İbn Ebi'l İzz el Hanefi Tekfir Meselesi
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- "Kıble Ehli" ifadesiyle daha önce "biz kıblemiz ehline, müslümanlar ve mü’minler deriz" sözlerinde anılan kimseleri kastetmektedir.
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- bu sözleriyle ne olursa olsun herbir günah sebebiyle günahkârı tekfir eden Haricilerin kanaatlerinin reddine işaret etmektedir.
Şunu bilelim ki tekfir edip etmemek meselesi fitne ve mihnetin pek büyük olduğu bir bahistir. Burada çokça tefrikaya düşülmüş, hevâlar ve görüşler farklılaşmıştır. Tarafların konu ile ilgili delilleri birbiriyle çatışmaktadır.
Allah’ın rasûlü ile göndermiş olduğu hatta gerçek anlamda ya da kendi kanaatlerine göre muhalefet eden değişik görüş ve bozuk inanca sahip kesimlerin tekfiri hususunda insanlar iki uç nokta ile orta yoldadırlar. Bu konuda da tıpkı amelî büyük günah işleyenlerin tekfiri hususundaki ihtilaf gibi ihtilâf etmişlerdir.
Bir kesim: Biz kıble ehline mensup hiçbir kimseyi tekfir etmeyiz deyip genel olarak tekfir’i kabul etmemektedir. Bununla birlikte Kıble Ehli arasında münafıklar da vardır ve onlar arasında Kitabı, sünneti ve icmaı yahudi ve hristiyanlardan daha ileri derecede inkâr eden daha şiddetli kâfirler vardır. Onlar arasında imkan bulduğu takdirde, bu küfürlerini kısmen açığa vuranlar da bulunur. Buna rağmen onlar kelime-i şehadet’i söylediklerini de izhar ederler.
Yine müslümanlar arasında görüş ayrılığı söz konusu olmaksızın kabul edilen bir gerçek de şudur: Kişi açık ve mütevatir farzları, açık ve mutevatir haramları ve buna benzer kat’î hükümleri açıktan açığa inkâr edecek olursa tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse kabul edilir, aksi takdirde kâfir ve mürted olarak öldürülür. Münafıklık ve mürted’lik ise bid’at ve günah işleyen kimseler arasında bulunma ihtimali yüksektir.
Nitekim el-Hallâl "es-Sunne" adlı eserinde senedini kaydederek Muhammed b. Sîrin’in şöyle dediğini zikretmektedir:
İnsanlar arasında en çabuk irtidad edenler, hevâlarının peşinden giden kimselerdir. Onun görüşüne göre şu âyet-i kerîme bu gibi kimseler hakkında inmiştir:
"Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir..." (el-En’âm, 6/68)
İşte bu sebebten dolayı önder ilim adamlarından pek çok kimse mutlak olarak bizler hiçbir günah sebebiyle kimseyi tekfir etmeyiz, demekten kaçınmış, bunun yerine şöyle demek yolunu tercih etmişlerdir:
Biz Haricilerin yaptıkları gibi her günah sebebiyle, günahkarları tekfir etmeyiz.
Umumi nefy ile umumun nefyi arasında ise fark vardır. Yapılması gereken ise her günah dolayısıyla tekfir eden haricilerin sözlerinin aksine umumu nefyetmektir.
İşte -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya- Tahâvî bu ifadelerinde "helal görmedikçe" sözü ile bundan dolayı bir kayıt getirmiştir.
Tahâvî’nin: "Bununla birlikte bizler iman ile birlikte hiçbir günah, işleyenine zarar vermez... demeyiz" sözlerine gelince, o bu sözleriyle Murcie’nin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü onlar: Küfür ile beraber hiçbir itaatın faydası olmadığı gibi, iman ile birlikte hiçbir günahın da zararı olmaz demektedirler.
İşte bunlar (Murcie) bir tarafta, Hariciler ise bir taraftadırlar.
Hariciler de biz her günah yahut ta büyük her günah dolayısıyla müslümanın kâfir olduğuna hükmederiz, derler. Büyük günah dolayısıyla imanı boşa çıkar ve beraberinde iman namına birşey kalmaz, diyen Mutezile de aynı kanaati paylaşmaktadır.
Ancak Hariciler imandan çıkan küfre girer derken, Mutezile imandan çıkar ancak küfre girmez. İşte, el-Menziletu Beyne’l-Menzileteyn (iman ile küfür arası) bu demektir. Onlar imandan çıktığını söylemekle böyle bir kimsenin cehennemde ebedi kalacağını da söylemiş olmaktadırlar.
Kelam, fıkıh ve hadis ehlinin pek çoğu ameller ile ilgili olarak bu kanaati paylaşmamaktadırlar. Ancak onlar bid’at özelliğini taşıyan, itikadî meselelerde -bu görüşlerin sahipleri te’vilci olsalar dahi- şöyle derler:
Bu görüşe sahip herkes kâfir olur.
Onlar bunu söylerken hata eden müçtehid ile başkası arasında da fark gözetmezler. Ya da bu kesimlere mensup olanlar bid’atçı olan herkesin kâfir olduğunu da söylerler.
Ancak böyleleri umumi isbat hususunda pek büyük bir durumla karşı karşıya kalırlar. Çünkü mütevatir nasslar açıkça şunu göstermektedir:
Kalbinde zerre kadar imandan eser bulunan herkes cehennem ateşinden çıkacaktır.
İşte bu delilleri kabul eden vaadedici nasslar berikilerin delil olarak ileri sürdükleri tehdit edici nasslarla çatışmaktadır.
Burada maksat şudur:
Bid’atler bu türdendirler. Kişi zahiren ve batınen mü’min olmakla birlikte ya içtihad ederek yahut kusurlu davranıp günaha girmek suretiyle hataya düştüğü bir te’vilde bulunur. Böyle bir kimse hakkında sırf bundan ötürü imanı boşa çıkmıştır, denilemez. Ancak buna (küfrüne) dair şer’î bir delilin bulunması hali müstesnadır.
Hatta bu tür iddia Hariciler’le Mutezili’lerin görüşleri türündendir. Bizler bununla birlikte böyle bir kimse kâfir olmaz da demeyiz. Aksine adil olan yol orta ve mutedil olan yoldur. O da şudur:
Allah Rasûlünün sabit olduğunu belirttiği bir hususu nefyetmeyi yahut nefyettiği hususu sabit kabul etmeyi yahut yasakladığını emri ya da emrettiği hususu yasaklamayı ihtiva eden batıl bid’at ve haram olan görüşler ile ilgili olarak hak olan ne ise o söylenir ve nassların bu hususta delalet ettiği tehdit ne ise o tesbit edilir. Bunların da küfür olduğu beyan edilir ve:
Bu (peygamberin bildirdiklerinin tam aksini belirten) görüşleri kabul eden kâfirdir denilir ve benzeri şeyler söylenir. Tıpkı can ve mal hususlarında zulmün söz konusu olduğu hallerde tehdidin söz konusu edildiği gibi.
Diğer taraftan ehl-i sünnetin meşhur bir çok ilim adamı Kur’ân-ı Kerîm’in yaratılmış olduğunu, Allah’ın âhirette görülmeyeceğini, Allah’ın eşya’yı meydana gelmeden önce bilmeyeceğini söyleyenlerin kâfir olduğunu belirtmişlerdir.
