Bu gayretli gençlerin fıkıh ve fikıh usulü bilgilerinden nasipleri oldukça az, İslami ilimler ve dille alakalı konuların içeriğine tam manasıyla varamadıkları anlaşılıyor. Öyle görünüyor ki nasların bazılarını alıp bazılarını almamaktalar veya müteşabih olanları alıp, muhkem olanları unutuyorlar. Ya da bir takım nasları sathi ve genel hatlarıyla alırlarken külli kaidelerin varlığından habersizler. Ya da ehliyetli olmadığı halde tehlikeli bir konuda fetva verecek bir kimse için gerekli olan ve yukarda belirttiğimiz türden yaptıkları bir çok yanlışlıklar da bu gençlerimizin basit bir konuma düşmelerine vesile olmaktadır.

İslam hukukuna ve şeriatine derinlemesine vakıf olmadan sadece ihlaslı olmak yetmiyor. Yoksa daha önce Haricilerin düştüğü çukura onlar da düşeceklerdir. Hariciler akide ve ibadet konularına sımsıkı tutundukları halde İmam Ahmed b. Hanbel'in de dediği gibi onları bu yönden kötüleyen hadisler mevcuttur.

Bundan dolayı selef alimleri, ibadet ve cihattan önce ilim öğrenilmesini tavsiye etmişler ki böylelikle bilmeden Allah'ın dininden çıkılmasın.

Hasan-ı Basri şöyle buyurmaktadır. İlimsiz amel yapan, yoldan çıkmış kimseye benzer. İlimsiz amel edenin yol açtığı fesad, iyilik olarak yaptıklarından daha fazladır. İlme sarılın ki ibadete zarar gelmesin. İbadete sarılın ki ilme zarar gelmesin. Bir topluluk ilmi terkederek ibadete sarıldı, sonunda ümmet-i Muhammed'e kılıç çekti. Şayet ilim öğrenselerdi ilim, kendilerine böyle yaptırmazdı.[1][38]


Tekfir Edilmeyi Hak Edeni Tekfir Etmek


Burada belirtilmesi gereken bir konu da küfrünü açıktan ilan edenleri bir endişe duymadan küfürle damgalamamızın gereğidir. Buna karşılık; içlerinde iman olmasa da, dışlarında İslami bir görüntü oluşturanlardan el çekmeliyiz. Bu gibi kimseler İslam örfüne göre 'münafık'tırlar. Dilleriyle iman ettik derler kalpleriyle inanmazlar. Ya da yaptıkları söylediklerini tasdik etmez. Zahiri görünüşlerine bakılarak onlara da müslümanlara uygulanan hükümler tatbik edilir. Ahirette ise içlerindeki küfür sebebiyle esfel-i safiline yuvarlanırlar.

Aşağıda özelliklerini vereceğimiz sınıfları açıkça küfürle niteliyebiliriz.

1) İslam inancına, şeriatine ve İslami değer yargılarına ters düştüğü halde, felsefe ve hayat nizamı olarak komünizmde ısrar eden; dinlerin, tamamen afyon olduğuna inanan ve özellikle de İslamiyete karşı kin ve düşmanlık bayrağını açan kimseler.

2) Allah'ın şeriatini açık açık kabul etmediklerini söyleyen ve devletin dinden ayrı olması gerektiğine inanan laikler. Onlar Allah'ın hükmüne ve şeriatine çağrıldıkları zaman ondan kaçar ve geri dururlar. Bundan daha kötüsü, Allah'ın şeriatine inanan ve İslama dönüş yapan insanlara karşı savaş ilan ederler.

3) Açıktan İslamdan uzaklaşan Dürzi, Nusayri, İsmaili ve bunlara benzer diğer batini firkalar. İmam Gazali ve diğer bazı İslam alimleri onlar hakkında görüşlerini şu şekilde açıklamışlardır. Dış görünüşleri inkarcı ve reddedici, içleri ise kesinlikle küfür. Şeyh İmam İbn Teymiyye'de şöyle demektedir. Onlar Yahudi ve Hristiyanlardan daha kafirdirler. Bu, onların kat'i olan İslam hükümlerini ve dinde zaruri olarak bilinmesi gerekenleri inkar etmelerinden kaynaklanmaktadır.

Asrımızda bunlara benzer olarak, kendi başlarına yeni bir din modeli geliştiren Bahailer ve Peygamber (s.a.v)'den sonra kendilerine peygamberliğin geldiğini iddia eden Kadiyaniler vardır.[1][39]


Belli Bir Şahısla Zümre Arasını Ayırmak Gerekir


Burada değinmemiz gereken diğer bir konu da; muhakkik alimlerin belirttiği gibi; tekfir meselesinde belli bir şahısla zümre arasını ayırma konusudur.

Bunun manası şudur; Mesela, komünistler kafirdir, şer'i hükmü benimsemeyen laikler kafirdir veya işte şuna buna çağıran veya şöyle şöyle yapanlar da kafirdir diyebiliyoruz. Bu, bir zümreyle alakalı olan hükümlerdir. Bir kişi ile alakalı olduğunda yani kendisini komünist veya laik görüyorsa, onun konumunu suallerle ve tartışmalarla iyiden iyiye araştırmak gerekir. Ta ki hakkında bir delil elde edinceye, şüpheleri ve onun için ileri sürülebilecek mazeretleri ortadan kalkıncaya kadar.

Bu konuda Şeyhu'l İslam İmam İbn Teynıiyye şöyle demektedir;

Bazen söylenen söz küfür olabilir. Ve söyleyen de rahat bir şekilde tekfir edilebilir. "Şunu söyleyen kafirdir" denilebilir. Ancak hükmünü veremeyiz. Şayet aleyhine bir hüküm varsa kafir hükmünü verebiliriz.

İlahi tehditlerle alakalı naslarda da durum yukarıdaki gibidir. Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

"Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş tıkınmış olurlar, zaten onlar çılgın aleve atılacaklardır."[1][40]

İbn Teymiyye devamla şöyle demektedir. Bu ve buna benzer tehdit ayetleri haktır. Ancak belli kişilere karşı bu tehdit ayetleri delil olarak getirilmez. Ehl-i Kıbleden olan bir kişinin cehennemlik olduğuna hüküm edemeyiz. Olabilir ki şartlardan birini yitirmiş ya da tehdide maruz olabilecek bir engelden dolayı tehditin kapsamına girmeyebilir. Belki yetim malını yemenin haram olduğu kendisine bildirilmemiştir. Belki de yedikten sonra tevbe etmiş olabilir. Belki de yaptığı bazı iyilikler onun günahlarını örtebilir. Geçirdiği musibetler kendisine keffaret olabilir.

Olabilir ki yetim malını yemenin yanlış olduğu kendisine bildirilmiş fakat hükmü söylenmemiştir veyahutta yetim malını yemenin haram olduğunu anlayamamış da olabilir. Allah Teala'nın mazur gördüğü bir takım sebeplere maruz kalması da mümkündür. Ehl-i sünnet imamlarının mezhepleri; belli bir şahısla bir zümre arasındaki farkları anlatan detaylı bilgiler vermiştir.

Bu ihtiyat küfür davranışı sergileyenler hakkında gerekli olduğuna göre nasıl olur da bir müslüman "Lailahe illallah Muhammed'in Resûlullah" diyen insanları -iyiliklerinin yanısıra kötülük de yapsalar- küfürle damgalamaya cür'et edebilir?

Kelime-i şehadeti getirmek, kişilerin canlarını mallarını ve kanlarını masum kılar. Onların hesapları Allah'a kalmıştır. Biz zahire göre hüküm veririz. Batını ise Allah bilir.

Sahih ve mütevatir olan bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "İnsanlar 'Lailahe illallah' dediklerinde -haklı sebepler hariç- kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Hesapları da Allah'a kalmıştır."

İnsan Ne ile İslama Girer?

Birinci Kaide; insan şehadet getirmek suretiyle İslam'a girer.

"Lailahe illallah Muhammedun Resûlullah." Kim diliyle şehadeti getirirse İslama girmiş olur ve kalbiyle inanmamış olsa da ona İslamın hükümleri uygulanır. Çünkü biz zahire göre hüküm veririz. Gizli olanları ise Allah'a tevdi ediyor ve buna delil olarak şunları gösteriyoruz.

1- Peygamber (s.a.v) şehadet getiren kişinin müslümanlığını kabul ederdi. Namaz kılıncaya veya bir yıl geçtikten sonra zekatını verip vermeyeceğine veyahutta Ramazan geldiğinde orucunu tutacak mı tutmayacak mı diye beklemezdi... Yok müslüman olacak kişi İslamın farz olarak belirlediği hükümleri yerine getirsin de sonra onun müslüman olduğuna hüküm vereyim, diye bir düşünceye kapılmamıştı. İslama inanması ve açıktan inkar etmemesi müslümanlığı için yeterliydi.

2- Buhari ve diğer hadis kitaplarında Usame b. Zeyd (r.a)’dan rivayet edilen bir hadis vardır; Usame b. Zeyd "Lailahe illallah" dediği halde bir adama kılıç çekerek öldürmüş de Peygamberimiz kendisini kınamıştı. Peygamber (s.a.v) sordu;

"Lailahe illallah" dedikten sonra mı öldürdün?” Usame de;

“Kılıçtan çekindiği için böyle söyledi.” diye cevap verince Peygamber;

Sen onun kalbini yarıp baktın mı?” Bazı rivayetlerde;

Kıyamet gününde "lailahe illallah" ile birlikte halin nice olur?” demiştir.

3- Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis şöyledir, insanlar "lailahe illallah" deyinceye kadar onlarla savaşmam emredildi. "Lailahe illallah" dediklerinde haklı sebepler hariç kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Onların hesabı da Allah'a kalmıştır.

Muslim'in rivayetinde şöyle geçmektedir; “...ta ki "Lailahe illallah" deyip de bana ve benim getirdiklerime inanıncaya kadar.

Buhari'nin Enes'ten merfu olarak gelen rivayetinde de "Lailehe illallah Muhammedun Resûlullah" deyinceye kadar ifadesi vardır.

Hadiste geçen "insanlar"dan kasıt, alimlerin dediği ve Enes'in bu hadisin izahında vurguladığı gibi, Muşrik Araplardır. Çünkü Ehl-i Kitaptan canları ve mallarına karşılık cizye alınıyordu ki bu da Kur'an'la sabit bir nasdır.

Delilimiz: Muşrik Araplar "Lailahe illallah" dediklerinde kanlarının ve mallarının korunmasıyla birlikte İslama giriyorlardı. Çünkü kanın ve malın korunması, ya müslüman olmakla ya antlaşmayla ya da ehl-i zimmet hükmüne girmekle olurdu. Ama burada Muşrik Araplar için ne antlaşma ne de ehl-i zimmet hükmü vardır. Sadece müslüman olmaları söz konusudur aksi halde kanlarını ve mallarını korumanın başka yolu yoktu.

Bu hadis, bir çok sahabenin benzer ifadelerle rivayet ettileri sahih bir hadistir. Bundan dolayı Hafız Suyuti "Camius-Sağir" adlı kitabında bu hadisin mütevatir olduğunu söylemiştir. "Camius-Sağir"in sarihi Munavi de; "Bu hadis mütevatirdir, çünkü onbeş sahabi tarafından rivayet edilmiştir." der.

Kendi zamanının büyük hadis imamlarından biri olan Süfyan b. Uyeyne'nin şöyle dediği rivayet edilir. Bu. namaz, oruç ve zekatın farz kılınmasından önce hicretten evvel İslamın ilk devirlerinde şöyleydi.

Allame İbn Recep Hanbeli (hanbeli imamlarından) "Camiu'l Ulum vel Hikem" adlı kitabında Sufyan b. Uyeyne'nin sözü üzerine şöyle demiştir. Bu, zayıf bir görüştür. Süfyan'ın böyle bir söz söyleyip söylemediği ise tartışılabilir. Bu hadisin ravileri Medine'de Resullullah (s.a.v)’ın sohbetinde bulunmuşlar ve bir kısmı da daha sonradan müslüman olmuşlardır. Sonra "kanlarını ve mallarını benden korurlar" sözü, Peygamber (s.a.v)'in kıtal (savaş)'a emrolunduğuna delalet etmektedir. Oysa bunların tümü Peygamberin Medine'ye hicretinden sonra meydana gelmiştir.

Açık bir şekilde bilinmektedir ki; Peygamber (s.a.v) kendisine gelip de İslama girmek isteyen kişilerden sadece şehadet getirmelerini isterdi. Bununla onlar kanlarını ve mallarını korurlar ve müslüman olurlardı. Usame b. Zeyd kılıcını çekerken "Lailâhe illallah" diyen bir kişiyi öldürdüğünde Peygamber (s.a.v) onu şiddetle azarlamıştı. Peygamber (s.a.v) kendisine gelip de müslüman olmak isteyen bir kişiye, namaz kılmasını, zekat vermesini şart olarak koşmazdı. Aksine bir kavim, zekat vermemek şartıyla müslümanlığı kabul edilmişti.

İmam Ahmet b. Hanbel'in müsnedinde cabir (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilir. Sakife kabilesi Peygamber (s.a.v)'den kendilerine (müslüman olmalarına karşılık) zekat ve cihat sorumluluğunun yüklenmemesini şart koştular. Peygamber (s.a.v) de şöyle dedi; “Onlar (ilerde) zekat da verecekler, cihad da edecekler.

Müsnedde, Nasr b. Asım El-leysi'den rivayet edildiğine göre; Sakife kabilesinden biri Peygamber (s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi; iki rek'at namazın dışında namaz kılmamak suretiyle müslüman oluyorum. Kendisinden müslümanlığı kabul edilmişti.

İbn Recep şöyle der; Ahmet b. Hanbel bu hadisten hareketle fasit bir şarta bağlı olsa da kişinin müslümanlığı kabul edilir. Sonra bu şartla müslüman olan kişi, mükellefiyetlerin tümüyle yükümlü olur. Bu görüşte olanlar Hakim b. Huzzam'ın şu sözünü ileri sürerler. Eğilmeksizin ayakta durarak secde etmek şartını koşarak Resûlullah'a biat ettim.

Bu nakillerde bizi ilgilendiren iki şey var.

Birincisi

İslam'a girmek için şehadet kelimesi yeterlidir. Bazı hadislerde görülen ve yalnızca "Lailahe illallah" şeklinde geçen şehadet ise rivayetlerde rastladığımız normal bir kısaltmadır. Bununla kastedilen -kendilerine İslam daveti yapılan Muşrik aralarında çok iyi bildiği gibi- şehadet kelimesinin tamamıdır. Zaten bu davet, onu getiren Muhammedun Resûlullah (s.a.v)'e iman etmeden gerçekleşmez.

Bu nedenle bazı selef alimleri; İslam bir kelimedir. Yani; kelime-i şehadettir, demişlerdir.

Namaz, oruç ve İslamın farz kıldığı diğer ibadet ve şer’i hükümler, müslüman olunduktan sonra yapılması istenen şeylerdir. Çünkü onlar sadece, müslüman olan bir kimsenin yapmasıyla sahih olurlar.

Kafirin ne namazı ne orucu ve ne de haccı olur. Kafir, kendisinden bu ibadetlerin kabul şartını (ki o da; müslüman olmaktır) kaybetmiştir.

İkincisi

İbni Receb’in zikrettiği ve Ahmet b. Hanbel'in "Müsned"inde yer alan geniş manalı hadislere gelince, Peygamber (s.a.v) bu hadislerle birtakım konuları, özellikle İslam'a yeni girenleri ilgilendiren bazı konuları çözüme bağlıyordu. Bazılarından kabul etmediği şartları bazılarından kabul ediyordu. Beşir b. Husasiye'den şöyle rivayet edilmiştir. Beşir zekat vermeden ve cihad etmeden Peygamber (s.a.v)'e biat etmek istedi ama Peygamber elini çekti ve şöyle dedi; “Ya Beşir! Ne cihad var ne de zekat öyleyse cennete ne ile gireceksin?

Fakat Peygamber (s.a.v) aynı şartları Sakife kabilesinden kabul etmişti. Belki de onlar ileri sürdükleri şartlar üzerinde devamlı kalmayacaklardı, müslüman olduklarında ve daha iyi aşamaya azmettiklerinde diğer müslümanlar gibi oruçlarını tutacaklardı. Bundan dolayı olsa gerek ki Peygamber (s.a.v) onlar hakkında şöyle söylemişti. "Onlar oruç da tutacaklar cihad da edecekler."[1][41]


Kim Tevhid üzere ölürse Cennet'i hak eder


İkinci kaide; Kim "Lailahe illallah" diyerek ölürse Allah katında iki şeyi hakeder.

Birincisi; Cehennemde ebediyen kalmaktan kurtuluş; kalbinde hardal tanesi kadar iman oldukça, günahları sebebi ile cehenneme girse de -ki bu günahlar zina gibi Allah hakkına veya hırsızlık gibi kul hakkına taalluk eden bir mesele de olabilir- günahları miktarınca cehennemde kaldıktan sonra tekrar çıkacaktır.

İkincisi; geç olsa da cennete girecektir; Tevbe etmediği ve hiç bir şeyin günahlarına keffaret olmadığı için cehenneme girmesi sebebiyle cennete ilk girenlerle beraber giremese de sonuçta cennete girmeyi hak edecektir.

Buna delil olarak Buhari, Muslim ve diğer hadis kitaplarında geçen sahih hadisleri gösterebiliriz. Ubade b. Samit Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. “Kim, Allah'tan başka ilah olmadığına, eşi ve benzeri bulunmadığına, Muhammed'in onun kulu ve Rasulü olduğuna, İsa'nın da Allah'ın kulu ve Rasulü olduğuna ve Meryem'e ilka eylediği kelimesi olduğuna ve kendisinden bir ruh olduğuna, cennetin ve cehennemin gerçek olduğuna şehadet ederse, Allah da onu -amellerine bakmak suretiyle- cennetine kor.

Ebuzer'in şöyle dediği rivayet edilmiştir. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu; “Hiç bir kul yok ki, lailahe illallah deyip bu hal üzere öldükten sonra cennete girmesin.

"Allah Teala, kendi rızasını gözeterek 'Lailahe illallah' diyen bir kimseye cehennem ateşini haram kılmıştır." Yani; asr-ı saadet döneminde bu kelimeyi sırf canlarının ve mallarının korunması için söyleyen münafıklar gibi değil tabii. Enes (r.a) Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Lailahe illallah" diyen cehennemden çıkar. Kalbinde bir hardal tanesi kadar iman bulunsa da.

Tüm bu hadisler Buhari ve Muslim'de geçmektedir.

Buhari ve Muslim'de geçen bir de şu hadis vardır. Ebuzer (r.a) Peygamber (s.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir. "Cibril Peygamber (s.a.v)'e geldi ve şöyle dedi; ümmetini müjdele; ümmetinden kim Allah'a şirk koşmadan ölürse cennete girecektir. Ben de şöyle dedim; peki ya zina ya da hırsızlık etsede mi? O da; (evet) zina ve hırsızlık etse de, buyurdu.

Sahih-i Muslim'de geçen ve Ubade'den rivayet edilmiş bir hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. "Allah'tan başka ilah bulunmadığına, Muhammed'in de gerçekten Allah elçisi olduğuna şehadet eden kimse üzerine Allah, cehennemi haram kılar."

Bunlara benzer daha bir çok hadis mevcuttur. Hepside kelime-i şehadet söylendiğinde cennete girilip cehennemden çıkılacağına delil olan hadislerdir.

Cennete girilmesinden kasıt; hak edilen azabın cehennemde çekilmesinden sonra neticede cennete dönülmesidir.

Ateşten kurtulmaktan kasıt ise; ebedi cehennemde kalmaktan kurtulmaktır. Bunu söylemekteki amacımız, bahsettiğimiz hadislerle, bazı günahları işleyen kimselere cenneti haram kılan ve cehennemi de zorunlu durak kılan hadisler arasında ortak olabilecek bir noktayı yakalamaktır. Nasları da birbirleriyle çeliştirmek uygun olmaz.[1][42]


Müslümanlığı Bozan Şeyler


Üçüncü kaide; insan, şehadet kelimesini getirerek İslama girdikten sonra, müslümanlığının gereği olarak İslamın hükümlerine boyun eğmek mecburiyetindedir. Bu boyun eğiş, İslamın adil ve kutsal bir din olduğuna, ona karşı boyun büküp teslim olmanın gerektiğine, şartlarına göre amel etmenin zorunlu oluşuna iman etmeyi icab ettirir. Yani bir insan müslüman olduktan sonra, kitap ve sünnetin sarih naslarına göre hareket etmekle yükümlü olur.

Bu hükümleri kabul edip etmeme, benimseyip benimsememe hürriyetine sahip değildir. O rıza gösteren her müslümanın yaptığı gibi İslamın hükümlerine boyun eğer, helali helal bilir haramı haram. Kendisine gerekli olan hükümlerin vacip, bazı hükümlerin de müstehap kılındığına inanarak dinini yaşar.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır.

"Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz."[1][43]

"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve peygambere çağrıldıkları vakit; 'işittik, itaat ettik' demek, ancak mü'minlerin sözüdür."[1][44]

"Hayır; Rabb'ine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar."[1][45]

Mühim olan şunu bilmektir; İslam'ın; farzlar, haramlar ve cezalarla ilgili hükümleriyle bunların dışında kalan şeriat hükümleri, kati ve kesin şekliyle belirlenmiş hükümlerdir. Bu hükümlerde herhangi bir şüphe duyulması söz konusu değildir. Hepsi Allah'ın dininden ve koyduğu şeriatinin çerçevesindedirler. İslam alimleri bu hükümleri fıkıh diliyle şu şekilde izah etmişlerdir; "İslam'da bilinmesi zaruri olan şeyler."

İslamın hükümlerini, avam da, havas da böyle biliyor. Varlıklarını isbatlamak için deliller getirmeye veya tartışmalar düzenlemeye gerek yok. Bu konuda; namaz ve zekat gibi İslam'ın şartlarından olan farz ibadetleri, adam öldürmek, zina etmek, faiz yemek ve şarap içmek gibi büyük günahları, son olarak da evlilik, boşanma, miras, hadler ve kısas vb. kati hükümleri misal olarak verebiliriz.

Zaruret-i diniyyeden olan hükümleri inkar edenler ya da onları hafife alıp alay edenler kesinlikle kafir olurlar. Onlara mürted damgası vurulur. Bu hükümler açık ayetlerle ve sarih hadislerle tesbit edilmiş ve bildirilmiş hükümlerdir. Çeşitli asırlarda yaşayan İslam uleması bu hükümler üzerinde icma etmişlerdir. Kim bunlardan birini yalanlarsa Kur'an ve Sünnet'i yalanlamış demektir. Bu da küfürdür.

Bunlardan ancak İslamla yeni tanışıp da İslamın hükümlerinin neler olduğunu bilmeyen, İslamın kaynaklarından uzakta bir yerde yaşamış olanlar, istisna tutulabilirler. Onlar zarureti diniyyeden birini inkar ettiklerinde durumları kendileri için bir mazeret teşkil edebilir. Ama bu Allah'ın dinini öğreninceye kadar geçerlidir, öğrendikten sonra da diğer müslümanlar için geçerli olan hükümler bu tür kimseler için de geçerli olur.[1][46]


Büyük Günahlar İmanı Zedeler Ama Kökünden Kazımaz.


Dördüncü Kaide; büyük günah işleyen kişi, onlardan tevbe etmezse ve yapmakta da ısrar etse bu, onun imanını zedeler ve var olan imanının da yavaş yavaş eksilmesine yol açar. Ancak imanı kökünden kazımaz. Tamamıyla dinden çıkmasına yol açmaz. Buna delil olarak şunları gösterebiliriz.

1- Büyük günahlar, imanı kökünden kazımış olsaydı, günahı işleyenler mutlak kafir olurlardı. Ma'siyet ve dinden dönme tek bir şey olurdu. Asi olan da mürted olur ve ona, mürtede uygulanan cezalar uygulanırdı. O zaman da zina, hırsızlık, yol kesicilik, içki içmek ve haksız yere adam öldürmek gibi cezaların İslami hükümlerde ayrı ayrı belirtilmesine gerek kalmazdı. Oysa bunların hepsi de naslarla ve icma ile farz olan hükümlerdir.

2- Kur'an-ı Kerim, Kasas suresinde katil aleyhine ve öldürülenin lehine olacak hükümler koymuştur.

"Ey iman edenler! (Kasten)öldürülmüşler için kısas size farz kılındı. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın kısas olunur, öldürülmüş olanın kardeşlerinden katilin lehine olarak bir şey bağışlanırsa da kısas düşürülse, ölünün velisi, hakkından ziyade olmayarak diyet almalıdır."[1][47]

3- Kur'an-ı Kerim, birbiriyle savaşan iki gruptan her ikisinin de mü'min olmakta devam edeceklerini bildiriyor.

"Eğer mü'minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever. Şüphesiz mü'minler birbiri ile kardeştirler; öyleyse dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki size acısın."[1][48]

Ayet aralarında savaşmalarıyla birlikte dini kardeşliklerin ve imanın onlar için geçerliliğini korumuş olduğunu vurgulamaktadır. Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v) de şöyle buyuruyor: "Benden sonra birbirlerinizi vuran kafirler olmayın."[1][49]

"İki müslüman birbirlerine kılıç çekerek karşı karşıya geldiklerinde ölen de öldürülen de cehennemdedir."

Buhari, günah işleyen kimsenin kafir olmayacağını bu hadislerden hareketle savunmuştur. Çünkü Peygamber (s.a.v) onları her ne kadar cehennem ateşiyle korkutmuşsa da aynı zamanda müslüman olduklarını da söylemiştir.

Tabi ki hadiste geçen savaşmadan maksat, caiz görülebilecek şer'i bir gerekçenin olmaması dahilinde yapılan savaşmadır.

4- Hatip b. Ebu Belta, bugünkü deyimiyle vatan hainliği denebilecek büyük bir günah işlemişti. Peygamber (s.a.v)'in haberlerini ve askerlerinin harekatını, Peygamberimizce gizli tutulması için son derece titiz davranılmasına rağmen Mekke'nin fethinden az bir zaman önce Kureyş'e ulaştırmak, bildirmek istemişti. Ömer (r.a); "Ey Allah'ın Resulü! Bu adam münafıklık etmiştir. Bırakın da boynunu vurayım." demişti. Peygamber (s.a.v), Bedir savaşına katılmış olması nedeniyle öldürülmesine razı olmamış ve yaptığı bu işi, kendisini dinden çıkarıcı bir iş olarak değerlendirmemişti. Peygamber (s.a.v)'in bu yargısını teyid mahiyetinde şu ayetler nazil olmuştu.

"Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyor. Eğer sizler çıkmışsanız onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır."

Allah Teala bu ayette, konuştuğu kimselere mü'min unvanını kullanarak hitap ediyor. Ve kendi düşmanlarıyla onların düşmanlarını bir görüyor. Buna rağmen siz onlara sevgi besliyorsunuz.

5- Mü'minlerin annesi Aişe (r.a)'ye atılan iftira konusunda indirilen ayetler de bu kabildendir. İftira atanlardan biri de, Bedir savaşına katılmış Musattah b. Usase'dir. Ebubekir ona bir daha mali destekte bulunmamaya yemin etmişti. Allah Teala konuyla alakalı olarak şu ayetleri indirdi.

"İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere, vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah bağışlayandır, merhametli olandır."[1][50]

Şöyle denilebilir; Musattah ve diğer iftira edenler tevbe etmiştir. Ancak Allah Teala İbn Teymiyye'nin de dediği gibi, kendilerine iyilik edilip affedilmeleri için tevbe edilmesini şart koşmamıştır.

6- Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen ve Buhari'de geçen bir rivayete göre sahabilerden biri devamlı içki içerdi. Peygamber (s.a.v) de içki uygulamasını emretmişti. Bazıları ağızlarında şöyle birşeyler gevelemeye başlamışlar: "Allah seni rezil rusvay etsin." Peygamber (s.a.v) de:

"Böyle söylemeyin. Ona karşı şeytana yardım etmeyin." Buhari'de geçen bir başka rivayet şöyledir.

"Kardeşinize karşı şeytana yardım etmeyin." Ebu Davut'un süneninde bu konuyla alakalı olarak bir fazlalık vardır. Peygamber (s.a.v) orada bulunanlara şöyle demiştir;

Bilakis deyin ki; Allah'ım onu bağışla ona merhamet et."

İşte bu, kötülüklerin başı olan içkiyi içen bir kimseye karşı gösterilen Muhammedi bir tavır ve müsamaha ölçüsüdür. Peygamber (s.a.v) içkiyi içene cezasının uygulanmasına razı ama ona la'net edilmesine ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmasına asla razı değil. Aksine müslümanlar arasında onu da kardeş olarak görüyor. Böylece açıkça horlayıp sövmelerini şeytanın içeri girmesi için kalbinde gedik açmalarını yasaklamıştı. Dolayısıyla bu haldeki bir kimseye mağfiret ve rahmet duası yapılmasını, onun kardeş ve dost olarak görülmesini, hidayetine çalışmasını emrediyor. Böylece belki kendini düzeltir de aşırılıklarından vazgeçer.

7- Yine Buhari'de Ömer b. Hattab'tan rivayet edilen bir hadis şu şekildedir. "Peygamber (s.a.v) devrinde adı Abdullah olduğu halde "Eşek" diye çağrılan bir adam vardı. İçki içtiğinden Peygamber (s.a.v) ona had cezası tatbik edilmesini emretmişti. Onun kavminden bazıları; Allah'ım ona la'net et! Ne kadar da çok içiyor, demişlerdi. Bunlara cevaben Peygamber (s.a.v) de şöyle karşılık verdi: “Lanet etmeyin. Allah'a yemin olsun onun Allah ve Resulünü sevmediğini bilmiyorum.”Bazı rivayetlerde de şöyle geçmektedidir; "Onun Allah ve Resulünü sevdiğini biliyorum" bazılarında ise; "Bildiğim tek şey var ki; o, Allah ve Resulünü seviyor."

İbn Hacer "Fethu'l Bari" adlı eserinde, İbn Abdilberra'dan naklen, o sahabinin sırf içki içmekten ötürü elli kez had cezasına çarptırıldığını söylemektedir. Peygamber (s.a.v) de la'netlenmesini yasaklamış ve onun Allah ve Resulünü sevdiğini söylemiştir.

Hafız b. Hacer "Fethul Bari" adlı eserinde hadisden çıkarılacak faydalı sonuçları şu şekilde sıralıyor.

a- Bu hadiste, büyük günah işleyen bir kimsenin kafir olduğunu iddia edenlere reddiye vardır. Çünkü hadis günah işleyenlerin lanetlenmesini nehyedip böylelerine dua edilmesini emrediyor.

b- Hadisten anlaşıldığına göre bir kişi, Allah Teala'nın kendisine nehyettiklerini işlediği halde Allah ve Resulü'nün sevgisini, işlediği çirkin ameliyle yan-yana bulundurmasında herhangi bir çelişki olmayacağını, çünkü Peygamber (s.a.v) bahsedilen hadiste kişinin, bu günahkarlığıyla birlikte Allah ve Resûlullah'ı sevdiğini haber vermiştir.

c- Her defasında günah işlense de Allah'ı ve Peygamber sevgisi silinmez.

d- Bir hadiste; "Kişi içki içerken mü'min olarak içmez." diye buyurmakta ise de burada naklettiğimiz hadisten anlaşıldığına göre, imanın içki içenden uzaklaşması, tamamen uzaklaşması manasına değildir. Aksine bu, imanın kemal dereceseni kaybetmesi demektir.

8- Her ne kadar zina ve hırsızlık etse de "Lailahe illallah" diyen bir kimseye cenneti layık gören hadisleri bildirmiştik.

9- Peygamber (s.a.v)'den gelen sahih rivayetlere göre, ümmetinden büyük günahları işleyenlere şefaat edecektir. Bu da iki hükme delalet ediyor.

Birincisi; büyük günah işlemek, Peygamber'in ümmetinin dairesinden çıkmaya sebeb teşkil etmez.

İkincisi; Allah Teala büyük günah işleyenlere ya cehennemden affetmek suretiyle ya da cehennem de belli bir süre bıraktıktan sonra oradan kurtarmak suretiyle merhamet edecektir.

Kardavî, özellikle günah işleme durumunda küfre girilmeyeceğini beyan ederken dikkat edilirse yalnızca Haricilerden bahsetmiyor. Onun asıl gönderme yaptığı yer tekfir cemaatidir. Çünkü tekfir cemaatinin görüşleri iyi incelenirse onların büyük günah işleyenlere Haricilere benzeyen bir bakış açısıyla baktıkları görülecektir. Tekfirde aşırı gidenlerin görüşlerini inceleyen birçok alim, onların çoğunun farkında olmadan geçmişte yaşamış bazı toplulukların görüşlerinin aynısını tekrar edip durduklarını ispat etmişlerdir. Geçmişte yaşamış bu toplulukların başında ise Hariciler gelmektedir. Ayrıca Mutezile, Murcie ekollerini de unutmamak gerekiyor.

Kardavî şirkin dışındaki günahlarla ilgili fetvalarını açıklamaya şöyle devam ediyor:[1][51]


"Şirkin Dışında Kalan Günahlar Affedilebilir[1][52]


Beşinci Kaide: Bu kaide de bir önceki kaideyi teyid niteliğindedir. Affedilmeyecek tek günah, Allah Teala'ya şirk koşulmasıdır. Bunun dışında kalan günahlar affedilebilir. İster büyük günah olsun ister küçük hepsi de Allah Teala'nın iradesi altındadır. Dilerse affeder dilerse cezalandırır.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır;

"Allah, kendisineşirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki (günahları) dilediğini bağışlar. Allah'a şirk koşan kişi, derin bir sapıklığa sapmış olur."[1][53]

Ayette geçen şirkten kasıt, büyük şirktir. Büyük şirk de; Allah Teala ile beraber başka ilahlar edinmektir. Şirk kelimesi mutlak olarak kullanıldığında bu mana anlaşılır. Büyük küfür de böyledir. Yani Allah'ı reddetmek ve inkar anlamındaki küfrü kastediyorum.

Hafız İbn Hacer şöyle der; Mesela, Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğini inkar eden kişi, Allah Teala ile beraber başka ilahlar edinmese bile yine de kafir olur. Onun için mağfiret olunmaz. Küfrün ve şirkin dışında kalan diğer günahlara gelince, onlar dahi iradeye bağlıdır. Dilediğini bağışlar dilediğini de cezalandırır.

İmam İbn Teymiyye şöyle demektedi: Tevbe etmiş olana, ceza verilmesi caiz olmaz. Tevbe ettikten sonra kişinin daha önceden şirk koşmuş olmasıyla diğer günahları işlemiş olması fark etmez. Allah Teala bir ayette şöyle buyurmaktadır; "Ey Muhammed! de ki; Ey kendilerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O bağışlayandır, merhametlidir." Ayette geçen anlam umumi ve mutlaklık taşımaktadır. Çünkü ayette, tevbe eden kastedilmiştir. Diğer tarafta ise özelleştirme ve bir şarta bağlama vardır.

Bir çok sahih hadis, şirkin dışında kalan günahların bağışlanmasının ilahi iradeye bağlı olduğunu göstermektedir.

Buhari'de geçen ve Ubade b. Samid tarafından rivayet edilen hadiste Peygamber (s.a.v) çevresinde halka oluşturmuş olan sahabelere şöyle buyurmuştur; "Bana, Allah'a hiç bir şeyi şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, evlatlarınızı diri diri gömmemek, kendi yanınızda uydurduğunuz şeylerle başkalarına iftira etmemek ve maruf (iyi işler) de isyan etmemek üzere biat ediniz. Kim bunlara riayet ederse onun mükafatı Allah'a aittir. Bu günahlardan birini işleyen olur da dünyadayken cezalandırılırsa, o ceza kendisi için keffaret olur. Kimde bu günahlardan birini yapar ve Allah onu örterse onun durumu Allah'a kalır. Dilerse affeder, dilerse cezalandırır."

Bu hadis, biat edilmek için sayılan günahlardan birinin işlenmesi durumunda işleyen kişinin İslamdan çıkmayacağını açıkça göstermektedir. Aksine bildirilen günahlardan birini işleyip de Allah Teala tarafından dünyada cezalandırıldığı taktirde bu onun için keffaret olacaktır. Dünya da cezası verilmediği taktirde o kişinin durumu ilahi iradeye bırakılır. Dilerse affeder dilerse cezalandırır.

Alleme Mazeri şöyle demektedir: Usame'nin rivayet ettiği hadiste, büyük günahları işleyenleri tekfir eden Haricilere ve fasık bir kimse öldüğünde azap çekmesinin vacip olduğunu iddia eden Mutezilere reddiye vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v) bu günahların ilahi irade altında olduğunu haber vermiş; "öldüklerinde kesinlikle azap göreceklerdir" diye herhangi bir şey söylememişlerdir.

Tayyibi de şöyle demiştir:

"Bu hadiste, hakkında çok açık bir delil olmadıkça bir insanın cehennemlik olduğunu söylemenin mahsurlu olduğuna işaret var."[1][54]


Naslarda Ortaya Çıkan Küfrün; Büyük ve Küçük Küfür Diye Ayrılması


Altıncı Kaide; Kur'an ve Sünnet'te geçen küfürden kasıt; büyük küfürdür, dünya hükümlerine göre dinden çıkarırken ahiret hükümlerine göre ise ebedi cehennemlik kılar.

Kur’an ve Sünnet'te geçen küçük küfür ise, onu işleyen kişiyi cehennemde ebedi bırakmaz, sadece cehennem ateşiyle azaplandırmaya müstehak kılar ve kişiyi dinden çıkarmaz ama yapanı fasıklık ve günahkarlıkla damgalar.

Birinci anlamda kullanılan küfür, Muhammed (s.a.v)'in getirdiği hükümlerin veya dinde inanılması zaruri olan hükümlerin bazılarını inkar etmektir.

İkinci anlamda kullanılan küfür ise, Allah Teala'nın emrine aykırı davranan veya nehyettiklerini yapan kişileri kapsar. Bu konuyla alakalı olarak bir çok hadis rivayet edilmiştir. Mesela; "Kim Allah'ın dışındaki şeyler adına yemin ederse (Allah'ı) inkar etmiş olur.” Bir rivayette; “Şirk koşmuş olur." diye geçiyor. Müslümana sövmek fasıklık, onunla savaşmak ise küfürdür.

"Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın."

"Sakın babalarınızdan yüz çevirmeyin, kim babasından yüz çevirirse (nimete) küfretmiş olur."

"Kim (müslüman) kardeşine 'Ey Kafir!' derse, onu tekfir edişi kendisine döner."

O zaman biz de şöyle diyebiliriz; yukarıdaki naslarda ve benzeri diğer naslarda bahsedilen küfür, insanı dinden çıkaran küfürler değillerdir. Bunu isbatlayacak başka deliller de vardır.

Bazan sahabenin birbiriyle savaştıkları da olurda ama onlar hiç bir zaman birbirlerini kafirlikle itham etmediler.

Nakledilen kesin rivayetlere bakılırsa Ali bin Ebu Talip, Cemel ve Sıffin savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etmemiş, sadece onları asilikle nitelemiştir. Bir sahih hadiste anlatıldığına göre Peygamber (s.a.v) Ammar'a şöyle demiştir. “Seni asi bir topluluk öldürecek.” Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v) Hariciler hakkında şöyle buyurmuşlardır. "İki gruptan hakka en yakın olan, onları öldürecektir." Ali (r.a) ve beraberindekiler onlarla savaşmışlardı.

Aynı şekilde Kur'an da savaşan iki topluluğun mü'min olabileceğini vurgulamıştır. "Mü'minlerden iki grup savaşırlarsa aralarını düzeltin."

"Mü'minler ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin."

Bunlara misal olacak hadisler de verebiliriz. “Kim Allah'ın dışındaki şeylere yemin ederse (Allah'ı) inkar etmiştir veya (O'na) şirk koşmuştur.

Bir müneccime veya kahine gelip de onun söylediklerini doğrulayan ve ona inanan kimse Allah'ın Muhammed'e indirdiklerini inkar etmiş olar.

Bu gibi hadisleri İslam alimleri esas olarak alıp bu davranışta bulunan kimseleri "kafir" diye ve "İslam dininden çıkar" diye nitelememişlerdir.

Bazen insanlar Allah'ın dışındaki şeyleri kullanarak yemin ederler. Müneccim ve kahinlerin söylediklerini doğrularlar. İlim ve din adamlarının söylediklerini inkar edip sapkınlığa düşerler. Ama hiç kimse onların dinden dönmüş olduklarına bundan dolayı kendileriyle müslüman hanımlarının ayrılması gerektiğine hüküm vermedikleri gibi onların ölümü halinde de namazlarının kılmmayacağına ya da müslümanların kabirlerine defne dilmeyeceklerine ilişkin herhangi bir emir de vermemişlerdir. Merfu bir hadiste şöyle geçmektedir. "Bu ümmet hiç bir zaman dalalet üzerine icma etmez."

Bundan dolayı İbn Kayyım, işlenen bazı günahları küfür olarak nitelendiren hadisleri sıraladıktan sonra şöyle söylemiştir:

Bu hadislerdeki kasıt şudur; bütün günahlar küçük küfür türündendir. Bu da ibadetleri yapmak anlamına gelen şükrün zıddıdır. Yapılan iş ya şükürdür ya küfürdür ya da bunların dışında üçüncü bir şeydir.[1][55]

Birinci anlamdaki küfrün (yani büyük küfürün) karşıtı imandır. Buna göre kişiye "mü'mindir" veya "kafirdir" denilebilir. Allah Teala da şöyle buyuruyor. "Onlardan kimi iman etti kimi inkar etti."[1][56]

"Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, inkar edenlerin dostları ise tağutlardır. Onları, aydınlıklardan karanlıklara çıkarır."[1][57]

"İman ettikten sonra inkar eden bir kavme Allah nasıl hidayet etsin."[1][58]

İkinci manadaki küfre -yani küçük küfür- gelince, onun karşılığı da şükürdür. İnsan ya nimete şükreder, ya da nankörlük eder. Allah Teala insanı nitelerken şunları söylemektedir. "Şüphesiz ona yol gösterdik. Buna, kimi şükreder kimi de nankörlük."[1][59]

"Şükreden ancak kendisi için şükreder. Nankörlük eden de bilsin ki, rabbi müstağnidir. Kerem sahibidir."

Bu vesileyle Hafız İbn Hacer, Kurtubi'nin "Şeriat koyucunun diline göre küfür, zaruret-i diniyyeden bilinen şeyleri inkar etmektir" sözlerini nakleder ve sonra da şöyle der; “Şeriatta küfür, nimeti inkar etmek, şükür etmemek ve verilen nimetin hakkını yerine getirmemek demektir.” Bu hususta Sahih-i Buhari'nin "İman kitabı"nın "Kocaya nankörlük" ve "Küfür fiilini işlediği halde kafir olmama" bölümlerinde, büyük günah işleyenleri kafir sayan Haricilerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur.

"Küfür işlediği halde kafir olmama" ibaresi İbn Abbas ve tabiinden bazıları şu ayetin tefsiri mahiyetinde rivayet edilmiştir. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir."

Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef alimleri tarafından yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir.

Aynı taksimat şirk, fisk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fisk, zulüm ve nifak da aralarında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennem de ebedi kalmayı gerektirirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez.

Buhari Sahihinde "Zulm işlediği halde zalim olmama" başlığı altında bu konuya değinmiş ve delil olarak da İbn Mesut'un şu rivayetini nakletmiştir.

"İşte güven onlaradır. İnanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlarındır. Onlar doğru yoldadırlar."[1][60]

Sahabe şöyle sormuş;

“Ey Allah'ın Resulü! Hangimiz nefsine zulmetmez ki?” Peygamber (s.a.v)'de;

Sizin dediğiniz gibi değil. "İmanlarına zulüm karıştırmayanlar" demek "şirk karıştırmayanlar" demektir. Sizler Allah'ın "Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür" ayetini duymadınız mı?” diye buyurmuştur.

Hadis, Buhari'nin kasdettiği şekilde delildir. Sahabe "Zulüm" kelimesinden her türlü isyan manasını anlamıştı. Peygamber (s.a.v) bunu reddetmemiş ve yalnız, en büyük zulüm türünün "şirk" olduğunu sahabeye izah etmişti. Bu da zulmün çeşitlere ayrıldığını göstermektedir.[1][61]


İmanın Küfür, Nifak veya Cahiliyetle Birlikte Bulunabilmesi


Yedinci Kaide; İmanla beraber, küfrün veya cahiliyetin veyahutta nifakın bir ya da bir kaç şubesi bulunabilir.

Bu hakikat önceki ve şimdiki bir çok alim tarafından anlaşılmamıştır. Onlar bir kimsenin ya mü'min ya da kafir olabileceğini, ikisi arasında olamayacağını tasavvur ederlerdi. Şöyle söyleyen kişi de bu görüşe oldukça yakındır. Ya tam bir müslüman ya da tam bir cahil, bu ikisinden sonra üçüncüsü asla olamaz.

İnsanlardan birçoğunun yöntemi budur: Vasat noktalara bakmadan gözlerini hep uç noktalara çevirirler. Onlara göre bir şey ya beyazdır ya da siyah. Beyazla siyahın karışımıyla bir üçüncü rengin olabileceğini hiç düşünmezler.

Ne gariptir, bazan öyle insanlara veya topluluklara rastlarız ki bunlar, imanın kamil manada bulunmadığı, imanlarıyla beraber nifak ve küfür alametleri taşıyan bir toplumla ve ferdle karşılaştıklarında onlar hakkında hemen "küfür" ya da "en büyük münafık" hükmünü vermeye yeltenirler. Bu gibi kimseler imanın, küfür ve nifakla bir arada bulunamayacağına inanırlar. İslamın ve cahiliyenin bir arada bulunamaz iki zıt etkenler olduğunu düşünürler.

Aslında bu mutlak iman ve mutlak küfür için düşünülecek olursa doğrudur. Aynı şey İslamla, cahiliye ve nifak arasında geçerlidir.

Ama hiçbir kasıt olmaksızın; yalın imana, küfürün veya yalın imana, nifakın ya da yalın bir İslama cahiliyyenin karışmasını incelediğimizde bunların bazen bir arada olabileceğini görürüz. Nitekim hadisler ve selef alimlerinin görüşleri bunlara delildir.

Sahih-i Buhari'de geçen bir hadiste Peygamber (s.a.v) Ebuzer'e (r.a) şöyle buyurmuştur; “Sen, içinde cahiliye (kırıntıları) olan birisisin.” Ebuzer (r.a), mücahit, doğru sözlü, güvenilir ve İslama ilk girenlerden olmasına rağmen yine de onun hakkında Peygamber (s.a.v) böyle söyleyebiliyor.

Yine Buhari'de geçen bir hadisde: "Kim cihat etmeden veya cihat etmeyi içinden geçirmeden ölürse o cahiliyenin bir çeşidi üzerine ölmüş olur." buyuruluyor.

Ebu Davut Huzeyfe b. Yemani'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Kalpler dört çeşittir; perdeli olan kalp, bu tür kalp kafirlerin kalbidir. Üzeri yosunlaşmış kalp. Bu da münafığın kalbidir. Bir de herşeyden mücerret bir kalp vardır ki o da, mü'minin kalbidir. Bir kalp de vardır ki onun için de hem iman hem de nifak var. Bu kalpteki iman bir ağaç gibidir. O ağacı temiz ve berrak sular besler. Bu kalpteki nifak ise, bir yaraya benzer ki bu yarayı da kan ve irin besler. İşte iman ve nifaktan hangisi bu kalpta fazla bulunursa o galip gelir.

İbn Teymiyye şöyle buyurmaktadır: Huzeyfe'nin bu sözleri Allah Teala'nın şu ayetine delalet etmektedir. "O gün onlar, imandan çok küfre yakındılar." Zaten o günden önce onlarda mağlup durumda olan bir münafıklık vardı ama Uhud Günü geldiğinde nifakları galip geldi ve onları küfre daha da yaklaştırdı.

Abdullah İbn el-Mübarek'in Ali'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmaktadır; “İman, kalpte bir beyaz nokta olarak belirir. Kul imanını artırdıkça o beyazlık da artar. Sonunda iman kemale erince beyazlık tüm kalbi kaplar.

Nifak ise kalpte siyah bir nokta olarak belirir. Kul nifak (işlediği) sürece kalpteki siyahlığı da artar. Sonunda kulun nifakı kemale erince kalbide bir siyahlık bürür. Allah'a yemin olsun ki, şayet mü'minin kalbini yarabilseniz (o) beyazlığı görebilirsiniz. Şayet kafirin kalbini yarmanız mümkün olsa onun da kalbinde siyahlığı görmeniz mümkündür.

İbn Mes'ut şöyle der. Suyun baklayı yeşerttiği gibi zenginlik de nifakı yeşertir.

İmam İbn Teymiyye de şöyle buyurmaktadır. Bu tür sözler (İbn Mesud'un dediği) selef alimlerinin sözlerinde çokça geçer. Onlar kalbin içinde hem imanın hem de nifakın bulunabileceğini açıklıyorlar.

Kitap ve Sünnet de aynı şeyleri söylüyor. Peygamber (s.a.v) iman ve nifakın şubelerinden bahsetmiş ardından da şöyle buyurmuştur; “Münafıklık şubelerinden birisi kendisinde bulunan kişi, onu terkedinceye kadar bu münafıklık kendisiyle birlikte olur. Münafıklık şubesi çoğu defa iman şubesiyle birlikte bulunur.

Bu nedenle Peygamber (s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır; “Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kişi (sonunda) cehennem ateşinden çıkar. Kalbinde bir parça da olsa iman bulunan kişinin ebedi cehennem ateşinde kalmayacağı bilinmektedir. Kalbinde çokça nifak bulunan kişi de belli bir miktar azap çektikten sonra, o da cehennem azabından kurtulur.

Buna göre Allah Teala, bedevi Araplar hakkında şöyle buyurmaktadır; "Bedeviler dediler ki, biz iman ettik. De ki, siz iman etmediniz. Ancak "biz müslüman olduk" deyin. Kalbinize iman henüz yerleşmemiştir." Allah Teala imanın, onların kalbine girdiğini belirtiyor. Böyle olmasına rağmen bu hal, iman şubelerinden birinin onların kalbine girmesine engel teşkil etmeyecektir. Nitekim zinakar ve hırsızın, kendi nefsi için isteğini din kardeşi için istemeyen, komşuları tarafından kötülük yapmasından korkulan kişiler mü'min olamazlar ama onların kalplerine iman giremez diye de bir kaide kesinlikle yoktur. Bazı vecibeleri terkettikleri için Kur'an ve hadisler bir çok insanların imandan yoksun olduğunu haber vermektedir.

Başka bir yerde konuyla alakalı olarak İbn Teymiyye şunları söylemiştir. Maksat şudur; mü'minlerin en hayırlısı, cennetin en yüksek derecesinde bulunandır. Münafıklar ise, cehennemin en alt tabakasında bulunurlar. Her ne kadar dünyada zahiren müslüman olarak görünmüş ve müslümanlara uygulanan hükümler uygulanmış olsa da. İman ve nifak bulunan bir kimseye "müslümandır" denebilir. Çünkü böyle bir kimse salt münafık değildir. Nifak kişide daha galebe çalarsa mü'min ismini almaya layık olmaz. Aksine böyle birine münafık demek daha uygun olur. Beyaz ve siyah bulunup da siyahlık daha baskın çıkmışsa o kimse için siyah olduğunu söylemek beyaz olduğunu söylemekten daha doğrudur. Çünkü Allah Teala da öyle buyurmaktadır. "O gün , onlar, imandan çok küfre daha yakındılar." Şayet imanı daha baskın çıkmış olsa da nifak alameti taşıdığından dolayı, onu cehennem azabıyla ikaz etmek gerekir, yoksa cennet va'dedilen mü'minlerin sınıfına sokmak değil. Her ne kadar belli bir azap çekip de imanı nedeniyle cennete girecek olsa da.

Ehl-i heva olan, Hariciler, Mu'tezileler, Cehmiyye ve Mürcie ekolüne bağlı olanlar şöyle diyorlardı. "Kulda hem iman hem de nifak bir arada bulunamaz." Hatta onlardan bir kısmı bulunamayacağına dair icma etmişler. Tabi ki, bu konuda hataya düşmüş ve Kitap, Sünnet ve sahabenin yapıp da onlardan gelen nakillere ve tabiinin sözlerine aykırı hareket etmişlerdir. Bu görüşler akla ve mantığa da aykırıdır.

Hatta Harici ve Mutezileler bu fasit görüş üzerinde durarak şöyle demişler. "Bir kimsede, sevabı hak edecek taat ile azabı hak edecek ma'siyet bir arada bulunamaz. Bir kişi hem övülüp hem yerilemez. Hem sevilip hem nefret edilemez. Hem cenneti hak etmesi hem de cehennemi hak etmesi düşünülemez." Bundan dolayı günahkar birinin cehennemden kurtulabileceğini kabul etmemişler ve de cehennem ateşinden kurtarmak için kesinlikle herhangi bir kimseye şefaat edilemeyeceğini savunmuşlardır.

Aşırı Mürcieler hakkında şöyle bir şey anlatılır. Mürcieler, Haricilerin ve Mutezilelerin ileri sürdükleri yaklaşıma muvafıktırlar. Ayrıca onlar; "Büyük günah işleyenler bile cennete girer cehenneme değil" görüşündedirler.

Ehl-i sünnet ve'l cemaat, sahabe, tabiin, diğer hadis ve fıkıh alimlerinin görüşlerine gelince, onlar şunu savunuyorlar. Azabını çekeceği günahları bulunan bir kişinin kendisini cennete götürecek iyilikleri de bulunabilir. Ma'siyet içinde bulunanlar itaatkar da olabilirler. Bu ittifakla böyledir. Yukarıdaki sapık gruplar, böyle bir kişinin statüsü hakkında değil de, mü'min veya münafık olarak adlandırılmasında anlaşmazlığa düşmüşlerdir.

Mür'cie, hem iyilikleri hem de günahları olan kimseler için; "Onlar iman-ı kamil insanlardır" der.

Ehl-i Sünnet ve'l cemaat imamları ise "Hayır onlar eksik imanlı kimselerdir" der. Şayet eksik imanlı olmasalardı cezaya müstehak olmazlardı. İcmaya göre onlar eksik itaat ve takva sahibi kimseler gibidirler. Böylelerine "Mü'min" denebilir mi?

Bu konuda iki görüş vardır. Tabi ki tafsilata inmek gerekir.

Böyle birisi köle ise, keffaret amacıyla azad edilecek olsa mü'min muamelesi görür. Çeşitli ayetlerin başında bulunan "Ey iman edenler" hitabının kapsamına da girer.

Ama uhrevi meselelere gelince, aynı kişi, cennetle va'dedilen mü'minlerden değildir. Gerçi cehennemde ebedî kalmasına mani bir imanı vardır. Bu imanı sebebiyle belli bir miktar cehennemde azabını çeker, sonra tekrar cennete girer. Bundan dolayı şöyle söylenmiştir: İmanıyla mü'min, günahı ile fasıktır, ya da eksik imanlıdır.

Ehl-i sünnet imamlarından bazılarıyla Mu'tezileden olanlar, imanıyla birlikte nifak taşıyan birine mü'min dememişlerdir. Onlara göre; fasık ismi, Allah Teala'nın şu ayeti nedeniyle mü'min ismiyle taban tabana zıttır." Hiç inanan (mü'min) bir kimse fasık gibi olur mu?"

Öyleyse diyebiliriz ki, bir insanın kalbinde imanla birlikte küfür de bulunabilir.

Peygamber (s.a.v), günah işleyeni günahıyla birlikte kalbinde zerre kadar imanla ebedi cehennemlik olmayacağını vurguladığı halde yapılan bir çok günahı da küfür diye nitelediği rivayet edilmiştir. Bunlara örnek olarak: "Müslümana sövmek fisk, onu öldürmek ise küfürdür." Ayrıca; "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler gibi olmayın." hadislerini verebiliriz.

Bu Resûlullah (s.a.v)'den gelmiş sahih bir rivayettir. O veda haccında, münadilerin bunu bütün insanlara duyurmalarını istemişti. Hadiste haksız yere birbirinin boynunu vuranlar "kafirler" olarak isimlendirilmiştir. Dolayısıyla bu fiilin kendisi "küfür" olmuş oluyor.

Bu noktada, şu ayetlere dikkat edelim; "Mü'minlerden iki taife birbiri ile savaşıyorsa, aralarını bulun." Ayette zikri geçen insanlar, tamamen imandan çıkmamışlardır, bununla beraber içilerinde küfürden bir parça vardır. Bu durum bazı sahabelerin sözlerinde de yerini bulmuştur. "Küfrün biri bu vasfı kazanmış olur" gibi.

Her kim de büyük günahlardan kaçınırsa, bu onun kötülüklerine keffaret olur. Allah Teala da bunu şöyle ifade etmiş:

"Size yasak edilen günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz."[1][62]

Kendilerine zulüm eden insanların bulunması muhakkaktır. Bu gibi kimseler, hatalarını temizleyecek bir azaptan sonra da olsa cennete gireceklerdir.

Öyleyse, her ne kadar bir müslüman orta yolu da takip etse, kendine zulüm de etse, küfürden nefret edip fisk ve isyandan uzak durması gerekir. Çevresindeki insanların üzerine akın akın gittiği ahlaksızlıklara rıza göstermesi mümkün değildir. İmanın en alt derecesi, müslümanın kalbiyle yapılan ahlaksızlıklara karşı buğz duymasıdır. Yani, ondan nefret eder, yapıldığı için kendisini üzer ve onlara kin duyar. Buna karşılık imanın en üst mertebesi ise, gücü yettiği kadarıyla yapılan kötülüklere ve ahlaksızlıklara diliyle müdahale etmesidir.

Bu konuda dillerde dolaşan şu sahih hadisi nakledebiliriz; "Sizden kim kötülük gördüğünde, onu eliyle düzeltsin buna gücü yetmiyorsa diliyle, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etsin. Bu da imanın en zayıf olanıdır." Açıkladığımız mefhuma göre, kalp ile yapılan buğz, imanın en zayıf olanıdır. Bunun manası şudur. Bir kimse, bu zayıf iman derecesini koruyamadığı takdirde kendisinde iman yok demektir. Bu konu, İbn-i Mesud'un Peygamber (s.a.v)'den rivayet ettiği ve Muslim'in sahihinde geçen bir hadiste de aynen şöyle geçiyor; "Allah'ın benden önce gönderdiği bütün peygamberlerin, çevrelerinde ümmetleri içinden seçtikleri sahabileri ve havarileri vardı. Bunlar peygamberlerinin sünnetine sarılırlar ve emirlerini yerine getirirlerdi. Bu kişilerden sonra durum değişir. İnsanlar, onların yapmadıkları şeyleri onlara isnad ederler ve onların istemedikleri şeyleri yapmaya başlarlar. Kim, bunlarla eliyle cihat ederse o mü'mindir. Kim, diliyle cihad ederse o, mü'mindir. Kim de, kalbiyle cihat ederse o da mü'mindir. Bunun dışında kalanların hiç birinde hardal tanesi kadar iman yoktur."

İşte ayet-i kerime bu tür zalim ve fasıklarla kalbiyle mücadele etmeyenlerin yani onların yaptıkları işleri, zulümleri ve fıskları tanımayanların kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunamayacağını haykırıyor. Bir başka ibareyle söylemek gerekirse, böyle kimselerde imanın zerresi dahi yok demektir.

Diğer taraftan, hadiste bu anlatılan vasıftaki mücadele şekilleri, müslümanın kalbine ve duygularına yöneliktir. Nefsine hükmeden bir kimse yapılan kötülüklere razı mı olur yoksa açıkça kızgınlığını mı gösterir? Eğer bu çirkinlikleri işleyenlere karşı kalbinde bir rızalık gösteriyorsa, bunu, onun fıskından, zulmünden veya Allah'ın şeriatının dışına çıktığı için mi gösteriyor yoksa rızalık göstermesinin altında yatan başka sebepler mi var? Mesela, maslahat gereği ya da aralarında her hangi bir yakınlaşmayı sağlamak ve buna benzer şeyler için. Şayet müslüman bir insana yaklaşacak veya uzaklaşacaksa bunun sınırını İslami ölçülere göre belirlemelidir. Ayrılığı da İslama göre olmalı yakınlığı da.

Bahsettiğimiz kaidelerin ve kesin delillerin ışığı altında yaptığımız açıklamalardan sonra, her akıl sahibi kimse tekfirde aşırı giden kardeşlerimizin içine düştükleri bu büyük hatanın ve tehlikenin sınırlarını anlamış olsa gerek. Bu kardeşlerimiz, kendi görüş açılarına aykırı düşen şer'i nas ve delillerden yüz çevirerek te’vil yaparken keyfi uygulamalara yönelerek, delil olmayacak hükümlerden kendilerine delil çıkararak, önceki ve şimdiki alimlerin ve imamların görüşlerine uymayarak ve kendilerinin imamlık ve mutlak içtihat derecesine geldiklerini iddia ederek toplumu ya da fertleri bir çırpıda küfürle itham edebiliyorlar. Halbuki kendileri tüm ümmete ve selefe muhaliftirler. Bu gerçekten çok tehlikeli bir durumdur. Bir sahih hadis ise şöyledir: "Aşırılıktan kendinizi koruyun! Sizden önceki aşırılığa kaçanlar da helak edildiler."

"Aşırı olanlar helak oldular." Peygamber (s.a.v) bunu üç kez tekrarlayarak söylemiştir. Tüm bunlarla birlikte ben, bu kardeşlerimizin içine düşmüş oldukları duruma düşmek istemem. Müslümanı tekfir edeni kafir sayan hadisler olsa da ben bu aşırı giden kardeşlerimizin insanları tekfir ettikleri gibi onları tekfir etme cür'etini gösteremem. Çünkü bu hadisler, müslümanı tevilsiz bir şekilde tekfir eden kimseler hakkındadır. Reddedildiği halde onlar müslümanları kafir sayabilmek için bir takım tevillere yöneliyorlar. Bundan dolayı, her ne kadar haklarında zemm edici sahih hadisler varsa da, İslam alimleri Haricilerin tekfir edilmesi hususunda görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Mü'minlerin emiri Ali bin Ebu Talib'in Haricileri tekfir etmediği ve onlarla yapılan savaşta kılıcı ilk çekenin de Ali olmadığı kesindir. Kendisine; "Hariciler kafir midir?" diye sorulduğunda, o da; "Onlar küfürden kaçmışlardır" diye cevap vermiştir.

Bu nedenle, aşırı gitmelerine ve düşüncelerinde doğru bir istikametten ayrılmalarına rağmen, yine de onlara kardeşlerim demekte ısrar ediyorum. Şayet onlar, tarafsız bir gözle ve insafla, hakkı istemekte ihlaslı davranarak, tutuculuktan uzak, arkadaşlarının ayıplamalarından korkmadan ya da bağlı oldukları yerlerin tehditlerine kulak asmadan yazdıklarımı okurlarsa tekfir konusundaki fikirlerinden vaz geçeceklerine yakinen inanıyorum."[1][63] .

Evet, aşırılık ve sonuçları. Kimi insanlar zannediyorlar ki tavizsiz olmak aşırı olmaktır. Halbuki asıl taviz vermemek edille-i şeriye'ye (şeri delillere) uymaktır; nassları kendi grubunun menfaatlerine göre değil.

Yusuf el-Kardavî'nin seleften naklen ortaya koyduğu görüşleri bu kadar. Kitabımızın diğer bölümlerinde bu defa Yusuf el-Kardavî'nin kaynak aldığı asıl eserlerden de alıntı yapacağız.[1][64]

Şimdi, tekfirde aşırı gidenlerin sık sık dillerine doladıkları bir başka konuya gelelim.[1][65]


KESİLEN HAYVANLARIN ETİNİN YENMESİ MESELESİ


Daha önce de değinildiği gibi tekfirde aşırı gidenler arasında günümüz toplumunun kestiklerinin yenmemesi hususunda yaygın bir görüş vardır. O kadar ki tekfirde aşırı gidenler biribirlerine yabancı olduklarında "et yeyip yememe, selam ve benzeri" konular aracılığıyla birbirlerini tanımaktadırlar.

Bizler "et kesimi" ve "hangi yöntemle kesilenlerin yenileceği" hususlarında alimlerin kitaplarında yer alan uzun bilgileri buraya aktarmak istemiyoruz. Ancak bu konuda çok değişik fetvaların bulunduğunu da belirtmeliyiz. Bu meseleyle ilgili güzel tesbitleri olan yazar Mehmet Alagaş'tan bir alıntı yapacak ve daha sonra yine günümüz ulemasının konuyla ilgili bazı görüşlerini özetleyeceğiz. Mehmet Alagaş diyor ki:[1][66]

"Türkiyeli müslümanların sık sık gündemine giren ve tartışılan meselelerden bir tanesi de budur. Kesilen hayvanların eti hangi durumlarda helal veya hangi durumlarda haram olur?

Öncelikle şu hususu belirtelim ki,

Allah'ın biz insanlar için yarattığı ve haram kılmadığı bütün nimetler bizlere helaldir. Nitekim sığır, deve, koyun, keçi gibi hayvanların etleri de, biz insanlar için helal olan nimetlerdendir. Bizlere bu konuyla ilgili bildirilen hükümler, bizlere haram olan her şeyi helal durumuna getirebilmemiz için değil, bizlere zaten helal olan bir şeyi haram durumuna düşürmemiz içindir.

Daha açık bir ifadeyle, kesilecek olan hayvan, kesilmeden önce de bizler için helaldir. Bu hayvanı besmeleyle kesmemiz, haram olan bir şeyi helal durumuna getirmemiz değildir. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi biz insanlar için yaratılan ve haram kılınmayan nimetler zaten bizlere helaldir.

Ne var ki bizlere helal kılınan bu nimetlerin, bazı küfri fiiller ile haram durumuna getirilmesi söz konusudur. Mesela kesilmeden önce bizler için helal olan hayvan, Allah'tan başkası adına kesildiği zaman bizler için haram olmaktadır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'in konuyla ilgili hükümlerinde helal olan etin, hangi fiiller ile haram durumuna getirildiği beyan edilmektedir.

Netice olarak bizlerin de meseleye bu şekilde yaklaşması, etin nasıl helal olacağı üzerinde değil, nasıl haram olduğu üzerinde durmamız gerekecektir. Çünkü kesilen hayvanların etlerini haram durumuna getiren fiileri bilir ve bu fiillerden sakınırsak, haram hududlarına girmeyen et zaten helallik vasfını kaybetmeyecektir.

Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde açıkça zikredildiği gibi Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar müslümanlar için haramdır. Ancak bu ayet-i kerimelerden hareket ederek "sadece Allah'ın adıyla kesilen hayvanlar helaldir" diyemeyiz. Çünkü bu ayet-i kerimelerde kesilen hayvanların helal olmasıyla ilgili fiil değil, haram olmasıyla ilgili fiil beyan edilmektedir. Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar müslümanlar için haram olup, müslümanlar bu haramdan açıkça sakındırılmaktadırlar.

Mekke döneminde nazil olan "...üzerine Allah ismi anılanlardan yiyin" ve "... üzerine Allah'ın ismi anılmadiğı şeyi yemeyin..." mealindeki ayet-i kerimeler ise müslümanların içinde bulunduğu, konuma göre değerlendirilmesi gereken ayet-i kerimeler olup, müslümanların söz konusu haramdan nasıl sakınabileceklerini beyan etmektedir.

Meseleyi örneklendirecek olursak Dar'ul İslam'da yaşayan bir müslüman kasaptan et alırken ve lokantada et yerken, bu etin nasıl ve ne şekilde kesildiğini araştırmakla mükellef değildir. Çünkü bu konudaki genel mükellefiyet devlete ait olup, devlet konuyla ilgili tebliğini ve tahkikatını zaten yapmaktadır. Ancak bu şekilde şer’i bir otoritenin bulunmadığı toplumlarda yaşayan müslümanlar, bulundukları toplumun genel yapısını ve konuya olan yaklaşımlarını dikkate almak zorundadırlar. Şayet bulundukları toplumda kesilen hayvanlar (müslümanların yaşadığı Mekke toplumunda olduğu gibi) genel olarak Allah'tan başkası adına kesiliyorsa, bu toplumun kasaplarındaki veya lokantalarındaki etler müslümanlara haramdır. Böyle bir toplumda yaşayan müslümanların bu haramdan sakınabilmeleri, yedikleri ve yiyebilecekleri etleri tahkik etmeleriyle mümkün olacaktır. Kasapta asılan etin, kesim sırasında Allah'tan başkası adına kesilip-kesilmediğini görmemiş ve duymamış olsalar bile, toplumun yapısını ve meseleye genel yaklaşımı dikkate alarak kasapta asılan o eti haram kabul ederler.

Belirttiğimiz bu iki ayrı durumdan anlaşılacağı gibi; Dar'ul İslam'da nasıl kesildiğini bilmeden helal kabul edilebilirken, böylesi toplumlarda nasıl kesildiği bilinmeden haram kabul edilebilmektedir. İşte böylesi toplumlarda yaşayan müslümanların yiyebilecekleri etler, yukarıdaki ayet-i kerimelerde beyan edildiği gibi üzerlerine sadece Allah'ın ismi anılan ve bu şekilde boğazlanan hayvanların etleri olacaktır. Etlerini yedikleri ve yiyecekleri hayvanların nasıl ve ne şekilde kesildiğini bilmeleri ve bu hususa dikkat etmeleri, böylesi toplumlarda yaşayan müslümanlar için şarttır. Çünkü nasıl ve ne şekilde kesildiklerini bilmedikleri hayvanların etleri, hayvanların genel olarak Allah'tan başkası adına kesildiği bu toplumlarda yaşayan müslümanlara haramdır. Bu haramdan sakınabilmeleri ise ancak ve ancak bu hususu dikkate almaları ve ne yediklerini bilmeleriyle mümkün olacaktır.

Bu kısa girişten sonra Türkiye'deki durumu değerlendirebilmemiz için, buradaki toplumsal yapıya açıklık kazandırmamız gerektiği anlaşılacaktır. Yaşadığımız coğrafyada tevhid akidesini bilerek şirkten sakınan muvahhid müslümanlar bulunduğu gibi, Allah'ı inkar eden ateistler de bulunmaktadır. Ancak her iki kesim, toplumun genel yapısında birer azınlık durumundadır. İçinde bulunduğumuz toplumun genel kesimini, kendilerini İslam'a ve Kur'an'a nisbet eden geniş bir kitle oluşturmaktadır. Allah'a, peygamberlere, semavi kitaplara, meleklere ve ahirete inandıklarını söyleyen bu insanların, "Bizim kitabımız" dedikleri Kur’an-ı Kerim'e göre yaşamadıkları ve birçok konuda şirke düştükleri de açık bir gerçektir. Ancak Allah'a ve peygamberlerine inanan ve kendilerini (mahiyetini bilmemekle beraber inandıkları) Kur'an-ı Kerim'e nisbet eden bu insanlar, Kur'an-ı Kerim ifadesiyle Ehl-i Kitap'tır. Kendilerine kitap verilen ve kendilerini bu kitap'a nisbet eden insanlardır. Yahudiler ve Hristiyanlar kendilerine verilen Tevrat ve İncil'i satırlarda tahrif ederlerken, bunlar kendilerine verilen Kur'an-ı Kerim'i satırlarda değil yaşantılarında tahrif etmişlerdir. Tahrif ettikleri kitapların bazı doğru hükümlerin yaşayan Yahudiler ve Hristiyanlar ile tahrif edilmeyen kitap’ın yine bazı hükümlerini yaşamaya çalışan bu insanlar arasında, Ehl-i Kitap olma meselesinde önemli bir fark yoktur. Netice olarak toplumun genelini oluşturan bir kitleyi, içlerinde salih mü'minlerin de bulunabileceğini kabul ederek en genel ifadesiyle Ehl-i Kitap statüsünde görmemiz mümkündür.

Ehl-i Kitap olan kimselerin kestiklerinden ve yediklerinden yenilebileceği Kur'an-ı Kerim'de ve Efendimiz (s.a.v)'in sünnetinde beyan edilmiştir. Meseleye duyarlı olan bazı kardeşlerimiz Ehl-i Kitap kabul ettiğimiz kitlenin, tevhid akidesinden uzak ve şirk içinde bir kitle olduklarını söyleyeceklerdir. Dikkate alınması gereken husus Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i Kitap olarak zikredilen kitlelerin de, şirkten müstağni kitleler olmadığıdır. Bunlarında şirk koştukları beyan edilmekte ve bunlar da tevhide davet edilmektedirler. Bu durumda denilecektir ki:

Kendilerine Ehl-i Kitap denilmesine rağmen bâzı konularda şirk koşan bu insanların kestikleri nasıl yenilebilir?

Burada dikkate alınması gereken husus "Ehl-i kitab’ın kestiği hayvanların etleri yenilebilir" denilirken, bu kitlenin şirkine herhangi bir katılım yoktur. Kesim işlerinde bir şirk varsa, bu şekilde kesilen hayvanların etleri tabi ki haram olmaktadır. Fakat Allah'a ve ahirete inanan ve kendilerini semavi kitap'a nisbet eden bu kimseler; kesim işinde Allah'a eş koşmuyorlar ve Allah'tan başkası adına kesmiyorlarsa, bu şekilde kestikleri hayvanların etleri müslümanlara helal olmaktadır.

Kesilen hayvanların etleriyle ilgili beyan edilen hükümlerin hepsi bir arada değerlendirildiği zaman meselenin özünde genel olarak iki esas bulunmakta ve bu iki esas dikkate alınmaktadır. Bu iki esastan birincisi kesimi yapacak kişinin Allah'a inanması, ikincisi, ise kesim işinde Allah'a eş koşmamasıdır.

Her şeyin yaratıcısı olarak Allah'a inanan ve önüne yatırdığı hayvanı, Allah'ın yarattığı bir hayvan kabul eden ve hayvanı boğazlarken Allah'a eş koşmayan bir kimsenin bu şekilde kestiği hayvanın eti yenilebilmektedir. .

Hayvanı boğazlarken besmele çekilmesi ise müslümanların gözetmesi gereken bir hükümdür. Kaldı ki bir nıüslümanın unutarak besmelesiz kestiği hayvanın eti de helal olmaktadır. Çünkü yukarıda belirttiğimiz gibi kesim işlemini yapan müslüman, Allah'a inanmakla, kestiği hayvanı Allah'ın yarattığı bir hayvan olduğunu kabul etmekte ve kesim işinde Allah'a eş koşmamaktadır.

Şüphesiz ki kesim işini yapan kimse ister Ehl-i Kitap, ister müslüman kabul ettiğimiz bir kimse olsun, keseceği hayvanı Allah'tan gayrisi adına boğazlıyorsa bu hayvanın eti kesinlikle haramdır. Tekkelerde, türbelerde, anıtlarda ve daha birçok yerlerde şu şekilde kesilen hayvanlar, ister azılı bir kafir adına, ister salih bir mü'min adına kesilsin bu durum değişmez. Çünkü kesilen hayvanlarla ilgili olarak zikredilen "Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar müslümanlar için haramdır" hükmünde istisna yoktur. Hatta ve hatta alemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullah (s.a.v) adına kesilen hayvanlar da, haram hükmüne girmektedir.

Meseleyi özetleyecek olursak kesilen bir hayvanın eti, besmelesiz kesildiği zaman değil, Allah'a inanmayan bir ateist tarafindan kesilirse veya Allah'a inanmasına ve kendisini semavi bir kitap'a nisbet etmesine rağmen boğazlama işlemini Allah'tan gayrisinin adına yapan bir kimse tarafindan kesilirse haram olmaktadır.

Meseleyi genel düzlemde değerlendirmekle beraber bazı bölgesel farklılıkları dikkate alarak, müslümanların bulundukları bölge veya şehirlerdeki mezbahaları bu bilinçle tahkik etmeleri yararlı olacaktır. Netice olarak müslümanların yaşadıkları bölgelerdeki mezbahalarda kesim işlemini yapan kasaplar, ateist olmayan Ehl-i Kitap kimselerdense ve kesimi Allah'tan gayrısı adına yapmıyorlarsa, meseleye yaklaşımımız bunların kestiklerinin yenilebileceği noktasındadır."

Yazar Mehmet Alagaş'ın günümüz toplumunu Ehl-i Kitap değerinde sayması belki tartışılması gereken bir fikirdir. Bununla beraber İsrail devletini, Avrupa'yı, Amerika'yı Ehl-i Kitap kabul edip onların kestiklerini yiyen ve bizim yaşadığımız toplumda her ferdi Muşrik sayıp kestiklerini yemeyen anlayışı gözönüne aldığımızda Mehmet Alagaş'ın bu toplumu niçin Ehl-i Kitap derecesinde gördüğünü daha iyi anlayabiliriz. Kitabın daha önceki sayfalarında da değindiğimiz gibi "kesilen etlerin yenmesi" hususunda değişik fetvalar vardır. Mesela "ehl-i kitabın kestikleri helal kılınmış, oysa Ehl-i Kitap da kutsal saydıkları varlıklar adına, kiliseler adına, hayvan-kurban kesebiliyorlar. İşte ulemadan bazısı durum böyle olduğu halde bile yine de Ehl-i Kitabın kestiklerini yenebileceğini (Kur'an'a dayanarak) savunmuştur. Şimdi konuyla ilgili Şeyhu'l-İslam Takıyu'd-din İbn-i Teymiyye'nin fikirlerini inceleyelim:[1][67]

"Kitap ehli kafirlerin gerek hayvanları vesilesi ile ve gerekse Allah'dan başkasına adayarak kesmiş oldukları kurbanlara gelince bunlar, onların İsa (Mesih) ve Meryem adına kestikleri hayvanlar gibidir. Bu kurbanlar konusunda Ahmed İbn Hanbel’den nakledilen iki ayrı rivayet vardır.

Bu iki rivayetin, ondan gelen belgelerde daha sık rastlananına göre bu kurbanların etinden yemek mubah (serbest, günahsız) değildir. Bu hayvanlar kesilirken Allah'dan başkasının adının anılıp anılmamış olması bu bakımdan önemli değildir. Ayşe ile Abdullah b. Ömer'in bu hayvanların etlerinden yemeyi yasakladıklarını bildiren sözleri nakledilmiştir.

Hanbelî'nin bu etleri mubah saymayan ilk görüşü hakkında Meymunî şöyle diyor: "Bir defasında Ebu Abdullah'a (Hanbeli’ye) kitap ehli kafirler tarafından boğazlanan hayvanların etlerinin yenip yenemeyeceğini sordum. Bana şu cevabı verdi: "Kiliseye adadıkları kurbanların etlerini yemek helal değildir. Onlar bu hayvanları keserken kasden isim anmazlar, ama kestikleri hayvanları İsa adına keserler."

Yine Meymunî'nin bu konudaki başka bir yazısında Hanbelî'nin yukarıdaki sözlerine yer verildikten sonra bu sözleri şu mekruh saymıştır. Fakat sahabilerden Ebu Derda bu meseleyi onların yiyeceklerinin helal olduğu açısından yorumluyor. Bu meselede en çok mekruh saydığım şey, onların kiliseleri adına kestikleri kurbanlardır."

Öte yandan yine Meymunî'nin bu konudaki diğer bir yazısı da şöyledir: "Bir defasında Ebu Abdullah'a (Hanbelî'ye), Ehl-i Kitap bir kadının Allah'ın adını anmadan kesmiş olduğu hayvanın etinin yenip yenmeyeceğini sordum. Bana şu cevabı verdi: "Eğer kadın Allah'ın adını anmayı unutmuş ise bunun sakıncası yoktur. Fakat eğer boğazlanan hayvan onların kiliseleri için kestikleri kurbanlardan ise onlar bu hayvanları boğazlarken bile bile Allah'ın adını anmazlar."

Bu konuda Meymunî de şunları söylüyor: "Bir defasında Ebu Abdullah'a (Hanbelî'ye): ‘Ve dikili taşlar üzerine kesilen hayvanlar’ ayeti okundu. Hanbelî, ayetteki ‘Dikili taşlar’ın ‘putlar’ demek olduğunu belirttikten sonra sözlerini şöyle bağladı: "Putlar adına kesilen tüm hayvanların eti yenmez."

Öte yandan İmam-ı Ahmed'in yeğeni Hanbel, bu konuda amcasının şu sözlerini naklediyor: "Allah'dan başkası adına kesilen bütün kurbanlarla, kilise adaklarının etlerinden yemeyi mekruh görüyorum. Kitap-ehlihin normal olarak kestikleri hayvanların etlerinden yemenin hiç bir sakıncası yoktur. Allah'dan başkasına adanarak kesilen hayvanların etlerinden yenen kitap ehlinin bayramları dolayısıyla kestikleri kurbanların etleri de bana göre mekruhtur."

Yine bu konuda Evzaî şunları söylüyor: "Hristiyanların bayramları dolayısıyla kestikleri kurbanların ve kilise adaklarının etlerinin yenip yenemeyeceğini Meymun'a sordum. Bana bu etleri yemenin mekruh olduğunu söyledi."

Az önce adı geçen Ahmed'in yeğeni Hanbel, başka bir yerde amcasının bu etler hakkında şunları söylediğini bildiriyor: "Bu etler (yani Hristiyanların bayramlık kurbanları ile kilise adaklarının etleri) yenmez. Çünkü Allah'dan başkası adına kesilmişlerdir. Hristiyanların kestikleri diğer hayvanların etleri yenebilir. Onların bizce yenmesi helal olan etleri, sadece Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanlarının etleridir. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c) bu konuda; "Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanlarınetlerini yemeyiniz." ve "...Ve Allah'dan başkası adına kesilen hayvanların etlerini size haram kıldı." buyuruyor. Buna göre Allah'dan başkası adına kurban edilen hayvanların etleri yenmez."

İmam- Ahmed'in bu konuda yukardaki ayetleri delil göstermesi onun bu tip kurbanların etlerini yemeği harama yakın anlamda mekruh saydığını (kerahet-i tahrimiye kabul ettiğini) belirtir. Bütün ileri gelen sahabilerin bu konudaki görüşleri de böyledir. Nitekim Hilal de bu konuda; "Ahmed İbn Hanbeli’nin bu konuda bize ulaşan bütün rivayetlerinde bu etleri yemeyi mekruh saydığı belirtilmiştir" diyor.

İmam-Ahmed'in yeğeni tarafından nakledilen sözlerini inceleyecek olursak görürüz ki, bu cevaplarda sözü edilen hayvanlar, Allah'dan başkası adına kurban edilen hayvanlardır. Yoksa bu hayvanları keserken Allah'ın adını anıp anmama meselesine gelince, İmam'ın bütün arkadaşlarının belirttiği gibi, ona göre Hristiyanların normal kesimlerde Allah'ın adını anmadan boğazladıkları hayvanların etlerini yemek sakıncasızdır. Fakat eğer bayram kurbanları ile kilise adaklarını Allah'ın adını anmadan keserlerse bu hayvanların etleri "Allah'dan başkası adına kesilen hayvanların etleri size haram kılındı" ayetinin kapsamına girerek yenmez olur.

Ebu Bekir Hilal bu noktayı şöyle açıklıyor; "Ahmed İbn Hanbelî'nin bu etleri yemeği yasaklamasının sebebi sadece hayvanların kesimi sırasında Allah'ın adının anılmamış olması değildir. Çünkü ona göre böyle kesilen hayvanların etleri haram olmaz. Ona göre bu yasağın sebebi, bu hayvanların Allah'dan başkasına adayarak kurban kesmek olduktan sonra ister kesim sırasında Allah'dan başkasının adını anmış olsunlar isterse ne Allah'ın ve ne de başkasının adını anmamış olsunlar farketmez.

Fakat İbn-i Ebu Musa bu konuda şöyle diyor: "Yahudi ve Hristiyanların bütün bayramlık kurbanları ile kilise ve havra adaklarının etlerini yemekten kaçınmak gerekir. Ayrıca Meryem adına kesilen kurbanların etleri de yenmez."

Bu konuda Ahmed İbn Hanbelî adına bize ulaşan ikinci bir rivayete göre bu hayvanların etlerini yemek mekruhtur, fakat haram değildir. Kadı Ebu Bekir ile birlikte daha bir kaç fıkıhçının Hanbelî 'nin adına naklettikleri görüş budur, öyle sanıyorum ki A. B. Hanbelîn bu görüşte olduğunu düşünenler İmam'ın oğlu Ahmed'in şu sözlerine dayanıyorlar: "Bir defasında babama Meryem adına kesilen kurbanlar hakkında ne düşündüğünü sormuştum. Bana "Bu hayvanların etini yemek hoşuma gitmez." diye cevap verdi. Kendisine: "Bu etleri yemek haram mıdır?" diye sordum. Bana: "Haram olduğunu söylemiyorum, fakat bu etleri yemenin hoşuma gitmediğini söylüyorum" diye karşılık verdi.

Bu sözlerden anlaşılabilecek şey, Ahmed'in bu etlerin yenmesinin mekruh saydığı, fakat haram görmediğidir. Onun bu etleri yemenin haram olduğunu söylemekten kaçınmasının sebebi, belki de, bu etlerin haram olup olmamasının alimler arasında tartışmalı oluşudur. Nitekim bazı arkadaşlarımız Hanbelî'nin bu etlerle ilgili görüşünü naklerderken sadece onun bu etleri mekruh saydığını söylemekle yetinerek bu kerahet deyimi ile "kerahet-i tenzihiye"yi mi, yoksa "kerahet-i tahrimiye"yi mi kasdettiğini belirtmemişlerdir. Bu üslubu benimseyenlerden biri olan Ebu Hasan Amidî şöyle diyor: "Kilise, Meryem, güneş ve ay gibi Allah'dan başka bir şey adına kesilen kurbanların etlerine gelince İmam-Ahmed, bu kurbanların ayette belirtilen "Allah'dan başkası adına boğazlanan" hayvanlar kapsamına girdiğini ve bunların etlerini mekruh saydığını belirtiyor. O bu konuda "Allah'dan başkası adına kesilen, kiliselere adanan ve kitap ehlinin bayramları vesilesi ile kestikleri bütün kurbanların etlerini mekruh sayıyorum. Fakat kitap ehlinin bunlar dışında kalan ve normal kesimlerinin etlerini yemek sakıncasızdır" diyor.

İmam- Malik de bu görüştedir. O da Hristiyanların kilise adına, İsa adına, haç adına veya eski aziz ve keşişleri adına kestikleri kurbanların etlerinden yemeyi mekruh sayıyor. Nitekim "Mudevvene" adlı eserde bu konuda "İmam- Malik", kitap ehlinin kiliseler için ve bayramları vesilesi ile kestikleri kurbanları mekruh sayıyor. Ancak ona göre bu kerahet tahrimî değildir" deniyor, öte yandan İbn-i Kasım da aynı konuda ki görüşünü şöyle açıklıyor: "Hristiyanların İsa adına kestikleri kurbanlar da böyledir. Bu kurbanlar hüküm bakımından onların kilise adına kestikleri adaklar gibidirler. Bunların etlerinin yenmemesi görüşündeyim."

Sahabilerden bir kısmının bu bayram kurbanları ile benzeri kesimlerin etlerini yemeye izin verdikleri naklediliyor. Yalnız böyle olabilmesi için bu hayvanların kesimi sırasında Allah'dan başkasının adının anılmamış olması gerekir. Eğer söz konusu kafirler, bayramları sırasında veya başka vesilelerle kestikleri kurbanları, Allah'dan başkasının adını anarak keserlerse o zaman bu konudaki iki rivayetin daha çok desteklenenine göre bu hayvanların etini yemek haram olur. Cumhur'un (ezici çoğunluğun) görüşü böyle olduğu gibi üç büyük fıkıh mezhebinin görüşü de budur. Ayrıca başta Ali olmak üzere Ebu Derda, Ebu Umame, Irbaz b. Sariye ve Ubade b. Samit (Allah onlardan razı olsun) gibi ileri gelen sahabilerde bu düşüncededirler. Bunlar yanında Şam yöresi fıkıh bilginlerinin çoğunluğu da bu görüşe taraftardır.

İkinci bir rivayete göre de, bu hayvanlar kesilirken Allah'dan başkasının adı anılmış olsa bile yine de etlerini yemek haram olmaz. Bu da Ata'nın, Mücahid'in, Mekhul’ün, Evzaî'nin ve Leys'ın görüşüdür.

Ebu Mansur'un bildirdiğine göre bir defasında Hanbeli'ye;

"Sufyan'a bile bile Allah'ın adını anmayarak kesilen hayvan hakkındaki görüşünü sordular" dediler. Hanbelî;

"Bana göre bu hayvanın eti yenmez" diye karşılık verdi. Kendisine:

"Eğer Sufyan hayvanı kesen kimsenin Allah'ın adını içinden geçirmekle yetinerek onu açıktan dile getirmediğini düşünmüş ve buna müsaade etmişse o zaman ne dersin?" diye sordular. Hanbelî, yine;

"Bana göre bu hayvanın eti yenmez" dedikten sonra sözlerini şöyle bağladı;

"Eğer bu hayvanı, müslüman bir kişi boğazlamış ise Allah'ın adı onun kalbinde olduğu için hayvanın eti yenir ve adam kesim sırasında Allah'ın adını anmadı diye kusurlu olur. Fakat eğer kesimi bir Hristiyan yapmış ise ne olacak? Onlar inançlarına göre kesim sırasında Allah'dan başkasının adını anmıyorlar mı?"

Bu konudaki görüş ayrılığı şöyle açıklanabilir. Bu mesele aynı anda hem "kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helal kılındı" ve hem de "Allah size Allah'dan başkasının adı anılarak kesilen hayvanları haram kıldı" ayetlerinin kapsamına birlikte girer, bu meselede verilecek hüküm her iki ayetin yorumu birlikte gözönünde bulundurularak elde edilebilir. Bu ayetlerin ikincisi, Allah'dan başkasının adı anılarak yapılan kesimlerin tümünü kapsamına alır. Her ne kadar söylenecek adın yüksek sesle dile getirilmesi normal ise de, bu adı yüksek sesle veya alçak sesle söylemek sonucu değiştirmez.

Çünkü bilindiği gibi bu konuda haram olan şey, kesilen hayvanı Allah'dan başkasına adamaktır. Bu "başka şey" eğer dile getirilmez de niyet konu olursa hüküm yine aynıdır. Tıpkı diğer ibadetlerdeki niyetlerde olduğu gibi. Gerçi açıkça dile getirmek kesinlik sağlayıcıdır, ama asıl olan amaçtır.