Ebu Yusuf -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-dan şöyle dediği nakledilmiştir: Bir süre Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ile tartıştım, sonunda ikimiz şu kanaate vardık: Kur’ân yaratılmıştır, diyen kimse kâfirdir. (ez-Zehebî, el-Uluvv, s. 140)
Belli Bir Kimsenin Tekfir’i
Belli kimsenin tekfir edilmesine gelince, şâyet: Siz o kimsenin tehdide maruz kalan kimselerden olduğuna ve kâfir olduğuna şahidlik eder misiniz? diye sorulacak olursa, böyle bir kimse hakkında ancak şahitliğin yapılabileceği belli bir husus bulunması halinde şahitlik ederiz. Çünkü muayyen bir kimseye Yüce Allah’ın mağfiret etmeyip ona merhamet etmeyeceğine, aksine onu cehennemde ebediyyen bırakacağına dair şahitlikte bulunmak, haddi aşmanın en büyük bir şeklidir. Çünkü böyle bir hüküm kâfir olarak ölenin, ölümden sonraki hükmüdür.
Bundan dolayı Ebu Davud Sünen’inde Edeb bölümünde: "Bağyin yasaklanışı bahsi" diye bir başlık açmış ve bu başlık altında Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan gelen şu rivayeti kaydetmiştir:
Ben Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim:
"İsrailoğulları arasında kardeş olmuş iki kişi vardı. Onlardan birisi günah işlerdi, diğeri ise olanca gayretiyle ibadet ederdi. Gayretle ibadet eden kişi diğerini sürekli günah üzere görür dururdu. Ona bu işten vazgeç, derdi. Yine bir gün bir günah işlemekte olduğunu gördü ve ona: Vazgeç, dediği halde bu sefer adam:
Beni Rabbimle başbaşa bırak, sen benim üzerime bir bekçi mi gönderildin?
Bu sefer öbürü şöyle dedi: Allah’a yemin ederim, Allah sana mağfiret etmeyecektir yahut ta seni cennete sokmayacaktır. Yüce Allah ruhlarını kabzetti, her ikisi de âlemlerin Rabbinin huzurunda bir araya geldiler. Gayretle ibadet eden bu kimseye:
Sen Beni biliyor muydun, yoksa sen Benim elimde bulunana kadir miydin?
Günah işleyene de: Haydi git rahmetimle cennete gir, dedi. İbadet eden kimse hakkında da:
Bunu alın cehenneme götürün, diye buyurdu.
Ebu Hureyre dedi ki: Nefsim elinde olana yemin olsun ki o dünyasını da ahiretini de mahveden bir söz söylemişti." Bu hasen bir hadistir. (Ebû Dâvûd 4901)
Çünkü muayyen şahsın hata eden, günahı bağışlanmış bir müctehid olması mümkün olabildiği gibi, elindeki nassların dışında bulunan bir takım nassların kendisine ulaşmamış kimselerden olması da mümkündür. Onun pek büyük bir imanı ve Allah’ın rahmetine mazhar olmasını gerektiren bir çok iyilikleri de bulunabilir. Nitekim Yüce Allah:"Ölecek olursam (beni yakınız) ve öğütünüz, sonra külümü savurunuz" diyen kimseye de mağfirette bulunmuştur. Allah’ın buna mağfiret etmesinin sebebi onun sahip olduğu Allah korkusu idi.[3][18] O bununla birlikte Yüce Allah’ın tekrar kendisinin azalarını bir araya getirip yeniden dirilteceğine kadir olmayacağını zannediyor yahut bu hususta şüphe ediyordu. Ancak onun ahiret hakkındaki bu belirgin olmayan kanaati böyle bir kimseyi bizim dünya hayatında -onu bid’atinden engellemek ve tevbe etmesini istemek maksadıyla- cezalandırmamıza mani değildir.
Diğer taraftan herhangi bir söz bizatihi küfür ise; bu söz küfürdür denilir. O sözü söyleyen kimsenin kâfir olması ise bir takım şartların bulunmasına ve bir takım engellerin olmamasına bağlıdır. Bunların bu şekilde olabilmesi ise ancak o kimsenin münafık ve zındık olması halindedir. Müslüman olduğunu açığa vuran kıble ehlinden herhangi bir kimsenin kâfir olması ancak münafık ve zındık olması halinde düşünülebilir.
Yüce Allah’ın Kitabı da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Allah insanları üç kısma ayırmıştır. Bir kısım müşriklerden ve kitap ehlinden olan kâfirlerdir, bunlar şehadet kelimesini ikrar ve kabul etmezler. Bir kısım içte de, dışta da mü’min olanlardır, üçüncü kısım ise zahiren imanı ikrar edip, batınen kabul etmeyenlerdir.
İşte bu üç kısım el-Bakara suresinin baş tarafında söz konusu edilmiştir. Bizzat kâfir olmakla birlikte şehadet kelimesini ikrar eden kimse, ancak zındık olur. Zındık da münafığın ta kendisidir.
İşte burada her iki kesimin de yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. İçten içe bid’at olan bir görüşü kabul eden herkesin kâfir olduğunu söyleyen kimse, batınen münafık olmayan bir takım kimselerin de kâfir olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Bu gibi kimseler halbuki batında Allah’ı ve Rasûlünü severler. Allah’a ve Rasûlüne -günahkâr olsalar dahi- iman ederler.
Nitekim Sahih-i Buharî’de sabit olan rivayete göre Ömer -Radıyallahu anh-ın azadlısı Eslem ondan şunu rivayet etmektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- döneminde Abdullah adında bir adam vardı. Bu kimsenin lakabı (eşşek anlamına): Himar idi. Bu Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i güldürürdü. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- de içki içtiğinden dolayı ona sopa cezası vurmuştu. Yine bir gün getirildi, tekrar peygamber ona sopa vurulmasını emretti. Orada bulunanlardan birisi: Allah’ım ona lanet et, bu adam (bundan dolayı) ne kadar da çok buraya getiriliyor, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Hayır, ona lanet etme; çünkü o Allah’ı ve Rasûlünü seven birisidir."[4][19]
İşte bu pek çok taife ve ilim ve din önderleri hakkında kesin olarak bilinen bir husustur. Buna rağmen bunlar Cehmiye, Mürcie, Kaderiye, Şia ya da Harici’lerin bir takım görüşlerini de kabul edebilmektedirler. Fakat ilim ve dinde imam olan kimseler bütünüyle bu bid’ati işlememektedirler. Aksine bunun sadece bir bölümünü işlemektedirler.
Bid’at ehlinin kusurlarından birisi de biribirlerini tekfir etmeleridir. İlim ehlinin övülmeye değer özelliklerinden birisi de; onların hata ettiklerini söylemekle birlikte tekfir’e yanaşmamalarıdır.
Bazı Nass’larda Bir Takım Günahlara "Küfür" Denilmesinin Açıklaması
Burada Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- sözleri ile ilgili olarak açıklanması gereken bir husus vardır. O da şudur:
Şari’ bir takım günahları "küfür" diye adlandırmıştır. Mesela, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler onlar kâfirlerin ta kendileridir." (el-Maide, 5/44)
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Müslümana sövmek fasıklıktır. Onunla (öldürmek kastıyla) çarpışmak da küfürdür."
Bu hadisi İbn Mes’ud -Radıyallahu anh- rivayet etmiş, Buharî ve Muslim’de kitaplarında ittifakla kaydetmişlerdir. (Buhârî 48, 6044, 7076; Muslim 64)
Yine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır:
"Benden sonra biriniz diğerinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geri dönmeyiniz."(Buhârî 4403, 6166, 6785, 7077; Muslim 66, 120) ;
"Bir adam kardeşine Ey kâfir! diyecek olursa, onlardan birisi bu ünvanı alır." (Buhârî 6103.)
Bu iki hadis de İbn Ömer -Radıyallahu anh-dan gelmekte olup Buharî ve Müslim tarafından ittifakla rivayet edilmişlerdir.
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Dört husus vardır ki bunlar kimde bulunursa o halis münafık olur. Bunlardan birisine sahip olan kimsede de onu terkedinceye kadar münafıklık özelliklerinden birisi bulunur: Konuşursa yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, ahdettiği vakit yerine getirmez ve tartışırsa haddi aşar."
Abdullah b. Amr -Radıyallahu anh- yoluyla gelen bu hadis de Buharî ve Muslim tarafından rivayet edilmiştir. (Buhârî 34, 2459, 3178; Muslim 58.)
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır:
"Zina eden, zina ettiği vakit mü’min olarak zina etmez. Hırsızlık yapan, hırsızlık yaptığında mü’min olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen, içki içtiğinde mü’min olarak içmez. Bundan sonra da tevbe arz olunur." (Buhârî 2475, 5578, 6772, 6810; Muslim 57)
Bir başka hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Müslüman ile küfür arasındaki sınır namazı terketmektir."
Bu hadisi de Müslim, Câbir -Radıyallahu anh- yoluyla gelen rivayetle kaydetmektedir. (Muslim 82.)
Peygamber buyuruyor ki:
"Kim bir kâhine gider de onu tasdik ederse yahut bir kadına arkadan yaklaşırsa Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e indirilene küfretmiş olur." (Ebû Dâvûd 3904; Tirmizî 135.)
Bir başka hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Allah’tan başkasının adı ile yemin eden küfretmiş olur." Bu lafzıyla bu hadisi Hakim rivayet etmiştir. (Musned, II, 69, 87, 125; Ebû Dâvûd 3251; Tirmizî 1535; Hâkim, el-Mustedrek, I, 18.)
Bir diğer hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Ümmetim arasında iki hususiyet vardır ki bunlar küfürdür: Neseb’lere dil uzatmak ve ölüye ağıt yakmak." (Muslim 67; Musned, II, 377, 441, 496) ve buna benzer daha bir çok nass.
Buna verilecek cevaba gelince; Ehl-i sünnetin tümü büyük günah işleyen kimsenin -Hariciler gibi- bütünüyle dinden çıkartacak şekilde kâfir olmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir.
Çünkü kişiyi dinden çıkartacak şekilde kâfir olursa, o takdirde her durumda öldürülmesi gereken bir mürted olur.
Kısas hakkına sahip kimsenin, onu affetmesi de kabul edilmez. Zina, hırsızlık ve içki içmek hallerinde de hadlerin uygulanması diye bir şey söz konusu olmaz. Ancak böyle bir görüşün batıl ve fasit olduğu İslam dininin ihtiva ettiği hükümlerden kesin olarak bilinmektedir.
Yine ehl-i sünnet ittifakla şunu kabul ederler:
Büyük günah işleyen bir kimse Mutezile’nin dediği gibi iman ve islam’dan çıkmaz küfre de girmez, kâfirlerle birlikte cehennemde ebedi kalmayı da hakketmez. Çünkü Mutezile’nin de bu husustaki görüşü batıldır. Zira Yüce Allah büyük günah işleyen kimseleri mü’minler arasında saymıştır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı... fakat kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa artık örfe uyarak istesin..." (el-Bakara, 2/178)
Görüldüğü gibi burada katili iman edenler arasından çıkartmamış, onu kısas talep etme hakkına sahip olan kimsenin kardeşi olarak nitelendirmiştir. Burdaki kardeşlikten kasıt ta hiç şüphesiz din kardeşliğidir.
Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri ile çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin... mü’minler ancak kardeştirler, o halde iki kardeşinizin arasını düzeltin." (el-Hucurat, 49/9-10)
Kitap ve sünnetin nassları ile icma, zina eden, hırsızlık yapan, zina iftirasında bulunan kimsenin öldürülmeyeceğine delalet etmektedir. Bilakis bunlara had uygulanır. Bu da bu günahları işleyen kimselerin mürted olmadıklarının delilidir.
Sahih(i Buharî) de sabit olduğuna göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:
"Her kimin yanında bir dünya malı yahut bir şey dolayısı ile bir haksızlık bulunmakta ise dirhem ve dinar’ın bulunmayacağı bir vakit gelmeden önce bugün o kimseden helallık dilesin. (Çünkü o gün haksızlık yapanın) şayet salih bir ameli varsa yaptığı haksızlık kadarıyla ondan alınır. Eğer hasenâtı yoksa bu sefer haksızlık yaptığı kimsenin kötülüklerinden alınır, ona bırakılır, sonra da cehenneme atılır." (Buhârî 2449, 6534; Tirmizî 2419)
Bununla zalim bir kimsenin bir takım hasenatının bulunduğu ve mazlum’un hakkını o hasenattan alacağı sabit olmaktadır.
Aynı şekilde Sahih(i Muslim) de sabit olduğuna göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:
"Siz kendi aranızda müflis diye kime dersiniz,
onlar: Aramızda müflis dirhemi, dinarı bulunmayan kimsedir.
Şöyle buyurdu: Müflis Kıyamet günü dağlar gibi iyilikleri olduğu halde gelip de şuna sövmüş, ötekinin malını almış, berikinin kanını akıtmış, bir diğerine iftirada bulunmuş, ötekini döğmüş olarak gelen bundan dolayı da onun iyiliklerinden (öbürünün lehine) eksiltilip, yine onun iyiliklerinden (başkasının hakkı karşılığında) alınan kimselerdir. Nihayet iyilikleri üzerindeki haklar bitmeden tükenecek olursa, öbürlerinin günahlarından alınır, onun üzerine bırakılır, sonra da cehenneme atılır."
Bu hadisi de Muslim rivayet etmiştir. (Muslim 2581)
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir." (Hud, 11/114)
İşte bu şuna delildir:
Mu’min kimse kötülük işlemekle birlikte o günahlarını silecek iyilikler de yapar.
Burada ahiretteki hüküm itibariyle Mutezile’nin görüşü Harici’lerinkine uygundur. Onlar da büyük günah işleyen kimsenin cehennemde ebedi kalacağını kabul etmektedirler. Ancak Hariciler büyük günah işleyene kâfir deriz derken, Mutezile biz buna fasık deriz, demektedirler. Aralarındaki görüş ayrılığı sadece lafızdadır.
Ehl-i sünnet de büyük günah işleyen kimsenin o günah hakkındaki tehdidi -bu hususta varid olmuş nasslar’da olduğu üzere- hakkettiğini ittifakla kabul ederler. Yoksa Murcie’nin belirttiği gibi iman ile birlikte hiçbir günahın zararı yoktur, küfür ile birlikte de hiçbir itaatın faydası yoktur demezler. Murcie’nin delil diye kullandığı vaad nassları ile Hariciler’le Mutezile’nin delil olarak kullandıkları vaid (tehdit) nassları bir araya getirilecek olursa, her iki görüşün de yanlışlığı ortaya çıkar. Bu kesimlerin sözlerinde hiçbir fayda yoktur. Tek fayda, her bir kesimin açıklamasından, karşı görüşü savunan diğer kesimin izlediği yolun yanlışlığını açıkça anlayabiliyor olmamızdır.
Bir Takım Ameller Hakkında Küfür Lafzını Kullanmak Lafzi Bir İhtilaftan İbarettir
Ehl-i sünnet arasında bu hususta ittifak bulunmakla birlikte bir yanlışlık doğurmayacak şekilde kendi aralarında lafzi bir ayrılık içerisindedirler. O da şudur:
Küfrün mertebeleri var mıdır, bir küfür diğerine göre daha aşağıda olabilir mi?
Nitekim imanın da mertebeleri var mıdır?
Bir iman diğerine göre daha aşağıda olabilir mi, hususunda da görüş ayrılıkları vardır.
Bu husustaki görüş ayrılıkları neye iman denileceği hususundaki ayrılıklarından ortaya çıkmıştır. İman söz ve amel olup artar ve eksilir mi, yoksa eksilmez mi?
Ancak kendi aralarında Yüce Allah’ın ve Rasûlunün kâfir diye adlandırdığı kimseye bizim de kâfir diyeceğimizi ittifakla kabul etmektedirler.
Zira Yüce Allah, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden kimseye kâfir derken az önce sözü edilenlere de Rasûlu kâfir demişken, bizim bu kimseler hakkında kâfir demememiz imkansız bir şeydir.