Dikkat edecek olursak Allah'a kurban veya adak sunanlar "Bu hayvanı Allah için kesiyorum" deseler de hiç bir şey demeyip sussalar da esas ve önemli olan onların niyetleridir. Böyle olduğu içindir ki, Peygamber Efendimiz (salat ve selam üzerine olsun) kurban keserken "Bismillahi vellahuekber" dedikten sonra "Ellahumme minke veleke (Ya Allah, bu kurban sendendir ve senin içindir)" buyururdu. Çünkü Cenab-ı Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"De ki, benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep Allah içindir."

Kafirler de ilahlarına karşı böyle davranırlar. Yani kimi zaman kestileri hayvanlar üzerine ilahlarının adlarını anarlar, kimi zaman bu hayvanları ilahlarına yaklaşmak için onlara adayarak keserler ve kimi kesimlerde de bu iki amacı birlikte güderler. Bu durumların her üçü de (Allahu alem) Kur'andaki "Allah'dan başkası adına kesilen hayvanlar" ifadesinin kapsamı içindedir. Çünkü her hangi bir hayvanın kesimi sırasında eğer Allah'dan başkasının adı anılmış ise o hayvan "Allah'dan başkasına adanmış" demektir. Bu durumda hayvanı boğazlayanın "falancanın adı ile" demesi, söz konusu "falanca"nın yardımına sığınmak ve "falanca için" demesi de o "falanca"ya tapınmak anlamındadır. Nitekim Cenab-ı Allah (c.c); "Yalnız sana kulluk eder ve sadece senden yardım dileriz." ayetinde bu iki amacı bir araya getirmiştir. Tıpkı bunun gibi Cenab-ı Allah (c.c) "dikili taşlar" adına kesilen hayvanları da haram kılmıştır. "Dikili taşlar" Allah'dan başkasına tapmak amacı ile dikilen ve yükseltilen tapınakların tümüdür.

"Hayvan boğazlarken müslüman bir kimsenin nasıl Allah'ın adını anması şart ise, acaba Ehl-i Kitap'tan bir kimsenin de, kesim sırasında Allah'ın adını anması şart mıdır?" meselesinde Hanbelî'nin; "Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanların etlerini yemeyiniz." ayetini delil göstermesi, iki farklı rivayete göredir. Her ne kadar Hilal, burada onun Ehl-i Kitap'tan olan kesicinin de Allah'ın adını anmasını şart koştuğunu söylüyorsa da bu ayeti delil göstermesi iki farklı rivayetten birine göre izah edilebilir.

Bu konuda; "Allah'dan başkası adına kesilen hayvanlar size haram kılındı." ayetinin belirttiği genel yasaklayıcı hükümle; "Kendilerine kitap verilenlerin yemekleri ise helaldir." ayetinin ifade ettiği genel karakterli mubah sayıcı hüküm çatıştığı için alimler tarafından farklı görüşler ileri sürülmüştür.

Bu görüşlerin Kur'an'a ve sünnete en uygun olanı, Hanbelî'nin çoğu sözlerinde belirtilen sakıncalı sayma görüşüdür. Gerçi son dönemdeki bazı dostlarımız arasında bu rivayetten hiç bahsetmeyenler vardır.

Bu görüşümüzü şöyle açıklayabiliriz: Yukardaki iki ayeti dikkatle okursak görürüz ki, "Kesilirken üzerine Allah'ın adı anılmayan...”; “Ve dikili taşlar üzerinde kesilen hayvanlar size haram kılındı." ayetinin istisna ve açık kapı tanımayan genel karekteri saklı tutulduğu halde; "Kendilerine kitap verilenlerin yemekleri size helaldir." ayeti böyle değildir. Çünkü Ehl-i Kitap'tan olan kimsenin kestiğinin yenebilmesi için ona mubah saydırıcı şekilde kesmesi şart koşulmuştur. Buna göre Ehl-i Kitap'tan biri şeriatın onaylamadığı bir yerde hayvan keserse kestiği hayvan mubah olmaz. Çünkü Ehl-i Kitap'tan olan kimsenin amacı, kestiği hayvanı müslüman gibi kesmek olmalıdır. Bilindiği gibi eğer müslüman, kestiği hayvanı Allah'dan başkası için veya Allah'dan başkasının adını anarak keserse, kestiği hayvanın eti mubah olmaz. Ehl-i Kitap'tan olan kesici de her ne kadar söylediklerine inanmasa bile böyle yapmak zorundadır. Çünkü; "Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri (kestikleri hayvanların etleri) size ve sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir." ayeti, onlarla aramızda bu konuda varolan bir ayniliğe, bir eşitliğe işaret ediyor. Buna rağmen söz konusu şarta uymayan kesimleri, onlar her ne kadar helal sayıyorlarsa da biz onları helal görmeyiz. Demek oluyor ki, onların her helal gördüğü hayvan kesimi bize helal değildir.

Ayrıca bilindiği gibi, ilke olarak bir meselede delil ile yasaklayıcı mubah saydırıcı delil çatıştığı zaman yasaklayıcı delile öncelik tanınır.

Yine kesinlikle biliyoruz ki, Allah'dan başkası için veya Allah'dan başkasının adını anarak hayvan boğazlamak hiç bir peygamberin (selam üzerlerine olsun) dininde yoktur. Bu adet Yahudi ve Hristiyanlar tarafından uydurulmuş bir Muşriklik adetidir. Buna göre eğer bu adetlerine göre hayvan boğazlarlarsa o zaman onların kestikleri hayvanları bizim için helal olmasını sağlayan faktör ortadan kalkmış olur. Doğrusunu Allah bilir.

Şöyle bir soru sorulabilir: "Ehl-i kitap'tan olanlar eğer Mesih adına" gibi bir ifade kullanarak hayvan boğazlarlarsa kestikleri hayvanın etini yemenin haram olacağı kuşkusuzdur. Fakat eğer hiç bir isim dile getirmezlerde, içlerinden İsa veya bir yıldız için hayvan kestiklerini niyet ederlerse o zaman durum nasıl olur?"

Bu soruya şöyle cevap verilebilir: Bu noktaya daha önce işaret etmiştik. Bilindiği gibi Cenab-ı Allah (c.c) "dikili taşlar" üzerine kesilen hayvanların etlerini kesinlikle haram kılmıştır. Bu ifadeye göre, böyle bir kesim Ehl-i Kitap'tan olan biri tarafından yapılsa da yine haramdır. Çünkü eğer bu haramlığın gerekçesi, kesimi yapan kimsenin putperest olması olsaydı, bu kesimin "dikili taş" üzerinde yapılması ile başka bir yerde yapılması arasında fark olmazdı. Ayrıca Cenab-ı Allah'ın (c.c) Ehl-i Kitap tarafından kesilecek hayvanları bize helal kılması, Muşrikler tarafından kesilecek hayvanların haram olduğunu gösterir. Buna rağmen ayette putlar (dikili taşlar) üzerinde kesilecek hayvanlardan söz edilmesi yeni ve farklı bir anlam taşıyor olmalıdır.

Ayrıca bu ayette "dikili taşlar" üzerine kesilen hayvanlar ile Allah'dan başkası adına boğazlanan hayvanların haram olacakları belirtiliyor. Kitap ehlinin Allah'dan başkası için kestikleri hayvanlar, hiç kuşkusuz, "Allah'dan başkası için kesilen hayvanlar" yasağının kapsamı içinde yer alır. Dikili taşlar üzerine kesilen hayvanlar da böyledir. Buna göre Ehl-i Kitap'tan olan eğer kiliselere konan putların üzerinde hayvan keserse bu hayvan "dikili taşlar üzerinde" yapılmış kesimlerin kapsamına girer.

Bilmek gerekir ki, bu konudaki hüküm, putun yanında olup olmamak yüzünden değişmez. Çünkü buradaki harâmlık, kişinin hayvanı kesmekle puta tapınmayı ve ona saygı göstermeyi amaçlamış olması gerekçesine dayanır, ayette geçen "dikili taşlar" deyimi, bazılarına göre "bir takım putlar" ve bazılarına göre "put olmayan yüksek taşlar" anlamına gelir.

Anlatıldığına göre vaktiyle, İslam'dan önce Kabe'nin çevresinde üç yüz altmış tane yüksek taş vardı. Cahiliye dönemi Arapları hayvanlarını bu taşlar üzerinde boğazlarlar ve etlerini parçalara ayırırlardı. Ayrıca bu taşlara saygı gösterir, onlara taparlardı. Canları isteyince de bu taşları daha çok hoşlarına giden başka taşlarla değiştirirlerdi. Sahabilerden Ebu Zerr'in (Allah ondan razı olsun) nasıl müslüman olduğunu anlatan konuşmasında kana bulanarak renginin kıpkırmızı oluşunu anlatmak üzere kullandığı "öyle ki, kırmızı renkli dikili taş'a döndüm" şeklindeki benzetme, bu tarihî manzarayı belgeler niteliktedir.

Ayette kullanılan "dikili taşlar üzerinde kesilen hayvanlar" deyimi ile ilgili olarak iki farklı açıklama yapılmıştır. Bu açıklamalardan birine göre, az önce belirttiğimiz gibi gerçekten hayvan kesme işlemi bu taşlar üzerine yapılıyordu. Bu durumda cahiliye Arapları kendilerini putlarına yaklaştırsınlar diye hayvanları bu taşlar üzerinde kesmiş oluyorlardı. Bu görüş bu taşların put olmadıklarını söyleyenler tarafından ileri sürülmüştür. Eğer bu görüş doğru ise o takdirde bu taşlar üzerinde kesilen hayvanların haram olması, bu kesimlerin putlar için veya putlara adanarak yapılmış olmasından kaynaklanıyordu. Bu da Allah'dan başkası için yapılan bütün hayvan kesimlerinin haram olmasını gerektirir..Çünkü bir hayvanın belirli bir yerde kesilmiş olması, ancak Allah'dan başkası için kesilmiş olması bakımından önem taşıyabilir. Bu yüzden bilindiği gibi Peygamberimiz (salat ve selam üzerine olsun) Muşriklerin putlarını sakladıkları yerlerle, bayram şenlikleri düzenledikleri yerlerde hayvan kesimi yapılmasını hoş karşılamamıştı. Demek ki, belirli bir yerde kesilen bir hayvanın etinin mekruh olması orasının şirk yeri olmasından ileri gelebilir. Buna göre kesim işlemi gerçekten Allah'dan başkası için yapılınca bu olayda haranı olma realitesi de meydana gelmiş olur.

İkinci açıklamaya göre "dikili taşlar üzerine" hayvan kesmek, "dikili taşlar için, dikili taşlara" hayvan kesmek demektir. Tıpkı “Rasûlullah, Zeyneb için ekmek ve etten meydana gelmiş bir düğün yemeği verdi", "Falanca oğlu için yemek verdi" ve "Filanca oğlu için koyun kesti" sözlerinde olduğu gibi, Cenab-ı Allah'ın (c.c) "Size bu başarıyı sağladığı için O'nun büyüklüğünü dile getiresiniz diye..." ayeti de aynı ifade üslubu kategorisine girer. "Dikilitaşlar" deyimini "putların kendileri" anlamında yorumlayanlara göre bu ifade, hiç bir dolambaçlı özelliği olmayan, açık bir ifadedir. Ayrıca hayvanların bu taşlar için kesilmesi ile Ebu Zerr’in bildirdiği bu taşların "kırmızıya boyanmış olma" durumları da birbiri ile çelişik değildir. Yani bu açıklamaya göre bu deyim gerçek anlamındadır, hiç bir mecazî niteliği yoktur.

Ayette geçen "Dikili taşlar üzerine" deyimi ile ilgili bu iki görüş arasındaki farklılık; "Biz her ümmet için, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar boğazlanırken, onların üzerine O'nun adını ansınlar diye bir mabed yapmışızdır." ayeti ile; "Kabe'ye gelsinler de kendileri için bir takım faydalara tanık olsunlar ve Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde onları kurban ederken Allah'ın adını ansınlar." ayeti hakkındaki görüş ve yorum ayrılığına benzer.

Bu ayetlerde geçen "Allah'ın adını hayvanlar üzerine anmak" deyimi, kimine göre, kesilen hayvanın yanında bulunarak anmak anlamına gelirken, diğer bazı yorumculara göre bu deyim; "Size bu başarıyı sağladığı için O'nun büyüklüğünü dile getiresiniz diye..." ayetinde belirtildiği gibi, gerek kurbanlık hayvanın yanında ve gerekse uzağında bu vesile ile Allah'ın adını anmak demektir. Oysa daha önce îma ettiğimiz gibi "Dikili taşlar üzerine kesilen hayvanlar" ayeti hakkındaki bu iki ayrı görüş aslında aynı noktaya varır.

Ayetteki bu deyimle ilgili olarak üçüncü, fakat zayıf bir görüş daha vardır. Bu görüşe göre bu deyim "dikili taşlar adına" anlamına gelir. Dediğimiz gibi bu zayıf bir görüştür. Çünkü bu anlam, daha önceki "Allah'dan başkası adına kesilen hayvanlar" kapsamı içinde varolduğu için, bu yorumu doğru gördüğümüz takdirde bu ayette tekrarlanmış olur. Fakat ayetin sözleri böyle bir yoruma elverişlidir.

Nitekim Buhari'nin, İbn-i Ömer'e (Allah ondan razı olsun) dayandırarak kaydettiğine göre Peygamber Efendimiz (salat ve selam üzerine olsun) kendisine henüz vahiy inmeden önce, bir gün Baldah vadisinde Zeyd b. Amr b. Nufeyl'e karşılaştı. O sırada Peygamberimizin önüne et yemekli bir sofra getirildi. Fakat Zeyd b. Amr; "Ben sizin putlarınız üzerine kestiğiniz hayvanların etini yemem. Ben sadece üzerinde Allah'ın adı anılarak kesilen hayvanların etini yerim." diyerek bu etli yemekten yemeyi reddetti.

Başka bir rivayete göre sözü geçen Zeyd b. Amr, Kureyş kabilesini, kestikleri hayvanlarla ilgili tutumları yüzünden ayıplar ve onlara şöyle derdi; "Koyunu Cenab-ı Allah yaratıyor ve gökten yağmur yağdırarak onun için otlak yetiştiriyor, fakat sonra siz kalkıyor, bu koyunu Allah'tan başkası adına kesiyorsunuz." Zeyd b. Amr bu sözleri ile Kureyşlilerin bu davranışına karşı çıkıyor, onu büyük bir nankörlük olarak niteliyordu.

Ayrıca ayette geçen "Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar" deyimi özel anlamı ile "Allah'dan başkası için kesilen kurbanları" ifade eder. Tıpkı "Bu hayvan şunun için kurban edildi" sözünde olduğu gibi. Eğer bu deyimin anlamı gerçekten böyle ise, bu "Allah'dan başkası"nın kimliği ister dile getirilsin, isterse getirilmemiş olsun, böyle kesilen bir hayvanın eti, sırf Hristiyanın et elde etmek amacı ile kestiği bir hayvanı "İsa adına" diyerek kesmesinden daha kesin ve ağır bir haramdır. Nitekim farzedelim ki, biz müslümanlar Allah'a yaklaşmak amacı ile bir kurban kestik. Hiç kuşkusuz, bu kurban sırf et elde etmek için "Allah'ın adına" hayvan kesmemizden daha arındırıcı ve daha önemli bir harekettir. Çünkü namaz ve kurban gibi Allah'a dönük ibadetler yapmak, girişeceğimiz her işten önce Allah'ın adına sığınmaktan daha üstündür. Bunun tersine, dua ve kurban yolu ile Allah'a ortak koşmak (dua ve kurbanı, Allah ile birlikte başkasına yöneltmek) hiç kuşkusuz, girişmek üzere olduğumuz bir işten önce o "başkası"nın adına sığınmaktan daha önemli bir şirktir. Buna göre et elde etmek için hayvan keserken İsa'nın veya Meryem'in adına kurban kesmek öncelikle ve haydi haydi haram olur.

Bu açıklamayı gözönünde tutunca, Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanları haram saydığı halde Allah'dan başkası için kurban edilen hayvanları haram saymayan görüşün zayıf ve tutarsız olduğu kolayca anlaşılır. Oysa bizim bazı dostlarımız da başka bazıları gibi bu görüşe kapılmışlardır. Halbuki, eğer bunun tersi söylenseydi, hiç kuşkusuz daha yerinde ve tutarlı olurdu. Çünkü Allah'dan başkasına tapınmak, (kulluk sunmak) O'ndan başkasını yardımına sığınmaktan daha koyu bir küfürdür.

Buna göre eğer Allah'a yaklaşmak amacı ile Allah'dan başkası için kurban kesilecek olursa, bu kurbanın eti haram olur. Her ne kadar bu kurbanı keserken besmele çekilse bile değişmez. Tıpkı bu ümmetin bazı münafıklarının velilere veya yıldızlara yaklaşmak amacı ile kurban kesmeleri, buhurdan yakmaları ve bunlara benzer şeyler yapmaları gibi. Eğer bunları yapanlar mürted (dinden çıkmış) kimseler olursa kestikleri hayvanlar asla mubah olmaz, üstelik bu kesimlerde haramlığa yol açan iki faktör biraraya gelmiş olur.

Gerek Mekke'de ve gerekse başka yerlerde rastlanan bazı cahillerin cinlere kurban kesmeleri de bu kategoriye girer. Nitekim bildirildiğine göre Peygamberimiz (salat ve selam üzerine olsun) "cinlere kesilen kurbanların etlerinin yenmesini yasaklamıştır." Ayrıca bunun böyle olduğunu gösteren bir başka delil de daha önce belirttiğimiz üzere Peygamberimizin "putların saklanmış olduğu yerlerde ve kafirlerin bayram şenlikleri düzenledikleri alanlarda hayvan kesmeyi yasaklamış" olmasıdır.

Bunun yanında Ebu Davud'un İbn-i Abbas'a (Allah ondan razı olsun) dayanarak bildirdiğine göre Peygamberimiz (salat ve selam üzerine olsun) bu gerekçe ile eski Araplar arasında yaygın bir adet olan deve öldürme yarışını (mukara) yasaklamıştır. Nitekim ünlü tefsirci Ebu Bekir b. Şeybe'nin, Ebu Reyhane'ye dayanarak bildirdiğine göre, sahabilerden İbn-i Abbas'a bu deve öldürme yarışı hakkında ne düşündüğü sorulmuş, o da bu soruyu soranlara "korkarım ki, bu, Allah'dan başkası için hayvan kesme kapsamına girer" diye cevap vermiştir. Yine bu konu ile ilgili olarak tefsirci Ebu İshak, Carud'a dayanarak şöyle bir olay anlatıyor: "Bir gün Rebah oğullarından İbn-i Vesil adında bir şair, Ebu Farazdak ile Küfe şehri yakınlarındaki bir su başında iddiaya tutuştular. İddiaya göre her ikisi yüzer deve öldüreceklerdi. Her iki tarafın develeri su içmek üzere su başına gelince iddiaya tutuşan taraflar kılıçlarını sıyırarak develerin dizlerin kesmeye koyuldular. Bunu duyan Küfe halkı, develerinin ve katırlarının sırtına atlayarak olay yerine geldiler, maksatları kesilen develerin etlerinden pay almaktı. O sırada Kûfe'de olan Ali (Allah yüzünü ak eylesin) bu olayı öğrenir-öğrenmez Peygamberimizden (salat ve selam üzerine olsun) kalan, beyaz renkli bir katırın sırtına binerek olay yerine yetişti ve "Ey ahali! Sakın bu develerin etlerini yemeyiniz. Çünkü bu develer Allah'dan başkası için kesilmişlerdir" diye seslendi."

Görüldüğü gibi bu ileri gelen sahabiler, Allah'dan başka bir amaç için hayvan kesmeyi "Allah'dan başkası için boğazlama" olarak yorumlamışlardır. Anlaşılıyor ki, bu ayet,. Sadece Allah'dan başkasının adı anılarak yapılacak hayvan kesimlerini değil, Allah'tan başkasının yakınlığını kazanmak amacı ile yapılacak kesimleri de yasak kapsamına almaktadır. Bunun yanında ikinci kuşak (tabiin) tefsircileri de "dikili taşlar" üzerine yapılan hayvan kesimlerini "Allah'tan başkası için" yapılmış kesim saymışlardır. Nitekim bu kuşağın ünlü tefsir bilgini olan Mücahid, "Dikili taşlar üzerine kesilen hayvanlar", ayetini açıklarken şöyle diyor: "Vaktiyle Kabe'nin çevresinde, cahiliye dönemi Araplarının uğurlarında kurbân kestikleri ve istedikleri zaman daha hoşlarına gidenleri ile değiştirdikleri bir takım büyük taşlar vardı." Yine bu kuşağın tanınmış tefsir bilginlerinden biri olan İbn-i Ebu Şeybe bu ayeti açıklarken "Bu Allah'tan başkası için kurban kesmek gibidir" derken bir başka ünlü tefsirci olan Katade "Bunlar cahiliye dönemi Araplarının taptıkları ve uğurlarına kurban kestikleri bir takım taşlardır. Allah bunu yasaklamıştır" demektedir. Tefsirci Ali b. Ebu Talha'ya göre İbn-i Abbas, Kur'an'daki bu deyimi "Dikili taşlar, eski Arapların üzerlerinde hayvan ve uğurlarında kurban kestikleri taşlardır" diye açıklamıştır."[1][68]

İbn-i Teymiyye'nin kendine has görüşlerine hoşgörü ile bakmakla birlikte onun diğer alimlerden naklettiği görüşleri de dikkate şayan buluyoruz. Diğer alimlerin görüşü dediğimiz görüş ise "ehl-i kitabın" kestikleri konusundaki görüşleridir. Onlara göre Ehl-i Kitabın kestikleri zaten müslümanların kesimi gibi değildir. Yani onlar kutsal saydıklarının adını anabilerek kesim yapıyorlar ve Yüce Allah bu duruma rağmen onların kestiklerini helal kılmaktadır.[1][69]

Kurtubî şöyle demiştir: "İbn-i Abbas şöyle dedi: Allah Teala; “Üzerine Allah'ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin."[1][70] buyurmuş sonra da; "Kitap verilenlerin yemeği size helal sizin yemeğiniz de onlara helaldir."[1][71] buyurarak bu hükümden (Yahudi ve Hristiyanların kestiklerini istisna etmiştir)." Eğer Hristiyan kesim sırasında "mesih adına" Yahudi de "aziz adına" derse bile. Bu onların kendi dinleri üzerine kesimleridir. Çünkü Allah onların ne söylediklerini bildiği halde kestiklerini mubah kılmıştır... Mecusilerin (de) kitap ehli oldukları görüşüne sahip olanlar onları "kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği size helaldir" ayetine dahil ederek kestiklerinin helal olduğunu söylemişlerdir. Sabiiler hakkında caizdir diyenler olmuştur.[1][72]


İSLAM ALİMLERİNİN FİKİRLERİNDE ÇELİŞKİLER VAR MI?


Allah'ın koruduğu kullar dışında hiç kimse hatasız değildir. Dolayısıyla Kur'an'ın ve peygamberlerin dışındaki İnsanların din konusundaki görüşleri Kur'an ve Sünnet ışığı altında değerlendirilmelidir. İslam, fikir üretme imkanları tanıdığı gibi samimi bir eksen üzerinde hareket eden insanların -müslümanların- yanlış fikirlerine bile bir değer atfetmiştir. Tarih içerisinde sayısız alim gelip geçmiştir. Bunların içinde sözleri-fikirleri genelde tutarlı olanların yanında, hayatı ve fikirleri uyumlu olan alimlerin yanında, hayatı ayrı, fikirleri ayrı alimler de yaşamıştır. Yine öyle alimler vardır ki zalim sultanlara dalkavukluk yapmakla ömür tüketmiş, hakkı ketmetmiş-gizlemişlerdir. İşte böylelerinin yanında hayatıyla fikirleri uyuşan, hakkı gizlemeyen alimler de her zaman varolmuştur. Bu alimlerin çağımızdaki en önemlilerinden biri Seyyid Kutub'tur. Fikirleri uğruna, İslam uğruna hayatını ortaya koyan Seyyid Kutub mücadelesiyle de göz doldurmuştur. Yine Mevdudî, belki Seyyid Kutub'la beraber her zaman anılması gereken bir kişidir. Bu konunun başlığında "alimlerde çelişki var mı?" diye sormuştuk. Şimdi biz hayatı ayrı fikirleri ayrı olan alimleri! zaten bir kenara bırakalım ama yollarını izlediğimiz alimlerde acaba çelişkiler var mı? Bu sorunun cevabı üzerinde inceleme yapan bazı araştırmacılar bizlere fazla bilgiler ulaştırmamışlardır. Bununla beraber bu müslüman araştırmacılar Seyyid Kutup ve Mevdudî gibi şahsiyetleri baştacı etmekle beraber onları bazı görüşlerine de karşı çıkmakta, konuyu ictihadlara bağlamaktadırlar. Biz.ise şimdilik şunu düşünüyoruz. Aslında ne Seyyid Kutub ne de Mevdûdî'de çelişkili ifadeler vardır. Bu durumu Muhammed Kutub da kabul etmektedir. Daha ilerideki sayfalarda Muhammed Berekat adlı yazardan yapacağımız alıntılar da da görüleceği gibi Seyyid Kutub bazı görüşleri yanlış anlaşılan bir alimdir. Sözün burasında merhum şehidimizin bazı sözlerine kulak verelim:

"... Görülüyor ki mevcut düzen sadece içerideki baylara değil, doğu ve batı ufaklarının binlerce mil ötesinden uzanan yabancı hegemonyalara köle bir halk yetiştirmiştir. İslam ümmetinin bütününü bu sıfatla nitelenmiş olmaktan tenzih ederim! Bu tenzih ettiğim ümmetten birisi Amerikan kongresinde, Ruslarla Amerikalıların "dünyada yalnız komünist ve kapitalist bloklar vardır; bir üçüncüsü olamaz" vehmine bağlı gururlarının yersiz olduğunu, bir üçüncü blokun, İslam blokunun mevcudiyetini haykırmıştır. Bu söz Amerika'nın ortasında Pakistan başbakanı merhum Liyakat Ali Han'ın ağzından çıkarak yükselmiştir. Bu ses onun vicdanından, halkının ve kendisinin soyluluğundan, Müslüman doğunun asaletinden yükselmiştir. O soylu halk ki zilleti çiğnemiş, benliğine varolma sözü vermiş, korkak pısırıklar gibi, şunun bunun eteğine sarılmaktan kurtulmuştur."[1][73]

Merhumunun reddetmediği eserlerinden olan aynı kitabın bir başka yerinde şunları görüyoruz:

"Bugünkü neslin ruhunu karartan bazı kuşkular İslam'a gölge düşürüyor. Bu kuşkuların kimisi İslam'ın ne olduğunu bilmemekten ileri geliyor. Üstelik bu bilgisizliğin temsilcileri bu noktadaki kültür yoksulluklarını da kabullenmiyorlar. Hem de İslam'ın resmi din olduğu bir ülkede, büyük çoğunluğun müslüman olduğu bir ülkede yaşıyorlar. Halbuki böyle bir ülkede sosyal araştırmaların zorunlu bir unsuru İslam'ı bilmektir. Hatta böyle bir ülkede İslam, akli ve fenni meselelerde bile hesaba katılacak bir unsur olmalıdır. Ama bunlar, kültürsüzlüklerini utanç verici bir şekilde ortaya koyan bu noksanlıktan arlanmaları gerekirken, tutuyor bununla erdemlilik taslıyorlar, bu hali kültürlü olduklarına delil sayıyorlar."[1][74]

Yine Seyyid Kutub'la ilgili olarak yanlış anlaşılan en önemli mesele, yani herkesi tekfir etme konusuyla ilgili bir alıntı yapalım:

"... Abdurrauf Ebul-Vefa kardeş tedavi olmak üzere onların yanından Tara'ya gelmişti. Bana bu tedirginliği anlattı. El-Vaha'daki grubun insanların tekfir edilmesinden yana olmadığını söyledi. Ona dedim ki; "biz insanları tekfir etmiyoruz. Bu çarpıtılmış bir nakil... Biz diyoruz ki insanlar, inanç sisteminin hakikatini bilmeleri, onun gerçekten ne demek olduğunu kavrayamamış olmaları ve İslamî yaşantıdan uzak bulunmaları bakımından, cahiliyye toplumunun durumunu andırır bir hale gelmiştir. Bu yüzden hareketin başlangıç noktası, İslam nizamının kurulması tezi değil; İslam inanç ve ahlakının yeniden filizlenmesi olmalıdır. Yani sorun, insanlar hakkında bir hüküm vermekten ziyade, İslamî Hareketin metoduyla ilgilidir."[1][75]

Bu alıntı Seyyid Kutub'un son konuşmalarını içeren eserinden yapılmıştır. Merhum şehidimiz ihvan-ı Muslimden ayrıldığı dönemlerde ve yeni bir metod izlemeye çalıştığı süreçte yukardaki görüşleri açıklamıştır.

Birçok insanın Kur'an'ın hak sözlerini batıla alet ettiklerini tarihten öğreniyoruz. Bu durum bugün de gerçekleşmektedir. Hatta, bu "hak ile batılı birbirine karıştırma" meselesi Kitap ve Sünnet üzerinde sınırlı kalmayıp alimlerin görüşleri üzerinde de yapılmıştır. Bazı alimlerimizden hoşa giden, kendilerini destekler gibi görünen makaleleri alınmakta ama aynı alimlerin diğer görüşleri değerlendirme dışı bırakılmaktadır. Evet nasıl ki Kur'an ayetlerinden bir kısmını alıp diğerlerini gözardı ediyorlarsa aynı şeyi alimlere de uyguluyorlar. Sözü tekrar Mevdudî'ye getirmek istiyoruz. Bazı görüşleri tekfire mesned yapılan Mevdudî bakınız içinde yaşadığı toplumunu insanlarıyla nasıl konuşuyor:

"Sevgili kardeşlerim! Müslümanlara kafir damgasını vurduğumu asla düşünmeyin. Amacım bu değil. Kendi kendime soruyorum ve sizlerden de kendinize samimiyetle sormanızı istiyorum: Niçin Allah'ın rahmetinden yoksun yaşıyoruz? Niçin bütün güçlük ve sıkıntılar dört bir yandan üzerimize çökmüş? Neden aramız açık ve birbirimizin kanını döküyoruz? Neden kafirler bizi her yerde yönetiyor? Biz O'na itaat eden kullar, niçin dünyanın pek çok yerinde diğerlerine bağımlı yaşıyoruz?

Bu durumu düşündükçe kafirlerle aramızdaki farkın neredeyse sadece isimlerimizde kaldığına ikna oluyorum. Çünkü O'na karşı ilgisizlikte, O'nun korkusundan yoksunlukta ve itaatsizlikte diğerlerinden hiç bir şekilde geri kalmıyoruz.

"Neredeyse" diyorum, çünkü Kur'an'ı değerlendirişimiz kafirlerinkiyle aynı olsa bile biz Kur'an'ın Allah'ın kitabı olduğunu biliyoruz, onlar bilmiyorlar ama onun hayatımızdaki yeri kafırlerinkinden farklı değil ve bu hepimizin cezayı daha çok haketmesine yol açıyor. Muhammed'in Allah'ın Peygamberi olduğunu biliyoruz ama onu izlemeye gelince bir kafir kadar isteksiziz. Biliniz ki Allah yalancıları lanetlemiş, rüşvet alıp verenlerin yerinin Cehennem olduğunu kesinlikle belirtmiş, faizle borç alıp vermenin daha da kötü olduğunu söylemiş, iftirayı kardeş eti yemek kadar aşağılamış, açık giyinmeyi ve konuşmayı, pornografiyi ve ahlaksızlığı yasaklayarak bunlara en ağır cezalar vermiştir. Bütün bunları bilmemize rağmen, sanki Allah'ın öfkesinden hiç korkmuyormuşcasına bu günahlarla özgürce içice yaşıyoruz.

Bu yüzden O'nun rahmetine erişemiyoruz; biz sadece görüntüde müslümanız. Gerçek şu ki, Allah'ın hakimiyetini kabul etmeyenlerin bizi yönetmeleri, bizi her fırsatta utanca sürüklemeleri, Allah'ın en büyük hediyesi İslam'ı ihmal ettiğimiz için cezalandırıldığımızı gösteriyor.

Sevgili kardeşlerim! Sözlerimle asla sizi suçlamıyorum. Sizi tenkit etmek için gelmedim. Amacım içinizdeki isteği uyandırıp kaybolmuş hazineyi tekrar ele geçirmek. Böyle bir istek, bir insan ne kaybettiğini ve kaybettiği şeyin ne kadar değerli olduğunu anladığı zaman uyanır. Keskin ve acı sözler kullanıyorsam bunu sadece sizi harekete geçirmek, zorlamak için yapıyorum."[1][76]

Mevdudî, tekfir konusunda en çok başvurulan alimlerden birisidir. Tabi burada Mevdudî'nin kimseyi tekfir etmediğini, Muşrik düzenlere karşı gelmediğini söylemiyoruz. Mevdudî'de böyle bir taviz, ılımlılık ve cehalet içinde değildir ama o bütün insanların tekfirine karşıdır. Bakınız bir başka eserinde bu meselelerle ilgili olarak neler söylüyor:

"Kur'an-ı Kerim'i okuyup araştırdığım kadarıyla bu konuda şunu diyebilirim: Şirke bulaşan veya akide ve amelinde şirk izleri bulunan her kim olursa (müslümanlardan) ona ne ıstılah manasıyla "Muşrik" diye hitab edilebilir ve ne de Muşriklere yapılan muamele ona da yapılabilir. Böyle bir hitap ve davranışa ancak tevhid inancını temel inanç olarak kabul etmeyen, vahiy, nübüvvet ve Allah'ın kitabı'nı daha baştan dinin kaynağı olarak kabul etmeyen ve asıl dinleri şirke dayalı kimseler müstehaktır.

Buna delil olarak şu ayetleri gösterebiliriz. Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala Yahudi ve Hristiyanların şirke düşüşlerini şöyle anlatıyor:

"Yahudiler! 'Uzeyr Allah'ın oğludur" dediler. Hristiyanlar da: 'Mesih Allah'ın oğludur’ dediler."[1][77]

"Andolsun, 'Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir’ diyenler elbette kafir olmuşlardır."; "Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kafir olmuşlardır."[1][78]

Ancak, bütün bunlara rağmen Yahudi ve Hristiyanlar için Kur'an-ı Kerim'de Muşrik lafzı kullanılmayıp başka bir ıstılah, "ehl-i kitap" ıstılahı kullanılmıştır. Dahası, onlarla Muşrikler arasında sadece telaffuzdan doğan bir farkla yetinilmemiş, müslümanlarm onlarla olan ilişkileri, Muşriklerle olan ilişkilerinden ayrı ele alınmıştır. Eğer Yahudi ve Hristiyanlar gerçekten de Muşrik olarak görülse idi:

"Allah'a ortak koşan kadınlarla, onlar inanıncaya kadar evlenmeyin." ayetine göre onların da kadınlarıyla evlenmek kendiliğinden haram olurdu. Ancak, Allah Teala Kitap Ehli'nin kadınlarıyla evlenme hükmünü Muşrik kadınlardan tamamen ayrı tutmuş ve müslümanların onlarla evlenmesine cevaz vermiştir. Aynı şekilde Ehl-i Kitab'ın kestiklerinin hükmü de Muşriklerinkinden tamamen farklıdır. Böyle bir ayrılığın sebebi şundan başka ne olabilir ki: Onlar şirke bulaşmalarına rağmen tevhidi asıl din olarak kabul etmektedirler. Bundan dolayı onlara şöyle bir çağrıda bulunulmuştur.[1][79]

"De ki, "Ey Kitap Ehli, aramızda ortaklaşa (ölçü ve adil dengeyi sağlayacak) bir kelimeye gelin: (O da): Allah'tan başkasına kulluk etmememiz, hiç bir şeyi O'na ortak koşmamamız ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı rab edinmememizdir."[1][80]

"Deyin ki, "Bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim tanrımız da sizin tanrınız da birdir..."[1][81]

Bunun aksine Allah Teala "Muşrik" ıstılahını şirki asıl din olarak benimsemiş kimseler için kullanmıştır. Onlar Peygamber Efendimize (s.a) şöyle itiraz ediyorlardı:

"Tanrıları tek bir tanrı mı yapıyor? Doğrusu bu şaşılacak bir şeydir" dediler."[1][82]

Onlar dinin akide ve amellerinin de vahiy ve risaletten alınması gerektiğini kabul etmiyorlardı:

"Onlara 'Allah'ın indirdiğine uyun' denilince "hayır biz baba ve dedelerimizin üzerinde bulundukları şeye uyarız' derler."[1][83]

Allah Teala bu gibi kimseler için "Muşrik" kelimesini kullanmakla iktifa etmemiş, iman ehlinin onlarla olan ilişkilerini Ehl-i Kitap'tan farklı tutmuştur.

Bu gerçekler gözümün önünde olduğu için, kelime-i tevhid'e inanan kimselere "Muşrik" denilmesini ve Muşriklere yaraşır cinsten muameleye tabi tutulmasını katiyetle caiz görmüyorum. Kitabullah'ı delil ve hüccet olarak kabul eden, dinin gereklerini inkar etmeyen, şirki asıl din olarak benimsemek şurda dursun, kendisine şirk nisbet edilmesini en kötü küfür olarak gören, ancak, te'vil ve yorumlama hatası dolayısıyla herhangi bir Muşrikçe inanç ve davranış içerisine düşen kimselere "Muşrik" denilmesini ve Muşriklere yaraşır bir cinsten muameleye tabi tutulmasını katiyetle caiz görmüyorum. Söz konusu kimseler, şirki şirk bilerek böyle bir duruma düşmekten öte; bu inanç ve davranışlarının yanılgısı içerisine düşmüşlerdir. Bu yüzden bizim, bu gibi kimselere kötü lakaplar takacak yerde; hikmet, güzel öğüt ve delillere onların bu yanılgısını izale etme yolunda çaba sarfetmemiz lazımdır.

Şimdi siz kendiniz düşünün: Bu gibi kimselerle münakaşa ederken, onların inanç ya da davranışlarının tevhid inancının hilafına olduğunu ispatlamak için Kur'an ve Hadis'ten deliller getirirken onların Kur'an ve Hadis'i delil ve hüccet olarak kabul ettiklerinden hareket etmiyor musunuz? Acaba siz bu delilleri herhangi bir Hindu, Sih ya da Hristiyana karşı da kullanıyor musunuz? Yine siz söz konusu kimselere; "bakınız, şöyle bir inanç taşımak şirktir, bundan kaçınmak lazımdır" derken, onların şirki büyük günah olarak gördükleri düşüncesini taşımıyor musunuz? Eğer böyle bir şey söz konusu olmasaydı sizin onları şirkten sakındırma kaygısına düşmenize ne gerek vardıki?"[1][84]

Tekfir konusunda adından özellikle sözedilen müslüman alimlerden birisi de İbn-i Teymiyye'dir. Kendisinden ve görüşlerinden, kitabımızın birinci bölümünde bahsetmekle birlikte önemine binaen yeniden ona dönüyoruz. Tabi bu defa ondan alıntılar yapmak istiyoruz. Ünlü eseri Mecmu'ul Fetevada şunları söylüyor:

"Bütün bunlarla birlikte -benimle beraberliği olanlar da bilir ki- herhangi bir kişiyi tekfir etmekten, fasık ve isyankar saymaktan (kafir, fasık ve asi damgası vurmaktan) en çok sakındıran biri olmuşumdur. Ancak karşı çıkanın ya kafir, ya fasık veya asi olacağı peygamberi bir delilin aleyhine sabit olduğu bilinirse o başka. Ben Allah'ın bu ümmetinin hatasını bağışlamış olduğunu ikrar ediyorum. Bu af hem haberi, kavlî mes'elelerde, hem de ameli mes'elelerde sözkonusudur.

Selef bu me'elelerden birçoğunda hep ihtilaf etmiş, ancak hiçbiri bir başkasının kafir, fasık veya asi olduğuna şehadet etmemiştir. Nitekim Süreyh "bel acibtü ve yesharûn" şeklindeki kıraati reddetmiş ve, "çünkü", demiş "Allah hayret etmez". Bu, İbrahim en-Nehaî'ye ulaşmış, İbrahim en-Nehaî, Şüreyh sadece kendi ilmini beğenen bir şairden ibarettir. Abdullah (İbn Mes'ûd r.a.) ise ondan daha alimdir ve o böyle okuyordu!" demiş.

Yine mesela Aişe (r.a) ve başka sahabiler Muhammed (s.a.v)'in Rabbini görüp görmediği konusunda ihtilaf etmişler Aişe (r.a), "Kim Muhammed'in Rabbini gördüğünü idida ederse Allah'a pek büyük iftira etmiş olur" demiştir. Bununla birlikte biz Aişe (r.a)'ye muhalefet eden İbn Abbas (r.a)'a ve benzeri sahabilere, Allah'a iftira etmişlerdir, demeyiz. Nitekim ölünün dirinin konuşmasını işittiği, ölünün ailesinin ağıtı sebebiyle azab çekmesi ve başka konulardaki Aişe (r.a)'ye ait münazaalar da bu kabildendir.

Şer, selef arasında savaşmaya kadar varmıştı, ama Ehl-i Sünnet her iki tarafın da mü'min olduğunda ittifak halindedir. Şunda da ittifak etmişlerdir ki, bu savaşlar onların adaletine (iman ve ittikalarına) mani değildir. Çünkü savaşan, her ne kadar haddi aşmış ise de, kendine göre bir te'vili vardır, müteevvildir. Te'vil ise fıska manidir (İçtihadın sürüklediği hata itaatsizlik sayılmaz).

Onlara şunu da açıklıyorum: Yine seleften nakledildiği üzere belli bir kişiyi kasdetmeksizin kim şöyle şöyle derse kafir olur şeklindeki mutlak ifadeleri de aynı şekilde haktır. Ancak mutlak ifade (ıtlak) ile, ta'yin etmeyi (belirlemeyi) birbirinden ayırmak gerekir. Bu mes'ele, yani "vaid" mes'elesi, ümmetin ihtilaf ettiği büyük mes'elelerin ilkidir. Çünkü Kur'an'ın vaîd (tehdit) konusundaki ayetleri geneldir. Mesela buyrulur ki: "Zulm ile öksüzlerin mallarını yiyenler, karınlarına sadece ateş doldurmaktadırlar ve çılgın bir ateşe gireceklerdir." "Şöyle şöyle yapana, şu şu vardır" şeklindeki ayetler de aynı şekilde mutlak ve geneldir.

Bu ayetler selefin "Kim şöyle derse o şudur" şeklindeki genelleyici sözleri mesabesindedir. Şu da var ki, belirli bir kimseden, tevbesi, yok edici iyilikleri, keffaret olucu musibetler veya makbul bir şefaat gibi şeylerle hakkındaki vaîd'in hükmü kalkar.

Tekfir de, vaîd kabilindendir. Çünkü her ne kadar bir sözü Resûlullah (s.a.v)'ın söylediğini yalanlama anlamı taşıyorsa da, kişi daha yeni müslüman olmuş veya uzak bir çölde yetişmiş olabilir. Aleyhine delil ve gerekçe bulunmadıkça böylelerinin bir şeyi inkar etmesi tefirlerini gerektirmez. Kişi bu nassları işitmemiş veya işitip de onca sabit olmamış, veya elinde başka bir delil var da bunu te'vil durumunda kalmış -hata da etse bu durumda kalmış- olabilir.

Bu konuda daima "Sahîhayn" (Buharî ve Muslim)'de geçen şu hadisi zikrederdim. "(Eski ümmetlerden bir zat oğullarına demiş ki
C:\Users\Muhammed\AppData\Local\Temp\msohtmlclip1\01\clip_image001.gif
"Ben öldüğüm zaman beni yakın, sonra külü ufak edin, sonra çöle savurun. Artık vallahi Allah'ın (beni toplamaya) gücü yeterse, alemlerde hiç kimseye yapmadığı azabı bana gösterecektir, varsın etsin." Adamın dediğini yaptılar. Sonra Allah ona dedi ki: "Seni böyle yapmaya iten nedir?" Adam: "Haşyetin (korkum)", dedi. Bunun üzerine Allah onu bağışladı.

İşte bu zat, Allah'ın kudretinden, kül ufak edilip savrularak bir araya getirebileceğinden şüphe ediyor. Hatta şüphe etmiyor, tekrar toplayamayacağına inanıyor. Böyle bir inanç ise müslümanların ittifakıyla küfürdür. Ancak o adam cahildi ve bunu bilmiyordu. Mü'mindi, Allah'ın kendisinin cezalandıracağından korkuyordu. Bu sebeble Allah onu bağışladı.

Resûlullah (s.a.v)'a azami ittiba için çırpınan ictihad ehli kimselerden bir te'vili bulunan (müteevvil)'ler ise bağışlanmaya bu adamdan daha layıktırlar.[1][85]

İbn-i Teymiyye aynı eserinde "müslümanın tekfir edilmesi caiz midir?" sorusuna cevap olarak da şunları söylüyor:

"Bir müslümanı işlediği bir günah ve yaptığı bir hata sebebiyle tekfir etmek caiz değildir. Nitekim kıble ehli olan müslümanların ihtilaf ettikleri mes'elelerde durum böyledir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Resul, Rabbinden kendisine indirilene inandı, mü'minler de. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı. O'nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırmayız (dediler). Ve dediler ki: İşittik, itaat ettik! Rabbimiz, (bizi) bağışlamanı dileriz. Dönüş(ümüz) Sana'dır!"[1][86] Sahih bir hadiste Allahü Teala'nın bu duayı kabul ederek mü'minlerin hatalarını bağışladığı belirtilmiştir.