Ancak iman, söz ve amel’dir, artar ve eksilir diyenler; böyle bir küfür itikadî bir küfür olmayıp amelî bir küfürdür derler ve bunlara göre küfrün çeşitli mertebeleri vardır. Kimi küfür, kimisine göre daha aşağıdadır. Nitekim bunlara göre imanda da aynı durum söz konusudur.
İman tasdik’ten ibarettir. Ameller imanın kapsamı içerisine girmez, küfür de inkar demek olup her ikisi de ne artarlar, ne eksilirler, diyenler ise bu hususta şöyle derler: Bu gibi küfürler hakiki değil, mecazi küfürdür. Çünkü hakiki küfür kişiyi dinden çıkartan küfürdür.
Aynı şekilde bir takım amellere iman adının verilmesi hakkında da bu tür açıklamalarda bulunurlar. Yüce Allah’ın: "Allah sizin imanınızı boşa çıkartacak değildir" (el-Bakara, 2/143) buyruğundaki "iman, beytu’l-makdis’e doğru dönerek kıldıkları namaz" demektir. (Buhârî 4403, 6166, 6785, 7077; Muslim 66, 120)
Namaza iman adı mecazen verilmiştir. Çünkü namazın sahih olabilmesi imana bağlıdır. Yahutta namaz imanın delili olduğundan dolayı bu ismi almıştır. Zira namaz, namazı edâ eden kimsenin mü’min olduğuna delildir. İşte bundan dolayı kâfir bizim namaz kıldığımız gibi namaz kılarsa müslüman olduğuna hüküm verilir.
Günahkar kimseler eğer zahiren ve batınen Allah Rasûlünün getirdiklerini ikrar ile kabul ediyorlarsa -onlardan tevâtüren nakledilene göre- tehdide maruz kimseler olduklarında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Fakat yanlış görüşler, Haricî ve Mutezile mensupları gibi -bunların cehennemde ebedi kalacaklarını söyleyenlerin görüşleridir. Bundan da daha kötüsü karşılıklı taassubları ve kendi kanaatlerine muhalefet eden kimseler hakkında söylenemeyecek şeyleri söylemeleri, onları kötü bir şekilde ayıplamalarıdır.
Bizler kâfirlerle tartışma halinde bile adaletle emrolunduğumuza, onlarla en güzel yol hangisi ise o şekilde mücadele etmemiz istendiğine göre böyle bir ayrılık dolayısıyla birbirimize karşı nasıl adaletli olmayız?
Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun. Çünkü o takvaya daha yakın olandır." (el-Maide, 5/8)
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da şudur: Allah’ın indirdiklerinden başkası ile hükmetmek, bazen kişiyi dinden çıkartan bir küfür olabilir. Bazen de küçük ya da büyük bir masiyet olabilir. Küfür olması halinde ya az önce sözü edilen görüşlere göre ya mecazi ya da küçük bir küfür olur. Bu da hükmedenin durumuna göre değişir.
Eğer o Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin gereksiz olduğuna inanır ve bu konuda serbest olduğu kanaatini taşıyorsa, yahut o hükmün Allah’ın hükmü olduğuna kesin inanmakla birlikte onu küçümsüyor ise bu büyük küfürdür.
Şâyet Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farziyetine inanmakla ve o olay ile ilgili Allah’ın hükmünü bilmekle birlikte -cezayı hakkettiğini itiraf etmekle beraber- Allah’ın hükmünü terkederse böyle bir kimse asi günahkardır ve buna mecazi küfür yahut küçük küfür ile kâfir olmuş denilir.
Şâyet o muayyen meselede Allah’ın hükmünü -bütün gayretini ortaya koymak ve Allah’ın hükmünü bilmek maksadıyla bütün çabası ile çalışmakla birlikte- bilemeceyek olup da bu hususta hata ederse; böyle bir kimse hata etmiş ve yanılmış bir kimse demektir. İçtihadı dolayısıyla bir ecir alır, hatası da bağışlanır.
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-; "Biz iman ile birlikte hiçbir günahın onu işleyen kimseye zarar vermeyeceğini söylemeyiz" sözünden kasıt, Murcie’nin kanaatine muhalefeti ortaya koymaktır.
Onların bu husustaki şüpheleri daha önceden geçmiş bir takım kimselere de arız olmuştur. Sahabe bu kanaatlerinden vazgeçmedikleri takdirde bu görüşe sahip olanların öldürüleceğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Kudame b. Maz’un ve bir topluluk haram kılınmasından sonra içki içmişler ve Yüce Allah’ın: "İman edip, salih amel işleyenlere sakınır, iman eder ve salih amel işledikleri, sonra da sakınıp iman ettikleri, sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde tattıklarından dolayı bir vebal yoktur." (el-Maide, 5/93) âyetini te’vil ile içki içmişlerdi.
Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu anh-a bu husus anlatılınca Ali b. Ebi Talib ve sair ashab ile birlikte eğer içkinin haram olduğunu kabul edecek olurlarsa onlara sopa cezası verileceğini, helal olduğu üzerinde ısrar ettikleri takdirde ise öldürüleceklerini ittifakla kabul etmişlerdi.
Ömer -Radıyallahu anh- da Kudame’ye şöyle demişti:
Sen tamamiyle yanlış bir kanaattesin, eğer gerçekten sakınan ve iman eden, salih amel işleyen bir kimse olsaydın, hiç içki içmezdin.
Çünkü bu âyet-i kerîme’nin nüzul sebebi şudur:
Yüce Allah içkiyi haram kıldığında -ki bu Uhud’dan sonra olmuştu- kimi ashab şöyle demişti: İçki içmeye devam ederken (önceden) vefat etmiş arkadaşlarımızın durumu ne olacak? Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîme’yi indirdi. (Buhârî 6103)
Bu âyet’le de haram kılınmamış olduğu o halde bir şeyler içmiş olanın durumunu açıklayarak eğer mu’min, takva sahibi ve salih amel işleyenlerden birisi ise bundan dolayı vebal altında olmayacağını belirtti.
Nitekim Beytu’l-Makdis’e yönelerek namaz kılmakla emrolunanların hali de buydu.
Diğer taraftan bu yanlış te’vil ile içki içmiş bulunanlar yaptıkları işten pişman oldular, hata ettiklerini öğrendiler ve tevbelerinin kabul edilip, edilmeyeceğinden yana ümitsizliğe düştüler.
Ömer -Radıyallahu anh- da Kudame’ye şu mektubu yazdı: "Ha, Mim. Kitabın indirilmesi hükmünde galip, en iyi bilen Allah’tandır. O günahları bağışlayan, tevbeleri kabul edendir." (el-Mu’min, 40/1-3) Bilemiyorum senin iki günahından hangisi daha büyük? Önce haram kılınmış bir şeyi helal kabul etmen mi, yoksa daha sonra Allah’ın rahmetinden ümit kesmen mi?
İşte Ashab-ı Kiram’ın ittifakla kabul ettiği bu husus, İslamın önder ilim adamları tarafından da ittifakla kabul edilmiştir.
"Mu’minler arasından ihsan edicileri (yüce Allah’ın) affedeceğini, onları rahmetiyle cennete girdireceğini ümit ederiz. Bununla birlikte onlar hakkında (azab görmeyeceklerine dair) emin olmayız. Onların cennetlik olduklarına şahidlik etmeyiz. Günahkârlarına mağfiret diler ve onlar için korkarız, hiçbir ümitlerinin olmadığını söylemeyiz."
EL-AKÎDETU’T-TAHÂVİYYE VE ŞERHİ
İmam Kadı Ali b. Ali b. Muhammed b. Ebi’l-İzz ed-Dımeşkî el-Hanefî ; Çeviri: M. Beşir ERYARSOY Guraba Yay.
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- "Kıble Ehli" ifadesiyle daha önce "biz kıblemiz ehline, müslümanlar ve mü’minler deriz" sözlerinde anılan kimseleri kastetmektedir.
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- bu sözleriyle ne olursa olsun herbir günah sebebiyle günahkârı tekfir eden Haricilerin kanaatlerinin reddine işaret etmektedir.
Şunu bilelim ki tekfir edip etmemek meselesi fitne ve mihnetin pek büyük olduğu bir bahistir. Burada çokça tefrikaya düşülmüş, hevâlar ve görüşler farklılaşmıştır. Tarafların konu ile ilgili delilleri birbiriyle çatışmaktadır.
Allah’ın rasûlü ile göndermiş olduğu hatta gerçek anlamda ya da kendi kanaatlerine göre muhalefet eden değişik görüş ve bozuk inanca sahip kesimlerin tekfiri hususunda insanlar iki uç nokta ile orta yoldadırlar. Bu konuda da tıpkı amelî büyük günah işleyenlerin tekfiri hususundaki ihtilaf gibi ihtilâf etmişlerdir.
Bir kesim: Biz kıble ehline mensup hiçbir kimseyi tekfir etmeyiz deyip genel olarak tekfir’i kabul etmemektedir. Bununla birlikte Kıble Ehli arasında münafıklar da vardır ve onlar arasında Kitabı, sünneti ve icmaı yahudi ve hristiyanlardan daha ileri derecede inkâr eden daha şiddetli kâfirler vardır. Onlar arasında imkan bulduğu takdirde, bu küfürlerini kısmen açığa vuranlar da bulunur. Buna rağmen onlar kelime-i şehadet’i söylediklerini de izhar ederler.
Yine müslümanlar arasında görüş ayrılığı söz konusu olmaksızın kabul edilen bir gerçek de şudur: Kişi açık ve mütevatir farzları, açık ve mutevatir haramları ve buna benzer kat’î hükümleri açıktan açığa inkâr edecek olursa tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse kabul edilir, aksi takdirde kâfir ve mürted olarak öldürülür. Münafıklık ve mürted’lik ise bid’at ve günah işleyen kimseler arasında bulunma ihtimali yüksektir.
Nitekim el-Hallâl "es-Sunne" adlı eserinde senedini kaydederek Muhammed b. Sîrin’in şöyle dediğini zikretmektedir:
İnsanlar arasında en çabuk irtidad edenler, hevâlarının peşinden giden kimselerdir. Onun görüşüne göre şu âyet-i kerîme bu gibi kimseler hakkında inmiştir:
"Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir..." (el-En’âm, 6/68)
İşte bu sebebten dolayı önder ilim adamlarından pek çok kimse mutlak olarak bizler hiçbir günah sebebiyle kimseyi tekfir etmeyiz, demekten kaçınmış, bunun yerine şöyle demek yolunu tercih etmişlerdir:
Biz Haricilerin yaptıkları gibi her günah sebebiyle, günahkarları tekfir etmeyiz.
Umumi nefy ile umumun nefyi arasında ise fark vardır. Yapılması gereken ise her günah dolayısıyla tekfir eden haricilerin sözlerinin aksine umumu nefyetmektir.
İşte -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya- Tahâvî bu ifadelerinde "helal görmedikçe" sözü ile bundan dolayı bir kayıt getirmiştir.
Tahâvî’nin: "Bununla birlikte bizler iman ile birlikte hiçbir günah, işleyenine zarar vermez... demeyiz" sözlerine gelince, o bu sözleriyle Murcie’nin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü onlar: Küfür ile beraber hiçbir itaatın faydası olmadığı gibi, iman ile birlikte hiçbir günahın da zararı olmaz demektedirler.
İşte bunlar (Murcie) bir tarafta, Hariciler ise bir taraftadırlar.
Hariciler de biz her günah yahut ta büyük her günah dolayısıyla müslümanın kâfir olduğuna hükmederiz, derler. Büyük günah dolayısıyla imanı boşa çıkar ve beraberinde iman namına birşey kalmaz, diyen Mutezile de aynı kanaati paylaşmaktadır.
Ancak Hariciler imandan çıkan küfre girer derken, Mutezile imandan çıkar ancak küfre girmez. İşte, el-Menziletu Beyne’l-Menzileteyn (iman ile küfür arası) bu demektir. Onlar imandan çıktığını söylemekle böyle bir kimsenin cehennemde ebedi kalacağını da söylemiş olmaktadırlar.
Kelam, fıkıh ve hadis ehlinin pek çoğu ameller ile ilgili olarak bu kanaati paylaşmamaktadırlar. Ancak onlar bid’at özelliğini taşıyan, itikadî meselelerde -bu görüşlerin sahipleri te’vilci olsalar dahi- şöyle derler:
Bu görüşe sahip herkes kâfir olur.
Onlar bunu söylerken hata eden müçtehid ile başkası arasında da fark gözetmezler. Ya da bu kesimlere mensup olanlar bid’atçı olan herkesin kâfir olduğunu da söylerler.
Ancak böyleleri umumi isbat hususunda pek büyük bir durumla karşı karşıya kalırlar. Çünkü mütevatir nasslar açıkça şunu göstermektedir:
Kalbinde zerre kadar imandan eser bulunan herkes cehennem ateşinden çıkacaktır.
İşte bu delilleri kabul eden vaadedici nasslar berikilerin delil olarak ileri sürdükleri tehdit edici nasslarla çatışmaktadır.
Burada maksat şudur:
Bid’atler bu türdendirler. Kişi zahiren ve batınen mü’min olmakla birlikte ya içtihad ederek yahut kusurlu davranıp günaha girmek suretiyle hataya düştüğü bir te’vilde bulunur. Böyle bir kimse hakkında sırf bundan ötürü imanı boşa çıkmıştır, denilemez. Ancak buna (küfrüne) dair şer’î bir delilin bulunması hali müstesnadır.
Hatta bu tür iddia Hariciler’le Mutezili’lerin görüşleri türündendir. Bizler bununla birlikte böyle bir kimse kâfir olmaz da demeyiz. Aksine adil olan yol orta ve mutedil olan yoldur. O da şudur:
Allah Rasûlünün sabit olduğunu belirttiği bir hususu nefyetmeyi yahut nefyettiği hususu sabit kabul etmeyi yahut yasakladığını emri ya da emrettiği hususu yasaklamayı ihtiva eden batıl bid’at ve haram olan görüşler ile ilgili olarak hak olan ne ise o söylenir ve nassların bu hususta delalet ettiği tehdit ne ise o tesbit edilir. Bunların da küfür olduğu beyan edilir ve:
Bu (peygamberin bildirdiklerinin tam aksini belirten) görüşleri kabul eden kâfirdir denilir ve benzeri şeyler söylenir. Tıpkı can ve mal hususlarında zulmün söz konusu olduğu hallerde tehdidin söz konusu edildiği gibi.
Diğer taraftan ehl-i sünnetin meşhur bir çok ilim adamı Kur’ân-ı Kerîm’in yaratılmış olduğunu, Allah’ın âhirette görülmeyeceğini, Allah’ın eşya’yı meydana gelmeden önce bilmeyeceğini söyleyenlerin kâfir olduğunu belirtmişlerdir.
Ebu Yusuf -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-dan şöyle dediği nakledilmiştir: Bir süre Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ile tartıştım, sonunda ikimiz şu kanaate vardık: Kur’ân yaratılmıştır, diyen kimse kâfirdir. (ez-Zehebî, el-Uluvv, s. 140)
Belli Bir Kimsenin Tekfir’i
Belli kimsenin tekfir edilmesine gelince, şâyet: Siz o kimsenin tehdide maruz kalan kimselerden olduğuna ve kâfir olduğuna şahidlik eder misiniz? diye sorulacak olursa, böyle bir kimse hakkında ancak şahitliğin yapılabileceği belli bir husus bulunması halinde şahitlik ederiz. Çünkü muayyen bir kimseye Yüce Allah’ın mağfiret etmeyip ona merhamet etmeyeceğine, aksine onu cehennemde ebediyyen bırakacağına dair şahitlikte bulunmak, haddi aşmanın en büyük bir şeklidir. Çünkü böyle bir hüküm kâfir olarak ölenin, ölümden sonraki hükmüdür.