Vaktiyle, Peygamber (s.a.v) Efendimiz kendileriyle muharebe edilmesini emrettiği, haktan uzaklaşmış bulunan Hariciler ile raşid halifelerden birisi olan mü'minlerin emiri Ali b. Ebî Talib muharebe etmişti. Bu kimselerle çarpışmak gerektiği hususunda, gerek sahabe ve tabiûn'un ileri gelenleri, gerekse daha sonraki nesillerin imamları ittifak etmişlerdir. Ama bu Haricileri ne Ali b. Ebî Talib, ne Sa'd b. Ebî Vakkas, ne de bir başka sahabî tekfir etmemiş, bilakis kendileriyle çarpışmış olmakla beraber onları müslüman saymışlardır. Ayrıca Ali onlarla ancak haksız yere kan dökmeye ve müslümanların mallarını yağmalamaya başladıkları zaman savaşmıştır. Ama onlarla kafir saydığı için değil, zulümlerini ve azgınlıklarını ortadan kaldırmak için çarpışmıştır. Bu sebeble de o, Haricilerin esir edilen kadınlarına cariye, ele geçirilen mallarına da ganimet muamelesi yapmamıştı.

Sapık oldukları nass ve icma ile sabit bulunan bu kimseler, Allah ve Resulü kendileriyle çarpışılmasını emretmiş olmasına rağmen tekfir edilmediklerine göre, kendilerinden daha bilgili kimselerin dahi hataya düşebildikleri bazı mes'elelerde hakka isabet edememiş muhtelif grublar nasıl kafir sayılabilirler?! Bu grublardan herhangi birisinin bir diğer grubu kafir ilan etmesi, kanını ve malını helal sayması kesinlikle caiz değildir. Kafir sayılan bu grub arasında kesinkes bid'atler bulunsa bile, durum aynıdır. Ama aksine bunlara küfür damgasını vuran fırka da bizzat bir bid'atçı ise bu takdirde ne demeli?! Hatta bazen bu damgacıların bid'atı daha da beter olabilmektedir. Genellikle bu fırkaların tamamı, üzerinde ihtilaf ettikleri hususların gerçek yönünü bilmemektedirler.

Aslolan şudur ki, müslümanların kanları, malları, ırz ve namusları birbirlerine karşı haramdır; ancak Allah'ın ve Resulünün izniyle helal olabilir. Peygamber Veda Haccı'nda müslümanlara irad ettiği hutbede şöyle buyurmuştu: "Kanlarınız, mallarınız, ırz ve namuslarınız birbirinize karşı, aynen içerisinde bulunduğunuz şu gün, şu şehir ve şu ayın hürmeti ve mübarekliği gibi, haramdır." Yine O, şöyle buyuruyordu: "Her müslümanın kanı, malı ve ırzı bir diğer müslümana haramdır.", "Bizim namazımızı kılan, kıblemize yönelen, kestiğimizi yiyen herkes müslümandır; o kimse için Allah ve Resulünün te'minatı vardır.",

"İki müslüman birbirlerine kılıç çektikleri zaman öldüren de, öldürülen de cehennemdedir." Bunun üzerine soruldu:

"Ya Resûlullah! Katili anladık, ama öldürülen niye cehenneme gidecek? Buyurdular ki:

"O da hasmını öldürmeyi murad etmişti.", "Sakın ola benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler haline gelmeyin!", "Bir müslüman bir kardeşine 'kafir!' dediği zaman mutlaka o söz, bu ikisinden birisine döner." Bu hadislerin tamamı sahih hadis mecmualarından tahric olunmuştur.

Yalnız bir müslüman, bir diğerini tekfir etme veya onunla çarpışma konusunda bir te'vilden hareket ediyorsa bu takdirde kendisi tekfir olunmaz. Nitekim Ömer b. El-Hattab, ashabtan Hatıb b. Ebî Belta için:

"Ya Resûlullah! Müsaade et de şu münafığın boynunu vurayım" demiş, Peygamber Efendimiz ise şöyle buyurmuşlardı:

"Hatıb, Bedir Harbine katıldı. Sen nereden bileceksin ki, Cenab-ı Hak Bedir ehlinin durumlarına muttalîdir ve onlar hakkında: "Dilediğinizi yapın. Ben sizi bağışladım, buyurmuştur." Bu hadis Buhari ve Muslim'de mevcuttur. Buhari ve Muslim'de İfk hadisesiyle ilgili olarak şu rivayet de yer alır: Üseyd b. El-Hudayr, Sa'd b. Ubade'ye: "Sen bir münafıksın!" diyenler bulunuyordu ve Peygamber bunlardan hiçbirini kafir saymıyor, aksine hepsinin de cennetlik olduğuna şehadet ediyordu.

Aynı şekilde Sahihayn'de Üsame b. Zeyd'den rivayet olunduğuna göre, Isame (harb sırasında) bir adamı "La ilahe illallah" dedikten sonra (onun ölümden kurtulmak için böyle dediğini düşünerek) öldürmüştü. Bunu Peygamber'e haber verdiği zaman, Allah Resulü durumu çok önemli ve hatalı görerek:

"Ya Isame! 'La ilahe illallah' dedikten sonra adamı öldürdün öyle mi?!" dedi ve bu sözü o kadar çok tekrar etti ki neticede Isame: "(Böyle bir hatayı işlemektense);

“Keşke ancak o gün müslümanlığa girmiş olsaydım" diye temenni ettim" demiştir. Ama buna rağmen Peygamber, Isame'ye ne kısas, ne diyet, ne de keffaret tatbikini gerekli görmemiştir. Çünkü Isame bir te'vilde bulunmuş, kelime-i tevhid getiren adamı bunu ancak ölümden kurtulmak üzere söylediğini zannettiği için öldürmesinin caiz olduğunu sanmıştı.

Bu şekilde Cemel, Sıffin ve benzeri hadiselerde bulunmuş Selef-i Salihin birbirleriyle çarpışmışlardı ve bunların tamamı da mü'mindi, müslümandı. Nitekim cenab-ı Hak buyurur: "Eğer inananlardan iki grub vuruşurlarsa onların arasını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla vuruşun. (Allah'ın buyruğuna) dönerse artık adaletle onların arasını düzeltin ve (her hususta) adil olun. Allah adalet(le hareket) edenleri sever."[1][87] Böylece Cenab-ı Hak birbirleriyle çarpışmaları ve birbirlerine karşı azgınlık yapmalarına rağmen bunların mü'min ve kardeş olduklarını beyan etmiş ve aralarının adaletle düzeltilmesini emretmiştir."

Merhum Teymiyye'nin aşağıdaki sözlerini de okuyacak olanlar belki daha da şaşıracaklardır:

"Sahih hadis mecmualarında Peygamber (s.a.v) Efendimizin şöyle buyurduğu nakledilir: "Mü'minler, birbirlerine karşı sevgi besleme, merhamet gösterme ve şefkat duyma hususunda tek bir vücut gibidirler, öyle ki bu vücudun bir organında bir şikayet başgösterdi mi cesedin diğer organları da ateş ve uykusuzlukla bu organın acısını paylaşırlar."[1][88]

Yine “Sahih"lerde Resûl-i Ekrem'den şu hadis yer alır: "Mû'min diğer mü'min için, bir kısmı diğer kısmını tutan bina gibidir." Peygamber Efendimiz bunları söyledikten sonra (durumu tasvir için) parmaklarını birbirine geçirdi. Şu hadis de Sahîh hadis mecmualarında mevcuttur: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki sizden biriniz, kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olamaz."[1][89] Nihayet şu hadisi de zikredelim: "Müslüman, diğer müslümanın kardeşidir; sıkıntılı anında onu perişan ve zelîl bırakmaz ve ona zulmetmez." Kitap ve Sünnet'te daha buna benzer bir çok nass vardır.

İşte bütün bu nasslarda cenab-ı Hak, mü'min kullarını birbirlerine dost kılmış, birbirlerine kardeş yapmış ve onları birbirleri ile yardımlaşan, birbirlerine merhamet duyan ve şefkat besleyen kişiler olarak nitelendirmiştir. Onlara birlik ve beraberliği emretmiş, tefrika ve ihtilafı yasaklamıştır. O (c.c) şöyle buyurur: “...Ve topluca parça edip, grub grub olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır."[1][90]

Durum böyleyken nasıl olur da Muhammed (s.a.v) Efendimizin ümmeti için, Allah'tan hiçbir delil olmaksızın, sırf zan ve hevaya göre bir şahıs ve bir grubu dost bilip, diğer bir gruba düşmanlık besleyecek kadar tefrika ve ayrılığa düşmesi caiz olabilir? Cenab-ı Hak, Resul-i Ekrem'ini böylesi kimselerden beri kılmıştır.

Böyle bir şey, kendilerine muhalefet edenlerin kanım helal sayan ve müslümanların cemaatından ayrılıp çıkan Hariciler gibi, bid'at sahiplerinin vactı gı bir şeydir.

Ehl-i sünnet ve'1-cemaat ise, Allah'ın ipine sarılmıştır. Grubçuluğun asgari sınırı, kişinin hevasına uyan birini, ondan daha muttaki olsa bile bir başkasından daha üstün görmesidir.

Şu halde bize gerekli olan, Allah ve Resulünün takdim edip öne geçirdiklerini öne geçirmek onların geri bıraktıklarını geri bırakmak, Allanın ve Resulü’nün sevdiklerini sevmek, onların buğzettiklerine bugzetmek, Allah'ın Resulünün nehyettiklerini neh yetmek, onların rıza gösterdiklerine razı olmaktır. Müslümanların tek bir el halini almalarıdır. Şimdi durum bazı kimselerde, haklı ve isabetli olup kitap ve Sunnet'e muvafık da olduğu halde başkalarını sapık görüp kafir saymaya kadar varınca acaba halimiz nicedir?! Kaldı ki bu kişilerin bir müslüman kardeşi, dinî mes'elelerden herhangi birisinde hata etmiş bile olsa, her hata eden kişi kafir ya da fasık olacak değil ya!.. Hak Teala bu ümmet için hatayı ve unutmayı affetmiştir. Cenab-ı Hak, Kitab-ı Mübîn'inde, Peygamberin ve mü'minlerin duasını naklederken buyurmaktadır: "Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma!"[1][91] Sahih bir hadiste, bu duaya mukabil Cenab-ı Hakk'ın: "Kabul ettim!" buyurduğu ifade olunmuştur.

Özellikle şunu belirteyim: Bazen size uygun olan bir kişi İslam'dan daha özel bir çerçevede bulunur. Mesela sizin gibi Şafiî mezhebine bağlı veya Şeyh Adiyy'e müntesiptir. Ama buna rağmen bir mes'elede size muhalefet eder ve olur ki o isabetli ve haklıdır. Şimdi, Cenab-ı Hak, müslümanların ve mü'minlerin hak ve hukuklarını da belirtmişken nasıl olur da bu kişinin ırzı, malı ve kanı helal sayılabilir?!...

Ve nasıl olur da, ne Allah'ın kitabında, ne Resûlü'nün Sünnet'inde aslı esası olmayan uydurma, bid'at bazı isimler sebebiyle bu ümmetin parça parça edilmesi caiz olabilir?!

Bu ümmet arasında cereyan eden alimlerini, meşayihini, idarecilerini ve ileri gelen zevatını parça ve grublara ayırma.. evet işte bu husus, düşmanların bu ümmete musallat olmasını gerektiren husustur. Ve bu durum onların başına, Allah ve Resulüne itaatla amel etmeyi terketmeleri yüzünden gelmiştir. Nitekim Hak Teala şöyle buyurur: '"Biz Hristiyanız" diyenlerin de sözünü almıştık, ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Bu yüzden kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık."[1][92]

İşte böylece insanlar ne zaman Cenab-ı Hakk'ın kendilerine emrettiklerinin bir kısmını terketmişlerse, aralarında düşmanlık ve kin zuhur etmiş, halk parçalara ayrıldığı zaman fesada düşmüş ve helaka uğramışlardır. Ama birleşip beraber oldukları zaman, durumlar düzelmiş ve hakimiyet sağlamışlardır. Çünkü cemaat rahmettir; ayrılık ise azabtır.

Bütün bu hususların düğüm noktası, emr-i bil-ma'rûf, nehy-i ani'l-münker (iyiliği emredip, kötülükten sakındırmadadır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Ey inananlar, Allah'tan size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, (Allah) kalblerinizi birleştirdi, O'nun nimetiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, (Allah) sizi ondan kurtardı. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki yola gelesiniz, içinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten men'eden bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir."[1][93] Birlik ve beraberbliği emretmek, emr-i bi'1-ma'rûf cümlesindedir; ayrılık ve tefrikadan sakındırmak ve Allah'ın Şeriatından çıkanlara hadleri tatbik etmek de nehy-i anil-münker'dendir."[1][94]

Daha önce birçok insanın hakkı batıl ile karıştırdığını söylemiştik. Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşlerini yaymak için okunmasını şiddetle tavsiye ettikleri bir eser olan Ş. Seyfuddin El-Muvahhid'in "İman" adlı eserine bakalım:

"Fakat herkes tarafından açık bir şekilde bilinmeyen bir küfrü olan kişileri, o küfrünü bilmediğinden dolayı tekfir etmeyen küfre rıza göstermiş olmaz.

Mesela: Kişi demokrasiye inanıyordur. Demokrasiye inanmak ise küfürdür. Çünkü demokraside hakimiyet halka verilmiştir. İslam'da ise hakimiyet yalnızca Allah'a aittir. Kişi demokrasinin bu manaya geldiğini bilmeyebilir. Bu kişiye önce bu durum izah edilir. Eğer düşüncesinde ısrar ederse tekfir edilir. Aynı şekilde bu kişiyi tekfir etmeyen kişiye de durum izah edilir. Kabul etmezse hiçbir mazereti kalmadığından dolayı ikinci kişi de tekfir edilir.

Tekfir edilecek kişinin küfründe bütün alimlerin icma etmiş olmaları gerekir. Bazı alimler tekfir etmesine rağmen bazıları etmemişse bu kişiyi tekfir etmeyen kişi tekfir edilmez.

Mesela: Hariciler ve namazı inkar etmeden, terkeden kişileri tekfir etmeyenleri tekfir etmemek gibi.

Allah-u Teala imanı ve küfrü Kur'an-ı Kerim'de açık bir şekilde belirtmiş ve Rasulullah (s.a.s)'de sahih hadisi şeriflerinde bunları bize açıklamıştır. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim ve sahih sünnete açık küfür olan bir şeyi yapan kişi kafir olarak isimlendirilir. Kafir olan bu kişiyi tekfir etmeyen de Allah'ın hükmüne karşı gelip başka bir hüküm verdiğinden dolayı kafir olmuş olur.

Kafirlere karşı dostluk gösterme ve onların dinini kabul etme. Şehadetin manası -daha önce de anlatıldığı gibi- Allah'tan başka, ibadete layık olmayan sahte ilahları reddetmek ve bütün ibadetleri yalnızca Allah'a yapmaktır.[1][95]


Belli Bir Şahsın Tekfir Edilmesi Durumu:


Bazı sözler ve ameller vardır ki bunların yapılması küfürdür. Fakat şahıslara indirgendiğinde durum değişir. Bazı ameller küfür olduğu halde, bunları yapan kişiler duruma göre kafir olabilir veya olmayabilir. Fakat bazı amellerde vardır ki, bunları yapan kişinin durumu ne olursa olsun kafirdir.

Örneğin bir adamı Kur'an parçalarını pisliğe attığı gördük. Yaptığı bu amel küfürdür. Fakat bu kişiyi tekfir etmeden önce onun durumunu araştırmak gerekir. Bu kişi hakkında şunları bilmek gerekir: Bu kişi attığı her şeyin Kur'an olduğunu ve necasete attığını biliyor mu? Çünkü şahıs okuma yazma bilmiyorsa onun Kur'an olduğunu bilmeyebilir. Eğer kişi attığı şeyin Kur'an olduğunu biliyorsa onu tekfir edebiliriz. Aynı şekilde Kur'an'a basan kişiyi gördüğümüzde, yaptığı amel küfür olmasına rağmen tekfir etmeden önce onun durumunu araştırırız. Belki bu kişi kördür ve üzerine bastığı şeyin Kur'an olduğunu bilmiyordur.

Fakat bazı ameller ve sözler vardır ki kişinin niyetine bakmadan, araştırmadan tekfir etmeyi gerektirir. Bu, küfrünü gördüğümüz veya duyduğumuz kişi içindir. Örneğin bildiği bir dille Allah'a, Rasulüne söven kişi, eğer deli değilse ve baskı altında değilse niyetine bakmadan tekfir edilir.

Allah'ın kanunlarını bir tarafa bırakıp insanların koyduğu kanunlarla hükmeden hakim niyeti ne olursa olsun tekfir edilir. Bunu tekfir etmeyen kişi de açık küfrü olan birisini tekfir etmediği için tekfir edilir.

İnsanlar hakkında zahire göre hüküm verilir. Allah imanı ve küfrü açık bir şekilde bildirmiştir: Bir müslümandan küfrü gerektiren bir söz veya amel sadır olursa, zahiren kafir olduğuna hükmederiz ve dünyada hakettiği cezayı ve hükümleri veririz. Fakat uhrevi durumu Allah'a aittir. Çünkü biz insanın kalbinden geçeni bilmediğimizden zahire göre hüküm veririz. Allah ve kalbe göre hüküm verir. Bizim zahirine göre müslüman zannettiğimiz bir kişi Allah katında kafir olabilir, kafir zannetiğimiz de Allah katında müslüman olabilir.

Abdullah b. Utbe b. Mes'ud (r.a)'dan şöyle rivayet edilmiştir:

Ömer (r.a)'den işittim. O şöyle diyordu:

"İnsanlar Rasullullah zamanında vahiy ile gizli hallerinden de sorumlu tutulurlardı. Rasulullah'ın vefatı ile vahiy kesilmiştir. Bugün sizi, gördüğümüz amellerinizden dolayı sorumlu tutarız. Bu yüzden kim bize hayır ve adalet gösterirse, onu emin sayar ve güvenilir kabul ederiz. Onların gizli hallerini araştırmak bize düşmez. Gizli hallerinin hesabını da Allah görür: Bize zahiren fena hal gösterenlerden de emin olamayız. Niyetinin iyi olduğunu söylese bile ona inanmayız."[1][96]

Yazarın; "Peygamber zamanında insanlar gizli hallerinden de sorumlu tutulurlardı" ifadelerinden bir şey çıkarmak zor görünüyor. Yazar, bununla insanların peygamber döneminde sadece zahirî yönleriyle ele alınmadığını kastediyorsa bu büyük bir hatadır. Bu meseleyle ilgili olarak Hasan el-Hudaybî'nin delillerinden ileride bahsedeceğiz.

Tekfirde aşırı gidenlerin, görüşlerini çarpıttıkları ve kendilerine uyan görüşlerini aldıkları diğer bir alim M. Kutub bakın neler söylemektedir:

"Bütün durumlarda imanın hakimiyeti sıfır değildir. İnsanın İslamın amellerinden hiçbirini yapmaması şeklinde varlığı ve yokluğu denk olmaz. Masiyet ulemanın icmaı ile insanı İslam'dan çıkartmaz."

"Muasır, günümüz müslümanının hali budur. La ilaheillallah bütün muhteva gereklerinden tecrid edildi..."

"Evet... Bu düşük derecede de olsa, İslam dairesinde olan müslümanların bulunması, büyük kapsamlı hakikatından uzaklaştırılmalarına rağmen gerçeğe yeniden dönmelerine karşı güven vermiyordu..."

"Sözü bu noktaya getirdik ki kimileri mevcut nesillere kafir oldukları hükmünü vereceğimizi tasavvur ediyorlar... Diğer kitaplarda sorunumuzun insanlarına hüküm çıkarmak olmadığını... yazdık. Bugün İslam topraklarında yaşayan insanlara İslam veya küfür hükmü vermemiz onları cehenneme yada cennete koyacak değildir... Bugün İslam topraklarında yaşayan toplumlara "cahiliye toplumları" dediğimizde bununla ehlinin müslüman olmadığını onlarda küfür olduğunu kastettiğimizi zannedenlere de burada diyoruz ki; topluma verilen bir hüküm şahıslara münsarif (için) değildir. Bugün İslam toprağında yaşayan insanlar karmaşık bir yapı gösteriyorlar, tek bir hükme girmezler. Şüphesiz içlerinde müslümanlar vardır. Bunu zahire göre söylüyoruz. Çünkü lailaheillallah diyor, ibadet edip cahiliyeyi reddederek Allah'ın dinini arzu ediyorlar. İçlerinde şüphesiz kafirlerde vardır. Çünkü lailaheillallah deseler de Allah'ın dininin üstünlüğünü reddediyorlar...”

"İnsanlar günümüzde bu durumun İslamdan kopmak olduğunu ve imanın aslını yıkacağını bilmiyor olabilirler. Bu insanlar hakkında hüküm verme problemine dalmak istemiyoruz; onlar bu cehaletlerinde mazur mudurlar, değil midirler? Burada o konuya değinmeyeceğiz..."

"İbadetin tek başına şekil olarak edası, dünya hayatı için "İslamî kişilik" verebilir ve yapana da müslüman ahkamıyla tatbik ettirir..."

"Müslümanlar şu anda çağdaş cahiliyeyi, ilmi, maddi, teknolojik ve örgütsel kalkınmada geçememişlerdir. Ama yine de cahiliyenin bugün, yarın ve hiçbir zaman sahip olamayacağına sahiptirler. Sahih bir akide ve sahih bir metodun sahibidirler..."[1][97]


DÂR'U'L-HARPTE MÜSLÜMANIN DURUMU


Tekfirde aşırılığın sonuçlarından biri de Daru'l-harpte yaşayan müslümanlara -İslam alameti görülse bile- kafir gözüyle bakılmasıdır. İslam alimlerinin eserlerinde böyle bir yaklaşıma rastlamadığımız gibi tam tersi görüşler daha fazladır. Tekfirde aşırı gidenlerin bu konuda delil olarak ileri sürdükleri Fetih suresi 24-25. ayetlerinin de onlar tarafından nasıl yanlış yorumlandığını daha önce açıklamıştık. Sözün burasında Daru'1-harp meselesiyle ilgili olarak yazar Şerafeddin Argun'un söylediklerine bakalım:

"İslam dinini kabul etmemiş olan Darul-Harb'in sakinlerine harbî denir. Harbîler, Daru'l-İslam'la aralarında bir ahid veya sulh bulunmadığı sürece kanları ve malları mubahtır. Zira İslam Hukukunda masumiyet ancak iman ve emanla olabilir. Bir harbî Daru'l-İslam'a, İslam hükümetinden müsade almaksızın dahil olsa kendisi ve malı ganimet olur. Harbî özel bir izinle yahut emanla veya sözleşmeye dayanarak Darul-İslam'a girecek olursa o "Müste'men" sayılır.

Bir düşmanın İslamiyeti kabul etmesi, kendisiyle harbin devamına manidir. Şöyle ki: Müslümanlarca harbden, cihadden asıl gaye Kelimetullah-ı İ'ladır.

Bu gaye temin edildikten sonra artık savaşın devamına lüzum kalmaz. Binaenaleyh muharib bir düşman, ilahî dîni kabul edince İslam camiasına girmiş nefsi de, malı da masuniyet kazanmış olur.

Bir şahsın veya zümrenin İslamı kabul etmiş olmasına şu üç yolla hükmedilir.

1. Sarahaten ikrar ve itiraf, etmesiyle,

2. Müslümanlar ile cemaatle namaz kılması,

3. Bir çocuğun anasına, babasına veya bulunduğu Dar'a tebaen müslüman sayılması.

Bir harbî, Daru'l-Harbde İslamiyeti kabul edip de daha Daru'l-İslama hicret etmeden bulunduğu belde müslümanlar tarafından zaptedilecek olsa kendi elindeki menkul malları tamamen kendisine ait olur. Bunlar fey' olarak zapt edilemez.

Daru'l-Harb'de oturup da Daru'l-İslam'a hicret etmemiş bulunan Müslümanlar İmam Malik, Şafiî ve İmam Ahmed'in görüşüne göre, Daru'l-İslam'daki herhangi bir müslüman gibidirler. Müslüman olmakla kanı ve malı masum olur. Daru'l-İslam'a gitmek isterse ondan men olunamaz.

İmamı Azam Daru'l-İslam'a hicret etmemiş ve Daru'l-Harb'de ikamet etmekte olan bir müslümanın sadece müslüman olmakla masum olamayacağı görüşünü kabul etmektedir. Çünkü İmamı Azam'a göre sadece müslüman olmakla değil, müslümanların kuvvetinden ve topluluğundan güç alan Daru'1-İslam'ın korunmasıyla masum olabileceğini kabul etmektedir. Daru'l-Harb'de yaşayan müslüman ise gücü ve kuvveti bulunmayacağı için masumiyeti de olmaz. Ancak ne zaman isterse Daru'l-İslam'a girer, o zaman bu ismetten istifade edebilir.

Müslüman Daru'l-Harb'de kalmak isterse müslümanlığı baki kıldığı sürece durumu değişmez. İslam'dan çıkacak olursa bu taktirde harbî grubuna dahil olur. Zimmî Daru'l-Harb'de süresiz olarak kalacak olursa o zaman harbî durumuna intikal eder."[1][98]


SEYYİD KUTUB VE TEKFİR


Bu kitabın çeşitli yerlerinde fikirlerinden bahsettiğimiz, görüşlerinden alıntı yaptığımız merhum Seyyid Kutub'u iyi anlamanın yollarından birisi de onu yakından tanıyanlara başvurmaktır. Onu en iyi tanıyanlardan birisi olan ve kendisi de değerli bir alim olan Muhammed Kutub, Seyyid'in tekfir konusunda yanlış anlaşıldığını çeşitli eserlerinde vurgulamıştır. Yine onu yakından izlemiş olan Muhammed Berekat bu konuyla ilgili özel bir eser kaleme almıştır. Şimdi Muhammed Berekat'ın görüşlerine bakalım:[1][99]


Müslümanları Tekfir Ettiği İthamı


Hakkında çokça söz söylenmiş bir ithamdır bu. Bu ithamın yapıldığı ilk kişi Merhum Seyyid Kutub da değildir. Ancak, bu itham dolayısıyla Seyyid Kutub'un gördüğü zarar çağdaş diğer müslüman yazarların gördüklerine kıyas edilecek olursa, kat kat fazla olduğu görülür. Önce Seyyid Kutub'un ne söylediğine bir bakalım; ikinci olarak onun ileri sürdüğü delillere, üçüncü olarak da bizzat kendisi ileri sürmemiş olmakla birlikte lehine sürülebilecek delillere bakalım; ondan sonra da onun lehine veya aleyhine hüküm verelim.

1-Tekfîr edilen kim?

Merhum şöyle demektedir: "Fakat, bugün gerçek İslamî hareketlerin karşı karşıya kalmış olduğu en büyük zorluk bunlarla ilgili değildir... Bu zorluk, bir zamanlar Allah'ın dininin kabul gördüğü, Daru'1-İslam olan topraklar üzerinde müslüman soydan gelen bir takım kimselerin varlığında müşahhas olarak ortaya çıkmaktadır. Bir de bakmışsınız ki bu bir zamanların Daru'l-İslam olan topraklar üzerinde yaşayan bu kimseler, gerçekte İslam'dan uzaklaşmış ve yalnızca ona ismen bağlılığını açıklamaya koyulmuştur. Gerçekte bunlar, İslam'ın temel esaslarını, itikadda ve vakıada kabul etmeyip tanımamakta, bununla birlikte itikaden İslam'a bağlı olduklarını sanmakta bulunuyor."

"Bu gün yeryüzünde adı müslüman adı olan, müslüman soyundan gelen bazı insanlar vardır. Vaktiyle İslam Yurdu olan bir takım vatanlar vardır. Fakat, bugün ne o topluluklar bu anlamı ile Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmekte, ne de bugün o vatanlar bu anlamın kapsadığı gerçeklere uygun olarak Allah'ın dinine boyun eğmektedir."

2- 0nun kullandığı ifade ile tevhid şehadetini getirmeyen bu tekfir edilen kimselerin niteliği nedir?

Şöyle demektedir: "İslam, Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmektir. Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına şehadet etmek ise, bu kainatı yaratan ve onda dilediği gibi tasarrufta bulunan biricik yaratıcının Allah olduğuna, kulların ibadet şekillerini ve bütün faaliyetlerini ibadet olarak kendisine sunacakları biricik varlığın, kulların şeri hükümleri kendisinden alacakları kendisine boyun eğecekleri biricik varlığın yalnızca Allah'ın kendisi olduğuna itikad etmekte müşahhas ifadesini bulur. Herhangi bir kimse Allah'tan başka ilah olmadığına bu kapsam çerçevesi içerisinde şehadet etmeyecek olursa, gerçekte o şehadet getirmemiş ve henüz İslam'a girmemiş demektir. Adı, lakabı ve soyu ne olursa olsun, değişen birşey olmaz. Eğer herhangi bir toprak parçası üzerinde bu kapsamı ile Allah'tan başka ilah olmadığı şehadeti gerçekleşmeyecek olursa, orası Allah'ın dinine göre yönetilen bir toprak parçası değildir."[1][100]

Müslümanların tanıyageldikleri kafirlerin çeşitlerine ek olarak Seyyid Kutub, müslümana bir tanım getirmektedir, öyle bir tanımdır ki bu; bu tanımın kendisine uymadığı herbir kimse aynı şekilde kafirdir. Böyle bir tanımı sınırlandıran., belirleyen aşağıdaki dikkat çekici hususlardır:

a- Yüce Allah'ın vahdaniyet, yaratıcılık, kainatın her türlü işlerinin yöneticiliği (kayyûmiyet) gibi sıfatlarına iman etmek gerekir.

b- Namaz ve zikir gibi ibadet çeşitlerinin Allah'tan başkasına takdim edilmesi küfürdür. Müslüman kimse, bu gibi ibadet çeşitlerini Allah'tan başkasına sunamaz. Helal ve haram ile ilgili konularda Allah'ın hükümlerinden başkasına boyun eğmez.

c- Helal ve haram ile ilgili hükümleri Allah'tan başkasından almak küfürdür. Müslüman bir kimse ancak Allah'ın helal kıldığını helal ve ancak Allah'ın haram kıldığını haram kabul eder ve şerayi' diye ifade edilen helal haram hükümleri ile ilgili olarak O'nun hükümlerinden başkasına asla boyun eğmez.

İşte bu üç husus "La ilahe illailah"ın kapsadığı anlamın çerçevesine direkt olarak girer. O halde bunlar tevhidin şartıdır ve ancak bunlarla birlikte kişi muvahhid olabilir, değilse olamaz.

Buna göre açıkça ortaya çıkıyor ki Merhum Seyyid Kutub, hiç bir müslümanı tefkir etmiyor. Aksine o çoğu kimsenin kafir olduklarını fark edemediği bir kısım insan türünün kafir olduklarına dikkat çekiyor, o kadar.

Açıkça görüldüğü gibi, anlaşmazlık ilk iki şart çerçevesinde olmayıp, -şayet söz konusu olursa- üçüncü şart ile ilgilidir. O da teşriin kendisinden alınacağı makamın yalnızca Allah olduğuna itikad etmektir. Peki, teşrii ibadet şekilleri ile eşit değerde kabul ederken onun ileri sürmüş olduğu deliller nelerdir?[1][101]


3- Seyyid Kutub'un delilleri:


Burada onun kullanmış olduğu delillerin en önemlilerine kısaca işaret edecek ve konuyu uzatmamak için de onun kullanmış olduğu delillerin tümünden söz edemeyeceğiz.

Merhum Seyyid Kutub, Tevbe Sûresi'nde yer alan şu (mealdeki) ayete çokça dayanır:

"Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i Allah'ı bırakıp rabler edindiler. Halbuki onlar yalnızca bir tek ilaha ibadet etmekten başkası ile emrolunmamışlardı. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Onların ortak koşmalarından O yüce ve münezzehtir."[1][102]

Ve aynı şekilde Merhum, Rasûlullah (s.)'ın hadislerine, istinad ettiği gibi, bazı müfessirlerin konu ile ilgili söylemiş oldukları sözleri de nakleder:

Seyyid Kutub der ki: "ed-Durru'1-Mensur'da su ifadeler yer alır: Tirmizî'nin hasen olduğunu belirterek rivayet ettiği İbnu'l-Münzir'in, İbn Ebî Hatem'in, İbn Merdeveyh'in, Sünen'inde Beyhaki'nin ve başkalarının Adiy b. Hatem (r)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna Tevbe Sûresinden: "Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah'ı bırakıp rabler edindiler." ayetini okurken vardım. Şöyle buyurdu: "Onlar (haham ve rahiplerine) ibadet etmiyorlardı, fakat kendilerine herhangi bir şeyi helal kıldıkları zaman helal kabul ediyor, haram kıldıkları zaman da haram olarak kabul ediyorladı."

Buna göre Rasûlullah (s.a.v) helal ve haram konularında -yani teşri'de- haham ve rahiplere tabi olmayı, onları Allah'ın dışında rabler edinmeleri anlamında değerlendirmiştir.

"İbn-i Kesir'in (aynı hadisin bir başka rivayeti ile ilgili) Adiy b. Hatem'in şöyle dediğini rivayet eder: Ben Rasûlullah (s.a.v)'a;

Onlar haham ve rahiplerine ibadet etmediler deyince, şöyle buyurdu;

"Hayır, ettiler, çünkü onlar kendilerine haramı helal kıldılar, helali da haram kıldılar. Onlar da haham ve rahiplerine uydular. İşte onların haham ve rahiplerine ibadetleri budur."

"Süddî şunları söyler: Onlar şahısların öğütlerini isteyip kabul ettiler, Allah'ın kitabını ise arkalarına atıverdiler. Bu bakımdan Yüce Allah: "'Onlar bir tek ilaha ibadet etmekten başkası ile emrolunmadılar." diye buyurmuştur. Yani O'nun haram kıldığı şey haramdır ve O'nun helal kıldığı şey helaldir; O'nun koyduğu hükme uyulur, hüküm verdiği şey infaz edilir.

"Alûsî tefsirinde şunları söyler; müfessirlerin çoğu şunu söylemiştir: Burada "Rablerden" kasıt, onların kainatın ilahları olduğuna inandıkları değildir; aksine bundan kasıt, onların emir ve nehiylerinde bu haham ve rahiplere itaat ettikleridir."

İşte, şimdiye kadar geçen bu ifadelerden aşağıdaki meseleleri sonuç olarak çıkarmıştır:

a- "İbadet, Kur'ân nassı ve Rasûlullah (s.a.v)'in yorumu gereğince, sert hükümlerde tabi olmak demektir. Çünkü Yahudi ve Hristiyanlar, haham ve rahiplerini onların ilah olduklarına inanmak anlamında veyahut ibadet şekillerini onlara sunmak suretiyle rabler edinmiş değillerdir. Bununla birlikte şanı Yüce Allah, bu ayette ise küfür hükmünü vermiş bulunuyor. Bunun biricik sebebi ise, şeri hükümleri onlardan alıp, bu hükümlere uyarak itaat etmeleridir. İşte yalnızca bu, itikad ve ibadet şekillerini sunmaksızın, böyle birşey yapanların Allah'a şirk koşmakta olduğunu kabul etmek için yeterlidir. Buradaki şirk insanı mü'minlerin arasından çıkartıp, kafirlerin arasına sokan bir şirktir."

b- "Kur'an-ı Kerim'in nassı, şirk koşmak ve Allah'ın dışında rabler edinmek niteliği açısından kendi hahamlarından teşriî hükümlerini alıp, bunlara itaat eden ve tabi olan Yahudiler ile itikaden Mesih'in ulûhiyetini söyleyip, kendisine ibadet şekillerini takdim eden Hristiyanlar arasında herhangi bir fark gözetmemektedir. Bu ile berikini yapanı Allah'a şirk koşan kişi olarak kabul etmek açısından farksızdır. Söz konusu bu şirk, insanı mü'min olmaktan çıkartıp, kafirler arasına sokar."

c- "Allah'a şirk koşmak, teşri' hakkını Allah'tan alıp, O'nun kullarına vermek ile gerçekleşir. Bununla birlikte ulûhiyetine itikad etmek ve O'na ibadet şekillerini sunmak şeklindeki şirkin bulunmaması bile durumu değiştirmez."

"Bu mevzu ile ilgili önemli deliller arasında Yüce Allah'ın; "Kim, Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir."[1][103] anlamındaki buyruğu da yer alır.

Pek çok kimse bu açık nassı basit bir takım tevillerle askıya almıştır ki bunları kısaca şöylece toparlamak mümkündür:

Yüce Allah; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, onlar kafirlerin ta kendileridir." buyurduğu gibi; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, onlar zalimlerin ta kendileridir." ile; "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir." diye de buyurmuştur. O halde kafirler Allah'ın hükmünü reddederek ve onun dışındaki hükümler üzerinde ısrar ederek hükmeden kimselerdir. Çünkü onlar İslam'ın dışında kalanşeyleri İslam'dan üstün görmektedirler. İslam'ı inkar edip reddetmeyen bir kimse ise, durumuna göre ve ayet-i kerimelerin zikrettikleri şekle uygun olarak ya zalim veya fasık olurlar. "Kafirler, zalimler, fasıklar" niteliklerinin çeşitliliği boşuna değildir. Duruma göre uygun düşsün diyedir.

Gerçekte ise böyle bir söz oldukça gevşek kalır, özellikle de ayet-i kerimelerin akışına dikkat edecek olursak bunun böyle olduğunu rahatlıkla anlarız:

"Muhakkak Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nûr vardır. İslam olmuş peygamberler onunla Yahudilere hüküm verirlerdi. Kendilerini Rabblerine vermiş zahidler ve alimler de Allah'ın Kitabı'nı korumakla görevlendirildiklerinden (onunla hüküm verirlerdi) ve onu gözleyip kollarlardı. İnsanlardan korkmayın, benden korkun ve benim ayetlerimi az bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezlerse işte onlar kafirlerin ta kendileridir. Biz onda (Tevrat'ta) onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısası yazdık (farz kıldık). Kim bunu bağışlarsa o kendisi için keffaret olur ve kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Onların ardından yanlarındaki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı gönderdik ve ona içinde bir hidayet ve bir nûr bulunan, korunanlar için de yol gösterici ve öğüt olmak üzere İncil'i verdik. İncil sahipleri Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasıkların ta kendileridir. Sana da kendinden önceki kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak bu kitabı hak ile indirdik. Artık onların aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet..."[1][104]

İşte, ayetlerin bu akışı, aşağıdaki hususların açık delili olmaktadır:

a- "Kafirler ile zalimler" şeklindeki nitelikler, Allah'ın Tevrat'ta indirdikleriyle hükmetmeyenlerin hakkındaki hükmün ne olduğunu açıklamak üzere varid olmuşlardır ki; bu da tek bir mesele ile ilgilidir ve bu mesele Allah'ın ahkamını uygulamak meselesidir.

b- "Fasıklar" lafzı ise, Allah'ın İncil'de indirdiği hükümler ile hükmetmeyenlerin hükmünü açıklamak üzere varid olmuştur.

c- Bu bakımdan bu üç lafız da eş anlamlıdır. Çünkü, her üçü de Allah'ın indirdiklerini uygulamayanların hükmünü açıklamaktadırlar.

Her bir sözün özel bir duruma uygun düştüğü iddiası ise; kesinlikle delili olmayan bir iddiadır. Çünkü, (ilgili eserlerdeki anlamıyla) fasıklık ve zulüm, daha sonra fukaha tarafından ortaya konulmuş iki ıstılahtır. Daha sonra anlamları belirlenmiş bu iki ıstılahın esas alınarak Kur'an-ı Kerim'in anlamlarının ona göre yorumlanması asla caiz olamaz.

Bir takım ıstılahlar ortaya koymanın hiçbir zararı yoktur. Hatta bazan ilmî hassasiyet için zorunluluk bile olabilir. Fakat, mesela çağımızda bir ıstılah ortaya atıp, daha sonra bizim ıstılahımıza benzeyen herbir kelimeye bu ıstılahın anlamını vermek için Kur'an-ı Kerim'i ele alır ve Kur'an-ı Kerim nazil olduğu zaman bu anlam kastedilmiş idi diyecek olursak, oldukça büyük bir hata işlemiş oluruz.

Gerçek şu ki, çeşitli durumlara göre verilecek hüküm arasında farklılık gözetmek, yalnızca bir durumda söz konusu olabilir ki, o durum da; böyle bir iddiayı ileri süren kimsenin sözüne delil olabilecek nassların varid olması halidir. O zaman bu nasslar, bu siyak ile (ifadelerin akışı) birlikte ayrı bir delil olurlar.

Küfür, fısk ve zulüm lafızlarının aynı anlamda varid olduklarına dair deliller arasında aşağıda sunacağımız nasslar da yer almaktadır:

l- "Ey iman edenler, Yahudileri ve Hristiyanları veliler edinmeyiniz. Onların kimisi kimisinin velisidir. Sizden kim onları veli edinirse muhakkak o, onlardandır. Hiç şüphesiz Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez."[1][105]

2- "İmanlarından sonra ve muhakkak Rasûlün hak olduğuna şahitlik edip apaçık deliller kendilerine geldikten sonra küfre sapan bir topluluğa Allah, nasıl hidayet verir? Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez."[1][106]

3-"İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya işte esenlik onlarındır ve onlar hidayet bulmuş olanların ta kendileridir."[1][107]

Zulmün ise anlamı şirktir. Nitekim Buhari, İbn Mes'ûd (r.)'dan şu rivayeti yapar: Sahabiler bu ayet nazil olduğunda dediler ki;

“Kendi kendisine zulmetmeyen kim var ki?” Peygamber (s.) şöyle buyurdu;

"Hayır, durum sizin dediğiniz gibi değildir. Sizler Allah'ın salih kulunun; ‘Muhakkak şirk çok büyük bir zulümdür.’ dediğini işitmediniz mi? Buradaki zulüm şirkten ibarettir."

4- "De ki, ey kitap ehli, sizler bizden, ancak Allah'a, bize indirilene veönceden indirilmiş olanlara iman ettik diye ve muhakkak sizin çoğunluğunuz fasık olmaktan başka bir sebepten dolayı mı hoşlanmıyorsunuz?"[1][108]

5- "Eğer onlar Allah'a, Peygamber'e ve Peygamber'e indirilene iman ediyor olsalardı, onları veliler edinmezlerdi. Fakat onların pek çoğu fasıklardır."[1][109]

6- "Hani biz meleklere, Adem'e secde edin demiştik de İblis müstesna secde etmişlerdi. O cinlerden olup, Rabbinin emrinden çıkmış (fasık olmuş)'tu."[1][110]

7- "Böylece Rabbinin fasıklar hakkındaki: 'Muhakkak onlar iman etmezler’ sözü hak oldu."

8- Mesrûk (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) derki: Ben İbn Mes'ûd'dan;

“Suht; hüküm verirken rüşvet almak mıdır?” diye sordum, bana şöyle dedi;

“Hayır. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kafirlerin, zalimlerin ve fasıkların ta kendileridir. Fakat buradaki suht, herhangi bir kimsenin bir haksızlık için senden yardım istemek üzere sana hediye sunmasıdır. Sen böyle birşeyi kabul etme.”

Burada, Allah'ın indirmedikleriyle hükmedenler ile Allah'ın hükmünden başkasına razı olanlar hakkında bir şüphe söz konusu olabilir ki; bu da bilgisizliktir. Çoğu kimse şöyle der: Sizin bu söyledikleriniz doğrudur. Fakat, insanlar Allah'ın hükmüne başvurmak gerektiğini ve onun dışında kalan bir dine razı olmanın küfür olduğunu bilmiyorlar.

Seyyid Kutub, bu noktayı da açıklamaksızın bırakmış değildir:

"Bir defa daha şunu görüşüyoruz ki, hükümranlık konusunda Allah ile çekişmeye girmek, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen bir hüküm konusunda çekişmeye girdiğinden böyle kimseyi Allah'ın dininden çıkartır. Çünkü böyle bir çekişme onu yalnızca Allah'a ibadet etmek çerçevesinden dışarıya çıkartır. Böyle bir çekişmeye giren kimseleri kesinlikle Allah'ın dininden çıkartan şirk, işte budur. Bu çekişmeyi yapan kimsenin iddiasını kabul eden, ona itaat eden ve Allah'ın hükümranlığını ve özelliklerini gasp etmesine karşı kalplerinde herhangi bir red bulunmayarak itaat eden kimseler, onlar da berikiler de Allah'ın ölçüsünde birbirine eşittir.

" Yûsuf (a.s), Yüce Allah'ın yalnız başına ibadete layık olduğunu, ibadetin yalnızca O'na tahsis edilmesi gerektiğini tahkik etmek üzere hükümranlığın da yalnızca Allah'a ait olduğunu belirtiyor ve dosdoğru dinin ancak bu olduğunu ifade ediyor: "İşte, dosdoğru din budur." Bu, dosdoğru dinin neden ibaret olduğunu ortaya koyan bir ifadedir. Yani ibadetin yalnızca Allah'a mahsus olduğunu gerçekleştirmek için hükümranlık hakkının da yalnızca Allah'a mahsus olduğunu gerçekleştiren bu dinin dışında dosdoğru bir dinin varlığı söz konusu değildir. "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." Onların çoğunluğunun bunu bilmeyişleri, onları Allah'ın dosdoğru dini üzerinde bırakmaz. Hiçbir şey bilmeyen bir kimse bilmediği bir şeye itikad edemediği gibi, onu gerçekleştiremez de. Buna göre bu dinin hakikatini bilmeyen insanlar var olacak olursa, ne aklen ne de vakıa bakımından onların bu din üzerinde olduklarını ileri sürmek ve böyle nitelemek artık mümkün olmaz. Onların bu bilgisizlikleri, kendilerini İslam niteliğine sahip kılmak için kabul edilebilir bir özür sayılamaz. Çünkü, bilgisizlik ilke olarak böyle bir niteliği kazanmanın engelidir. Birşey hakkında itikad sahibi olmak onu bilmenin bir sonucudur. Bilginin de vakıanın da mantığı, hatta bedahetin apaçık mantığı da bunun böyle olduğunu ortaya koymaktadır.

Merhum Seyyid Kutub, bu hükmünü apaçık bir mantık silsilesi üzerine kurmaktadır. Şöyle ki:

a- İslam'daki ibadet ıstılahı hiçbir zaman, yalnızca ibadet şekillerini sunmaya münhasır olmayıp, aksine hayatın her durumunu da kapsar. Buna göre ibadet niteliği, ancak ibadet şekillerini Allah'a sunan ve bütün yönleriyle hayatının yapısını Allah'tan alan kimseler için söz konusu olabilir.

b- Yüce Allah'ın ulûhiyet sıfatının tam anlamı ile gerçekleşmesi, O'nun aynı şekilde hükümran olması ile mümkündür. Çünkü hükümranlığın yalnızca Allah'ın hakkı olduğunu kabul etmek, yalnız başına O'nun ulûhiyetini kabul etmenin bir parçasıdır ve bu katıksız tevhidin bir gereğidir.

Hiçbir müslümamn bu iki noktayı kabul etmemesi mümkün değildir.

Bu iki noktayı bilmemek, dinden zarurî olarak bilinen bir hususu bilmemek demektir ve böyle bir bilgisizlik hiçbir zaman özür olamaz. Çünkü dinden zarurî olarak bilinen hususların bilinmemesi asla özür kabul edilmez. Bu iki noktanın tam tersine bilmeksizin düşen bir kimse, bilerek düşen bir kimsenin durumundadır. Hem, usûlde ve hemde İslam akidesinde sabit ve kabul edilen bir husustur bu.

Bu tür insanların kafir olduğunu açıklamak, İslam'daki ibadet ve hükümranlık anlamlarına itikad etmenin bir parçası olduğundan dolayıdır ki Seyyid Kutub, bu konuya açıklık getirmenin gereği konusunda özellikle ısrar eder ve bunların yalnızca Rabbani hareketin pratik zorunluluğu olması ile yetinmez:

l- "Böyle bir hakikati açığa çıkarmak, düzenlerin üzerindeki ve onları destekleyenleri örten perdeyi kaldırır. Böyle bir durum ise Rabbani hareketin, hareket noktası için zorunlu bir husustur, çünkü mücrimlerin izledikleri yolların açıklığa kavuşturulması Kur'an'ın benimsediği hedefler arasındadır; "Böylelikle, ayetleri uzun uzun açıklıyor ve ta ki mücrimlerin izledikleri yollar da açıkça ortaya çıksın."[1][111]

"Çalışmaya doğru büyük itici güç, yalnızca kişinin kendisinin hak üzere olduğunu bilmesi ile gerçekleşmez. Fakat, bununla birlikte kendisine düşman olanların batıl ve küfür üzere olduklarını da bilmesi gerekir."

2- Böyle bir gerçeği açıkça ortaya koymak belki de, Allah'ın dininden çıktıkları halde kendilerinin hidayet üzere olduklarını sanarak, -Allah'ın dini ile aralarında meydana gelen büyük uçurumu göreceklerinde- gaflette bulunan pekçok kişiyi belki de doğru yola getirebilecektir.

İslam düşmanları bu iki noktaya dikkat etmiş ve bu bakımdan her zaman için Allah'ın dinine muhalif olan şart ve durumlara İslamî yaftalar ve kılıklar giydirmeyi ihmal etmemişlerdir. Hatta onlar Arap ülkelerindeki İslam düşmanı olan pekçok hareket ve devrime "İslamî Yenilikçi Hareket" adını takmışlardır. Halbuki onlar daha önce bu son derece kötü maksatlı hareketlerin İslam'ın varlığına son vermiş olmasını ümid edip duruyorlardı.

Seyyid Kutub'un dikkatli olduğunu vurgulayan hususlar arasında, akide ile ilgili olarak yazılmış olan eserlerin bu meseleden özellikle bahsetmiş olması gerçeği de vardır. Mesela Dr. Said Ramazan el-Bûti'nin söyledikleri bu konunun delilleri arasındadır: "... Buna göre, hükümranlık yalnızca Allah'ındır. Dünya ve ahiretleri ile ilgili, çeşitli durum ve halleriyle ilgili, kulları için teşride bulunan O'dur. Bunu inkar eden kimse Allah'a ve Rasûlü'ne kafir olur. İsterse diliyle Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettiğini ileri sürsün, namaz kılsın, hacc etsin, oruç tutsun. Bu konuda aklî ve Allah'ın kitabı ile Rasûlü'nün sünnetinden naklî pekçok deliller vardır ve bu konu üzerinde bütün müslümanların icmaı vardır."

Bu bakımdan Seyyid Kutub şöyle derdi:

"Yeryüzünde, bu dine davet edenlerin birinci görevi, şu cahili yapılar üzerindeki aldatıcı yaftaları ve bu dinin bütün yeryüzündeki köklerini kazımak isteyen düzenlerini koruyan bu yaftaları indirmektir. Herhangi bir İslamî Hareketin başlangıç noktası, cahiliyeyi şu sahte kılığından uzaklaştırmak ve onu; şirk ve küfür bakımından gerçek şekliyle ortaya çıkarıp, insanları da vakıalarının müşahhas ifadesi olan nitelikleriyle nitelemektir."

Yine, Merhum Seyyid Kutub, şunları söylerdi: "Bu (İslamî) hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, bir taraftan la ilahe illallah'ın ifade ettiği anlamın, öbür taraftan da İslam'ın anlamının etrafını çerçeveleyen daha başka bir yönden de şirkin ve cahiliyenin anlamını çerçeveleyen şu üstü kapalılık, şu örtülülük ve bu karmaşadır.

"Bu hareketlerin karşı karşıya kaldığı en büyük zorluk, salih müslümanlar ile günahkar Muşriklerin yolunun netlik kazanmaması, işaret ve unvanların birbirine karışması, isim ve niteliklerin içice girmesi ve yol ayırımının net olarak belli olmadığı bu şaşkınlıktır.

"İşte Rabbani hareketin düşmanları bu gediği çok iyi bildiklerinden bütün güçleriyle bu gediği alabildiğine genişletmek, sulandırmak, karıştırmak, karışıklığı daha bir artırmak için çalışırlar. Ta ki ayırıcı hak sözü açıklamak kişinin elinden, ayağından yakalanmasına neden olsun; yani müslümanları küfür ile itham etmek ithamı ile yakalanmasına neden olsun ve İslam ile küfür hususunda hüküm vermek konusunda, Allah'ın buyruklarına ve Rasûlü'nün sözlerine değil de, insanların örflerine ve ıstılahlarına baş vurulsun."[1][112]


Cahilî Toplum


Seyyid Kutub, bizim toplumumuzu Cahilî Toplum, olarak adlandırdığından dolayı da eleştirilmiş bulunuyor.

"Müslümanları tekfir etme ithamı" bölümünü okuyan bir kimse için bu konu anlaşılır birşeydir.

Merhum Seyyid Kutub, bu toplumları Cahilî Toplum olarak kabul ederken temel bir düşünceden harekete koyulur. Bu temel düşünce ise; "cahiliye"nin yalnızca İslam'dan önceki tarihi bir dönemin adı olmayıp, aksine zaman ve mekanı göz önünde bulundurmaksızın, şayet İslam'dan önceki tarihî döneme benzeyen bir durum ile karşı karşıya kalınacak olursa aynı adlandırma o dönem için de tümüyle söz konusu olabilir şeklindedir.

İşte onun herhangi bir toplumu Cahilî Toplum olmakla nitelendirmesindeki hareket noktası budur.

"Cahiliye"nin sınırlarının belirlenmesine gelince; o, İslam'dan önceki putperest Arap toplumunun üzerinde yükseldiği temel esası bilmemiz halinde, bu sınırların belirleneceği görüşündedir. Bu temel esas ise; kulların kullar üzerinde hükümranlık sahibi olup, Yüce Allah'ın kulları üzerindeki mutlak hakimiyetini reddetmektir. Yani hakimiyeti kabul edilen ilah şu veya bu şekli ile, "insanın hevası" olup, hakim kılınan da Allah'ın emirleri değildir.

"Cahiliyenin bu şekilde sınırlandırılması sonucunda İslam'ın tümüyle kabul görmediği herbir toplum, Cahili Toplum kapsamına girer:

a- Mesela komünist devletler gibi, ateist her toplum Cahili Toplum'un kapsamı içerisindedir.

b- Hind, orta Afrika, Japonya ve Filipin gibi putperest her toplum da onun kapsamı içerisindedir.

c- Genel olarak, kapitalist toplumların oluşturduğu vaktiyle Kitap Ehli olan veya halen Kitap Ehli sayılan her bir toplum.

d- Müslüman toplumların peşinden gelip de onların egemen oldukları topraklara, ülkeye ve isimlerine mirasçı olan her bir toplum."

Merhum Şehid şöyle söylemektedir: "Son olarak kendilerinin müslüman olduklarını delilsiz olarak ileri süren bu toplumlar dahi Cahili Toplum çerçevesinin içerisine girer.”

"Bu toplumlar Cahili Toplum'un bu çerçevesine Allah'tan başkasının ulûhiyetine inandığı için veya aynı şekilde Allah'tan başkasına ibadetlerini sunduğu için değil; fakat, hayat pratiğinde yalnızca Allah'a ubudiyet etmediğinden dolayı girmektedir. Bu toplumlar Allah'tan başkasının ulûhiyetine itikad etmemekle birlikte, ulühiyetin en belirgin özelliğini Allah'tan başkasına vererek, Allah'tan başkasına boyun eğmektedir. Yapısını, değerlerini, ölçülerini, gelenek ve göreneklerini, hemen hemen hayatının bütün esaslarını bu kaynaktan almaktadır. Şanı Yüce Allah ise, bu tür insanlar hakkında şöyle buyuruyor: "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir."

Yönetilenler hakkında ise şöyle demektedir; "Sana, indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürüp de ona kafir olmakla emrolundukları halde tağûtun hükmüne başvurmak isteyenleri görmez misin?" buyruğundan başlayıp; "Hayır, öyledeğil, Rabbine and olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne başvurmadıkça, sonra da verdiğin hükümde kalplerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar."[1][113] buyruğuna kadar ki ayetlerle yönetilenler hakkındaki hükmünü bildiriyor.

"Şanı Yüce Allah bundan önce Yahudi ve Hristiyanları şirkle, küfürle, Allah'tan başkasına ibadet etmekten yan çizmekle, Allah'ın dışında haham ve rahipleri rabbler edinmekle nitelendiriyor. Bunun biricik sebebi, onların haham ve rahipler hakkında kendilerini "Müslüman" diye adlandıran kimselerin kendileri gibi olan insanlara vermiş oldukları bir takım sıfatlar dolayısıyladır. İşte Şanı Yüce Allah böyle bir şeyi Yahudi ve Hristiyanların şirk koşması olarak nitelendirmiş ve onların Meryem oğlu İsa'ya ibadet ettikleri ve ilah olarak tanıyıp rab kabul ettikleri davranışları ile eşit olarak değerlendirmiştir. Yalnızca Allah'a kulluk etmek çerçevesinin dışına çıkmak konusunda bunun ile öteki arasında herhangi bir fark yoktur. Bu da Allah'ın dininden ve Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik etmenin çerçevesinin dışına çıkmaktır.

"Bu toplumların kimisi, açıktan açığa din ile kesinlikle hiçbir ilişkisi bulunmadığını iletmiş, bir kısmı da dine saygılı olduğunu açıklamakla birlikte kesinlikle dini hayatın realitenin dışına itmekte ve "gaybîliği" inkar ettiğini söyleyerek düzeninin "bilimsellik" üzerine kurduğunu söylemekte ve bilimselliğin gaybîlik ile çeliştiğini kabul etmektedir. Böyle bir iddia ise ancak, cahillerin söyleyebileceği cahilce bir iddiadan başkası olamaz. Bazıları ise dilediği şekilde kanunlar koyarak, bunlar hakkında: "İşte bu Allah'ın dinidir" diyebilmektedir. Bütün bunların yalnızca Allah'a ibadet etmek, kulluk etmek esası üzerinde yükselmemesi açısından aralarında hiçbir fark yoktur.

"Durum bu şekilde olduğuna göre, İslam'ın bu toplumlara karşı tutumu tek bir ifadede belirlenebilir: İslam, kendi açısından bu toplumların İslamî olduğunu ve şer’i olduğunu kabul etmemektedir."

İşte Seyyid Kutub'un bu konudaki delili budur ve hiç şüphesiz ki bu delil, tercih edilebilecek bir delildir.

Bazı basit kimselerin anlamış olduğu gibi onun bu sözleri ile bu toplumlarda bulunan her ferdin kafir olacağını kastetmediği açıktır. Çünkü o, her bir ferdi başlı başına ve bağımsız olarak akidesiyle ve bu akideye uygun yaşayışı ile ele alıp değerlendirmektedir.

Bu toprakları harp diyarı olarak kabul etmesine gelince, onun bu kabulü de geçen bölümde sözünü etmiş olduğumuz ve bu bölümde de az önce sunmuş olduğumuz bir takım mukaddimeler üzerinde yükselir.

Müslüman fakihler dünyayı temelde iki ayrı diyara ve bunlara bağlı olan bir takım diyarlara taksim etmişlerdir.

Asıl olan iki dar, Dâru'l-İslam ile Dâru'l-Harp'tir.

Bunlara bağlı olan diğer darlar ise: Dâru'l-Ridde, Dâru'1-Ahd ve Dâru'l-Bağiy'dir.

Dâru'l-İslâm, fukahânın icmâı ile İslam'ın egemen olduğu ülkedir. Dâru'1-Harb ise yine fukahanın icmaı ile İslâm'ın hükümran olmadığı ülkedir."[1][114]

Muhammed Berekat'ın geniş alıntılar yaparak ortaya koyduğu bu fikirlere göre -yani Seyyid Kutub'un fikirlerine göre- toplumda her ferdi tekfir etmek yanlış bir metottur.

Okuyucu kitabın bundan sonraki bölümlerinde aktarılan alıntılar ile bundan önceki alıntılar arasında farklılıklar bulunabileceğini anlayacaktır. Seyyid Kutub'un görüşleri ile bundan sonra bahsedeceğimiz İbn-i Hacer, İbn-i Cezvî, Kardavî... gibi alimlerin görüşleri arasında uyuşmayan noktaların bulunduğu gerçektir. Bizler okuyup anladığımız kadarıyla her iki grubun görüşlerinde de hakkın bulunduğuna inanıyoruz ve yapmak istediğimiz şey ile ulaşmak istediğimiz sonuç da öncekiler ve sonrakiler arasında bir bağlantı kurmaktır. Bu bağlamda Seyyid Kutub'un "küfür-fısk-zulüm" kavramlarının şeriattaki manaları konusunda selef ulemasından daha zayıf olduğuna selef ulemasınında "uluhiyet ve rububiyet" manaları konusunda S. Kutub'tan zayıf olduğuna inanıyoruz. İstiyoruz ki güvenilir bulduğumuz alimlerin doğru yanlarını birleştirerek emin bir yol oluşturalım. Bu birleştirmeyi tevhîd yolunda taviz vermeden yürümeyi şiar edinen alimler arasında yapmaya çalışıyoruz. Bu tavra örnek olarak S. Kutub'un "Allah'ın hükümlerini uygulamamadan dolayı oluşan küfür" konusundaki fikirleri ile İbn-i Kayyım'ın "Allah'ın hükümlerini inanmadan uygulamama ile oluşan küfür" konusundaki fikirleri arasında bir uzlaşmayı verebiliriz.[1][115]


TARİHİN ÇEŞİTLİ DÖNEMLERİNDE VE GÜNÜMÜZDE YAŞAYAN BAZI ALİM VE

YAZARLARIN GÖRÜŞLERİ


Kitabın bu bölümünde daha önce bahsedilen konulardan belki tekrar bahsedeceğiz. Ancak önemli görünen mevzular hususunda tekrar yapmanın gereğine inanıyoruz. Kaldı ki bizim bu tekrarımız aynı konuları değişik alim ve yazarlardan alıntı yapmak şeklinde olacaktır. Ta ki tekfir konusunda aşırı gidenler veya onlara özenenler veya ifrat-tefrit arasında gidip gelenler kendileri gibi düşünmeyen ulema ve fukahanın ne kadar çok olduğunu görsünler. İşte bu ulemadan birisi bakınız kitabın başından beri konuştuğumuz mevzular hakkında neler söylemektedir:[1][116]


İslâm ve Müslüman


İslam; ALLAH'ın tevhididir, (La ilahe illallah)'tır. ALLAH kulunu bununla mükellef kılmıştır; "Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."[1][117] ALLAH kuluna peygamberler göndererek bu hakikati onlara söylemektedir. "Senden önce hiçbir peygamber göndermiş değiliz ki ancak O'na benden başka ilah yoktur ve bana ibadet ediniz diye vahyetmiş olmayalım."[1][118] (Lâilaheillallah) kelimesi İslam'ın tümünü içermektedir. Bu kelime ile İslama girildiği gibi bu kelimenin aksi ise İslamdan çıkarır. (Lâilahe) yani "hiçbir ilah yoktur" demekle tüm küfürden sıyrılıyor daha sonra (illallah ) kelimesiyle, dine girilip usûl ve teferruatı ispat edilmiş olunuyor.

Tevhid kelimesi, İslam'ın kemaline tam uymanın tek şartıdır. Yani tevhidin tek rüknüdür. Tevhid kelimesinin dışında kalan rükün ve erkanlar ise ameli esaslar olup o amelin zaman ve mekanıyla kayıtlı kılınmıştır. Mesela namaz ibadeti, vakti gelince farzdır. Hacc ibadeti, vakti gelince farzdır. Hacc ibadeti ise belirli bir zamanda ve belirli bir mekanda farz kılınmıştır. Oruç ise gücü yeten için ve ramazan ayında olması şartı vardır (Ramazan orucu). Şayet bu kelimenin mefhumu (ihtiva ettiği için anlam) İslam ile aynı ise bu kelimeyi söyleyen zaruri olarak müslümandır. Bu insan İslamın en edna (aşağı) sınırında olsa bile yine zahiri olarak müslümandır.

Bu konuda Ş. İbn-i Teymiyye söyle söylemektedir: "Resûlullah (A.S)'ın dininde ve ümmetin üzerinde ittifak ettiği bilinen birşey vardır ki o da: İslam’ın ilk aslı ve yaratıkların ilk emrolundukları şey: Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet etmek ve Resûlullah (s.a.v)'ın O'nun peygamberi olduğuna şehadettir.

İşte bu kelimeyle kafir, müslüman olur. Düşman dost olur. Kanı ve malı mubah olanın malı ve kanı haram olur. Bu kimse bu şehadeti diliyle söylediği gibi bunu kalbiyle tasdik ederse bu kimse imana girmiş olur.

Şayet bunu diliyle söyleyip kalbiyle iman etmiyorsa bu kimse zahiri olarak müslüman olup, batında ise imandan yoksundur.

Teymiyye'nin sözünden şu anlaşılmaktadır. Madem ki tevhîd kelimesi İslamı içine almaktadır; o zaman tevhid kelimesini telaffuz eden kişiye İslam ile hüküm etmemiz vaciptir. Nasıl ki küfür kelimesini söyleyen bir insana "kafir" dememiz vacip olduğu gibi. Yani ilk şahsı doğruladık (tevhid kelimesini söylediğinden) ve İslamla ona hüküm verdik. İkinci şahsı da doğruladık (küfür söyleyen) ve ona da "kafir" "küfür" hükmünü verdik. İki sınıf arasında bir sınıf olmaz, aynısının aynısıyla hüküm verdik.

Bir kimseyi ne doğrulamak ne de yalanlamak yani ne İslamlığına ve ne de kafirliğine hüküm etmek "Açıklama Mezhebi" dediğimiz şu kavram içine girmektedir:[1][119]


Açıklama Mezhebi


Açıklama mezhebinden maksat; cahili bir toplumda yaşayan ve ondan beri (uzak) olmayan ve İslamın rükünlerini yerine getirmeye çalışan kişiye İslam ile hüküm vermekte durmaktır.

Söyleniyor ki: Bu durumda olan bir kimse cahiliye ile iltibas ettiğinden (karıştırdığından) dolayı buna İslam ismi verilmez ve aynı zamanda bu şahsa küfür de gerektirilmez. Bu görüş sahipleri her ne kadar bu şahsın durumunu küfre yakın görüyorlarsa da bunlar bu durumda olan bir şahıs için İslam ve küfür kapısını kapatmışlardır. Bu düşüncedekiler mezheplerini, iltibas hakikatine dayandırmış, bu binaya dayandırılacak esasları biribirinden ayırt etmediklerinden dolayı zor bir durumda kalmışlardır.

İltibas, yâni "biribirine karıştırmak" dediğimiz kavramı şu şekilde ayırt edebiliriz.

İltibasın bir kısmı vardır ki bu kısım iltibasın (yani karıştırmanın) insanı İslamdan çıkarttığına dair herkes ittifak halindedir. Yahut bu iltibas onun İslama girmesine engeldir.

Örneğin Tevhîd kelimesini söylemesine rağmen tağutlara boyun eğen yahut putlara secde eden kimse gibi. Bu iki şahsa gerekli olan şey önce tağut ve puttan uzaklaşıp sonra İslamlıklarını ilan etmeleridir. Bu (bahsedilen sadece) iltibasın birinci şekliydi.

İltibasın ikinci şekli ise hükmü mestur (yani hükmü kapalı) olandır. Cahili bir toplumda yaşayan insan gibi. Bu durumdaki iltibas zann üzerine kurulmuş şüpheden başka bir şey değildir. Ne bir hükmü sabit kılar ne de bir sıfatı nefy (olumsuz) eder.

Çünkü müslümanın vasfı yahut bir şahsa İslam ile hükmetmek o şahsın yaşadığı toplumun içinde var olmasıyla veya o toplumun bir ferdi olmasıyla ilgisi yoktur. Yine, insanlardan ayrılan tek yaşayan, kimseyle alakası olmadan yaşayan kişinin de (zahir olarak) İslam olduğuna karar (hükm) verilir.

Aslında bu işin gerçeği şudur: Bir şahsın zatının ne olduğuna dair karar vermek, o kimsenin fiillerinde zahir olan ve sözünden anlaşılan şeylere bağlıdır.

Bizler şer’i istilahlara bağlıyız. Bunun sebebi ise bu ıstılahlarda olan manaların himaye ve ihtiva ettiği delilleri korumak içindir.

Asıl büyük, ağır hata ve yüz kızartıcı ve abes olan şey şer’i olan bu ıstılahları zanna dayanarak silmek ve değiştirmektir. Zann ise ancak yalandan ibaret olup, açık olmayan bir şeydir.

İltibası iki kısma ayırmamızın sebebi, hükmü genelleştiren bir kavmin (fırkanın) hatasını beyan etmek içindir. Bu kısımlandırma ise "tebeyyün" (açıklama) dediğimiz şeyin makbul şer’î olan ile makbul ve şer’i olmayan açıklamayı bize bildirmektedir.

Açıklanması meşru olmayan şeyleri İslamı iddia edenden açıklamasını istemek, söz söyleyenden doğruluğunu açıklamasını beklemek, mechûlul hal (hali bilinmeyen) bir insandan ilmi açıklamalar beklemek, kötülükleri aramakta açıklama beklemek, istemek... Böyle yapmak büyük bir hatadır ve yeryüzünde fesattır.

Şer’i (yani şeriat kanunlarına uygun) ve makbul olan açıklama ise; küfre benzeyen birisinden açıklama istemek, aynı zamanda yalancı ve cahilden açıklama istemek, bu kimselerden açıklama (beyan) talep etmek makbul olup (yani kabul edilmiş olup) mutlak manada da meşru değildir. Bilakis birtakım şartları vardır. Aynı zamanda bu özelliğe sahip olanlardan açıklama istemek Veliyyü'l-emrin işidir herkese meşru değildir.

Ayakların kaymasından ve fasit anlayışlardan Allah'a sığınırız.[1][120]


Sakınılması Gereken Şeyler


1- Eşya ve şahıslar için fıtratta karar kılmış esaslara muhalefet etmekten sakınmak, örneğin, sözde (konuşmada) asıl olan şey sözün doğru ve hak olmasıdır. Ta ki o sözün yalanlığı ve batıl olduğu ortaya çıkıncaya kadar. Aynı zamanda kişide (şahıslarda) asıl olan şey kişinin emin ve kötülüklerden uzak olmasıdır. Ancak o kişide kötülük ve hıyanet sabit (kesin) olursa durum değişir.Ve bu gerçeğe dayanarak İslamı iddia eden birisinde asıl olan bu iddiasını ve çağrısını İslama muhalif bir şey ispat edilmeyinceye kadar kabul etmektir. Yahut iddia ettiği gibi İslam'ın batıl olduğunu zahir olana kadar İslamını ispat etmek gerekir.

2- Bundan dolayıdır ki Allah'ın bütün Resulleri -ki Kur’an’ı Kerim buna delildir- insanlardan tevhid kelimesini getirmelerini mükellef kılmışlardır. Hiç bir peygamber beyanı (açıklamayı) ne İslamın bir rüknü ne tarzını ne de şartını kılmış değildir.

3- Allahu Teala son peygamberinden, Arapların (Bedevi Arapların) İslamını kabul etmesini istemiştir. Oysa ki o bedevilerin yalancı ve cahil olmaları da söz konusu idi.

4- Yine bu gerçeklerden birisi de Allah'ın Resûlü'nün Medineli münafıkların tevhid kelimesini kabul etmiş olması ve onları ashabından olarak isimlendirmesidir.

Durum bundan ibaret iken, kim dilini yahut elini fıtrat kalbine uzatabilir? Bilakis kim Allah'ın emirleriyle şarta girer ve kim Allah Resulünün hükümleştirdiği bir şeyde onunla iddiaya girer?

"Ey inananlar Allah'ın resulünün huzurunda öne geçmeyin Allah'tan korkun."[1][121]

Gelin beraber Allah'ın kitabıyla hüküm verelim (görüş kaynağımız O olsun). Şayet bir şey (bir doğru) üzerinde olduğunuzu söylüyorsanız delillerinizi getirin. Ama taşıdığınız deliller de sizin lehinize değil aleyhinizedir. Maksadı ve muradı sadece hayır dilemek olan kişileri de dinleyin. Başarı ancak Allah'tandır.

Bu özelliklere sahip olan fırkanın delillendirmeye çalıştıkları başka bir mesele ise şudur: Cahili bir toplumda iş yapmak. Bu konuda delil getirerek gerekli açıklamalara giderek cahili toplumda çalışan birisinin İslam’dan çıktığına hüküm veriyorlar.

Onlara bu konuda şöyle cevap verebiliriz; ibret işin kendisinde (durumunda) veya işvereninin durumundan ibaret değildir (yani mesele kimin işveren olduğu değildir). Asıl ibret (asıl mesele) işin, çalışmanın ne tür bir iş olduğudur. Çalışılan iş haram ise o haramlık daima vardır. Şayet haram değilse o zaman ne o iş, ne de o işte çalışma haram değildir. Küfür de böyledir. Bunların iddiaları akıl ve nakilden uzaktır.

Bizim ve onların elinde bulunan Kur'an-ı Kerim bize Yusuf (A.S) ve onun kıssasını uzunca anlatıyor. Yusuf (A.S) firavunun veziriydi. Yahut Mısır'ın aziziydi. Yahut Ş. İbn-i Teymiyye'nin dediği gibi Mısır firavunu ve kavmi (Mısır halkı) Muşrik idiler. Yusuf (A.S) böyle bir toplum içinde hayra ve adalete çağırdı ve onları imkanları dahilinde imana çağırdı (İ. Teymiyye). Şimdi, Mısır'da yürürlükte olan hükümlerin cahili bir hüküm olduğundan hiç şüphe yoktur. Ve hatta oradaki hükmün çok açık bir küfür olduğu yürürlükteydi ki nitekim Yusuf (A.S) kardeşini ancak Mısır krallığının resmileşmiş olan cahili hükümleriyle alabildi. Yani Mısır melikinin dinine göre hüküm ederek kardeşini geri alabildi. Şimdi bunlar da bu durumda Allah'ın kendisinden razı olduğu Yusuf (A.S) için nasıl bir hüküm, nasıl bir karar verirler?

Soru sormakla açıklamayı isteyen bu fırkanın bazen de fasit (yanlık) delillerle ve batıl delillerle açıklamasını gerekli olduğunu söylediklerini görüyoruz, örneğin Ömer'in, bir kişinin ölümü olayında Huzeyfe'yi takip etmesi şayet Huzeyfe cenaze namazına iştirak ederse onun da iştirak etmesi, iştirak etmiyorsa onun da etmemesi konusu. Çünkü Huzeyfe vahiy katibi olup münafıkların adını biliyordu. Bu olay ve konuyla ilgili olarak onlara şöyle cevap veriyoruz: Şayet, açıklama (tebeyyün) dinden olmuş olsaydı bu yalnızca Huzeyfe'ye has kılınmazdı. Ve Huzeyfe'nin bunu Ömer ve Ömer'den daha düşük tabakadakilerden saklaması caiz olmazdı. Ömer'in bu fiilinde onlara herhangi bir delil yoktur. Çünkü Ömer'den daha hayırlı olan Peygamber namaz kılıyordu ve Mu’minlere "arkadaşımızın üzerine namaz kılın" diyordu.

Yukarıda anlatılanlardan şu sonuçlara varabiliriz.

1- Tevhîd kelimesi ile hem dine girilir ve hem de dinden çıkılır. Tevhid kelimesinin menfi yönündeki hareketleri, insanı dinden çıkarır.

2- Tevhîd kelimesi kulun zatına olan ikrarıdır (yani kimliğinin göstergesidir) ve aynı zamanda tevhîd kelimesi kulun Rabbına olan imanının, teslimiyetinin ve Rabbıyla olan ilişkisinin bildirgesidir.

3- Olumluluk üzerine yapılan ikrar ispatlığı gerektirir. Ama olumsuzluk üzerine yapılan şehadet ise açıklamayı gerektirir (yani tevhîd kelimesini söyleyen birisinden tevhidini kabul, reddeden birisinden ise ne için redd ettiğini açıklaması istenebilir).

4- Şeri hükümlerin delalet ettiği mana ve ihtiva ettiği manaları muhafaza etmek gerekir.

5- Zaruri olarak bilinmiş olan şeylerden korunmak. Örneğin; müslüman birisinin İslam’ında durmak ve kafir birisininde küfründe durmak gibi.

6- Zatın beratlığı ve zahirin kabul edilmesinde kesinlikle belli olan usulleri yok etmekten kaçınmak.

7- Söylenilen söz, batıl ve yalan olduğu ortaya çıkıncaya kadar hak ve doğrudur. Zan ise hakikati ve doğruluğu çıkmayana kadar yalandır.

8- ALLAH'ın dininde cürüm işlemek ve ilimsiz olarak delillere saldırmaktan sakınmak gerekir. Zira böyle yapmak dinin gitmesine delillerin yok olmasına sebep olmaktadır.

9-Şiddetten ve şiddetli olmaktan kaçınmak, yükümlülükten sıyrılmak gerekir. Buna karşılık ise hikmetle kuşanmak, davada güzel sabırlı olarak davranmak, Hakka tabi olunsun diye hakkı açıklamak ve batıldan uzaklaşmak için de batılı açıklamak gerekir."[1][122]

Tekfirde aşırı gidenlerin ellerinden bırakmadıkları kitapların birinde, Allah'ın hükümlerine uyma meselesinden bahisle, Allah'ın hükümlerine uymanın namaz kılma meselesine benzediği söylenmektedir. Yazar şöyle diyor: "Bir insandan, namazı Allah'tan başkası için kılması istendiğinde o insan bunu reddeder. Ancak aynı insan hüküm konusunda kulları Allah'ı tercih etmektedir, işte bu insan ve -bunlar- Allah'ın hükümlerinin, namaz gibi aynı değerde olduğunu anlamıyorlar."[1][123]

Yazarın, Allah'ın tüm hükümlerini, namaz hükmü değerinde görmesi doğru bir düşüncedir. Ancak bu yazarın Allah'ın hükümlerine bağlanma durumunu yani Allah'ın hükümlerine iman edip de uygulayamama durumunu neden söz konusu etmediğini anlamak zordur. Çünkü daha önce onlarca kaynaktan, Kitap ve Sünnet'ten yaptığımız iktibas ve delillere dayanarak kesinlikle şunu söyleyebiliriz: Allah'ın hükümlerini inkar ederek uygulamamak ayrı bir durumdur. Bunun yanında Allah'ın her hükmüne iman edip de zaman zaman bunları uygulamamak da ayrı bir durumdur. Çünkü böyle olmasaydı İslam alimleri devlet başkanı olduğu halde Allah'ın bazı hükümlerini ayaklar altına alıp kendi hükümlerini uygulayan kişileri müslüman saymazlardı (Muaviye, Yezid, Haccac v.s bu devlet başkanlarına örnek verilebilir).

Müslüman zümreden birçoğunun iman ve küfür konularından bahsedilirken "İtikadı küfür, ameli küfür" gibi ayırımları duyduklarında bu ayırımları kabul etmediklerini görebiliyoruz. Oysa bu bir gerçektir Yani her şirk ve her küfür, sahibini kafir yapmayabilir. Şimdi İbn-i Kayyım El-Cezvî'den yaptığımız alıntıyı dikkatle takip edelim:[1][124]


ÎMAN VE KÜFRÜN MAHİYETİ


Küfür ile iman biribirlerine karşıt olan iki şeydir. Birisinin yok olması diğerinin varolması demektir.

Asıl imanın çeşitli şubeleri bulunmaktadır. Her şubesine de iman denilmektedir. Namaz ve oruç da imandan sayılır. Batıni amellerden olan haya, tevekkül, Allah'tan korkma ve ona yönelmek de imandandır. Bu saydıklarımız ve daha niceleri imanın bir şubesidirler. Bu şubeler "yolda bulunan eziyet verici bir şeyi yoldan kaldırmak'la son bulur. Bunun yapmak da imanın şubelerinden bir şubedir. Bu şubelerin içerisinde imanın yok olmasıyla ilgili şubeler vardır. Örneğin şehadet şubesi gibi. (Tevhid kelimesini terketmek) ve aynı zamanda terkedilmesiyle beraber (de) imanın var olmasını gerektiren şubeler vardır. Örneğin yolda eziyet veren bir şeyi kaldırmamakla. Bu iki şube, yani (en yüksek şube olan şehadet ve en son olan eziyet veren şeyi kaldırmak) arasında birbirinden ayrı ve büyük şubeler bulunmaktadır. Bunların bir kısmı şehadet şubesiyle ilgilidir ve ona daha da yakındır. Bu şubelerden bir kısmı da yolda eziyet veren bir şeyi kaldırmakla ilgilidir ve ona daha da yakındır.

İmanda olduğu gibi küfür de şubelere sahiptir. Nasıl ki imanın şubeleri imansa, küfrün şubeleri de küfürdür. Haya iman şubelerinden bir şube ise hayasızlık da küfür şubelerinden bir şubedir. Doğruluk imanın kısımlarından ise yalan da küfrün kısımlarındandır. Nasıl ki namaz, zekat, hacc ve oruç imanın şubelerinden ise bunları terketmek de küfrün şubelerinden bir şubedir.

Allah’ın indirdikleriyle hükmetmek imanın şubelerindendir.

Allah’ın indirdikleriyle hüküm etmemek de küfrün şubelerindendir.

İtaatin tümü imanın şubelerinden birisi olduğu gibi asiliğin tümü de küfrün şubelerindendir.

İmanın şubeleri iki kısma ayrılır.

1- Kavli (söz)

2- Fiili kısımdır.

Aynı zamanda küfrün şubeleri de:

1- Kavli (söz)

2- Fiili olmak üzere iki kısımdır, imanın kavli kısmının yok olmasıyla imanın yok olmasını gerektiren (vacip kılan) şubeleri vardır.

Aynı zamanda imanın fiili kısmının yok olmasıyla da imanın yok olmasını vacip kılan (gerektiren) şubeler vardır.

Küfrün, kavli (söz) ve fiili (amel) kısımları da imanın kısımları gibidir. Yani sözlü olarak ve isteyerek küfür kelimesini söylemek küfür şubelerinden bir şubedir. Aynı zamanda fiili olarak da küfrü gerektiren bir şey yapmak küfrün şubelerindendir. Mesela puta tapma, Kur'an'la alay etme gibi.

Başka bir esas daha vardır, o da imanın hakikatinin kavil (söz) ve amelden müteşekkil olmasıdır.

Kavli iman iki kısma ayrılır. Dilin kavli ki bu da İslam kelimesiyle konuşmaktır. Ameli iman da niyet ve ihlastır. İkinci kısımda uzuvların amelidir. Şayet bu dört nitelik bir kimsede yok olursa o kimsede imanın tamamı yok olur. Bu dört şey de şunlardır.

1- Kavli’l kalb

2- Kavli'lisan

3- Ameli'l kalb

4- Ameli'l-Cevarih.

Şayet kalbin tastiği yok olursa diğer parçalar hiçbir fayda vermez. Çünkü kalbin tasdiği itikadın olması için şarttır. Bu olduktan sonra faydalı bir iman olur. Sadık bir itikadla birlikle kalbin amelinin yok olma hali konusunda mürcie mezhebi ile ehl-i sünnet arasında olan bir savaş (mücadele) söz konusudur. Çünkü ehli sünnet kalbin amelinin yok olması halinde tasdiğin hiçbir faydasının olmadığı ve imanın yok olduğu görüşünde toplanmışlardır.

Çünkü Resûlullah (s.a.v)'ı tasdik eden İblis, Firavun ve kavmi, Yahudiler, Muşrikler ve onun risaletini tasdik edenlere tasdiklerinin hiçbir faydası olmamıştır, ki bu kimseler onun tasdiğini (O (yani Resûlullah) yalancı değildir. Fakat biz ona ne tabi oluruz ne de iman ederiz.) yapıyorlardı.

Az önce de belirttiğimiz gibi iman yalnızca tasdikten ibaret bir şey değildir. Oysaki iman (aynı zamanda) bağlanma ve itaat için lazım olan şeyleri tasdikten ibarettir.

Hidayet yalnızca Hakk'ı bilmekten ibaret değildir. Oysaki hidayet vacip olan bilinenlerle amel edilmesi ve lazım olan şeylere tabi olunmasının bilinmesidir.

Şayet ilk tarife hidayet denilirse bu tam bir hidayet olmuş olmaz. Nasıl ki itikadın tasdiğine hidayet denmezse bu tasdik de iman için lazım olan tasdik değildir. Müslümanın bu esasları, iyi bilmesi gerekir. Başka bir esas daha vardır o da küfrün iki çeşit olmasıdır:

1- Ameli küfür,

2- İnkarı ve inadî küfür.

İnkari küfür Allah'u Te'ala tarafından Resule gönderilmiş olduğu bilinen bir şeyde, inkar ve inad edilmesidir.

Mesela Rabbin hükümlerini, fiillerini, sıfatlarını ve isimlerini inkar etmek gibi. Bu çeşit küfür bütün yönleriyle imana zıttır.

Fakat ‘ameli küfür ise imana zıd olan ve imana zıd olmayan küfür olarak ikiye ayrılır.

Amelî küfürden olup imana da zıd olan şeylerden bazılarını şöyle zikredebiliriz: Puta tapma, Kur'ân’la alay, peygamber öldürmek ve onu sövmek imanın zıddı olan amellerdir.

Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemek, yine namazı terketmek kesin olarak 'ameli küfürden sayılırlar. Allah ve Resulü buna küfür ismini verdikten sonra bunlardan küfür ismini kaldırmak mümkün değildir. Allah'ın indirdikleriyle gelen hadislere dayanıldığında (da yine) namaz kılmayan bir kimse kafirdir.

Fakat bu küfür şekli itikadı bir küfür olmayıp 'ameli bir küfürdür (yani insanı İslam dininden çıkaran mutlak anlamdaki küfür değildir.)

Allah'ın indirdikleriyle hüküm etmeyen birisini Allah kafir olarak vasıflandırdıktan, kafir olarak isimlendirdikten sonra onlara bu ismi vermemek mümkün değildir. (Kesinlikle bu isimle anılmalıdırlar).

Resûlullah (s.a.v) komşusunun kendisinden emin olmadığı kimseden, içki içen kimseden, zina yapan kimseden imam zaîl kılmıştır.

Bu kimselerden imanın izale kılınması bunların amel yönünden kafir olduklarını göstermektedir.

Yoksa (onların bu durumu) itikad ve inkar küfrü olarak gösterilmemiştir (yani bu ameller inkarî küfür değildirler).

Ve nitekim de Resûlullah'ın (s.a.v) bir hadisinde şöyle buyuruyor:

"Bazılarınızı bazılarınızın boynunu vurup da kafir olarak bana dönmeyin."

İşte buradaki küfür ameli küfürdür. Başka bir hadiste ise; "Kim, kahini (falcıyı) doğrular ve kadına arkadan yaklaşırsa, o Muhammed'e küfretmiştir.", yani inkar etmiştir.

Diğer bir hadiste ise; "Şayet bir adam kardeşine "sen kafirsin" derse bu söz ikisinden birisini küfre götürür."

Başka bir hadiste; "Hile yapan bizden değildir." yine bir hadisinde;

"Kendi nefsi için istediğini kardeşi için istemeyen bizden değildir." buyurur.

Allahu Teala, Kur'an-ı Kerîmde kitabının bazılarıyla amel edeni Mu’min kitabın bazısını terkedeni de kafir olarak göstermiştir.

Şu ayet-i kerime bize ışık tutmaktadır.

"Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız!" diye sizden söz almıştık. Göz göre göre biribirinizi öldürüyorsunuz sizden bir grubu yurtlarından çıkarıyorsunuz, onlara karşı günah ve düşmanlık yapmakta birleşiyorsunuz. Onları, çıkarmak size yasaklanmışken (çıkarıyorsunuz sonra da) esir olarak geldiklerinde fidyelerini verip (kurtarıyor)sunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası dünya hayatında rezil olmaktan başka nedir? Kıyamet gününde de (onlar) azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızı bilmez değildir."[1][125]

Allahu Teala bu ayette kendilerine emretmiş olduğu ve uymalarını istemiş olduğu sözden bahsetmektedir. Bu söz alma onların bunu tasdik ettiklerine delalet etmektedir ki onlar biribirlerini öldürmeyeceklerini ve biribirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına dair söz vermişlerdi Daha sonra Allah Teala onların bu emre karşı geldiklerini ve onlardan bazılarının bazılarını öldürdüğünü ve onları kendi yurtlarından çıkardıklarını haber vermektedir.

Bu, onların kitapta kendilerinin işledikleri küfürleridir Daha sonra aynı fırka (yani yurtlarından kendileri tarafından çıkarılmış kimseler) esir olarak geldiklerinde fidyelerini verip onları kurtarıyor. Bu da onların kitapta kendilerine haber verilen imanlarıdır: Onlar söz verdikleri şeyleri yerine getirmekle Mu’min o söz verdiklerini terketmiş olduklarından dolayı kafirdirler.

Amelî imanın karşıtı ameli küfürdür. İtikadî imanın zıddı ise ıtikadi küfürdür.

Resûlullah (s.a.v) bu söylediğimiz şeyleri sahih olan hadisinde ilan etmektedir.

"Müslümana sövmek fasıklık onu öldürmek ise küfürdür."

Resûlullah bu hadiste sövmeyle öldürmeyi biribirinden ayırmıştır. İkisinden birisini (sövmeyi) fasıklık olarak nitelendirmiştir ki bununla da kafir olmaz. Diğerini de (yani öldürmeyi) küfür olarak nitelendirmiştir ki buradaki küfür ameli bir küfür olup itikadı bir küfür olmadığı malumdur ve bu küfür insanı İslam dairesinden bir bütün olarak çıkarmaz. Nasıl ki zina yapan, hırsızlık yapan ve içki içen birisi İslam dairesinden çıkmıyorsa ve aynı zamanda iman ismiyle de isimlendirilemiyorsa bile bu işleri yapan İslam dairesinden çıkmaz.

Bu açıkladığımız şeyler İslam ve küfrün gereklerini ve kitabı bütün ümmetten daha iyi bilen sahabenin sözüdür. Bu meseleler ancak ve ancak onlardan alınır. Müteahhirinler (asrımıza yakın yaşayan alimler) sahabenin buradaki muradını anlamadıkları için iki kısma ayrıldılar.

Bunlardan bir kısmı büyük günahlarla insanları İslam dairesinden çıkardılar ve bunu yapanın ebedi olarak ateşte kalacağına hükmettiler.

İkinci kısım ise bu özellikte olan insanları Mu’min olarak değerlendirdiler. Birinci kısım Gulat (aşırı olanlar)dır. İkinci kısım ise hakikatten uzaklaşanlardır. Allahu Teala, ehl-i sünnete orta sözü söylediği (vasat olduğu) ve örnek bir yol tuttuğu için onlara hidayetini bahşetti.

İşte burada küfrün dışında başka bir küfür, nifakın dışında başka bir nifak, şirkin dışında başka bir şirk, fasıklığın dışında başka bir fasıklık ve zulmün dışında başka bir zulüm olduğu ortadadır.

Süfyan Bin Uyeyne Hişam B. Caferden, o da Tavustan İbn-i Abbas'ın şu (hüküm etmeyenler kafirlerin ta kendileridirler) ayetinin tefsirinde bu küfür insanların İslamdan çıktığı küfür değildir, (yani mutlak, gerçek manadaki küfür değildir) dediği rivayet edilmiştir.

Abdurrezzak der ki: M'amer İbn-i Tavus bize haber verdi ki o da babasından duymuştur ki: İbn-i Ab-bas'a (Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendisidir) ayeti soruldu. İbn-i Abbas dedi ki: Onların böyle olmaları küfürdür. Yalnız bu küfür, Allah'ı, melekleri, kitaplarını ve peygamberlerini inkar edenin küfrü gibi bir küfür değildir. Ondan (yani îbn-i Abbas'tan) gelen bir rivayette ise; "Bu küfür insanı İslam dairesinde çıkaran bir küfür değildir." denmiştir.

Tavus da bu ayet-i kerimenin hükmü için; "Bu küfür insanı İslam milletinden çıkartan bir küfür değildir" demiştir. Vaki'nin Süfyan'dan aldığı rivayete göre Ata şöyle demiştir:

"Küfrün dışında bir küfür, zulmün dışında bir zulüm, fasıklığın dışında başka bir fasıklıktır."

Ata'nın söylemiş olduğu bu şeyi anlayan kimse için K. Kerim'deki ayetler açık bir burhan olarak yeter. Şöyle ki:

ALLAHU TEALA, Allah'ın indirdikleriyle hüküm etmeyeni K. Kerim'de kafirlikle vasıflandırmıştır.

Aynı zamanda Resulüne ineni inkar eden kimseyi de kafirlikle isimlendirmiştir. Bu iki küfür şekli eşit düzeyde değildir. Allah başka bir ayette kafirler zalimlerdir buyurmuştur.[1][126] Allahu Teala nikahta, talakta, ücret vererek karısını boşamakta ve boşandıktan sonra karısını reddetmekte Allah'ın sınırını aşanı zalim olarak şu ayette isimlendirmiştir; “Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa kendi nefsine zulmetmiş olur.”[1][127] Ve Allah'ın Peygamberi olan Yûnus (A.S) şöyle buyurmaktadır; “Senden başka ilah yoktur. Sen eksiklerden uzaksın, yücesin. Ben zalimlerden oldum.”[1][128] Adem (A.S) ise; “Ey Rabbimiz nefsimize zulmettik.” Musa ise; “Ey rabbim kendi nefsime zulmettim, beni bağışla.”[1][129] Bu ayette geçen zulüm, (kafirler zalimlerin ta kendileridir) ayetindeki zulüm gibi değildir.

Allahu Te'ala başka bir ayette kafiri (Bakara 26-27).fasık olarak isimlendirmiştir; “Onunla ancak fasıkları saptırır, onlar ki, söz verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar.”[1][130]

Başka bir ayette ise; “Andolsun sana apaçık ayetler indirdik onları fasıklardân başkası inkar etmez.”[1][131] Buna benzer ayetler Kur'ân'da çoktur.

Yüce Allah başka bir ayette ise müslümanı fasık olarak isimlendirmektedir; “Ey inananlar size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.”[1][132] ki bu ayet-i kerime ibn-i Ebu As'ın hükmü hakkında inmiştir. Buradaki fasıklık diğer fasıklık gibi değildir.

Nur suresinin 4. ayetinde; "Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun ve artık onların şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir."[1][133] Bu ayetle ilgili olarak İbn-i Abbas der ki: "Rabbinin emrinde fasık oldu."

Yine Allah Teala şöyle buyurur:

"Kim o aylarda haccı (kendisine) farz ederse bilsin ki haccda kadına yaklaşmak, günah işlemek yoktur."[1][134] Buradaki fasıklık da diğer fasıklıklar gibi değildir.

Küfür iki çeşittir. Zulüm de, fasıklık da aynı zaman da cehalet de iki çeşittir.

1- Küfür halinde, küfür şeklinde olan cehalet. Şu ayette olduğu gibi; "Aff, tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme."[1][135]

2- Küfür olmayan cehalet. O da şu ayette olduğu gibidir:

"Allah'a göre şu kimselerin tevbesi makbuldür ki cahillikle bir kötülük yapıp hemen ardından tevbe edenler."[1][136]

Aym zamanda ŞİRK de iki çeşittir. Birincisi; insanı İslam dairesinden çıkartan büyük şirk.

İkincisi de; insanı İslam dairesinden çıkartmayan küçük şirk. Bu küçük şirk, ameli şirk olan riyakarlık gibidir.

Allahu Teala büyük şirk için şöyle buyuruyor; "Kim Allah'a şirk koşarsa Allah onun cennete girmesini haram kılar ve onun gideceği yer ateştir."[1][137] Hacc Suresi 31'de ise; "Kim Allah'a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgar onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir."[1][138]

Küçük Şirk olan riya hakkında ise Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kim Allah'a kavuşmak istiyorsa salih bir amel işlesin ve ibadetinde Rabbına hiç kimseyi şirk koşmasın."[1][139]

Yine bu tür küçük şirk hakkında Resûlullah (A.S.) şu hadisleri vardır: "Kim Allah'tan başka bir şeye yemin ederse muhakkak ki şirk koşmuştur." Bu hadisi Ebu Davud ve başkaları rivayet etmiştir. Bilinmektedir ki kim Allah'tan başkasına yemin ederse İslam dairesinden çıkmaz ve ona kafirlik hükmü vacip olmaz. Yine Resûlullah (s.a.v)'ın şu sözleri de aynı mahiyeti taşımaktadır; “Gizli şirk bu ümmette karıncanın ayak sesinden daha da hafiftir (gizli ve sessizdir)."

Bakın, nasıl ki küfür, şirk, fısk, zulüm ve cehalet kısımlara ayrılıyor ve insanı İslam dairesinden çıkaran küfür ile İslam dairesinden çıkarmayan küfür diye ikiye ayrılıyorsa bu kavramlar gibi nifak kavramı da iki çeşittir. İtikadi nifak ve ameli nifak:

İtikadi nifakla Allah, Kur'an-ı Kerimde münafıkların inkarlarını belirtmiş ve onlara cehennemin en alt tabakasını vacip kılmıştır. Ameli nifak ise Resûlullah (s.a.v)'ın şu hadisinde geldiği gibidir:

"Münafıklığın alameti üçtür. Konuştuğunda yalan konuşur. Söz verdiğinde sözünde durmaz ve emanete hiyanet eder." Başka bir sahih hadiste: "Dört şey vardır ki kimde bulunursa saf münafıktır. Kimde bu dört hasletten (meziyetten) bir tanesi bulunursa o kimsede münafıklıktan bir haslet bulunmuştur. Ta ki bu hasletini terketmeyene kadar. Konuştuğunda yalan konuşur. Söz verdiğinde yerine getirmez. Düşmanlık yaptığında yalan söyler kendisine birşey emanet edildiğinde ihanet eder." İşte (böylece) ameli nifakla imanın aslının bir arada bulunması mümkündür. Şayet bu özelliklerden bulunursa ve ısrar edip devam ederse her ne kadar namaz kılıp oruç tutsa ve müslüman olduğunu iddia etse bile bu kimse bütün olarak İslamdan çıkmış olur. Çünkü "iman" Mu’minlerden bu gibi şeyleri terketmelerini istiyor. Şayet bir kulda iman kamil olursa ve onu nehiy eden sözlerden terketmeye engel olmazsa bu kişi halis münafik olur. İmam Ahmed Bin Hanbel'in şu sözü de buna delalet etmektedir.

İsmail Bin Said, Ahmet Bin Hanbel'e: "Büyük günah işlemede ısrarlı olan ve onu kendi gücüyle isteyen bir kimse bu büyük günaha rağmen namaz, zekat ve orucu bırakmıyorsa bu ısrar edenin hali bu şekilde mi olur" diye sordum, Ahmed B. Hanbel dedi ki; ‘Bu kimsenin durumu Resûlullahın söylemiş olduğu şu hadisteki kimsenin durumu gibidir. ‘Zina eden kimse zina yaptığında Mu’min olarak zina yapmaz’ yani imandan çıkar, İslam'a dahil olur.”

Diğer başka hadislerde olduğu gibi ki; Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"İçki içen kimse Mu’min olarak içki içmez. Bir şeyi çalan kimse çaldığı zaman mü'min olarak çalmaz." ki İbn-i Abbas'ın da şu ayetteki tefsiri (Allah'ın indirdikleriyle hüküm etmeyenler kafirlerin ta kendileridirler). Bu ayetin içindeki "küfür" sorulunca ibn-i Abbas: “Bu küfür insanı dinden çıkartan bir küfür değildir", dedi. İmanın dışında bir iman olduğu gibi küfrün dışında bir küfürdür. Bu durum bunun dışında bir emir (durum) gelmeyinceye kadar devam eder."[1][140]

İman ve küfür bir arada bulunabilir mi? Şüphesiz hayır, iman ve küfür bir arada bulunamaz; ancak bu mutlak anlamda bir arada bulunmama olayıdır. Yani itikadı anlamda küfür ile itikadı anlamda iman bir arada bulunmaz. Fakat bir kişide iman olduğu halde amelinde küfür olabilir. Bu durumu İbn-i Kayyım şöyle açıklıyor:

"Burada açıklanması gereken bir gerçek daha vardır, o da bir kişide iman ve küfrün bir arada bulunmasıdır.

Aynı zamanda şirk ve tevhid ve takva ile facirlik (fücur), nifak ile iman bulunabilir. Bu kaide ehl-i sünnette bulunan en büyük temeldir.”

Bu konuda Hariciye, Mutezile ve Kaderiye, Ehl-i sünnete muhalefet etmektedirler. Büyük günah işleyenlerin cehennemde kalmaları ve cehennemden çıkmaları meselesi de bu esas üzerine açıklanır. Bu esasa K. Kerim, sünnet, fıtrat ve icma-i sahabe delalet etmektedir. Allahu Teala şöyle buyurmaktadır; "Onların çoğu Allah'a ortak koşmadan inanmazlar."[1][141] Allahu Teala bu ayette iman ile şirkin bir arada olduğunu ve kendisine imanla birlikte onların şirkli durumda olduklarını ispat ediyor. Başka bir ayette ise şöyle buyurmaktadır; "Bedeviler (köylüler) "inandık" dediler. De ki; "Siz inanmadınız" fakat "İslam olduk" deyin. Fakat henüz İslam kalbinize girmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz Allah yaptıklarınızdan hiçbir şey eksiltmez. Allah çok bağışlayan çok esirgeyendir."[1][142] Bu ayeti kerime Bedevilerin imanının izale edilmesiyle birlikte onlara İslamı ve Allah Resulüne itaati ispatlamıştır. Bu iman ise mutlak olan imandır.

İmam Ahmed Der ki: "Kim bu dört hasleti ya da onlara benzer yahut onlardan daha çok (şey) yaparsa, getirirse ki bu dört haslet de zina, hırsızlık, içki içmeye zorla yağmalamak" Bu kimse müslümandır. Buna Mu’min ismi verilmez. Kim ki bunların dışında birşey yaparsa, yani bu büyük günahların daha da aşağısını yaparsa bu kimseye noksan imanlı kimse denir. Resûlullahın şu hadisi de buna delalet etmektedir; "Kimde bunlardan bir haslet olursa onda nifaktan bir haslet vardır.” Bu da kişide nifakla İslamın bir orada bulunmasının mümkün olacağına delalettir. Ve riya da böyledir. Şayet bir insanın amelinde riya olursa bu kimsede şirkle (riya ile) indirdikleriyle hüküm etmezse yahut Resûlullahın küfür olarak isimlendirdiği bir şeyi yaparsa ve bu kimse buna rağmen İslam kanunlarına uyup riayet ediyorsa bunda küfürle İslam bir arada bulunmuştur, demektir.

Daha önce açıkladığımız gibi me'asilerin (yani başkaldırışların) herbirisi küfür şubelerinden bir şube teşkil etmektedir.

Aynı zamanda itaatin tümü de imanın şubelerinden birer şubeyi teşkil etmektedir. Kul, imanın bir veya daha çok şubesini yerine getirmekle bu şubeleri (kısımları) kabul ettiğinden dolayı "Mu’min" olarak adlandırılır, yahut Mu’min olarak isimlendirilmez.

Aynı durum küfür için de geçerlidir. Nasıl ki küfrün şubelerinden bir şubeyi yapmakla "kafir" olarak isimleniyorsa aynı zamanda bir şubeyi yapmakla kafir olarak olarak isimlendirilmeyebilir de. Burada iki emir (iki durum) vardır.

1- Lafzi ve ismi durum,

2- Manevi hükmi durum.

Manevi, halde bu haslet (meziyet) küfür müdür? Yoksa değil midir? Lafzi halde ise bu hasleti yapan kimse kafirlikle isimlendirilir mi yoksa hayır? Birinci durum halis bir seri durumdur. İkinci durum ise lügavî (Terimsel) ve serî bir durumdur.

Başka bir esas daha vadır. O da kulun iman şubelerinden bir şubesini yapmakla, her ne kadar yaptığı şey iman isede ona, Mu’min ismi verilmeyeceğidir.

Aynı zamanda küfrün bir şubesini yapan birisine de kafir ismi verilmez. Her ne kadar yaptığı şey küfür olsa bile. Nasıl ki ilmin bir parçasını yerine getirene "alim" denilmediği gibi aynı zamanda fikıh veya tıbbın bazı meselelerini bile bir kimseye de fakih veya doktor denilmez. Buna karşılık olarak da iman şubesine de "iman" ismi vermenin hiçbir engeli yoktur. Bununla da fiil itlak olunur. Resulullah'ın namaz hadisinde olduğu gibi; "Kim namazı terk ederse kafir olur." Hakim'in sahihinde rivayet etmiş olduğu; "Kim Allah'ın dışında birşeye yemin ederse kafir olur." Her kimde küfür şubelerinden bir şube bulunursa o kimse kafir olarak isimlendirilmez. Aynen bunun gibi, kim ki haramı gerektiren bir şey işlerse o kimse fasıklık olan bir amel işlemiştir. Yani fasıklığı bu haram olan ameli yapmış olmasındandır. Yoksa ona fasıkhk ismini (devamlı) vermek gerekmez.

Aynı zamanda zina eden, içki içen, hırsızlık yapan ve zorla insanın malını elinden alana Mu’min denilmez her ne kadar bunları yapan kişide iman bulunsa bile . Aynı zamanda bunları yapan kimseye kafir ismi de verilmez. Her ne kadar yaptıklarından küfür şubeleri olsa bile."[1][143]


İBN-İ HACER ASKALANİ'NİN İMAN HAKKINDAKİ GÖRÜŞ VE RİVAYETLERİ


İbn-i Hacer H. 852'de vefat etmiş olan ve hadiste Şeyhü'lislam unvanını almış olan bir Şafii alimidir. Sahih-i Buhari'yi ilk olarak şerh eden ve bu şerhi İslam aleminde en tutulan kişidir. Birçok dalda eser yazan alimin en büyük ve gözde kitabı Buhari'nin şerhi olan "Fethu'l Bari"dir. Aşağıya alıntılanlar Sahib-i Buhari'nin "İman, kitabı" şerhinden alınmıştır:

1- İman kitabının ilk hadisi İslam’ın beş şey üzerine bina edilmesi hadisidir (İbn-i Hacer bu hadisle alimlerin iman hakkındaki görüşlerinin ne olduğunu zikretmektedir).

Selef alimlerine göre iman: Kalble itikad, dil ile söyleme ve rükünlerle ameldir. Bu amelden kasıt amelin imanın kemalinin şartı olmasıdır. Mürcie'de ise iman yalnızca itikad ve söylemekten ibarettir. Yani ameli şart koşmamaktadırlar. Kerramiye ise "yalnızca dil ile söylemektir" der. Mutezile de "iman, amel, dil ve itikaddan ibarettir" der. Mutezileyle selef arasındaki fark mutezilerin ameli imanın şartı olarak kabul etmesi, selefin ise, ameli imanın olgunlaşmasının şartı olarak kabul etmesidir. İmanın bu şekilde şartlarla şartlanması Allah katında gerekli olan içindir. Ama insanoğlu nazarındaki iman itikaddan ibarettir. Yani kim imanı ikrar ederse bu kişiye dünya hayatında İslam'ın hükümleri tatbik edilir. Bu ikrar eden kişi küfürle itham edilemez. Ancak bu şahıs ikrarla beraber bir fiilde Allah'a şirk koşar, puta taparsa bu kimse Muşriktir. Şayet bu ikrarla beraber şirk olmayan bir amel işlerse ve bu ameli küfre delalet etmezse (mesela fısk gibi, büyük günah vs.) bu kimsenin ikrarına bakılır ve buna iman lafzı vermek gerekir. Bu görüşe karşılık mutezile fasıklığı üçüncü bir merhale kabul ederek fasığın ne Mu’min ne kafir olduğunu söylüyor.

2- Kendi nefsi için istediğini kardeşi için de sormak imandandır." Babında Buhari şu hadisi zikretmektedir; "Kendi nefsi için sevdiği bir şeyi kardeşi için sevmeyen iman etmiş olmaz." Bu hadisin zahirine bakıldığında bu özellikte olmayan Mu’min değildir. Ama İslam alimlerinin bu ve buna benzer hadislerden anladıkları şey "İmanın kemali" konusudur. Yani kim bu özellikte değilse, mutlak olarak kafir olmaz. Çünkü bu imanın şubelerinden bir şubedir.

3- "İyi muameledeki küfür, (bilinen) küfür dışında başka bir küfürdür" babında şu hadisi zikretmektedir: Resûlullah (s.a.v);

"Ateş bana gösterildi. Baktım ateş ehlinin çoğu kadınlardan oluşuyor ve küfür ediyorlar." İbn-i Abbas, Resûlullah'a;

"Allah'ı mı inkar ediyorlar?" diye sordu. Resûlullah;

"İyi muameleyi küfür ediyorlar. İhsanı küfür ediyorlar (örtüyorlar). Şayet birisine bir asır boyunca iyilik yaparsan ve o, sende bir kötülük görünce "ben, senden hiçbir zaman hayır görmedim" derse, bunun gibi.

Kadı Ebubekir Bin Arabi, Buharinin bu hadisi zikretmesinin sebebini şöyle açıklar:

Nasıl ki itaata iman deniliyorsa, aynı zamanda masiyet (kötülük) de küfür olarak isimlendirilir ve bunun küfür olarak isimlendirilmesinin muradı bu küfrün insanı İslam dairesinden çıkaran bir küfür olmamasıdır.

4- Günah işlemenin cahiliye hali olduğu, şirk dışında bir günah işleyenin kafir olmayacağı Resülullah'ın şu hadisinde buyurulduğu gibidir; "Sende cahiliye kalıntısı vardır." Ve ayette Allah Tealanın; "Allah kendisine şirk koşmayı affetmez onun dışında istediğini affeder." babı. Bu babın ilk hadisi Ebu Zerr hadisi olup Ebu Zerr;

"Bir adamla sövüştük ve adamı annesinden dolayı kötüledim” der. Resûlullah bunu duyunca;

"Ey Ebu Zerr, sen onu annesinden dolayı mı ayıpladın? Demek ki sen içinde cahiliye ahlakı kalmış bir kimse imişsin..."

Başka bir babın başlığı ise; "Mu’minlerden iki topluluk savaşırlarsa ikisinin arasını bulunuz." ayeti kerimesidir. Bu babın hemen altında Ebubekir (r.a)'dan rivayet edilmiş şu hadis vardır. Resûlullah (S.A.V) şöyle demiştir: "İki müslüman kılıçlarıyla karşılaştıkları zaman katil de maktul de cehennemdedirler."[1][144]

Ebu Zerrle ilgili hadisten şu anlaşılıyor: Cahiliye İslam'dan önceki durumdur. Bir şahsa "cahiliye halindesin" denilebilir ama cahiliye lafzı aldığından dolayı kafir olarak nitelendirilmez. Ancak şirk işlerse müstesna. Günaha, mecaz olarak küfür ismi verilir ve bu küfür, küfr-i nimet olup küfr-i inkar değildir.

Hariciler ise günahtan dolayı insanı İslamdan çıkarttılar. Halbuki Allah şirkin dışndakini bağışlar. Yani şirkin dışındaki kasıt ise inkardır, çünkü kim ki peygamberi inkar ederse her ne kadar Allah'tan başka Rabb edinmese de kafirdir ve bu kimse af olunmaz. Ebu Zerr hadisinde olduğu gibi cahiliye kelimesi mutlak anlamda küfür değildir.

Yine Buhari Mu’minin bir günah işlemesiyle kafir olamayacağını söyler. Çünkü Allah bizatihi ona "Mu’min" demektedir, ayette olduğu gibi: "Mu’minlerden iki taife savaştığında", Daha sonra: "Mu’minler kardeştir. Aralarını bulunuz" şeklinde buyurmaktadır. Resûlullah'ın yukarıdaki hadisine ve; "İki müslüman kılıçlarını kuşandıklarında ikisi de ateştedir." hadisine bakılınca Allah'ın Resulü onları "müslüman" ismiyle vasıflandırmasına rağmen onların ateşte olacağını söylüyor. Yani bu amelleri ceza gerektirir. Ebedi olarak cehennemde kalması ise hiç anlaşılmamalıdır. Hadiste her iki tarafa da müslüman namı verilmesinde de buna işaret verilir.

Yani bu hadisten maksat: Söz savaşı şer'an tasvib edilecek bir tevil olmaksızın vaki olan mukateledir. Resûlullahın Ebu Zerr için söylediği "sende cahiliye vardır" sözünde murad olunan "Sende cahiliyeden kalma bir özellik vardır" anlamındadır. Çünkü Ebu Zerr imandaki yer bakımından büyük zirvededir."[1][145]


ET-TEKFİR VE'L HİCRE GRUBU


Tekfir konusunda ısrarlı bir cemaat olarak bilinen Et-tekfir ve-l-Hicre grubunun özellikleri ve belli başlı konulardaki fikirlerinden bahsetmek sanırım bu kitabın konusu dışında sayılmayacaktır. Doğuş yeri Mısır olarak bilinen bu grubu anlatmadan önce Yusuf El-Kardavî'den onlarla ve aşırılık meselesiyle ilgili alıntılar aktarmak istiyoruz:[1][146]


İslami Sahada Aşırılık ve Çalışma:


Aşırı gitme noktalarından birisi de "tekrir" konusudur. İnsanların ismeti ortadan kalkınca bu aşırılık hedefine ulaşıyor. İnsanların mal ve kanlarını mübahlaştırıyorlar, onlara ne zimmet (zımmîler) ne de hürmet tanınıyor. İnsanların tümünü İslamdan çıkarıyorlar. Yahut "bu insanlar Allah'a iman etmemişlerdir." Bu da aşırılığın değeri olan, kendisini bir vadi de diğerlerini başka bir vadide görmektir.

Bu düşüncenin ilk oluşumu İslam sahasında Haricilerin ortaya çıkmasıydı ki bu insanlar İslamdaki ibadet değerlerine çok bağlıydılar. Namaz, oruç, Kur'an okuma v.s. Yalnız bunlar "uzuv" fesadıyla gelmeyip "küfür" fesadıyla ortaya çıktılar. Onlara kötü amelleri süslendirildi ve onu (yaptıklarını) güzel gördüler. Resûlullah onları şu sözüyle vasıflandırdı; "Birinizin namazı onların namazına karşı hakir olur, birinizin kıyamı onların kıyamına göre hakir olur ve okuması onların okumasına göre hakir olur." Bu vasıflandırmayla birlikte onlar hakkında yine şöyle buyurmaktadır: "Okun yaydan çıktığı gibi onlar dinden çıkarlar."

Geçmiş olan Haricilerde olanların aynısı şimdi onların halefleri (takipçileri) olanlarında da aynen vardır.

Yani bunları takip eden, asrımızdaki "El-Tekfir ve'l- Hicre" cemaati diye bilinen cemaattir.

Bu muasır olan cemaat günah işleyip o günahında ısrar eden herkesi tekfir ediyor. Hakimleri Allah'ın hükümleriyle hükmetmediklerinden dolayı tekfir ediyorlar. Hüküm olunanları da bu hükme razı olduğundan dolayı tekfir ediyorlar. Bu cemaat din alimlerini ve başkalarını da tekfir ediyorlar. Çünkü bu din alimleri hakim ve mahkumu (yöneten ve yönetileni) tekfir etmedikleri için kafirdirler. Çünkü bunlara göre kafiri tekfir etmeyen de kafirdir. Onlar yine onların düşüncelerine zıt olan herkesi tekfir ediyorlar. Yine onların fikrini kabul edip de onların cemaatine girmeyen ve onların imamlarına biat etmeyen herkesi tekfir ediyorlar. Kim onların cemaatine girerse fakat herhangi bir sebeple çıkarsa o kimse mürteddir ve kanı helaldir. Tebliğleri erişmiş olan tüm cemaatler onlara katılmadıkça onlar kafirdirler. Kim bir imamın sözünü alırsa ama kıyas ile hareket ederse o kimse Muşriktir, kafirdir. Onlara göre Hicri 4. Asırdan sonraki asırlar küfür ve cahiliye asrıdır. (Abdurrahman El Hayr Tekfir Cemaat eserinden alıntı).

Peygamberimiz (s.a.v.) bizi tekfirden korumuş ve ondan şiddetle kaçınmamızı emretmiştir. Ve sahih olan bir hadisinde; “Kim kardeşine kafir derse ikisinden birisi kafir olur..." buyurmuştur. Aynı zamanda Usame Bin Zayd hadisinde ise: "Kim La ilahe illallah" derse o kimse İslam'a girmiştir. Kanı ve malı kurtulmuştur." Şayet bu kimse korku, yahut kılıçtan kurtulmak için söylese bile bu kimse müslümandır. Biz zahire göre hükmederiz. Bu kimsenin hesabı ise Allah katındadır. Ki bundan dolayı Resûlullah (s.a.v) savaşta Usame bir adamı şehadet getirmesine rağmen öldürünce onu kınamış ve;

Sen onu tevhid kelimesini getirmesine rağmen mi öldürdün?" demiş, Usame de;

"O kılıç korkusuyla söyledi" diye cevaplamıştı. Resûlullah da;

"Sen onun kalbini yardın mı?" deyince, bu olay üzerine üzülen Usame;

"Resûlullah bunu o kadar tekrarladı ki keşke ben o gün iman etmiş olsaydım diye temenni ettim." demişti.

Kim yakin ile İslama girmişse onun İslamdan çıkması da yakin ile olmalıdır. Yakin ise şek ile yok olmaz (yani şüphe ile dinden kimse çıkarılmaz.) Hatta bu günahlar büyük günah olsa bile: örneğin, ölüm, zina, içki içmek vs. Yalnız bu hükümleri inkar, karşı çıkma olursa bu ayrı bir şeydir.

Bundan dolayı Allah'u Teala bir kişiyi kasten öldüren ile öldürülenden velisi arasında dini kardeşliğini şu ayeti kerimede ispat etmiştir; "Kim (yani katil) kardeşi tarafından affedilirse o zaman (affedenin örfüne göre) uygun olanı yapmak güzelce onu ödeme (si) gerekir." Ve Resûlullah içki içen bir kimşeyi birisinin lanetlediğini duyunca defalarca ona; "Ona lanet etme, çünkü o Allah ve Resulünü seviyor." buyurmuştur.

Tekfırcilerin aşırı gidenlerinin dayanmış oldukları bütün düşünceler Kitap ve sünnetle merdut olup (reddedilip) bu düşünceyi İslam ümmeti asırlar önce terk etmiştir. Buna rağmen insanlar kalkıp bunu yenilemek istiyorlar. Heyhat!..

Tekfir düşüncesine sahip olmanın birçok sebebi vardır. Tek bir sebebi yoktur. Sebeplerin bazıları dinidir. Bazıları siyası, bazıları toplumsal, sosyal sebeplerdir. Ekonomik ve nefsi ve fikri sebepleri de vardır.

Bu sebeplerden bazıları, ailevidir de. Kişilerin sebepleri de vakidir. Yani kişinin şahsından da kaynaklanan sebepler de vardır. Bu sebepler toplumla ilgili de olabilir. Toplumda oluşan zıdlıklar... Diyelim ki itikad ile mu'amele arasında, vacip olan şeyler arasında, din ile siyaset arasında, söz ile amel arasındaki zıtlıklardan oluşabilir.

Bu gibi zıtlıklara büyükler ne kadar tahammül etse bile gençler bu gibi şeylere tahammül edemiyorlar.

Bazıları tahammül etse bile tümü tahammül etmiyor. Bazen tahammül etse bile çoğu zaman tahammül etmiyor.

Sebeplerin bazıları da (ortadaki) hükümlerin fesat oluşundan, hakimin tağiliğinden (tuğyanına) kendi halklarının haklarına riayet etmemekten, kötü hevalara sahip olmalarından ileri geliyor.

Bu sebeplerden (diğer) bazılarını (da) sayalım:

1- Dinin hakikatini görme zayıflığı; Bu aşırılıkta en esas olan sebeplerdendir. Fakih olmamak, dindeki sırları bilmemek... Bundan maksat mutlak mahiyette dinde cehalet değildir. Bu sebepten maksat ilmin yarısına sahip olmaktır. Kendisini alimlerin zümresinden saymak ve buna rağmen çok çok şeyden cahil olmak... İlimden bildiği şey de oradan buradan aldığı şeyler olması...

Resûlullahın Buhari ve Muslim'den gelen şu hadisi bu hakikati açıklamaktadır; "Allah, ilmi insanların içine düşmüş oldukları ihtilaftan dolayı onlardan almaz fakat onlardan alimleri alarak (yani vefat ettirerek) onlardan ilmi alır, ta ki kimse kalmayıp daha sonra cahil insanları kendilerine reis edinirler ve insanlar onlara sorarlar, onlar da ilimsiz cevap vererek hem kendilerini ve hemde onları dalalete götürürler." Malik Bin Enes rivayet eder ki; bir gün Rabia çok ağlar ve ona;

"Sana bir musibet mi indi?" derler. O da;

"Hayır fakat, ilmi olmayanlar fetva veriyorlar." der.

2- Zahiri olarak nasları anlamaya yönelmek. Bunlar, gerçekten İslam ümmetinin kurtulmuş olduğu "zahiriye medresesini" bir daha yapmak istiyorlar. Öyle bir medrese ki hükümlerin illetini (sebebini) kabul etmiyorlar ve aynı zaman da kıyası inkar ediyorlar. İbadet konusunda kesinlik kazanan şeylerde değiştirmeye gitmek mümkün değildir, örneğin Ramazanın başka aya alınması gibi. Fakat başka hükümlerde illet aranmalıdır. O illet (sebep) ortadan kalkarsa değişik hükümler verilebilir.

Örneğin: Malik, Buhari ve Muslimin rivayet ettikleri şu hadiste, Resulullah düşman ve kafir diyarına Kur'an'la sefere gidilmesini men'etti. Fakat bu hadisin illetine bakıldığında kafirlerin Kur'an'a kötülük yapma endişesi var. Bu illet ortadan kalkarsa bu nehiy de (yani yasak da) kalkar.

3- Haramların sınırlarını daraltmaları.

4-Terimlerdeki (kavramlardaki) anlayış yetersizliği. Bir kelime değişik anlama gelebilir. Yani değişik anlamları olabilir. Onlar mutlak imanla, iman-ı mutlak arasını ayırmıyorlar. Kamil İslamla soyut İslam'ın arasını ayırmıyor ve günah küfrü ile şirk küfrünün arasını büyük şirk ile küçük arasını, itikadı nifak ile ameli hal ve tavırdan dolayı cahili bir harekette bulunanı itikadî cehaletle isimlendiriyorlar. Hadiste; "Zina eden Mu’min olarak zina etmez, içki içen Mu’min olarak içki içmez." ve diğer nice hadisler var ki "imanı" nefyediyor. Fakat bundan murad asıl iman olmayıp kamil imandır. Asıl iman ise Cibril hadisinde geldiği gibidir...

Başka bir hadiste ise; "İslam açıktır, iman ise kalptedir." Hucurat süresindeki Arapların İslamıysa bu çeşit bir İslamdır. Küfür, şeri dilde Allah ve Resulünü inkar ve yalanlama anlamına geliyor. Delili ise Nisa 136'dır.

Bazen de İslamdan dönme anlamına geliyor (irtidat).

Bazen küfür kelimesi ameli günahlar için de kullanılır, ki bunlar ne inkar ne de yalanlama ile ilgilidir.

Büyük alim İbn-i Kayyım "Medaricu's-Salikîn" isimli eserinde küfrün iki çeşit olduğunu söyler:

1- Büyük küfür: Ateşe girmesi ebedi olarak haktır.

2- Küçük küfür: Ateşe hak kazanır. Fakat ebedi değildir.

"Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridirler. Zalimlerin ta kendileridirler... Fasıkların ta kendileridirler.” ibn-i Abbas'ın bu ayet hakkındaki tefsiri şöyledir:

"Buradaki küfür insanı İslam dairesinden çıkaran küfür değildir. Yani bunu yaptığında onunla kafir oluyor, yalnız bu küfür Allah'ı ve ahiret gününü inkar edenin küfrü gibi değildir. Tavus ve Ata (adlı alimler de) "küfrün dışında başka bir küfür, zulmün, faskın dışında başka bir zulüm, fısk" olarak görmüşlerdir. Daha önce de bundan bahsedilmişti. Bazıları da "inkar etme" anlamında ele almışlardır. Bu tercih edilen bir görüş değildir. Tavus ve Ata (adlı alimler de) "küfrün dışında başka bir küfür, zulmün, fıskın dışında başka bir zulüm, fısk" olarak görmüşlerdir. Daha önce de bundan bahsedilmişti. Bazıları da "inkar etme" anlamında ele almışlardır. Bu tercih edilen bir görüş değildir.[1][147]

Yusuf El-Kardavî'nin de belirttiği gibi özellikle günümüzde, tekfirde aşırı gitme düşüncesine kaynaklık eden birçok sebep vardır. Kardavî'nin söylediklerine ek olarak bizim yaşadığımız topraklarda ise tekfire aşırı yönelmenin daha başka sebepleri de vardır.

Bu sebeplerin en önemlilerinden birisi İslam iddiasıyla ve İslam'a hizmet iddiasıyla ortaya atılanların birbirlerini çekememeleridir. Aslında bunu doğuran asıl etken daha başkadır ki o da şahsiyetlerin sağlam olmamasıdır. Yoksa ilmi eksik olan herkes tekfire yönelmiyor, ailesiyle sorunu olan herkes tekfire yönelmiyor. Bunlarla birlikte tekfire yönelmenin altında daha değişik faktörler de mevcuttur. Ayrıca Siyonistlerin, laiklerin, emperyalistlerin "düşünce bozukluğu" oluşturmak amacıyla günümüzde çok gayretler içinde olduğunu anlamak için o kadar da ileri görüşlü olmaya bile gerek kalmamıştır. Buna misal olarak, doğrusuyla yanlışıyla Vehhabî ekolünün başına gelenleri hatırlayabiliriz. Gelelim Et-tekfir ve'l-hicre grubunun özelliklerine. Bu konuyla ilgili olarak da yazar Salih Verdanî'nin "Mısır'da İslamî Akımlar" adlı eserine başvurmak istiyoruz:

"Tekfir düşüncesinin esaslarını belirleme konusuna eğilen Şükri Mustafa (tekfir cemaati lideri); Dil, Tefsir, Hadîs ve Fıkıh kitaplarını tarayarak, kendi görüş ve fikirlerini destekleyen hükümleri çıkarmaya başladı. Bu arada, hapishanede yaşadığı olayları, fikir ve sıkıntılarını dile getiren şiirler yazıyordu.

Şükri Mustafa'nın şahsiyeti, Tekfir çizgisindeki ısrarı ve görüşlerindeki sertlik, hapishanede Kutubçu ve İhvan akımı mensupları ile kendisi arasında bir çok problemin doğmasına sebep olmuş, bu yüzden diğer tutuklulardan ayrı bir bölüme yerleştirilmişti. Ancak gittiği her yerde, aşağı yukarı aynı problemlere sebep olmaktan kurtulamamıştır.

İhvan'ın, et-Tekfîr akımını abluka altına almada kullandığı makale ve reddiyeler, daha sonra "Duat la Kudat" (Kadı Değil Davetçi) ismi altında yayınlanmıştır.

Şükri Mustafa'nın 1965 ile 1971 yılları arasındaki tutukluluk dönemi kendisine, akımın düşünce yapısını oluşturma temel ve stratejisini geliştirme fırsatı vermiş; ileriye dönük programların hazırlanması da bu dönemde gerçekleşmiştir.

Tutukluluğu sırasında Şükri Mustafa ile diğerleri arasında meydana gelen fikrî mücadelelere rağmen, 1960'lı yılların sonuna kadar Şükri'nin fikirleri; serbest kaldığı zaman hangi esasa göre eylemlere kalkışacağı konusundaki görüşleri, tam olarak netleşmemişti.[1][148]


Geçmişe ve Geleneğe Karşı Tutumları


Et-Tekfir akımı geçmişin fikrî ve fıkhî birikimlerinin hiç birini tanımamakta, buna karşın kendisinin ortaya koyduğu içtihatları ve görüşleri, şüphe edilemeyecek tek gerçek olarak kabul etmektedir. Bu esastan hareketle Tekfir akımı, fakihlere uymayı reddetmektedir. Kur'ân'ın; "Gerçekten biz Kur’ân-ı anlaşılması için kolaylaştırdık." mealindeki ayetini delil kabul ederek, herhangi bir ilim ehlinin yardımı olmaksızın kitap ve Sünneti anlamanın mümkün olabileceğini ileri sürmektedir. Ayrıca Şüferî Mustafa; "Allah'ı bırakarak bilginlerini ve din adamlarını Rabler edindiler." ayetine dayanarak, "taklid eden kafir olur" anlamında bir kural ihdas etmiş ve fakihlerden herhangi birine uyan kimsenin, İslam dininden çıkacağına hükmetmiştir.

Şükri'nin düşüncesindeki bir başka önemli unsur ise kavramlar konusudur. Bu konuda şunları söylemektedir: Doğru yolun esası ve sahih İslamî anlayış; kavramları dinî (Kur'anî) kullanımlara dayandırmakla mümkündür. Bu kavramlar bozulup gerçek anlamlarının dışında kullanıldığında ise, denge ve ölçü bütünüyle bozulmuş olur. Böyle bir bozulma ortamında, 'şerri', ‘hayr' ve 'çirkin'i 'güzel' diye isimlendirmek mümkün olur.

... Nitekim dinî kavramlarla çatışan garip birtakım terimlere İslam Fıkhı adı verilmiştir. Örneklersek; Fıkıh Terminolojisi'ndeki fasık müslüman tabiri, dinî isimlendirmenin dışında bir kavramlaştırmadır. Gerçekte fasık ve fısk kelimeleri kafir ve küfre delalet etmektedir. Yine zalim kelimesi de böyledir. Fakihler "zalim müslüman" demektedirler. Oysa Kur'anî kullanımda zalim sıfatı, kafir için kullanılmaktadır. Nitekim Allah; "Kafirler zalimlerin ta kendileridir." buyurmaktadır.

Bu durumda bize düşen, kavramları dinî kayıtlara bağlı kalarak kullanmak; dinî kavramları ancak dinî kullanımlarla belirlemektir. Bu konuyla ilgili olarak, bu uygulama dışında yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Kur'anî kullanımın dışında bir kavramlaştırmayı kabul edenlere biz; "Bu, sizin ve babalarınızın isimlendirdiği kavramlardan başkası değildir. Gerçekte Allah, onlara bir yetki de vermiş değildir." ayetini hatırlatırız.

Bu konuda bir örnek olmak üzere; Mesâcidullâh (Allah'ın mescidleri) kavramının anlamını doğru olarak belirlemek istediğimizde, dikkatlerimiz mescid kelimesi üzerinde yoğunlaşır. Gerçekte günümüzdeki mescidler, dinin mescidler için belirlediği nitelikleri taşımamasına rağmen, bunlara Mesâcidullâh ismi verilebilmektedir. Beni küçük düşürmek için "Sen niçin mescidlerde namaz kılmıyorsun" şeklinde bir soru yöneltilse; soruyu soran kişiden, öncelikle, sözünü ettiği mescidlerin, Allah'ın kitabı'nda dinî niteliklerini açıkladığı, hakiki mescidler olduğunu ispatlamasını beklerim. Zira Kur'an'da mescidlerin şu özellikleri belirtilmektedir:

Mescidler Allah'a aittir. Oralarda Allah ile beraber bir başkasını anmayınız.

Allah'ın, yüceltilmesine, içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde..

Muşrikler Allah'ın mescidlerini onaramazlar.

Şükri Mustafa'nın yukarıda kendi ifadeleriyle, sunduğumuz kavram anlayışı, fikir sisteminin temel prensiplerinden biri olarak kabul edilir. Bu konu, kendisi ile geçmişi ve diğer İslamî akımlar arasındaki ayrılık noktasıdır. Şükri'ye göre, şirk, ma'siyet, cemaat, cihad ve mescid... v.s gibi kavramların taşıdığı gerçek anlam ve delaletleri, geleneğin ortaya koyduğu anlam ve delaletlerden tamamıyle farklıdır, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi, Mescid-i Aksa ve Medine'deki Mescid-i Küba hariç olmak üzere, dünya üzerindeki bütün mescidler, takva kastıyla tesis edilmediği için, içlerinde namazın sahih olamayacağı "Dırar Mescidleri"dir. Ayrıca bu dört mescidde cemaatle namazın sahih olabilmesi için, et-Tekfir cemaatinden birinin imamlık yapması gereklidir. Yoksa orada ancak, ferdi namaz caiz olur.

Şükri Mustafa Fıkıh, Usul ve Hadis kitaplarından bir çoğunu okumuştur. Şatıbi'nin el-Muvafakat'ı; Amidi'nin el-ihkam'ı; îbn-i Hazm'ın el-İhkam'ı; Ebû Zehra'nın Usûl'i-Fıkh'ı; İbn Kesir’in Tefsiri; Buhari'nin Sahihi ve İbn Hişam'ın Sire'si bunlardan bazılarıdır. Çağdaşlardan, Seyyid Rutub'un kitaplarının dışında hiç bir kitap okumamıştır. Şükri, bu kitaplarda yer alan bilgilerin doğruluğuna inanmamakta, büyük yanlışlıklar içerdiğini ileri sürmektedir:

(Ben prensip olarak kitapları incelerim. Birinin, fikrini bir başkasına, yazılı veya sözlü olarak anlatmasına ya da ictihad etmesine karşı değilim; hatta içtihadın görev olduğuna inanıyorum. Ancak karşı olduğum husus, yazarın kitabına yanlışları akratması, mubah olmayan veya peygamberin sustuğu konularda; bilerek, kendisine göre konuşması ve yazmasıdır).

Şükri Mustafa'nın bu ifadeleri ilk bakışta onun geçmiş birikim karşısında yumuşak bir tavra sahip olduğu ve bazı fıkıh ürünleri ile fakihleri kabulleneceği izlenimi uyandırır. Ancak Şükri, Fıkıh ve fakihlerin aleyhinde oldukça kesin bir tutuma sahiptir. İbadet ve şirk konusundaki hükümleri nedeniyle fakihleri eleştirmekte ve şeyle demektedir:

(İslam'da ibadetten kasıt, yalnız Allah'a ibadet etmek, yani itaatına bir başkasını katmamaktır. Başkasına itaat etmekle yani Allah'a ortak etmekle ibadet yapılmış olmaz. Bu husus hem aklın verileri hem de dinin değişmez prensipleri ile sabittir. "Allah'tan başkasına itaat, hem aklen hem de naklen şirktir" prensibi buna dayanır. Fakihler Allah'ın; “Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındakileri, dilediği kimse için affedebilir.” mealindeki ayetini yanlış anlamış ve yanlış yorumlamışlardır. Bunlar şirki; putlara secde etmek, oklarla fal açmak v.b şeylerle tefsir etmişlerdir. Görüşlerine göre şirkten aşağı olan günahlar; hırsızlık, zina, içki içmek ve benzeri diğer günahlardır. Oysa fakihler, bu söyledikleriyle ilgili olarak nakli bir delile sahip değillerdir.

Günahların da şirk olduğunu, şirk ve küfür kavramlarını kullanarak ifade eden, bir çok kesin nasslar mevcuttur. Nitekim peygamber (s.a.v)'in: "Allah'tan başkasını adına yemin eden şirk koşmuştur.” ve; “Kişi ile küfür, şirk arasında namazı terk vardır." sözleri bu konudaki nasslardan bir kaçıdır.)

Yukarıdaki prensiplerden hareket eden et-Tekfir akımı içtihad meselesini kabul etmemekte ve onu bilinenden farklı bir şekilde yorumlamaktadır. Şükri'ye göre içtihad, nass bulunduğu zaman yapılır. Nass bulunmadığı zaman ise içtihad caiz değildir. Bu durumdaki içtihad re'y ile kıyas yapmak veya konuyu ümmete götürmektir ki; böyle bir içtihad, itibar olunamayacak derecede temelinde batıl bir görüştür.

Et-Tekfir akımı İcma, Kıyas veya Mesalih-i Mürsele gibi, müçtehidin hüküm çıkarırken kullandığı prensip ve metodlardan, hiçbirini kabullenmemektedir. Akımın ileri gelenlerinden biri, bu konuda şunları söylemektedir: "Delil ancak Kitap ve Sünnet'tir. Bunların dışında delil yoktur. Bu nedenle biz icmayı, kıyası, Medine ehlinin amelini, sahabenin reyini, fukahanın görüşlerini duvardan duvara çarparız. Biz ancak kitap ve sünnetle delil getiririz."

Et-Tekfir Akımı'nın genel olarak geçmiş birikime, özel olarak da içtihada karşı takındığı bu şiddetli olumsuz tavra rağmen, akım elemanlarının savundukları et-Tebeyyün, et-Tevakkuf, günahın şirk olduğu, şirk ile günah arasında bir farkın bulunmadığı ve günah üzerinde ısrar eden kişinin kafir olduğu yolundaki hükümlerin çıkarılmasında, bu tezlerin sahibi Şükri Mustafa'nın bir takım içtihad kurallarını benimsemiş bulunması, işin, belirtilmesi gereken ilginç bir yönüdür.[1][149]


Et- Tekfir Akımının Bugünkü Durumu


1970'li yılların başında Mısır'da, et-Tekfir akımının yayılışı çok hızlı bir şekilde olmuştur. Bunun sebeplerini şu şekilde belirlemek mümkündür:

a- O sıralarda ortamın müsait bulunması,

b- Gelenekçi Mısır halkı karşısında etkili ve çekici olan "nass" silahını kullanması,

c- Cemaat, fertlerinin gayretli çalışmaları sayesinde, davete ehil geniş bir kadroya sahip bulunması.

Akımın, küfrüne hükmettiği düzene karşı takındığı uzlet tavrı, bir zaman sonra akımın gelişmesi yolunda büyük bir engel haline gelmiştir. Bu bağlamda, akımın her hareket ve çabası kontrol altına alınmış ve ekonomik yönden güçsüz duruma düşürülmüştür. Böylece önüne, hiç beklenmedik problemler çıkmıştır. Oysa akım, düzenle belirli bir ilişkiye girmiş olsaydı, bütün bunlar olmayacaktı.

İşte belki de bu sebepler dolayısıyla Şükri Mustafa, akım mensuplarını çalışmak için dışarıya göndermeye başlamış, böylece de cemaatin çalışmalarını kamufle edebilecek gerekli imkanları elde etmeyi başarmıştır. Bu düzenlemeler ile bir takım küçük cemaatlere karşı üstünlük sağlamasına ve "davet" görevini yüklenerek bütün çalışmalarını buna hasredecek elemanların yetiştirilmesine rağmen; bu imkanların iyi değerlendirilmemesi, akım için sonun başlangıcı olmuştur.

Akımı tehdit eden iç ihtilaflar belirlemeye başlayınca, akımdan ayrılanları cezalandırmak için kan dökmeye varıncaya kadar, bütün yöntemler uygulanmaya başlanmıştır. Kahire'nin muhtelif bölgelerinde, cemaat mensuplarına karargah vazifesi gören birçok yurt ve evlere, bir çok vasıtaya sahip durumda bulunan et-Tekfir akımı eski Evkaf Bakanı Şeyh ez-Zehebi’yi kaçırarak, öldürme eylemini gerçekleştirmiştir. İşte bu eylemden sonra, akım için zor günler ve dağılma dönemi başlamıştır.

Bu dönemde et-Tekfir cemaatine saldıran tek İslamî şahsiyet ez-Zehebi değildir. Ezher'e ve diğer akımlara mensup bir çok kişi de, bu akıma hücumlar yöneltmekteydi. Bu hücumlara karşılık olmak üzere, et-Tekfir akımı hareket çizgisini aşarak saldırılarda bulunmaya başlayınca, 1977 senesinde 6 nolu kararla Askerî Mahkemeye sevkedildiler. Burada sürdürülen yargılamalar sonucunda, başta Şükri Mustafa olmak üzere dört kişinin idamına, cemaatin bazı fertlerinin de uzun mahkûmiyet cezaları almasına hükmedildi. Şükri'nin idamından sonra cemaat şiddetli bir şekilde sarsılmış ve akım parçacıklara ayrılmıştır.

Şeyh ez-Zehebi’nin öldürülmesinden sonra, müslümanlar arasındaki nüfuz ve etkinliğini zaten büyük ölçüde yitiren et-Tekfir akımı, 1970’li yılların sonlarına doğru hükümetin İslamî akımlara karşı gerçekleştirdiği manevralardan etkilenerek, abluka altına girmiş bulunuyordu. Bu haliyle eski çekiciliğini ve varlığının gerekçesini yitirerek eski moda bir akım durumuna düşmüştü.

1981 Eylül ayındaki tutuklama kararları ile diğer İslamî akımlar gibi et-Tekfir akımı da büyük bir darbe yemiş; akım saflarında gerçekleştirilen tutuklamalar 1984 yılına kadar sürmüştür. Bu yeni şartlar karşısında et-Tekfir akımı, geçmişteki birçok tutum, davranış ve görüşlerinde değişikliklere gitmeye başlamıştır. Bu cümleden olmak üzere, durumlarını gizleyebilmek amacıyla mensuplarına sakal traşını serbest bıraktıkları gibi; kadınların yüzlerindeki peçeyi kaldırmalarını, belli sınırlar içinde hükümette görev almayı, batı tipi elbiseler giymeyi de serbest bırakmışlardır. Ayrıca, akımla diğer İslamî akımlar arasındaki ilişkilerde gelişmeler gözlenmiştir. Bu değişme ve gelişmelerin ortaya koyduğu şey, et-Tekfir akımının da eninde sonunda esneklik metoduna sarılmanın zorunluluğuna inanmış olmasıdır. Gerçekte bu durum, akımın lehine olumlu bir puan olarak kaydedilmelidir.

Şükri Mustafa'nın, et-Tekfir akımının fikriyatını oluşturan yazmaları 4 bin sahife tutmaktadır. Bu yazılar gibi, cemaatin bazı mensupları tarafından yazılan siyasî konuşmalar ve cemaatin tutumlarıyla ilgili diğer eserler de henüz ortaya çıkmamıştır. Bu eserlerden bir kısmı Şükri Mustafa'nın yazdığı "Usûl" doğrultusundaki eserler olmakla birlikte, bir kısmı da Şükri ile birlikte idam edilen yeğeninin yazılarıdır.

Bu yazı ve eserlerin gizli tutulması veya, kendi fikir ve düşüncelerini ortaya koyan bir yayın çıkarma girişiminde bulunmayışı, akımın, uzlet anlayışı ile sahip oldukları fikirlerden herhangi bir şüphe duymamasına bağlanabilir. Akıma göre, insanlık tarihine kesinlikle et-Tekfir cemaatinin itikadı hakim olacaktır. Bu gizliliğin bir başka nedeni ise, cemaatin saflarına alacağı elemanların seçiminde, sadece ferdî çalışmaya dayanan gizlilik prensibini benimsemiş olması ile, açık tebliğe ve harekete değer vermemesi olarak düşünülebilir.

Şükri'nin düşüncelerinin gün ışığına çıkmasına engel olan sebepler ne olursa olsun, akımın hükümet ve diğer İslamî akımlar tarafından abluka altına alındığı bir gerçektir. İşte bu husus, akımın, çizgisinde (aktif) bir rol ortaya koyacak, davayı savunacak, dikkatleri üzerine çekecek şekilde kadrolaşmasına engel teşkil etmektedir.

Et-Tekfir akımının gerçek yüzünün anlaşılması konusunda, Şükri'nin bazı yazmaları ve cemaat fertleri arasında ortaya atılan düşünce ve münakaşalarından başka, hiç bir kaynak bulunamamaktadır.

Bu gün akım elemanlarının birçoğu Suudi Arabistan, Irak ve Ürdün'e yerleşerek, çalışmalarını sadece ekonomik sahaya hasretmişlerdir. Bununla cemaatin güçlenmesi ve genişlemesine katkıda bulunmayı amaçlamaktadırlar. Bu ekonomik amaçlı göçlerin neticesinde ise, Mısır, akım için merkez olma özelliğini kaybetmiştir. Öyle ki, buradaki elemanlar Mısır yönetiminde, kendi can güvenliklerini bile koruyamaz durumdadırlar.

1981 yılında meydana gelen olaylar ve tutuklama kararlarıyla başlayan hareketler; hapishanede et-Tekfir akımıyla diğer akımlar arasında meydana gelen çatışmalar; Ezher Üniversitesi'nin yönlendirdiği yayın savaşı ve beyin yıkama faaliyetleri neticesinde, cemaat mensuplarından bir çok ferdin, düzene ve Şükri Mustafa'ya karşı görüş ve tutumlarında değişiklikler görülmeye başlanmıştır.

Mısır'da İslamî alanda birbirini takip eden olaylardan sonra et-Tekfîr akımı, Şükri Mustafa'nın belirlediği sınırları aşarak, daha bir çok aşırılıklara varan çeşitli kollarca temsil edilmektedir.

Bugün Mısır'da, çağdaş et-Tekfir akımı, geçmişte saflarında bulundurduğu ehliyetli kişilerden ve üniversite öğrencilerinin desteğinden mahrum bulunmaktadır. Akım mensuplarının çoğunluğunu kendi alanında çalışan çarşı-pazar esnafı oluşturmaktadır. Akım davetçileri son zamanlarda bütün gayretlerini bu yönde yoğunlaştırmışlardır.[1][150]




Et-Tekfir akımının Fakihler'den ayrıldığı başlıca önemli noktaları gösteren tablo



et-Tekfir . - . Fakihîer


1

Şirk bir bütündür, bölünmez - Şirk iki kısımdır: Büyük şirk, küçük şirk


2

Günah şirktir - Günah şirk değildir


3

Günahta ısrar eden kafirdir - Günahta ısrar eden müslümandır


4

İçtihad nassın mevcut olduğu durumda yapılır. - İctîhad nassın mevcut olmadığı durumlarda yapılır.


5

Cehennem, oraya girenler için ebedidir - Cehennem ancak kafirler için ebedidir.


6

Büyük günah işleyen kafirdir - Büyük günah işleyen müslümandır.


7

Mukallîd kafirdir - Mukallîd müslümandır.


8

İcma, kıyas ve mesalih-ı mursele ve diğer fıkıh esaslar batıldır - Usul-u Fıkıh sahihtir.


9

Bütün mescitler DIRAR'dır -Değildir


10

Toplum kafirdir -Değildir.



Mısır'da doğan ve daha sonra halkında müslümanların yaşadığı diğer coğrafyalara yayılan tekfir cemaatinin bu özelliklerini ve fikir yapılarını tanıdıktan sonra bazı okuyucuların "ya demek ki falan filan görüşün savunucuları bunlarmış" diye düşüneceklerini varsayıyoruz. Bunun yanında düşüncelerinde netlik sağlayamamış, "vasat ümmetin" eri olamamış bazı kişilerin de yukarıda fikirleri aktarılan Şükrî Mustafa'yı nasıl taklit ettiklerini de rahatlıkla görebilmekteyiz.

Yazar Salih El-Vardanî'nin de belirttiği gibi Mısır ulemasından Hasan El-Hudaybî "Tekfir Grubu ve Şükrî Mustafa"nın görüşlerini çürütmek amacıyla özel bir eser hazırlamıştır. Hudaybî bu eserinde Tekfir Cemaatinin fikirlerini Kur'an ve sünnetten apaçık delillerle çürütme yolunu tutmuş bu arada tekfire kaynaklık ettirilen bazı alimlerin -bazı- görüşlerini de aşırılığa kaçmadan eleştirmiştir, örneğin, Seyyid Kutub'un; Arapların tevhid kelimesinin manasını bildikleri için red ya da kabul ettikleri hususundaki görüşü Mevdudi’den aldığını belirterek Mevdudî'yi bu konuda şöyle eleştirmektedir:

"Evvela bizler onun Peygamberin peygamber olarak gönderilmesinden önce, Arap'ların arasında ulûhiyet, ibadet ve din kelimelerinin manalarının bilindiklerini, bundan sonra bu manaların kaybolarak değiştiklerini ve daha önceki genişlikleri daralarak, sınırlı manalara haps edildiklerini ileri sürmesine cevap vermek istiyoruz.

Bununla ilgili olarak Allah'tan yardım dileyerek şöyle deriz:

Herşeyden önce bu tesbit, gerçek durum ile uyuşmamaktadır. Çünkü bu kelimelerin Cahiliye dönemindeki yaygın manaları ne olursa olsun, Kur'an-ı Kerim bu kelimelerin her birisinden neyi kastettiğini belirleyerek, sınırlarını çizerek gelmiştir. Bu kelimelerin her birisinden hangi anlamı kastettiğini de bildirmiş ve en ileri noktada açıklama getirmiş, herhangi bir kapalılık, ya da karışıklığa meydan vermeyecek şekilde her bir kelimenin manasını açık, seçik bir şekilde ortaya koymuştur. O bakımdan Kur’ân-ı Kerim'in bu açıklayıcılığı, bizlerin bu kelimelerin Kuran'ın nüzulünden önce sözlük manalarının ne olduğunu araştırmamıza gerek bırakmamıştır. Hiç bir Müslümanın; Kur'ân-ı Kerim'in getirmiş olduğu açıklamaların daha sağlam, daha açık, daha kapsamlı ve daha yüce olduğundan şüphesi olamaz. Daha doğrusu Kur'ân-ı Kerim'in beyanının gereği ne ise; onun alınması gerekir. Bu mananın onun nüzulünden önceki manalara uyması, ya da uymaması arasında herhangi bir fark yoktur.

Kur'ân-ı Kerim'in kendisi ulûhiyetin, rubûbiyetin, ibadet ve dinin ne gibi anlamlar taşıdığını ortaya koyan apaçık ayetlerle dolup taşmaktadır. Yüce Allah'ın kitabı'nı okuyan bir kimsenin karşısına çıkan ilk ayet-i kerime: "Bismillahirrahmanirrahîm."dir. Hiç şüphe yok ki bu ayet-i kerime lafza-i celalin bir çeşit tanımını kapsamakta ve hemen bunun akabinde diğer tarifler peşpeşe gelmektedir.

"Hamd, alemlerin rabbi, rahman, rahîm ve din gününün mutlak hakimi olan Allah'a muhsustur. (Allah'ım) yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz. Sen bizleri dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna; gazap ettiklerinin ve sapıklarınkine değil!"[1][151]

Bütün hamd ve sena, alemlerin Rabbi olarak, yalnız O'nundur. Yani O, bütün mahlûkat üzerindeki tasarruf sahibi, mutlak malik, hesap gününün, Kıyamet gününün yegane malikidir. O, yalnız kendisine ibadet edilendir ve kendisinden başkasına asla ibadet edilmez. O, kendisinden yardım istenendir ve yalnız kendisine tevekkül edilir. Hayır ve felahı kapsayan hidayete iletmek de yalnız O'ndan istenir."[1][152]


Manalarını Bilmediği Halde Şehadet Kelimesini Söyleyen Kişinin Müslüman Olmadığını Söylemenin Yanlışlığı:


Şimdi de günümüzde şehadet kelimesini söylediği halde; bu kelimenin Peygamberin peygamber gönderildiği sıradaki anlamının değişmiş ve artık bunların gerçek manalarının kalmamış olduğunu gerekçe göstererek; onların müslüman olmadıklarına hüküm veren kimselerin sözünü ele almak istiyor ve onlara şöyle diyoruz: Bizler, bundan önceki açıklamalarımızda ve Kelime-i Şehadet'in anlamının hala insanlar arasında yaygın bulunuşunu ortaya koymakla, hatta Kur'ân-ı Kerim'in inişinden öncekinden daha açık ve yaygın bir şekilde bilindiğini ispat etmekle sizin bu iddianızı çürütmüş bulunuyoruz.

Şimdi şunları da ekliyoruz: Ulûhiyet ve rubûbiyet kelimelerinin manalarının, insanlar arasında yaygınlık kazanmış olması ile onlardan "La ilahe illallah, Muhammedun Rasûlullah" şehadetini yapacak olan bir kimsenin şehadetinin kabul edilmesi için, bu şehadet kelimesini bu şekilde bilmesi gerektiğini ve ancak o takdirde müslüman olacağına hüküm verilebileceğini belirten ve bunlar arasında bağlantı kuran şer’i bir şartın varlığı söz konusu değildir. Böyle bir şartı ortaya koymak, şeriata yeni bir şey ilave etmektir. Bunu söyleyen kişinin bu iddiasının kabul edilebilmesi için, bu konuda Allah'ın kitabı'ndan ve Rasûlü'nün sünnetinden delil getirmesi gerekir.

Rasûlullah (s.a.v)'ın sözleri ve davranışları şer'an uyulması gerekli olan hususlardır. İşte onun söz ve davranışları sonradan ortaya konulmuş bulunan ve fazladan olan bu ilave şeriatın aksini ortaya koymaktadır: Çünkü Rasûlullah (s.a.v) Yüce Allah'ın dinine, ister Araplardan, ister sonradan Araplaşmış olanlardan, isterse başka yerlerden getirilmiş olan kölelerden dalga dalga Allah'ın dinine girmiş olanların Müslümanlığını kabul etmiş olduğu gibi, onun döneminde ülkeleri fethedilen Hîre ve Yemen halklarının da İslam'a girişlerini kabul etmiş ve bu konuda onlardan her birisinden şehadet kelimesini iyice anladıklarını ortaya koyacak, onların belirli manayı anlamış olduklarını kesin olarak açığa çıkartarak herhangi bir uygulamaya girişmemiş; yahut da onların kendi aralarında bu şehadete yaygın olarak verilen belirli bir muayyen manaların ne olduğu üzerinde durmamıştır. Hatta Peygamber'in huzurunda Arap'lardan olan bazı kişilerin bir takım sözlerin manalarını bilmedikleri de ortaya çıkmıştır. Az önce sunmuş olduğumuz Adiy b. Hatem'in durumu buna örnek olduğu gibi, Peygamber'in İslam'a girişlerini kabul etmiş olduğu bazı kimselerin, Allah'tan başka ilah olmadığına dair şehadetlerinde, bir takım anlamları bilmedikleride ortaya çıkmıştır. Nitekim "sen de bize onların silah astıkları ağaçları olduğu gibi, silahlarımızı asacağımız bir ağaç yap!" diyen kimselerin durumu böyledir. Peygamberin bu uygulaması bizlere şunu gösteriyor: Kelime-i Şehadet'i söyleyen bir kimsenin bu söylemesi, onun ulûhiyyet, rubûbiyyet, ibadet, din, Kelime-i Şehadet'in mefhumu ve benzeri diğer şer’i hükümleri bilmeyişi, müslümanlığına zarar vermez. Müslüman olduğuna hüküm vermeye engel teşkil etmez. Şer’i hükümler diğer müslümanlara nasıl uygulanıyorsa, ona da öylece uygulanır. İşte bu -hadiste tevatür olarak bilinen ve bir haberin doğruluğunu ispat etmek, bilginin kesinliğini ortaya koymak açısından en sağlam tevatür çeşitlerinden bir tanesi olan- herkesin herkesten bize kadar nakle de geldiği bir delildir.

Rasûlullah (s.a.v)'ın kendisi de Arap olsun ya da olmasın bütün insanlara peygamber olarak gönderildiğini biliyordu. Şu hadis-i şerif de onundur; "Ben, insanlarla Allah'tan başka ilah olmadığına şahitlik edinceye, bana ve benim getirdiklerime iman edinceye kadar savaşmakla emrolundum..." ila ahirihî.

Evet, istisnasız olarak bütün insanlar arasında hiç bir ayırım gözetmeden, Arap'la Arap olmayan arasında fark gözetmeden, Arapça konuşsun veya konuşmasın ayırım sözkonusu olmaksızın bütün insanlar hakkında Allah'ın hükmü budur. Emîn Rasûlün söylediği, yaptığı ve uyguladığı da bundan ibarettir. Eğer şehadet kelimesini söylemek açısından Arapça konuşanlarla konuşmayanların hükmü farklı olsaydı, yahut da Arapça konuşanlarla konuşmayanlara farklı uygulamalar ve bağlayıcılık söz konusu olsaydı ve ancak bundan sonra kişilerin müslümanlığı hakkında hüküm vermek mümkün olsaydı, Rasûlullah (s.a.v) bunu açıklamadan etmezdi. Diğer taraftan Yüce Rasûl bu fazladan öngörülen şarta geçerlilik kazandırmamazlık ve uygulamamazlık etmezdi. "Rabbin unutkan değildir."[1][153]

Bu tefrikayı (ayırımı, fark gözetmeyi) ortaya koyanlar ve bu fazladan şartı öngörenler Rasûlullah (s.a.v)'ın hadisin nassına, onun sabit olan uygulamasına ve hiç bir hilaf söz konusu olmaksızın gelen şeriat hükümlerine muhalefet etmiş ve Allah'ın şeriatının dışında ve ne Kitap'ta, ne de Sünnette onu belgeleyecek nassın varlığı söz konusu olmaksızın dine yeni bir şey eklemiş olur.

Diğer taraftan Müslümanlar hem Sahabe döneminde, hem de Tabiin döneminde Şam (bugünkü Suriye) bölgesini, İran'ı, Irak'ı, Mısır'ı, Kuzey Afrika'yı, Sudan'ı, Endülüs'ü, Türkiye'yi, Balkan'ın bir kısmını, Hindistan'ı ve bazı yerleri de fethettiler. Bunların hepsi Arapça bilmeyen insanların yaşadıkları ülkelerdi. Bugüne kadar bize herkesin herkesten yapmış olduğu nakilden de anladığımıza göre, Sahabe ve Tabiin bu ülkelerde yaşayan insanların Müslüman olmaları için Kelime-i Şehadeti (yani Allah'tan başka hiç bir ilah bulunmadığını ve Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğunu kabul edip dilleriyle) söylemelerini yeterli görmüşler ve bu konuda icma' etmişlerdir. Bu şehadeti söyleyen kimseler bu şehadeti söylemekle kanlarını ve mallarını korumuşlar, onlara İslam Şeriatının hükümleri uygulanmıştır. Bunlar daha sonra İslam Şeriatının bilmedikleri diğer hükümlerini yavaş yavaş öğrenmeye başlamışlardır. Hiç bir kimse kalkıp da dilleriyle söylemiş oldukları "şehadet kelimesinden sonra bir şart veya fazladan herhangi bir durumun gerçekleşmesi söz konusu olmadığı sürece İslam'a girişlerinin kabul edilemeyeceği" kanaatine varmamıştır. Diğer taraftan, ulûhiyyet ve rubûbiyyet kelimelerinin taşıdıkları manaları, cahiliye dönemi Arapları arasında yaygın olduğu şekliyle Arapça'yı bilmeyen bu toplumlar arasında, şu anda bizim aramız akinden daha fazla yaygın olduğunu ileri sürmek aklen mümkün olan bir şey değildir."[1][154]

Hudaybî nasslardan hareketle oluşturduğu reddiye sürecinde tekfirde aşırı gidenlerin birçok iddialarına cevap vermektedir. Mesela iman ettiği halde kendisine bazı hükümler ulaşmayan kişiler hakkında şu görüşleri serdetmektedir:

İki kişinin bile -hatta yalnız müslümanlar arasında değil, bütün din mensupları dahil olmak üzere- ihtilaf etmedikleri bir konu vardır, ki o da şudur: Rasûlullah (s.a.v), kendisinin insanlara getirmiş olduğu dinin dışında herhangi bir dine bağlı kalan herkesin kafir olduğunu, kesin olarak belirtmiştir. Bu bakımdan bizler de bu noktada duruyor ve onun söylediğini söylüyor; vermiş olduğu hükmü veriyoruz.

Yine iki kişinin ihtilaf etmediği diğer bir konu şudur: Peygamber kendisine tabi olan, getirmiş olduğu şeylerin tümünü tasdîk eden ve bunların dışında kalan bütün dinlerden uzaklaşan herkese iman sıfatını kesin olarak vermiş bulunuyor. Biz de burada duruyor ve buna herhangi bir şey eklemiyoruz.

İslam'a girdikten ve müslüman adını aldıktan sonra, İslam'dan çıktığına dair icma' bulunsun veya bulunmasın, bu konuda bizim için durum değişmez. Diğer taraftan bütün müslümanların icma' ile, İslam'dan çıkmış olduğuna hüküm verdiği kimseler hakkında da icma'da bulunmayan konulara gelince, böyle bir kimseyi kesin olarak elde etmiş olduğu bilinen herhangi bir sıfattan, zanla, yahut da delilsiz bir iddia ile soyutlamak caiz değildir.

Yüce Allah; "Bizler bir rasûl göndermedikçe azaplandırıcı değiliz."[1][155] buyurmaktadır. Bir başka ayette de şöyle buyurur; "Şu Kur'an bana -sizi de (sizden sonra erişenleri de) inzar etmekliğim için- vahyolundu.” Diğer bir ayette de şöyle buyurur; "Öyle değil, Rabbine and olsun ki, onlar kendi aralarındaki anlaşmazlıklarda seni hakem kabul etmedikçe, sonra da senin vermiş olduğun hükümden dolayı, kalplerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın tamamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olamazlar."[1][156]

İşte bu ayet-i kerîmeler bizim şimdiye kadar yapmış olduğumuz bütün açıklamaların hükmünü taşıyor. Buna rağmen Peygamber (s.a.v)'in durumu kendisine ulaşmış olduğu halde ona iman etmeyen bir kimse kafirdir.

İman ettikten sonra yüce Allah'ın dilediği herhangi bir mezhebe göre itikad eder, yahut da herhangi bir fetvaya bağlanır, ya da Allah'ın dilediği herhangi bir ameli işlerse ve bu konularda Peygamber (s.a.v)'den kendisine inandığının, amel ettiğinin yahut da söylediğinin hilafına herhangi bir hüküm ulaşmamış ise, böyle bir kimsenin sorumlu tutulacağı hiç bir şey yoktur. Peygamber (s.a.v)'in o konulardaki hükmü kendisine ulaşmadığı sürece bu böyledir.

Eğer Peygamber (s.a.v)'in hükmü kendisine ulaşır ve bu sahih olarak ona varırsa, fakat ictihad edip buna muhalefet ederse, ancak bu konuda hakkı isabet ettiremezse böyle bir kişi hatalı olmakla birlikte mazurdur ve yalnız bir defa ecir kazanır. Nitekim, Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır; "Hakim ictihad edip de hata ederse, onun bir ecri vardır, ictihad edip de isabet ederse, onun iki ecri vardır."

Bir şey hakkında bir inanca sahip olan yahut onun hakkında bir şey söyleyen, yahut da amelde bulunan bir kimse, o şey hakkında hüküm veriyor demektir.

Şayet ameliyle hakka karşı inatlaşarak muhalefet ederse ve fakat amelinin aksine itikad ediyor ise böyle bir kimse fasık bir mü'mindir.

Eğer sözüyle, ya da kalbiyle kendine ulaşmış olan hakka muhalefet ediyorsa o takdirde o kafirdir, Muşriktir. Çünkü Rasûlullah (s.a.v)'ın hakemliğini kabul etmemiş ve onun verdiği hükme teslimiyetle bağlanmamıştır.

Söz konusu bu hüküm genel olup bütün itikad ve ahkam ile ilgilidir; ibadetlerle, fetvalarla ilgili konuları tümüyle kapsar."[1][157]

Hudaybi, Tekfir Cemaatinin Kur'ân'daki, tağutlara uyma ile ilgili ayetleri yüzeysel değerlendiren ve sonuçta herkesi kafir sayan yaklaşımlarına ise şöyle izah ve düzeltmede bulunmaktadır.

"Tağut'a ittiba eden (tabi olan, uyan) kafirdir" demeye gelince, bu cümlenin yorumlanması ve açıklanması gerekir... Eğer ittiba Allah'tan başkasına mutlak olarak inkıyad edip bağlanmak ve ona itaat etmek anlamında olursa, bu mana tabi' olan kimse tartışmasız olarak kafir olur. Ama, bu tabi oluş yalnızca amel ile olup mutlak olarak bağlanmanın zaruretine itikad etmek sözkonusu olmazsa... Bu manada tabi olan ve itaat eden kimse sadece asidir, kafir değildir. İşleyen kişiyi kafir yaptığına ve sadece ameli dolayısıyla bile olsa, ondan iman sıfatına kaldırdığına dair nass varid olan hususlar ise bundan müstesnadır."[1][158]

Hudaybî'nin bu sözleri aslında kitabın değişik yerlerinde devamlı vurgulanan diğer birçok alimin görüşlerinin benzerinden başka birşey değildir. Onun tekfir cemaatine yönelik eleştirilerinden birisi de Kur’an ayetleriyle muhatap oluşlarındaki yanlış yöntemdir.

Bu konuyu da şöyle izah ediyor: "Yüce Allah dilemiş olsaydı, bütün ahkamı yalnızca Kur'an-ı Kerim'de yahut da sadece hadîs-i şeriflerde toplayabilirdi. Yine yüce Allah dilemiş olsaydı herbir mesele ile ilgili hükmü bizatihi bir tek ayette nassa bağlar, yahut da bir tek hadîste hükme bağlardı. Ve bunlar da bu hükmü anlamak konusunda iki kişi arasında bile farklı görüş ortaya çıkmazdı.

Elbette ki Yüce Allah, hiç bir şeyden acze düşmez. Fakat O'nun iradesi bundan başkasını murad etmiştir; "O yaptığından sorulmaz. Fakat onlar sorulurlar."[1][159]

Örnek olarak şunu verelim: Kur'an-ı Kerim'in ikinci sûresi olan Bakara Sûresi, talak (boşanma) ile ilgili bir takım hükümler ihtiva etmektedir. Kur'an tertibinin son üçte biri arasında yer alan Ahzab Sûresi'nde de yine talak ile ilgili başka ayetler buluyoruz. Bundan sonra Kur'an-ı Kerim'in son taraflarında yer alan Talak Sûresi'nde de talak ile ilgili pek çok hükmün bulunduğunu görüyoruz. Bütün bunlardan ayrı olarak sahîh ve Rasûlullah (s.a.v)'a kadar senedi ulaşan ve aynı konu ile ilgili hadîsler de buluyoruz. O halde bizim yapmamız gereken şudur: Yüce Allah'ın bizden ne istediğini bilmemiz, onun istediği hükmün ne olduğunu anlayıp ona itikad edip uygulamamız için bütün bunları bir araya getirmemiz, toplamamız gerekir. Şayet bizler bir takım ayetleri bırakıp başkalarıyla amel edecek olursak, yahut birtakım hadisleri bırakıp diğer bir takım hadislerle amel etmezsek, ya da hadîsi bırakıp ayetlerle, yahut ayetleri bırakıp hadislerle amel edecek olursak, hem yüce Allah'a hem de Rasûlü'ne -terkettiğimiz ve gereğince amel etmediğimiz için- asî olmuş günah kazanmış oluruz. Üstelik Yüce Allah'ın hükmünü kastî olarak değiştirmeye ve sözleri yerinden oynatıp tahrif etmeye, yüce Allah'a da yalan iftirada bulunmaya da kalkışmış oluruz. Çünkü sözün bir kısmını nakledip bir kısmını nakletmeyen kimse, o sözü yerinden oynatıp tahrif etmiş, değiştirmiş olur.

Rasûlullah (s.a.v) bizlere, ayetlerle hadîsleri bir arada değerlendirmeyi, onlar arasında karşılaştırma yapmayı, bunların hangisinin has, hangisinin amm olduğunu bilmeyi, bundan sonra da kendisiyle amel etmemiz vacip olan şer'î hükmü çıkartmayı öğretmiş bulunuyor.

Mesela, sahih olarak sabit olduğuna göre Peygamber (s.a.v) namaz kılmakta olan bir kişiye seslenmiş, o da: "Namazla meşgul olurken başka birşeyle uğraşmamak gerekir" şeklindeki umumî (amm) emirle ve namazda herhangi bir şekilde konuşmak ve başka zamanlarda caiz olan işleri yapmak sahîh değildir, hükmüyle amel ederek ona cevap yermedi. Namaz kılan namazını bitirince Peygamber, seslendiği zaman kendisine cevap vermekten neyin alıkoyduğunu sormuş, o, onun da namaz ile meşgul olduğunu bildirmesi üzerine, Peygamber ona Yüce Allah'ın şu buyruğunu hatırlatıp görüşüne karşı çıkmıştı; "Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Rasûlü'nün çağrısına koşun."

Rasûlullah (s.a.v)'ın kendi ameli ve sahabilerin bu konudaki uygulamaları ile ilgili örnekler pek çoktur. Bundan önce Osman'ın altı ay hamilelik döneminden sonra doğum yapan kadının recm edilmesine dair olan emrini, buna karşılık Ali (r.a)'nin ona Yüce Allah'ın; "Onun (ana karnında) taşınması ile sütten kesilmesi otuz ay sürdü." buyruğu ile birlikte; "Anneler çocuklarını -emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için- tam iki yıl emzirirler." ile birlikte hatırlattı ve bu iki ayetin beraber ele alındığı taktirde, onlardan çıkartılacak şer'î hüküm olan hamilelik süresinin bazen altı ay olabileceğine dikkatini çekti. Bu sefer Osman kadının recm edilmesi emrinden vazgeçti. Bu şekilde ayet ve hadisler arasında karşılaştırma yapıp birlikte mütalaa etmek, sonradan uydurulmuş bir bid'at değildir.

Kur'an-ı Kerîm ile direkt olarak ilişki kurmanın zorunluluğuna dair söylenen söze gelince; Allah'ın yardımını isteyerek konu ile ilgili şu açıklamayı yapıyoruz:

Yüce Allah kendisinden başka ve Rasûlü'nden başka herhangi bir kimseye tabi olunmasını emretmiş değildir. Bu bakımdan müslümana farz olan şer'î hükmün ne olduğunu bilmek üzere imkanı nisbetinde Allah'ın Kitabı'na ve Rasûlullah (s.a.v)'ın sahîh ve sabit olan hadîslerde, yer alan delillere tabi' olmaya çalışmasıdır. Şayet bundan aciz olduğunda, bu hükümleri başkasından alacak olursa, böyle bir kimsenin yapması gereken şudur: O onlardan başka herhangi bir kimsenin emrini değil de yüce Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmünü uygulamakta olduğuna kesin olarak itikad etmelidir.

Kur'an-ı Kerim ile alaka kurmak ve O'nun ayetlerinden Allah'ın uyulması gereken hükmünün hangisi olduğuna dair deliller çıkartmak üzere bu ayetlerden hüküm çıkarmak için ictihad etmeye çalışırken bunu yalnızca Kur'an'ın çerçevesinde bırakmak hakkı hiç kimsede yoktur.[1][160]

"Fetva verenler mutlaka şu üç kısımdan birisidir:

1- Gerekli incelemeyi ve yapması gereken bütün araştırmaları sonuna kadar yaptıktan sonra, kendisine ulaşmış olan naslara uygun olarak fetva veren alim kişi. Bu ister hata etsin, ister isabet etsin ecir kazanır. Böyle bir kimsenin bilmiş olduğu şeye göre fetva vermesi de vaciptir.

2- Vacip olmadığı halde fetva vermekte olduğunu bilerek, uygun gördüğü şekilde fetva veren fasık kişi.

3- Zayıf akıllı bir kişi olup, kesin ilme sahip olmadan Fetvasını veren, bununla birlikte isabet ettiğini de zanneden, fakat gerektiği gibi araştırmasını yapmayan, cahil olduğunu bilen ve yapmaması gereken bu işi yapmaktan uzak kalan kişi."

İmam Şehristani de şöyle der: "İçtihadın beş şartı vardır: Arap lehçelerini bilecek, vaz'î lafızları, istiareleri, nassı, zahiri, ammı, hassı, mutlakı, mukayyedi, mufassalı, söylenen sözün ne anlama geldiğini ve manasını, mefhumu ile mutlak'a delalet eden ile tazammum delaleti ve istitbaî delalet gibi, Arap dilini kendisine yeterli olacak miktarda bilmesi. Bu bilgi bir şeyi elde edebilmek için kullanılması gereken alet durumundadır. Aletini, aracını sağlam tutmayan bir kimse ise sanatını mükemmel bir şekilde icra edemez.

"Bundan sonra Kur'an tefsirini, özellikle de ahkam ile ilgili olanı, ayetlerin manalarına dair varid olmuş olan haberleri, itibar edilen Sahabilerin bu yollarda ne gibi görüşler ortaya koyduklarını, ondan neyi anladıklarını bilmesi."

"Bundan sonra, gelen haberleri sübût şekilleriyle, senetleriyle bilmek, nakledenlerin sözlerini, ravîlerin adil olanlarını, sika olanlarını, kendilerine ta'n edilmiş olanlarda reddedilmiş olanlarını, bu haberlere dair vak'aları, özel bir olay ile ilgili olan âmmı, özel olmakla birlikte hükmü bütünü kapsayanı da bilmesi, kuşatması gerekir."

"Bundan sonra vacip, mendup, mubah, mahzur (haram) ve kerahet arasındaki farkı bilmesi gerekir ki, bunların dışına çıkmasın ve açıklamaları birbirine karışmasın."

"Bundan sonra Selef-i Salihîn'den Sahabe ve Tabiîlerin hangi hususlarda icma'a muhalefet etmiş (aykırı düşmüş) olmasın."

Biz bu söylediklerimizle, bütün sert delil ve hükümleri kuşatmış olmak zorunludur, şeklinde bir şey kasdetmiyoruz. Çünkü birşey bilmekle birlikte pek çok şey bilmeyen hiç bir fakîh çoktur. Bundan önce zikretmiş olduğumuz mertebede, dininin herhangi bir meselesini bilen herkesin o mesele hakkında fetva vermesi caizdir. Onun bitmemiş olduğu diğer meseleler, bilmiş olduğu konuda fetva vermesine engel değildir. Nitekim onun herhangi bir şeyi bilmiş olması bilmediği şeyler hakkında fetva vermesini de mubah kılmaz.

Kendisini tetkik etmeye, ictihad etmeye, delillerden hüküm çıkartıp fetva vermeye, yani varmış olduğu kanaate göre alemlerin Rabbi'nin buyruğu hakkında söz söylemeye ehil kılan bu özelliklerin kendisinde toplandığı bir kişi, kalkıp da kendisini parlak ve coşkun zekanın, kendilerinin Allah'ın dininde sabır ve sebat ettiklerine dair şehadet edilen, takva ve vera’, büyük gayretin ve azimetin, yüce Allah'ın dinini iktidar yapan güçlü azimetlerin sahibi olan, kendilerini hak davanın zaferi için adayan ve bu konuda nefislerini satan kimselerin, yani salih selefin görüşlerinden oluşan büyük bir birikimden mahrum eden kimse; kendisini çok büyük bir hayırdan mahrum kılmış, çıkış noktası olarak da kendisine çok yanlış bir yol seçmiş olur.

Bize gelince, bizler Allah'ın yardımı ile nahiv ve lügat alimlerinin söylediklerine; adalet, ilim ve sağlamlıkları kabul edilmiş bilgin muhaddislerin söylediklerine, müslüman fakih imamların ayet ve hadislerin tefsirleri ile ilgili açıklamalarına, onların çeşitli ayet ve hadislerden çıkartmış oldukları hükümlere, bunların hepsine bakar, tetkik eder ve kendimizi bunların hiç birisinden mahrum etmeyiz. Bilakis bunların hepsini iyiden iyiye tetkik eder, etüt eder; herbir sözü Allah'ın kitabı'na ve Rasûlullah (s.a.v)'ın sahih olarak sabit olan hadislerine döndürürüz. Allah'ın kitabı'ndan ve Rasûlullah (s.a.v)'ın Sünnetinden doğru olduğuna delil bulunan şeye "haktır" deriz. Bunun dışında kalan görüşlere gelince, bunlar ictihad edenin görüşleridir, deyip bu görüşleri söyleyen kimselerin ictihadları dolayısıyla da Allah katında ecir aldıklarını kabul ederiz. Bununla birlikte o beşerdir, hata da edebilir, isabet de edebilir. Fakat bizler hatadan masum, Alemlerin Rabbi'nden aldığı vahiyle konuşan yüce Peygamberin dışında hiç bir kimseye kayıtsız, şartsız tabi' olmakla emrolunmuş değiliz."[1][161]

Tekfir cemaatinin görüşlerine reddiye hazırlayıp cevap veren yalnızca Hudaybî değildir. Kitabımızın daha önceki bölümlerinde Seyyid Kutub'un, Mevdudî'nin, Yusuf El-Kardavi’nin, Muhammed Kutub'un ve geçmiş ulemanın "tekfîrci görüşü" reddeden fikirlerini anlatmış ve alıntılar yapmıştık. Tekfirci görüşe reddiye olarak yazılan ve geniş yankılar uyandıran bir başka eserden daha sözetmek istiyoruz. Bu eser ele alınış amacıyla Hudaybî'nin eserine benzemekle beraber daha güncel olmasıyla ondan ayrılmaktadır. Evet, Abdurrezzak Samarrai’nin "Dünden Bugüne Tekfir Olayı" kitabından bahsediyoruz. Adı geçen eserinde bugün tekfîrci olarak bilinen grubun, aslında bilerek-bilmeyerek geçmişte yaşamış bazı fırkaların görüşlerini tekrar ettiklerini ispat eden Samarraî tekfirci görüşün iddialarını da bir bir cevaplamaktadır. Çağımızda yaşayan bir alim olması iyi ve kolay anlaşılan bir üslup kullanmasına sebep olmuştur. Şimdi çeşitli konularla ilgili adı geçen eserden alıntılar özetlemek istiyoruz:[1][162]



Büyük Küfür İle Küçük Küfrü Birbirine Karıştırmak:


"Küfür" sözü Kur'an'da ve Sünnet'te çokça kullanılmakta, ulemanın dilinde dolaşmaktadır. Bu sözün, İslam'da çıkmak ve küfre düşmek manası ile bir tek anlamı mı var, yoksa nimete karşı nankörlük ve benzeri gibi diğer anlamları da var mı?

Bu konuda Şeyhu'l-İslam İbn Teymiyye şöyle diyor: "...Zira tekfir iki türlüdür. Biri, nimete karşı küfür (nankörlük)'tür. İkincisi, Allah'ı inkar anlamına küfürdür. Şükrün zıddı olan küfür, Allah'ı inkar değil, nimeti inkardır. Şükür kaybolunca, ardından nimeti inkar gelir. Yoksa Allah'ı inkar değil..."

Gençler burada küfrün lafzına tutunmuş ve hataya düşmüşlerdir. Onlar sanki nassın zahirine uyan "Zahiriyye Fukahası" gibidirler. Nitekim Davud ez Zahiri ve İbn Hazm öyle yapıyordu.

Kahire'de gençlerle konuşmam esnasında, onlara dedim ki: Biz kitap ve Sünnetten bazı nasları sunacağız, karar vermek size düşer. Onlara Cenab-ı Hak'ın Neml süresindeki şu sözünü zikrettim; "Şükreden, ancak kendisi için şükretmiş olur. Küfr (nankörlük) edene gelince, o bilsin ki, Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir."[1][163]

Şükrün karşıtı, küfran-ı nimet ve inkardır. Şu ayet te aynı anlamdadır; "...Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, küfrden de(nankörde)bilsin ki, Allah müstağnidir ve her türlü övgüye layıktır."[1][164]

Bunlardan daha da açığı Nahl süresindeki şu ayeti kerimedir; "...Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük ettiler."

Sünnete gelince örnekler sayılamayacak kadar çoktur.


Onlardan bazı örnekler:

l- "Müslümanın müslümana sövmesi fasıklık, onu öldürmesi ise "küfür"dür.

Cenab-ı Hak da şöyle buyuruyor; "...Eğer mü'minlerden iki grub birbirini öldürürlerse..." ayete dikkat edilirse, birbirlerini öldürmekle birlikte iman sıfatı her iki grub için de belirtilmiştir. Buna göre, hadiste geçen "küfür" sözünün büyük küfür anlamına gelmediği ortadadır.

2- "Kim babasından başkasını "baba olarak" iddia ederse, küfre girmiştir."

3- " Peygamber (s.a..v) kadınlara hitaben şöyle buyurur;

"Tasadduk ediniz, istiğfarı çoğaltınız. Çünkü ben çoğunuzu cehennemlik olarak gördüm." Bir kadın bunun sebebini sorunca Peygamber cevaben şöyle buyurdu:

"Sizler çok lanet okur, ‘aşir’e küfredersiniz." Hadisteki "aşir" sözü koca anlamına gelmektedir. Hadisin bu bölümü, Muslim'in rivayetidir. Diğer rivayette ise bu icmalin tefsiri ve hadisin tamamı vardır. Hadisin diğer kısmı da şöyledir: "Sen onlara sürekli iyilik etsen de, onlar sana; Senden asla bir hayır görmedim, derler." Bundan daha açık bir ifade olamaz.

Buhari'de varid olan hadisde; "...Onlar Küfrederler." diye buyrulmaktadır. Peygamber (s.a.v)'e;

"Onlar Allahı mı inkar ederler?" diye sorulduğunda;

"Onlar kocalarına karşı nankörlük eder, iyiliği inkar ederler." diye buyurdu.

5- Peygamber (s.a.v); "Müslüman ile küfür arasındaki ayırıcı çizgi namazı terketmektir." Buhari'nin rivayetinde "şirk" sözü vardır.

6- Beş hadis kitabının rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulur; "Bizimle onlar arasında bulunan ahid, namazı terketmektir. Onu kim terkederse küfre girer." Bu hangi terktir? Burada farziyeti kabullenmekle birlikte, inkar etmek ve tembellik göstermek suretiyle terketmek söz konusudur.

7- Peygamber (s.a.v) buyurdu; "Beş vakit namazı, Allah kullarına farz kıldı. Kim bunları (kılmış olarak gelirse ve onlardan haklarını küçümsemeyerek herhangi birşey kaybetmemiş ise, Yüce Allah'ın onu cennetine koyacağına dair sözü vardır. Kim de bunları (kılmış olarak) gelmezse, Allah'ın ona vermiş olduğu bir sözü yoktur. Dilerse onu azaplandırır dilerse de onu cennetine koyar..." Bu hadisi şerifi Nesai, İbn Hibban ve İmam Malik rivayet etmiştir.

Namazı terkeden herkes kafir olduğuna göre cennete nasıl girer? Onun ebedi olarak ateşte kalanlardan olması düşünülür mü? Biz 5, 6, 7 nolu hadisleri birlikte düşününce, namazı inkar edenin, kafir olacağını söyleme imkanına kavuşmuş oluruz. Ki, burada büyük küfür söz konusudur. Farziyetini kabullenmekle birlikte tembellik gösteren kişiye gelince o kendisini dinden ve imandan çıkarmayan bir küfür-küçük küfür içindedir. Bu konuyla ilgili olarak İbn Teymiyye şöyle diyor: "Kitap ve Sünnetin delaletiyle Ehl-i Sünnet ve'1-Cemaat'in görüşü şu şekilde kesinleşmiştir. Ehl-i Sünnet, kıble ehlinden hiçbir kimseyi bir günah sebebiyle tekfir etmez. Yine işlediği bir amel sebebiyle kişiyi İslam'ın dışına atmazlar. Ne var ki; o amel içki içme, çalma ve zina gibi yasaklanmış bir fiil olmalı ve imanın terkini içermemeli... Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve öldükten sonra dirilme gibi Allah'ın inanılmasını emrettiği şeyleri terk eden kişiyi küfre sokar. Tevatür yoluyla sabit olan apaçık farzların farziyetine inanmamak ve yine tevatür yoluyla sabit olan haramların helallığına inanmak sebebiyle kişi küfre girer. Eğer sen günahlar, emredileni terketmek yasaklananı da yapmak şeklinde iki kısma ayrılır dersen cevabım şu olur:

Kul kendisine emredileni terkettiği takdirde, ya emredilenin farz olduğuna inanır veya inanmaz. Eğer farziyetine inanır, yapmayı terkederse farzın tümünü terketmemiş olur. Aksine bir kısmını yerine getirmiş olur ki, o da inanmasıdır. Bir kısmını da terk etmiş olur ki, o da amelidir. Haram kılınan şey de böyledir. Kişi haramı işlediği vakit ya onun haramlığma inanır veya inanmaz. Eğer haramlığına inanarak işlerse, farzı yapmak ve haramı işlemek gibi ikisini bir araya getirmiş olur ve böylece hem iyiliği hem de kötülüğü olur. Söz ancak tevatür yoluyla sübut bulmuş şeylerin haramlığına ve farziyetine inanmayı terketmek suretiyle mazur sayılmayacak konular hakkındadır. Bir özrü sebebiyle bilmediği veya tevil etmesi yüzünden terkettiği ya da işlediği fiile gelince, bunu işleyen kişi kafir olmaz. Hükümlere inanmamanın küfür olduğuna ve sadece haramı işlemenin küfür sayılmayacağına gelince, bu kendi mevzusunda karar bağlanmıştır. Allah'ın kitabındaki şu ayeti kerime buna delil teşkil etmektedir; "...Eğer onlar tevbe eder, namazlarını kılar ve zekatı verirlerse sizin din kardeşlerinizdir..."[1][165]

Onlara iman etmek ittifakla istenmiştir; fiilin terki konusunda tartışma vardır. Cenab-ı Hakk'ın şu sözü de onun gibidir; "...Yol bakımından gidebilenlerin o evi haccetmesi Allah'ın insanlar üzerinde bir hakkıdır..." Haccın farziyetine inanmamak ve onu terketmek küfürdür. Bu ayette kastedilen mananın farziyetine inanmak ve onu işlemek olması gerekir. Nitekim, seleften bazıları şöyle demiştir: Haccı iyilik olarak görmeyen ve terkinin de günah olmayacağına inanan kişinin durumu budur. Yalnızca terketmeye gelince, bunda ihtilaf vardır. Ebu Bürde b. Neyyar Hadisi de bunlardan biridir. Peygamber (s.a.v) onu babasının karısı (üvey anası) ile evlenen kişiye gönderdi ve boynunu vurmasını, malının beşte birini almasını emretti. Malın beşte birini almak, o kişinin fasık değil kafir olduğuna delalet etmektedir. Onun küfre düşmesi Allah ve Rasulü'nün haram kıldığını haram kılmaması sebebiyledir. Ömer, Ali ve diğer sahabilerin yaptığı da böyledir. Kudame b. Abdullah şarap içtiği vakit -ki o Bedir savaşına katılmıştı- şarabın nefsini ıslah etmiş mü'minlere mubah olduğu şeklinde tevil etmişti. Gerekçesi de şu ayeti kerime idi; "İman eden ve iyi işler yapanlara, hakkıyla sakınıp iman ettikleri ve iyi işler yaptıkları, sonra yine hakkıyla sakınıp yaptıklarını, ellerinden geldiğince güzel yaptıkları takdirde (haram kılınmadan önce) tattıklarından dolayı günah yoktur."[1][166]

Sahabe-i kiram, ısrar ederse öldürüleceğine, tevbe ederse kırbaçlanacağına ittifak ettiler. O da tevbe etti. Bunun üzerine kırbaçlandı. Günahlara gelince, Kur’an'da hırsızın elinin kesilmesi, zaninin sopalanması cezası vardır. Kur'an, onların küfrüne hükmetmemiştir. İki gruptan biri diğerine saldırmakla birlikte birbirlerini öldürmeleri de aynı şekildedir. Fakat iman ve kardeşlik her iki grup için de geçerlidir. Cana kıydığından ötürü kendisine kısas gereken katili de Kur'an "kardeş" olarak nitelendirmektedir. Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurur; "...Ancak kim kardeşi tarafından affedilirse..."[1][167]

Cenab-ı Hak katili (kardeş) olarak isimlendirdi. Buhari ve Muslim'de Ebu Zer hadisi yer almaktadır. Peygamber (s.a.v) ona Cebrail'den naklen şöyle buyurdu: "La ilahe illallah diyen cennete girer. Zina etse de, çalsa da ve şarab içse de...” Hem de Ebu Zerr'in burnu yerde sürtülse de..."

Sahih hadis kitaplarında, ehl-i kebaire şefaat hakkındaki Ebu Said ve diğerlerinin rivayet ettikleri hadisler yer almaktadır. Hadis şöyle; "Kimin kalbinde zerre ağırlığınca iman varsa, kimin kalbinde zerre ağırlığınca iman varsa ateşten çıkar."

Yukarıdan beri zikrettiğimiz bu naslar imanla birlikte büyük günah işleyenin küfre girmeyeceğine delil teşkil ettiği gibi, Haricilerden bir grup bid'atçinin düşüncelerinin aksine şefaat sayesinde cehennemden çıkacağına, delalet etmektedir. Mutezile şefaat konusunda ihtilaf halindedir. Yine bu naslar, büyük günah işleyenleri cehennemden çıkaran imanın emredilen hasene (iyilik) olduğuna ve hiçbir günahın ona engel olmayacağına delalet etmektedir."

Başka bir yerde İbn Teymiyye şöyle diyor: "Bundan dolayı selef uleması, itikadi kitaplarında; biz kıble ehlinden hiçbir kimseyi günahı sebebiyle tekfir etmeyiz. Yine hiçbir kişiyi amelinden dolayı İslam'dan çıkarmayız, diyorlar."

Gençlerin düştüğü hatalardan biri de iki küfrü birbirine karşıtırmaktır. Aynı şekilde onlar, küçük günah olan fisk ile küfrü, zulüm ile küfrü birbirine karıştırıyorlar. Onlar, bunların tümüne "şirk" manasını veya benzerini vermekteler.

Fakat Kur'an ve Sünneti inceleyenler böyle olmadığını görürler. Gençlerin sözlerinden bir örnek: Zulüm de küfür demektir. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır; "...Kafirler zalimlerin ta kendileridir." Hiç kimse, kafirin küfrü sebebiyle kendi nefsine zulmettiği hususunda kuşkuya kapılamaz. Fakat her zalim kafir midir? Kesinlikle hayır. Çünkü Kur'an'da Yunus şöyle dua ediyor; "Senden başka ilah yoktur. Seni tebih ederim. Çünkü ben zalimlerden oldum."

Küfür ile fıskı birbirine karıştırma konusuna gelince gençler buna şu ayeti delil getiriyorlar; “Biz sana apaçık ayetler indirmişiz. Onları sadece fasıklar inkar ederler." Nitekim daha önce de geçmişti. Fusuk (fasıklık) kelimesi küçük günahlar ve küfür için de kullanılmıştır. Bunun için her kafir aynı zamanda fasıktır. Fakat her fasık kafir değildir. Cenab-ı Hak Kur'an-ı Kerim'inde; "...Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir..."[1][168] Hiç kötü lakaplarla çağırmak küfrü gerektiren şeylerden olur mu? Bunu kim söyleyebilir?

Fısk ve zulüm kelimeleri hatta bazen "küfür" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de kafir için de müslüman için de kullanılıyor. Bundan dolayı tedbirli davranmak ve acele etmemek gerekir. Daha önce de geçtiği gibi buradaki küfür sözü, sahibini dinden çıkarmayan küçük küfürdür. Zira büyük küfür sahibini dinden çıkarır. Her kafir hem zalim, hem de fasıktır. Fakat her zalim, veya fasık kafir değildir.

"El-Kevaşiful-Celiyye an Meaniyi'l-Vasıtıyye" adlı kitapta şöyle denilmektedir: "Fısk kelimesi, sözlük anlamı bakımından istikametten çıkmak ve sapmak anlamına gelir. Bu sebepten dolayı sapmış kişiye fasık denildi. Şeriat bakımından fasık, büyük günah işleyen veya küçük günahta ısrar eden kişi anlamına gelir. Fasıklık iki kısımdır. Biri itikadi, diğeri amelidir. Zina, adam öldürmek ve livata gibi... İslam milletine bir lütuf olarak uzun süre müslümanlar küfrü gerektirecek masiyetleri işlemediler. Ehl-i sünnet ve'1-Cemaat "büyük günah" işleyenin kafir olmadığını ve İslam dininden çıkmadığı görüşü üzerinde ittifak etmişlerdir. İslam'dan ve imandan çıkmayacağı, küfre girmeyeceği üzerinde de ittifak sağlamışlardır."

Şeyhülislam İbn Teymiyye, müslümanların fasıklarından bahsederken şöyle diyor: " Ehl-i sünnet ve'1-Cemaat, müslümanların fasıklarının, imanın kökünün ve bir kısmının kendileriyle beraber olduğuna, imanın tümünün bulunmadığına inanırlar. Bu iman sayesinde onlar cennete girmeyi hakederler. Yine Ehl-i Sünnet, fasık müslümanların cehennemde ebedi kalmayacakları, bilakis kalbinde buğday tanesi veya hardal tanesi kadar iman bulunan kişinin cehennemden çıkacağı kanaatindedirler."[1][169]

Diğer birçok alim-yazar gibi Samarraî'de cahiliye, itikadî şirk, amelî şirk... gibi kavramların tekfirde aşırı gidenlerce nasıl yanlış ve yüzeysel değerlendirildiğini ortaya koymuştur. Cahiliye hakkında şöyle der: "Cahiliyet hakkında varid olan hadislere geçmeden önce şunu söylemek istiyorum: 'Gerçekten cahiliyet Allah'ın şeriatının tatbiki ile ilgili bir durum, bir nitelik olunca bazen küfür ifade eder... Yöneticilerden kim, beşerî kanunu Allah'ın düzeninden üstün tutarak onu reddederse bundan ötürü kafir olur. Çünkü o, Allah'ın indirdiğinde, başkası ile hükmediyor ve Allah'ın kanununa dil uzatıyor. Cahiliyet, cahiliyet açılıp saçılması, cahiliyet taassubu gibi adet ve geleneklerle ilgili bir durum olduğu vakit bu, Allah'ın şeriatına tercih edilmedikçe bazen masiyet (günah) veya fısk ifade eder."[1][170]

Tekfirde aşırı giden grubun gençleriyle çok sık karşılaştığını ifade eden Samarraî kitabının bir yerinde şunları anlatıyor:

"Gençlere; ümmeti tümüyle dininden çıkarıp küfür girdabına atan bu önemli konuyu sorduğumuzda, müslümanların küfre girdiklerini söylediler. Müslümanlar şehadet kelimesini dilleriyle söyleyip, anlamını bilmiyorlar ve içeriğiyle amel etmiyorlar" diyorlar.

Gençlerden biri: Şeker kutusu tuz ile doldurulsa ve üzerine şeker yazılsa, bu işlem onun tuz olma gerçeğini değiştirir mi? Bir adama ilaç yazılsa; fakat adam almasa hatta yalan olduğunu iddia etse bu gerçeği değiştirebilir mi?

Ey ateşli gençler bize daha fazla bilgi veriniz, dediğimizde, onlar dediler ki, Peygamber zamanındaki bir müslüman, cahili toplumdan İslami topluma geçen bir adamdı. Ama şehadet kelimesini diliyle söyleyip, hicret etmeden yerinde kalan kişi müslüman değildir.

Yukarıda söylenenlere göre topluluklar bu haliyle İslam'a göre hareket etmiyor. O toplumun amelleri, tutumları, iktisadi metodları ve siyaseti tümüyle İslam dışı olunca; o toplum da cahili toplum demektir. O toplumun tüm fertleri; bizce delil ve burhan ile aksi sabit olmadıkça küfre girmişlerdir.

Kahire'nin "Medinetü'lmühendisin" semtinde sohbet ettiğim gençlere dediğimi burada zikrediyorum. Gençlere dedim ki: "Sizler Muhammed (s.a.v)'in getirdiği Allah'ın şeriatına mı uyuyorsunuz, yoksa Yunanlı kafir Aristo'nun mantığına mı?" Bu sözün üzerine gençler, tedirgin oldular ve: "Allah'a sığınırız, bu ne biçim söz?" dediler.

O vakit ben de: "Öyleyse bana cevap veriniz... Yanımıza bir Yahudi, bir Hristiyan veya bir Muşrik genç girse, ve: Aklım İslam'a ve onun getirdiklerine yattı, ben müslüman olmak istiyorum, ne yapayım dese, ne cevap veririz?"

Gençlerden bazısı, ona şehadet kelimesini söylemesini telkin ederiz, dedi. Ben de: Bunu söylese ve şehadet getirse, o sırada gence bir kalb nöbeti gelse ve oturduğu yerde ölse, hükmü nedir? diye sordum.

Dediler ki: O müslümandır. Ben de onlara: Fakat siz tuzu keşfetmemiştiniz, onun tuz mu yoksa şeker mi olduğunu öğrenmemiştiniz? dedim. Bu sefer gençler: Şehadet getirmekle İslam'a girdi:" dediler. Ben de: Bu iyi. Fakat siz onu denemediniz. Bakalım ki o şehadetin manasını anlıyor mu, anlamıyor mu? O, İslam'a ait hiç bir hükmü yerine getirmedi... dedim.

Gençler: Biz ona mühlet verir, toplumun fertleri gibi olacak mı, onların hükmünü alacak mı diye bakarız. Veya ayrıcalık gösterir ve gerçekten müslüman olur, dediler. Ben, bu kadarı bana yeter dedim. Zira o genç müslüman olmuş ve şehadet getirmekle müslümanlığını ilan etmiş oldu. Bundan başkası olamaz. Resulullah (s.a.v) döneminden günümüze kadar müslümanların bildikleri de bu zaten. Bundan fazlası kabul değil. Şehadet getiren bu adamdan küfrünü ifade eden birşey zuhur ederse, biz bu noktada, onun küfrüne ve dinden dönmesine hükmederiz, dedim.

Nihayet üzerinde şeker yazan kutuyu gören kişi, kutunun içinde tuz olduğu kanaati kesinleşinceye kadar, onun şeker olduğuna inanacak. Aynı şekilde şehadet getirip, müslüman olduğunu ilan eden kişi, İslam'dan ayrıldığı kesinleşinceye kadar müslümandır, aksi değil. Yani İslam sabit olduğu sürece küfür asıl olamaz. Çünkü asıl bulunduğu hal üzere kalır. Müslüman, dinden döndüğü sabit oluncaya kadar müslümanlık üzerine kalır. Fukaha bundan daha da ötede bir görüşe sahip. Onlar diyorlar ki; Halk bir müslümanın küfrünü gerektiren bir durumuna şahit olsa, fakat adam bunu inkar etse, adamın sözü geçerlidir, onların sözü değil. Fukahadan bazısı, "Kur'an'ın eksik olduğunu" söylemekle itham edilen kişi gibi, O da hakkında yapılan ithamlarla bir ilişkisi bulunmadığını söylemesini şart koşarlar. Yani bu ithamı yalanlaması gerekir, derler. Bu konuda bu kadarı yeter..."56

Küfür ülkesinde yaşayan müslümanların tağutî hükümlerle muhatab olmaları durumunda onların itikadına nasıl bir zarar gelebilir? Eserinin bir bölümünde de bu sorunun cevabını ortaya koyan A. Samarraî konuyla ilgili olarak İmam Teymiyye'den görüşler aktarıyor. Buna göre Firavun'un karısı, Yusuf As, Necaşî gibi fert ya da az bir grupla müslüman olan kişiler küfür ülkesinde yaşayıp bazen de küfür hükümleriyle muhatab olmuşlardır. Ve bu durum da onların itikadına zarar vermemiştir. Hatta buna ek bir örnek olarak -yine İbn-i Teymiyye'den aktarma yapılarak- Tatarlar arasında müslümanların hakimlik veya imamlık görevinde bulunduğu da kaydedilmektedir. Samarraî bu son örneği de İbn-i Teymiyye'nin Mecmu'ul-fetevasından aldığını kaydediyor.[1][171]


TEVİL VE TEKFİR


(Tevil-yorum yaparak tekfir etmek)

İslam alimlerinin kitap ve sünnetten aldıkları deliller ışığında bariz olarak belirtilen konulardan birisi de "insanı küfre düşüren haller" konusudur. Burada, daha önce de değindiğimiz için insanı küfre, şirke düşüren durumları tekrar anlatmayacağız. Burada söylemek istediğimiz şu olacaktır: İslam yayılıp-geliştikçe, medeniyetler peşisıra değiştikçe, insanlık tarihi çok değişik fikirlerle karşılaşıyordu. Mesela insanlık tarihinde devamlı değişiklik arzeden durumlardan birisi yönetim meselesiydi. Önceleri monarşi, oligarşi, şimdi demokrasi, laiklik, cumhuriyet ve bunların diğer benzer çeşitleri. İşte tüm bu değişken fikirler ve yönetim biçimleriyle müslümanların muhatab olması aynı olmadı. Zaman zaman İslam'dan bazı özellikleri bu düşünceler içinde var zannedip bu düşüncelere kapılanlar oldu. Bazıları da bu düşünceler ve bu yönetim biçimleriyle İslam arasında kesinlikle uzlaşma sağlamaya çalıştı. Bunların ötesinde bir de avam tabakası vardı. Avamın çoğu demokrasinin ne olduğunu gerçek anlamda anlayabilmek için belki ömrünü tüketmesi gerekiyordu. Cumhuriyet ile İslamî yönetim arasındaki irtibatları incelemek için de kendisinde yeterli tahkik kudreti azdı. Aslında İslam'ın ne olduğu belli küfür ve şirk yönetimlerinin ne olduğu bellidir. Fakat kabul edilmeli ki özellikle çağımızda küfre ve şirke götüren yollar biraz karmaşık durumda. Yani bir kişi hakimiyeti Allah'tan başkasına tanıdığında bu kişinin küfründe şüphe etmemek gerekiyor. Fakat bir kişi kesinlikle İslam'ı yaşıyor ve hakimiyetin Allah'ta olmasını istiyor ve bununla beraber örneğin demokrasi, cumhuriyet veya laiklik gibi beşeri ideolojilerde bilmeden ya da tevil yoluyla bir bağlantı kurma içinde olursa bu kişinin tekfir edilmesi tevil yoluyla olabilir. Meseleyi biraz daha açık ve anlaşılır kılmak için tekrar alimlere danışalım:

"Salim Behensavi şöyle diyor: "Esef ve üzüntü verici meselelerden biri de tekfir arzusunun şer'i naslardan ve usul terimlerinden kurtulmak için başka kurallar icad etmeye sebep olmasıdır. Maksatları bu olsa da olmasa da bir kere şu hataya düşmüş oldular. Bundan dolayı hiç kimse özürlü sayılmaz, dediler." Allah'ın indirdiğinin dışındaki şeylerle yöneten bir idarecenin tekfir edilmemesi delilsiz bir durumdur. Veya delili zayıftır. Yönetilenin durumuna gelince; eğer o, bunu bilmiyorsa özürlü sayılmaz. İkinci olarakta müslümanların yöneticileri küfre girdiğinden, onlarla beraber halkta küfre girmiş olur. Çünkü halk seçimlere katılıyor ve bilerek veya bilmeyerek cahiliyyet idaresine razı oluyorlar." Onlar bu kaide üzerine şunu kurdular: İslam ülkelerindeki bu halkın Allah'a inandığını ve İslam ile kulluk ettiğini iddia eden kişi kafir olmuştur. Çünkü kafir olan bir kavmin imanına tanıklık etmiştir. Yani kafiri tekfir etmemiştir..."

Gençlerin tekfir konusunda yaymaya çalıştığı bu meseleler üzerinde ittifak sağlanamamıştır. Bunun için Şevkâni'ye ait bir görüşü sunacağım. Bu konuda yararlı olacağını zannediyorum. O şöyle diyor: "Üçüncü kısım; tevil ile kafir ve fasık olarak itham etme hakkındadır. Çünkü o ancak zan ifade eder. Tev’il ile tekfir etme hakkında dört görüş vardır:

a- Tevil ile küfür olmaz.

b- Tevil sebebiyle kafir olur... Fakat ona dünyada kafirlere uygulanan hükümler uygulanmaz.

c- Onların işi, ahkam konusunda imama (devlet reisine) kalmıştır, tasrih ile küfür gibidir. Tevil ile tekfir edilenlerin kimler olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu konuda dört görüş vardır:

1- Ehl-i kıble olanlar.

2- Bir görüşe sahib olanlardır ki, dini bir delalet sebebiyle batıl olduğunu bildiği bir şüphe ile o görüşte hatalıdırlar. Halbuki hakikat bunun hilafinadır.

3- Bir şüphe sebebiyle yanlış kanaate sahib olanlar, Halbuki zahir bunun hilafindadır.

4- Resulullah (s.a.v)'dan kafir olduğu hakkında rivayet bulunanlar.

Bil ki küfrün aslı, Allah Teala'nın kitaplarından bilinen bir şeyi veya peygamberlerinden birini ya da onların getirdiklerinden bir hususu yalanlamaktır. Bu yalanlanan konu, zarurat-ı diyniyye olarak bilinen birşey ise, bunun küfür olduğunda ihtilaf yoktur. Bu yalanlama kimden zuhur ederse, o kafir olur. Ancak bu kişi zorlanmamış ve akıl sağlığı bozulmamış, bağımsız ve mükellef olduğu takdirde böyledir. Herkes tarafından zarurat-ı diniyye olarak bilinen şeyleri inkar eden ve te'vili mümkün olmayan konuda tevil adı altında gizlenen kişinin küfründe de aynı şekilde ihtilaf yoktur. Ateistlerin esma-i hüsnada, Kur'an ahkamının tümünde, cennet, cehennem, kıyamet ve dirilme gibi ahiretle ilgili hususlarda tevil yaptıkları gibi... İslam'ın beş rüknünü yerine getiren kişinin, zarurat-ı diniyye olarak bilinen şeylere muhalefet edip, tevil yaptığını ve ahvalinden onun tekzibi kasdetmediğini veya onun hakkında yanıldığımızı öğrendiğim vakit; itikadi konuda fahiş hatasıyla ve akli-nakli apaçık delillere muhalefetiyle beraber ilahi kitaplara ve bütün peygamberle inandığını ve dindar olduğunu izhar edince tekfiri konusunda problem çıkmıştır. Fakat bu kişi zındıklar mertebesine henüz ulaşmamıştır. Bu tür insanlar, muhakkiklerce "Cehmiyye" olarak bilinen halis "Cebriye"ciler gibidir. Müşebbihe ve Mücessime de böyledir... iki tefsire göre "Kaderiye" de böyledir. Eğer "kader" ilmi gaybile tefsir edilirse bunu yapanlar kaderi reddetmiş olan kişilerdir. Çünkü onu inkar icma ile küfürdür. Eğer "cebr"i, kullardan iradeyi ve iktidarı inkar etmekle tefsir edilirse böyle düşünenler onu isbat eden kişilerdir. İslam alimleri akide ve fikirlerinin yanlış olduğu üzerinde ittifak etmekle beraber Müşebbihe ve Cebriyecilerin küfrü konusunda ihtilaf etmişlerdir.

Şevkani’nin müslüman halk tabakalarını tekfir eden kişiler hakkında bir görüşü de var. O şöyle diyor: "Kelamcıların şartlarına göre kesin delil ile Allah'ı bilmedikleri için müslüman halk tabakalarını kafir sayma konusuna gelince; bu durum onları tekfir edenin küfrünü artırır. Çünkü halkın müslüman olduğuna hükmetmek, zaruratı diniyye olarak bilinir. Onları tekfir etmek ise zaruratı diniyyeyi inkar etmek olur. Kur'an-ı Kerim onların müslümanlığının sıhhatine delalet etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak buyuruyor; "Bedeviler ‘inandık’ dediler. Deki: Siz iman etmediniz, ama "İslam olduk" deyin. Henüz iman kalblerinize yerleşmedi..."[1][172]

Ümmetin cumhurunun, yöneticiye sükut ettiğini ileri sürerek veya zann-î bir delil ve uzak bir tevil sebebiyle kişiyi tekfir etmediği için ümmeti tekfir etmek doğru olmadığı gibi kabul edilir bir şey de değildir. Bu görüşü benimseyenler şer’i ve güvenilir bir dayanak bulamazlar. Hatta meşhur haberler tamamen bunun aksinedir..."[1][173]


SONUÇ


Hiç şüphesiz tekfir bir müslümanın ne bayraklaştırması gereken bir konu ne de tamamen ilgisiz kalması gereken bir mevzudur. Bu mevzu ilk dönemlerden günümüze kimi zaman kötü niyetlilerin önünde korkunç bir silah kimi zaman da iyi niyetlilerin önünde masum bir fikir yöntemi olarak kullanılmıştır. İnsanları tahkir ederek davet yapılmaması ve tüm toplumu "kardeş" görerek de davranılmaması gerektiğine inanıyoruz. Yani "ne ifrat, ne de tefrit" diyoruz. Amacımız "vasat ümmet" olmaktır. Gelenek ve geçmiş kültür doğrusu-yanlışıyla değerlendirilmelidir. Allah'ın günleri devirler arasında dönüp durmaktır. Bunun için kendimizin de gelecekte "eski ümmetlerden" sayılacağını unutmamalıyız. Gelecek kuşakların bizleri daha çok iyi yanlarımızla anmalarını istiyorsak bugün bizim de geleneğe aynı gözle bakmamız gerekiyor.

Bu eseri önyargısız bir şekilde okuyan her müslümanın bizim söylediklerimizden şunu anlamasını ümid ediyoruz. Niyetimiz kesinlikle içinde yaşadığımız bu cahili toplumu temize çıkarmak değildir. Bununla beraber bizler, toplumu "cahili toplum" olarak görmemize rağmen bu toplumda yaşayan her ferdi tekfir etmemekteyiz. Aynı zamanda "cahiliye" kavramının da her zaman "küfür" anlamında olmadığını delilleriyle izah etmiştik. Yine şunu ümid ediyoruz ki inşaallah tekfirde aşırı olanlar kendileri dışında da müslümanların varlığını kabul ederler ve oturup hakkı konuşurlar.

Hakk kimsenin tekelinde olmadığı gibi din de Allah ve Rasûlünün getirdiğinin dışında birşey değildir. Tekfirde aşırı olanlar çok iyi bilmektedir ki onların dışında kalan müslümanlar tağutî düzenlerden de tağutî düzenlerle uzlaşanlardan da beridirler. Tekfirde aşırı gidenlerin "kendini tevhide nisbet edenler" yaklaşımıyla adeta aşağıladığı diğer müslümanlar şu kadar yıldır demokrasiye, uzlaşmaya, tasavvufun saptırılmış unsurlarına, İslamî görünen birçok kitleye karşı çıkmış onlardan beri olduğunu ilan etmiş ve Rabbanî yolda karar kılmış ise ve bu karar zahiren ortada ise o halde tekfir cemaatinin bu diğer müslümanları aşağılamaya ne hakkı vardır. "İlimse ilim, fikirse fikir" diyor ve herkesi konuşmaya davet ediyoruz. Kur’ân ve onun tebliğcisi bize her türlü insanlar "iyilikle" konuşmamızı emretmektedir.

Ali (r.a):

"Hakkı, taklidi olarak kabul eden kimsenin yanında Hakkı ararken batıla ulaşan kimse daha üstündür." buyurmaktadır.

İşte biz de bu güzel sözden hareketle diyoruz ki:

Doğruyu bulma adına araştırma yapan, Allah'ın her türlü ayeti üzerinde düşünen kimseler, samimi kimseler her zaman başka fikirlere de açık kapı bırakmalıdırlar. Bu kapıyı açık bırakma konusu tavizle, ılımlılıkla ilgili değildir.

Sonsöz: Bu çalışmayı okuyan hiç kimse Muşrik düzenlere ve itikaden onlara tabi olanlara, Allah'ın bizim için belirlediği bakış açısı dışında baktığımız vehmine de kapılmamalıdır.

"Doğrusu birçokları bilmeden heva ve heveslerine uyarak halkı dalalete düşürüyorlar."

"Selam hidayete tabi olanların üzerine olsun."[1][174]


KAYNAKÇA


1-Kur'ân-ı Kerim.

2- Kütûb-ı Sitte.

3- İbn-i Teymiyye, Mecmû'ul Feteva "Külliyat", Tevhid Yay, c. 1, 2, 3, 4, 5, 6.

4- Yusuf El-Kardavî, Fetvalar, Merve Yay., c. l, 4.

5-Yusuf El-Kardavî, İhtilaflar Karşısında İslamî Tavır, Seçkin Yay.

6- Mevdudî, Fetvalar, Nehir Yay., c. 2.

7- Mevdudî, Gelin Müslüman Olalım, Pınar Yay.

8- Seyyid Kutub, Fîzılal'il-Kur'ân, Hikmet Yay., c. 5, 6, 16.

9- Riyazu's-Salihin, c. 2, 3.

10- Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay.

11- Seyyid Kutub, İslam Kapitalizm Çatışması, Bir Yay.

12- Seyyid Kutub, İslam Düşüncesi, Dünya Yay., c. 1.

13- Seyyid Kutub, Yoldaki İşaretler, Dünya Yay.

14- Mehmet Alagaş, Tartışılan Sorular, İnsan Der. Yay.

15- Mustafa İslamoğlu İman Risalesi, Denge Yay.

16- M. Hüseyin Fadlullah, Kur’an'da Davet.

17- İbn-i Teymiyye, Kulluk, İhya Yay.

18- Saim Kılavuz, İman Küfür Sınırı, Marifet Yay.

19- Muhammed Berakat, Seyyid Kutub, Risale Yay.

20- Şerafettin Argun, Dâru'l-İslâm, Dâru'1-Harb.

21- Muhammed Kutub, Kavramlar, Risale Yay.

22- Muhammed Kutub, Lailaheillallah, Ravza Yay.

23- Kur'an'da Ehl-i Kitap, Diyanet Vakfı Yay.

24- Veli Ulutürk, Ehl-i Kitap'ın özelllikleri, insan Yay.

25- Ahmet Y. Özütoprak, Dini Doğru Anlamak, Pınar Yay.

26- Ş. S. El-Muvahhid, Davetçinin Tefsiri, Hak Yay., c. 3.

27- Ziyae'd-din El-Kudsî, İşte Müslüman, Hak Yay.

28- Ş. S. El-Muvahhid, İman, Hak Yay.

29- Es-Suyutî, Kur'an İlimleri, Hikmet Yay, c. 1.

30- İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Müstakim, Pınar Yay.

31- Ahmet Önkal, Davet Metodu, Esra Yay.

32- Mustafa Çelik, Daru'1-Harb Fıkhı, c. 3.

33- Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Akçağ Yay., c. 6.

34- Ş. Nadim Macit, Şirk ve Muşrik Toplum.

35- Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, Pınar Yay.

36- İmam-ı Azam Ebu Hanife, İnanç Esasları, İhtar Yay.

37- A. El-Heytemi, İrtidat ve Mürtedin Hükmü, Hak Yay.

38- Beşir Eryarsoy, İman ve Tavır, Şafak Yay.

39- S. El-Temimi, Yalnız Allah veya Tevhid.

40- Abdurrezzak Samarraî, Tekfir Olayı, Vahdet Yay.

41- H. El-Hudaybî, İnanç Sorunları (Duatun LaKudat), İnkılab Yay.

42- Yusuf El-Kardavî, Tevhidin Hakikati, Saff Yay.

43- M. Bin Abdulvehhab, Tevhid.

44- Asım Uysal, Kelime-i Tevhide Nasıl İnanalım, Uysal Yay.

45- Adil Akkoyunlu, İman ve Şirk.

46- Z. El-Kudsî, İşte Tevhid, Hak Yay.

47- Ahmed Bin Hanbel, Namazın Hükmü.

48- İbn-i Hacer 'Askalanî, Fethu'1-Barî.

49- Salih El-Verdanî, Mısırda islamî Akımlar, Fecr Yay.

50- İmam Maturidî, Tevhîd.

51- İbn-i Kesîr, Tefsîru'1-Kur'an-ı Azim.

52- Hamid İnayet, Çağdaş İslamî Siyasî Düşünce, Yöneliş Yay.[1][175]




[1][1] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 7-8.

[1][2] Seyyid Kutub, İslam Kapitalizm Çatışması Bir Yay. s. 37-91.

[1][3] Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay, s. 46-85.

[1][4] Maide Suresi: 44-47.

[1][5] Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay. s, 46-47.

[1][6] İbn-i Teymiyye, Mecma'ul-feteva, Külliyat, Tevhid Yay. c. 3, 5 s. 197-237.

[1][7] Elmalılı Hamdi, Yazır, Hak Dini Kur’an Dini Kur’an Dili, Azim yay. c. 3. s. 167.

[1][8] Mevdudi, Gelin Müslüman Olalım, Pınar Yay. s. 50.

[1][9] Muhammed Kutub, Kavramlar, Risale Yay. s. 60, 82, 91, 94, 98, 115, 142, 162, 168, 263.

[1][10] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 9-17.

[1][11] İmam-ı Azam, İnanç Esasları, İhtar Yay.

[1][12]Ankebut: 29/46.

[1][13]Taha: 43-44.

[1][14] Yusuf El-Kardavi, Çağdaş Meseleler Fetvalar, Merve Yay. c. L.

[1][15]En'am: 6/163.

[1][16] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi:18-28.

[1][17]Ankebut: 29/46.

[1][18]En'am: 6/110. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi:29-32.

[1][19] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi:33.

[1][20]En'am: 6/55.

[1][21] Davette Üslub için bkz. M. H. Fadlullah, Kur'anda Davet.

[1][22] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi:34-35.

[1][23] İbn-i Teymiyye, Külliyat, c. 3, Tevhid Yay, s. 238-239

[1][24] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi:35-37.

[1][25] Hucurat: 49/9.

[1][26] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 37-40.

[1][27] Ankebut: 29/46; Taha: 20/43-44; Al-i İmrân: 3/159. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 41-42.

[1][28] Bkz. M. Berekât, S. Kutub, Risale Yay.

[1][29] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 43-48.

[1][30] Fetih: 48/24-25.

[1][31] Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Akçağ Yay. c. 6, s. 499.

[1][32] Seyyid Kutub, Fİzilâl'il-Kur’an, Hikmet Yay. c. 7, s. 277.

[1][33] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 49-53.

[1][34] En'am: 6/121.

[1][35] Mevdudi, Tefhîmul-Kur'an, İnsan Yay; c. 1. s. 589, (En’am 121 ve Nisa 31 Tefsiri).

[1][36] Mevdudî, Meseleler ve Çözümleri, Risale Yay. c. 1. s. 128-129.

[1][37] Yusuf El-Kardavi, Fetvalar, Merve Yay; c. 1. s. 162-197.

[1][38] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 55-64.

[1][39] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 64-65.

[1][40] Nisa: 4/10.

[1][41] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 66-72.

[1][42] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi:7 2-74.

[1][43] Ahzab: 33/36.

[1][44] Nur: 24/51.

[1][45] Nisa: 4/65.

[1][46] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 75-77.

[1][47] Bakara: 2/178.

[1][48] Hucurat: 49/9-10.

[1][49] Mumtehine: 60/1.

[1][50] Nur: 24/22.

[1][51] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 77-83.

[1][52] a.g.e. s. 182-184.

[1][53] Nisa: 4/116.

[1][54]Fethul Bari. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi:83-85.

[1][55]Medaricu's-Salikin, c. 1.

[1][56] Bakara: 2/253.

[1][57] Bakara: 2/257.

[1][58] Al-i İmran: 3/86.

[1][59] İnsan: 76/3.

[1][60] En'âm: 6/82.

[1][61] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 85-90.

[1][62] Nisa: 4/31.

[1][63] a.g.e, s. 197.

[1][64]İbn-i Hacer, İbn-i Kayyım Cezvî.

[1][65] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 90-101.

[1][66] Mehmet Alagaş, Tartışılan Sorular, İnsan Der. Yay. s. 97-103.

[1][67] İbn-i Teymiyye, Sırat-ı Müstakim, Pınar Yay, s. 49-63.

[1][68] a.g.e., s. 49-63.

[1][69] Seyyid Sabık, Fıkhu's-Sünne, Pınar Yay. c. 3, s. 144-145.

[1][70]En'am: 6/121)

[1][71]Maide: 5/5.

[1][72] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 102-128.

[1][73] Seyyid Kutub, İslam Kapitalizm Çatışması, Bir Yay. s. 97-103.

[1][74] a.g.e., s. 91.

[1][75] Seyyid Kutub, Son Sözler, Nehir Yay. s. 46-47.

[1][76] Mevdudi, Gelin Müslüman Olalım, Pınar Yay. s. 50-51.

[1][77] Tevbe: 9/30.

[1][78] Maide: 5/ 73.

[1][79] Bakara: 2/221.

[1][80] Al-i İmran: 3/64.

[1][81] Ankebut: 29/46.

[1][82] Sa'd: 38/5.

[1][83] Bakara: 2/170.

[1][84] Mevdudi, Fetvalar, Nehir Yay, c. 2, s. 125-129.

[1][85] İbn-ı Teymiyye, Külliyat, Tevhid Yay c.3. s. 197-198

[1][86] Bakara, 258

[1][87] Hucurat, 9-10

[1][88] îbn-i Teymiye, Külliyat, Tevhid Yay. ç.3. s. 237-239

[1][89] Al-i İmran, 103

[1][90] En'âm, 159

[1][91] Bakara, 286

[1][92] Maide, 14

[1][93] Al-i İmran: 3/103-104

[1][94] îbrı-i Teymiyye, Külliyat, Pınar Yay. c. 3. s. 357-359.

[1][95] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 129-150.

[1][96] Ş. Seyfuddin El-Muvahhid, İman, Hak Yay. s. 250-251, 287.

[1][97] M. Kutub, Kavramlar, Risale Yay. s. 60, 82, 91, 94, 95, 142, 168, 263. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 150-153.

[1][98]Şerafeddin Argun, İslam Hukunda Dâru'l-İslâm Daru'l-Harb. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 154-156.

[1][99] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 157.

[1][100] Muhammed Bereket, Seyyid Kutub, Risale Yay. s. 230-231

[1][101] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 157-160.

[1][102] Tevbe: 9/31.

[1][103] Maide: 5/44-45-47.

[1][104] Maide: 5/44-48.

[1][105] Maide: 5/51.

[1][106] Al-i İmran: 3/86.

[1][107]En'am: 6/82.

[1][108] Maide: 5/59.

[1][109]Maide: 5/81.

[1][110]Kehf: 18/50.

[1][111] En'âm: 6/55.

[1][112] a.g.e., s. 231-244. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 160-172.

[1][113] Nisa: 4/60-65.

[1][114] a.g.e. s. 244-249

[1][115] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 173-178.

[1][116] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 179.

[1][117]Zariyat: 56/?.

[1][118]Fatır: 35/?.

[1][119] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 179-181.

[1][120] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 181-183.

[1][121] Hucurât: 49/1.

[1][122] Muhammed Salih Ebu Ali, Mefâhim.

[1][123] 2. el-Kudsî, İşte Müslüman, Hak Yay.

[1][124] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 184-189.

[1][125]Bakara: 2/84-85.

[1][126] Bakara: 2/254.

[1][127]Talak: 65/1.

[1][128]Enbiya: 21/87.

[1][129]Kasas: 28/16.

[1][130]Bakara: 2/26-27.

[1][131]Bakara: 2/99.

[1][132]Hucurat: 49/6.

[1][133] Nur: 24/4.

[1][134]Bakara: 197.

[1][135] Araf: 7/199.

[1][136] Nisa: 4/17.

[1][137]Maide: 5/72.

[1][138] Hacc: 22/41.

[1][139] Kehf: 18/10.

[1][140] İbn-i Kayyum El-Cezvi, Namazın Hükmü İman ve Küfrün Mahiyeti.

[1][141]Yusuf: 12/106.

[1][142]Hucurat: 49/14.

[1][143] a.g.e. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 190-205.

[1][144]Buhari, 1/106.

[1][145]İbn-i Hacer Askalani, Fethu'1-Bârî

Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 206-209.

[1][146] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 209.

[1][147] Yusuf El-Kardavi, İslamî Sahada Aşırılık ve Çalışma.

[1][148] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 210-218.

[1][149] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 218-223.

[1][150] Salih El-Verdânî, Mısır'da îslâmî Akımlar Fecr Yay. s. 98-119.

[1][151]Fatiha suresi.

[1][152] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 223-231.

[1][153] Meryem: 19/64.

[1][154] H. El-Hudaybi, Duâtun Lâ Kudat (İnanç Sorunları) İnkılap Yay. s. 60-66.

[1][155] İsra: 17/15.

[1][156] Nisa: 4/65.

[1][157] a.g.e., s. 217-221.

[1][158] a.g.e., s. 329-331.

[1][159] Enbiya: 21/23.

[1][160]Tevbe: 9/122, Hucurat: 49/6, Neml: 27/64, Bakara: 2/106, İbrahim: 14/4, Şuara: 26/193-105, İsra: 17/36, Hacc: 22/3.

[1][161] a.g.e., 335-343.

[1][162] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 231-245.

[1][163] Neml: 27/40.

[1][164] Lokman: 31/21.

[1][165] Tevbe: 9/11.

[1][166] Mâide: 5/93.

[1][167] Bakara: 2/178.

[1][168] Hucurât: 49/1.1

[1][169] Abdurrezzak Samaraî, Tekfir Olayı, Vahdet Yay. s. 74-81.

[1][170] A.g.e., s. 158-159.

[1][171] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 246-257.

[1][172]Hucurat: 49/14.

[1][173] g.e. s. 209-212 Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 258-262.

[1][174] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 263-265.

[1][175] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 265-267.
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Allah -Subhanahu ve Teala- Hazırlayandan ve Bizlere Ulaştırandan Razı olsun...Mustakim İlmi bir Üslup ile anlatımış...
 
Üst Ana Sayfa Alt