Bundan dolayı Ebu Davud Sünen’inde Edeb bölümünde: "Bağyin yasaklanışı bahsi" diye bir başlık açmış ve bu başlık altında Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan gelen şu rivayeti kaydetmiştir:
Ben Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim:
"İsrailoğulları arasında kardeş olmuş iki kişi vardı. Onlardan birisi günah işlerdi, diğeri ise olanca gayretiyle ibadet ederdi. Gayretle ibadet eden kişi diğerini sürekli günah üzere görür dururdu. Ona bu işten vazgeç, derdi. Yine bir gün bir günah işlemekte olduğunu gördü ve ona: Vazgeç, dediği halde bu sefer adam:
Beni Rabbimle başbaşa bırak, sen benim üzerime bir bekçi mi gönderildin?
Bu sefer öbürü şöyle dedi: Allah’a yemin ederim, Allah sana mağfiret etmeyecektir yahut ta seni cennete sokmayacaktır. Yüce Allah ruhlarını kabzetti, her ikisi de âlemlerin Rabbinin huzurunda bir araya geldiler. Gayretle ibadet eden bu kimseye:
Sen Beni biliyor muydun, yoksa sen Benim elimde bulunana kadir miydin?
Günah işleyene de: Haydi git rahmetimle cennete gir, dedi. İbadet eden kimse hakkında da:
Bunu alın cehenneme götürün, diye buyurdu.
Ebu Hureyre dedi ki: Nefsim elinde olana yemin olsun ki o dünyasını da ahiretini de mahveden bir söz söylemişti." Bu hasen bir hadistir. (Ebû Dâvûd 4901)
Çünkü muayyen şahsın hata eden, günahı bağışlanmış bir müctehid olması mümkün olabildiği gibi, elindeki nassların dışında bulunan bir takım nassların kendisine ulaşmamış kimselerden olması da mümkündür. Onun pek büyük bir imanı ve Allah’ın rahmetine mazhar olmasını gerektiren bir çok iyilikleri de bulunabilir. Nitekim Yüce Allah:"Ölecek olursam (beni yakınız) ve öğütünüz, sonra külümü savurunuz" diyen kimseye de mağfirette bulunmuştur. Allah’ın buna mağfiret etmesinin sebebi onun sahip olduğu Allah korkusu idi.[3][18] O bununla birlikte Yüce Allah’ın tekrar kendisinin azalarını bir araya getirip yeniden dirilteceğine kadir olmayacağını zannediyor yahut bu hususta şüphe ediyordu. Ancak onun ahiret hakkındaki bu belirgin olmayan kanaati böyle bir kimseyi bizim dünya hayatında -onu bid’atinden engellemek ve tevbe etmesini istemek maksadıyla- cezalandırmamıza mani değildir.
Diğer taraftan herhangi bir söz bizatihi küfür ise; bu söz küfürdür denilir. O sözü söyleyen kimsenin kâfir olması ise bir takım şartların bulunmasına ve bir takım engellerin olmamasına bağlıdır. Bunların bu şekilde olabilmesi ise ancak o kimsenin münafık ve zındık olması halindedir. Müslüman olduğunu açığa vuran kıble ehlinden herhangi bir kimsenin kâfir olması ancak münafık ve zındık olması halinde düşünülebilir.
Yüce Allah’ın Kitabı da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Allah insanları üç kısma ayırmıştır. Bir kısım müşriklerden ve kitap ehlinden olan kâfirlerdir, bunlar şehadet kelimesini ikrar ve kabul etmezler. Bir kısım içte de, dışta da mü’min olanlardır, üçüncü kısım ise zahiren imanı ikrar edip, batınen kabul etmeyenlerdir.
İşte bu üç kısım el-Bakara suresinin baş tarafında söz konusu edilmiştir. Bizzat kâfir olmakla birlikte şehadet kelimesini ikrar eden kimse, ancak zındık olur. Zındık da münafığın ta kendisidir.
İşte burada her iki kesimin de yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. İçten içe bid’at olan bir görüşü kabul eden herkesin kâfir olduğunu söyleyen kimse, batınen münafık olmayan bir takım kimselerin de kâfir olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Bu gibi kimseler halbuki batında Allah’ı ve Rasûlünü severler. Allah’a ve Rasûlüne -günahkâr olsalar dahi- iman ederler.
Nitekim Sahih-i Buharî’de sabit olan rivayete göre Ömer -Radıyallahu anh-ın azadlısı Eslem ondan şunu rivayet etmektedir: Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- döneminde Abdullah adında bir adam vardı. Bu kimsenin lakabı (eşşek anlamına): Himar idi. Bu Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i güldürürdü. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- de içki içtiğinden dolayı ona sopa cezası vurmuştu. Yine bir gün getirildi, tekrar peygamber ona sopa vurulmasını emretti. Orada bulunanlardan birisi: Allah’ım ona lanet et, bu adam (bundan dolayı) ne kadar da çok buraya getiriliyor, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Hayır, ona lanet etme; çünkü o Allah’ı ve Rasûlünü seven birisidir."[4][19]
İşte bu pek çok taife ve ilim ve din önderleri hakkında kesin olarak bilinen bir husustur. Buna rağmen bunlar Cehmiye, Mürcie, Kaderiye, Şia ya da Harici’lerin bir takım görüşlerini de kabul edebilmektedirler. Fakat ilim ve dinde imam olan kimseler bütünüyle bu bid’ati işlememektedirler. Aksine bunun sadece bir bölümünü işlemektedirler.
Bid’at ehlinin kusurlarından birisi de biribirlerini tekfir etmeleridir. İlim ehlinin övülmeye değer özelliklerinden birisi de; onların hata ettiklerini söylemekle birlikte tekfir’e yanaşmamalarıdır.
Bazı Nass’larda Bir Takım Günahlara "Küfür" Denilmesinin Açıklaması
Burada Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- sözleri ile ilgili olarak açıklanması gereken bir husus vardır. O da şudur:
Şari’ bir takım günahları "küfür" diye adlandırmıştır. Mesela, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler onlar kâfirlerin ta kendileridir." (el-Maide, 5/44)
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur: "Müslümana sövmek fasıklıktır. Onunla (öldürmek kastıyla) çarpışmak da küfürdür."
Bu hadisi İbn Mes’ud -Radıyallahu anh- rivayet etmiş, Buharî ve Muslim’de kitaplarında ittifakla kaydetmişlerdir. (Buhârî 48, 6044, 7076; Muslim 64)
Yine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır:
"Benden sonra biriniz diğerinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geri dönmeyiniz."(Buhârî 4403, 6166, 6785, 7077; Muslim 66, 120) ;
"Bir adam kardeşine Ey kâfir! diyecek olursa, onlardan birisi bu ünvanı alır." (Buhârî 6103.)
Bu iki hadis de İbn Ömer -Radıyallahu anh-dan gelmekte olup Buharî ve Müslim tarafından ittifakla rivayet edilmişlerdir.
Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Dört husus vardır ki bunlar kimde bulunursa o halis münafık olur. Bunlardan birisine sahip olan kimsede de onu terkedinceye kadar münafıklık özelliklerinden birisi bulunur: Konuşursa yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, ahdettiği vakit yerine getirmez ve tartışırsa haddi aşar."
Abdullah b. Amr -Radıyallahu anh- yoluyla gelen bu hadis de Buharî ve Muslim tarafından rivayet edilmiştir. (Buhârî 34, 2459, 3178; Muslim 58.)
Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır:
"Zina eden, zina ettiği vakit mü’min olarak zina etmez. Hırsızlık yapan, hırsızlık yaptığında mü’min olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen, içki içtiğinde mü’min olarak içmez. Bundan sonra da tevbe arz olunur." (Buhârî 2475, 5578, 6772, 6810; Muslim 57)
Bir başka hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Müslüman ile küfür arasındaki sınır namazı terketmektir."
Bu hadisi de Müslim, Câbir -Radıyallahu anh- yoluyla gelen rivayetle kaydetmektedir. (Muslim 82.)
Peygamber buyuruyor ki:
"Kim bir kâhine gider de onu tasdik ederse yahut bir kadına arkadan yaklaşırsa Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e indirilene küfretmiş olur." (Ebû Dâvûd 3904; Tirmizî 135.)
Bir başka hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Allah’tan başkasının adı ile yemin eden küfretmiş olur." Bu lafzıyla bu hadisi Hakim rivayet etmiştir. (Musned, II, 69, 87, 125; Ebû Dâvûd 3251; Tirmizî 1535; Hâkim, el-Mustedrek, I, 18.)
Bir diğer hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Ümmetim arasında iki hususiyet vardır ki bunlar küfürdür: Neseb’lere dil uzatmak ve ölüye ağıt yakmak." (Muslim 67; Musned, II, 377, 441, 496) ve buna benzer daha bir çok nass.
Buna verilecek cevaba gelince; Ehl-i sünnetin tümü büyük günah işleyen kimsenin -Hariciler gibi- bütünüyle dinden çıkartacak şekilde kâfir olmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir.
Çünkü kişiyi dinden çıkartacak şekilde kâfir olursa, o takdirde her durumda öldürülmesi gereken bir mürted olur.
Kısas hakkına sahip kimsenin, onu affetmesi de kabul edilmez. Zina, hırsızlık ve içki içmek hallerinde de hadlerin uygulanması diye bir şey söz konusu olmaz. Ancak böyle bir görüşün batıl ve fasit olduğu İslam dininin ihtiva ettiği hükümlerden kesin olarak bilinmektedir.
Yine ehl-i sünnet ittifakla şunu kabul ederler:
Büyük günah işleyen bir kimse Mutezile’nin dediği gibi iman ve islam’dan çıkmaz küfre de girmez, kâfirlerle birlikte cehennemde ebedi kalmayı da hakketmez. Çünkü Mutezile’nin de bu husustaki görüşü batıldır. Zira Yüce Allah büyük günah işleyen kimseleri mü’minler arasında saymıştır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı... fakat kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa artık örfe uyarak istesin..." (el-Bakara, 2/178)
Görüldüğü gibi burada katili iman edenler arasından çıkartmamış, onu kısas talep etme hakkına sahip olan kimsenin kardeşi olarak nitelendirmiştir. Burdaki kardeşlikten kasıt ta hiç şüphesiz din kardeşliğidir.
Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri ile çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin... mü’minler ancak kardeştirler, o halde iki kardeşinizin arasını düzeltin." (el-Hucurat, 49/9-10)
Kitap ve sünnetin nassları ile icma, zina eden, hırsızlık yapan, zina iftirasında bulunan kimsenin öldürülmeyeceğine delalet etmektedir. Bilakis bunlara had uygulanır. Bu da bu günahları işleyen kimselerin mürted olmadıklarının delilidir.
Sahih(i Buharî) de sabit olduğuna göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:
"Her kimin yanında bir dünya malı yahut bir şey dolayısı ile bir haksızlık bulunmakta ise dirhem ve dinar’ın bulunmayacağı bir vakit gelmeden önce bugün o kimseden helallık dilesin. (Çünkü o gün haksızlık yapanın) şayet salih bir ameli varsa yaptığı haksızlık kadarıyla ondan alınır. Eğer hasenâtı yoksa bu sefer haksızlık yaptığı kimsenin kötülüklerinden alınır, ona bırakılır, sonra da cehenneme atılır." (Buhârî 2449, 6534; Tirmizî 2419)
Bununla zalim bir kimsenin bir takım hasenatının bulunduğu ve mazlum’un hakkını o hasenattan alacağı sabit olmaktadır.
Aynı şekilde Sahih(i Muslim) de sabit olduğuna göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:
"Siz kendi aranızda müflis diye kime dersiniz,
onlar: Aramızda müflis dirhemi, dinarı bulunmayan kimsedir.
Şöyle buyurdu: Müflis Kıyamet günü dağlar gibi iyilikleri olduğu halde gelip de şuna sövmüş, ötekinin malını almış, berikinin kanını akıtmış, bir diğerine iftirada bulunmuş, ötekini döğmüş olarak gelen bundan dolayı da onun iyiliklerinden (öbürünün lehine) eksiltilip, yine onun iyiliklerinden (başkasının hakkı karşılığında) alınan kimselerdir. Nihayet iyilikleri üzerindeki haklar bitmeden tükenecek olursa, öbürlerinin günahlarından alınır, onun üzerine bırakılır, sonra da cehenneme atılır."
Bu hadisi de Muslim rivayet etmiştir. (Muslim 2581)
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir." (Hud, 11/114)
İşte bu şuna delildir:
Mu’min kimse kötülük işlemekle birlikte o günahlarını silecek iyilikler de yapar.
Burada ahiretteki hüküm itibariyle Mutezile’nin görüşü Harici’lerinkine uygundur. Onlar da büyük günah işleyen kimsenin cehennemde ebedi kalacağını kabul etmektedirler. Ancak Hariciler büyük günah işleyene kâfir deriz derken, Mutezile biz buna fasık deriz, demektedirler. Aralarındaki görüş ayrılığı sadece lafızdadır.
Ehl-i sünnet de büyük günah işleyen kimsenin o günah hakkındaki tehdidi -bu hususta varid olmuş nasslar’da olduğu üzere- hakkettiğini ittifakla kabul ederler. Yoksa Murcie’nin belirttiği gibi iman ile birlikte hiçbir günahın zararı yoktur, küfür ile birlikte de hiçbir itaatın faydası yoktur demezler. Murcie’nin delil diye kullandığı vaad nassları ile Hariciler’le Mutezile’nin delil olarak kullandıkları vaid (tehdit) nassları bir araya getirilecek olursa, her iki görüşün de yanlışlığı ortaya çıkar. Bu kesimlerin sözlerinde hiçbir fayda yoktur. Tek fayda, her bir kesimin açıklamasından, karşı görüşü savunan diğer kesimin izlediği yolun yanlışlığını açıkça anlayabiliyor olmamızdır.
Bir Takım Ameller Hakkında Küfür Lafzını Kullanmak Lafzi Bir İhtilaftan İbarettir
Ehl-i sünnet arasında bu hususta ittifak bulunmakla birlikte bir yanlışlık doğurmayacak şekilde kendi aralarında lafzi bir ayrılık içerisindedirler. O da şudur:
Küfrün mertebeleri var mıdır, bir küfür diğerine göre daha aşağıda olabilir mi?
Nitekim imanın da mertebeleri var mıdır?
Bir iman diğerine göre daha aşağıda olabilir mi, hususunda da görüş ayrılıkları vardır.
Bu husustaki görüş ayrılıkları neye iman denileceği hususundaki ayrılıklarından ortaya çıkmıştır. İman söz ve amel olup artar ve eksilir mi, yoksa eksilmez mi?
Ancak kendi aralarında Yüce Allah’ın ve Rasûlunün kâfir diye adlandırdığı kimseye bizim de kâfir diyeceğimizi ittifakla kabul etmektedirler.
Zira Yüce Allah, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden kimseye kâfir derken az önce sözü edilenlere de Rasûlu kâfir demişken, bizim bu kimseler hakkında kâfir demememiz imkansız bir şeydir.
Ancak iman, söz ve amel’dir, artar ve eksilir diyenler; böyle bir küfür itikadî bir küfür olmayıp amelî bir küfürdür derler ve bunlara göre küfrün çeşitli mertebeleri vardır. Kimi küfür, kimisine göre daha aşağıdadır. Nitekim bunlara göre imanda da aynı durum söz konusudur.
İman tasdik’ten ibarettir. Ameller imanın kapsamı içerisine girmez, küfür de inkar demek olup her ikisi de ne artarlar, ne eksilirler, diyenler ise bu hususta şöyle derler: Bu gibi küfürler hakiki değil, mecazi küfürdür. Çünkü hakiki küfür kişiyi dinden çıkartan küfürdür.
Aynı şekilde bir takım amellere iman adının verilmesi hakkında da bu tür açıklamalarda bulunurlar. Yüce Allah’ın: "Allah sizin imanınızı boşa çıkartacak değildir" (el-Bakara, 2/143) buyruğundaki "iman, beytu’l-makdis’e doğru dönerek kıldıkları namaz" demektir. (Buhârî 4403, 6166, 6785, 7077; Muslim 66, 120)
Namaza iman adı mecazen verilmiştir. Çünkü namazın sahih olabilmesi imana bağlıdır. Yahutta namaz imanın delili olduğundan dolayı bu ismi almıştır. Zira namaz, namazı edâ eden kimsenin mü’min olduğuna delildir. İşte bundan dolayı kâfir bizim namaz kıldığımız gibi namaz kılarsa müslüman olduğuna hüküm verilir.
Günahkar kimseler eğer zahiren ve batınen Allah Rasûlünün getirdiklerini ikrar ile kabul ediyorlarsa -onlardan tevâtüren nakledilene göre- tehdide maruz kimseler olduklarında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Fakat yanlış görüşler, Haricî ve Mutezile mensupları gibi -bunların cehennemde ebedi kalacaklarını söyleyenlerin görüşleridir. Bundan da daha kötüsü karşılıklı taassubları ve kendi kanaatlerine muhalefet eden kimseler hakkında söylenemeyecek şeyleri söylemeleri, onları kötü bir şekilde ayıplamalarıdır.
Bizler kâfirlerle tartışma halinde bile adaletle emrolunduğumuza, onlarla en güzel yol hangisi ise o şekilde mücadele etmemiz istendiğine göre böyle bir ayrılık dolayısıyla birbirimize karşı nasıl adaletli olmayız?
Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun. Çünkü o takvaya daha yakın olandır." (el-Maide, 5/8)
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da şudur: Allah’ın indirdiklerinden başkası ile hükmetmek, bazen kişiyi dinden çıkartan bir küfür olabilir. Bazen de küçük ya da büyük bir masiyet olabilir. Küfür olması halinde ya az önce sözü edilen görüşlere göre ya mecazi ya da küçük bir küfür olur. Bu da hükmedenin durumuna göre değişir.
Eğer o Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin gereksiz olduğuna inanır ve bu konuda serbest olduğu kanaatini taşıyorsa, yahut o hükmün Allah’ın hükmü olduğuna kesin inanmakla birlikte onu küçümsüyor ise bu büyük küfürdür.
Şâyet Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farziyetine inanmakla ve o olay ile ilgili Allah’ın hükmünü bilmekle birlikte -cezayı hakkettiğini itiraf etmekle beraber- Allah’ın hükmünü terkederse böyle bir kimse asi günahkardır ve buna mecazi küfür yahut küçük küfür ile kâfir olmuş denilir.
Şâyet o muayyen meselede Allah’ın hükmünü -bütün gayretini ortaya koymak ve Allah’ın hükmünü bilmek maksadıyla bütün çabası ile çalışmakla birlikte- bilemeceyek olup da bu hususta hata ederse; böyle bir kimse hata etmiş ve yanılmış bir kimse demektir. İçtihadı dolayısıyla bir ecir alır, hatası da bağışlanır.
Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-; "Biz iman ile birlikte hiçbir günahın onu işleyen kimseye zarar vermeyeceğini söylemeyiz" sözünden kasıt, Murcie’nin kanaatine muhalefeti ortaya koymaktır.
Onların bu husustaki şüpheleri daha önceden geçmiş bir takım kimselere de arız olmuştur. Sahabe bu kanaatlerinden vazgeçmedikleri takdirde bu görüşe sahip olanların öldürüleceğini ittifakla kabul etmişlerdir.
Kudame b. Maz’un ve bir topluluk haram kılınmasından sonra içki içmişler ve Yüce Allah’ın: "İman edip, salih amel işleyenlere sakınır, iman eder ve salih amel işledikleri, sonra da sakınıp iman ettikleri, sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde tattıklarından dolayı bir vebal yoktur." (el-Maide, 5/93) âyetini te’vil ile içki içmişlerdi.
Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu anh-a bu husus anlatılınca Ali b. Ebi Talib ve sair ashab ile birlikte eğer içkinin haram olduğunu kabul edecek olurlarsa onlara sopa cezası verileceğini, helal olduğu üzerinde ısrar ettikleri takdirde ise öldürüleceklerini ittifakla kabul etmişlerdi.
Ömer -Radıyallahu anh- da Kudame’ye şöyle demişti:
Sen tamamiyle yanlış bir kanaattesin, eğer gerçekten sakınan ve iman eden, salih amel işleyen bir kimse olsaydın, hiç içki içmezdin.
Çünkü bu âyet-i kerîme’nin nüzul sebebi şudur:
Yüce Allah içkiyi haram kıldığında -ki bu Uhud’dan sonra olmuştu- kimi ashab şöyle demişti: İçki içmeye devam ederken (önceden) vefat etmiş arkadaşlarımızın durumu ne olacak? Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîme’yi indirdi. (Buhârî 6103)
Bu âyet’le de haram kılınmamış olduğu o halde bir şeyler içmiş olanın durumunu açıklayarak eğer mu’min, takva sahibi ve salih amel işleyenlerden birisi ise bundan dolayı vebal altında olmayacağını belirtti.
Nitekim Beytu’l-Makdis’e yönelerek namaz kılmakla emrolunanların hali de buydu.
Diğer taraftan bu yanlış te’vil ile içki içmiş bulunanlar yaptıkları işten pişman oldular, hata ettiklerini öğrendiler ve tevbelerinin kabul edilip, edilmeyeceğinden yana ümitsizliğe düştüler.
Ömer -Radıyallahu anh- da Kudame’ye şu mektubu yazdı: "Ha, Mim. Kitabın indirilmesi hükmünde galip, en iyi bilen Allah’tandır. O günahları bağışlayan, tevbeleri kabul edendir." (el-Mu’min, 40/1-3) Bilemiyorum senin iki günahından hangisi daha büyük? Önce haram kılınmış bir şeyi helal kabul etmen mi, yoksa daha sonra Allah’ın rahmetinden ümit kesmen mi?
İşte Ashab-ı Kiram’ın ittifakla kabul ettiği bu husus, İslamın önder ilim adamları tarafından da ittifakla kabul edilmiştir.
"Mu’minler arasından ihsan edicileri (yüce Allah’ın) affedeceğini, onları rahmetiyle cennete girdireceğini ümit ederiz. Bununla birlikte onlar hakkında (azab görmeyeceklerine dair) emin olmayız. Onların cennetlik olduklarına şahidlik etmeyiz. Günahkârlarına mağfiret diler ve onlar için korkarız, hiçbir ümitlerinin olmadığını söylemeyiz."
EL-AKÎDETU’T-TAHÂVİYYE VE ŞERHİ
İmam Kadı Ali b. Ali b. Muhammed b. Ebi’l-İzz ed-Dımeşkî el-Hanefî ; Çeviri: M. Beşir ERYARSOY Guraba Yay.
Moderatör tarafında düzenlendi: