Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İdam mahkumuna dini telkinat(piyes)

kanepe21 Çevrimdışı

kanepe21

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
1.Perde

Sahne Dekoru:Cezaevi Müdürünün odası. Müdürüm masası, üzerinde normal bir büroda bulunabileek eşya, telefon, telsiz, bir köşede radyo ve televizyon, koltuklar. Cezaevi müdürünün masası üzerinde Pakia Devleti’nin kurucusunu temsil eden Uzak Doğu insan tipinde bir portre. Masada cezaevi müdürü oturuyor. Elinde fotörüyle ayakta geziniyor. Bir koltukta cübbe ve sarığını kuşanmış imâm: Kapıda hazırol vaziyette bekleyen gardiyan.
-Vakit sabaha karşı: 2 (Duvardaki saat bunu gösterecek)


Savcı: Müdür Bey, radyoyu aç da şu kısa haberleri dinleyelim!
Müdür: Aman Savcı Bey, bu saatte hangi haberi merak edersin ki?
Savcı: Aslında merak ettiğim haber de yok ya! Bu işin de tadı kalmadı. Eften-püften haberler. Yok efendim Yahudiler, Filistinlilerin ellerini kırıyorlarmış da, Halepçe’de binlerce çocuk gaz bombalarıyla öldürülmüş de, falan-filan. Beni ilgilendirmeyen şeyler…
Müdür: Sizin için bu haberlerin değeri yok mu? Yani televizyon ekranlarında gözünüzün önünde Yahudiler Müslümanların kollarını, ayaklarını kırarlarken, gaz bombalarıyla ölmüş binlerce Halepçeli’yi seyrederken size birşeyler olmuyor mu?
Savcı: Bana ne olmasını bekliyorsun ki? Herhalde bunlar için ağlamamı beklemiyorsun ha! Ağlayayım mı yani?
Müdür: O Halde Hitler’in Yahudileri kesmesi de tabii karşılıyorsunuz; öyle mi Savcı Bey?
Savcı: Saçmalama! O ayrı şey; Hitler bir canavardır. Çocuklar kesilir mi hiç? Görmüyor musun? Sonunda cezasını da buldu pis faşist!
Müdür: Peki Savcı Bey, Yahudi çocukları kesilmez de Halepçeli bebekler nasıl katliam edilir? Yoksa o bebekler, Yahudiler gibi insan evlâdı değiller mi? Adalaeti temsil eden siz, nasıl yaparsınız bu ayrımı?
Savcı: Fazla konuştun!
Bir anlık sessizlik. Savcı konuşmadan, jest ve mimikleriyle sert bir tavırla, müdüre radyoyu açmasını hatırlatır.
Radyonun Sesi: Sayın dinleyiilerburası Pakia’nın Sesi Radyosu. Şimdi kısa haberleri veriyoruz:pakia’da irticai faaliyetlerde bulunup, geçtiğimiz günlerde ortaya çıkan örgüt elemanları dün yargılandılar. Yapılan muhakeme sonunda Pakia’da, mevcut devlet rejimini yıkıp, yerine İslâmi esaslara dayalı bir devlet kurmak isteyen ‘’İslâmî Davranış Hareketi’’nin ileri gelen elemanları, yapılan muhakeme sonucu idâma mahkûm edildiler!
Savcının sert sesi: Kapat şunu!
Müdür sesini çıkarmadan radyoyu kapatır. Savcı hâlâ gezinmede… Sessizlik…
Savcı (kendikendine konuşarak): Adam olmayacaklar! Hayır, hayır! Bu gericiler asla adam olmayacak! Müslümanların ezildiklerini bahane edip, gizli örgüt kuruyor alçaklar! Ulan hepimiz Müslüman değil miyiz? Söyle Müdür! Babam geçen sene hacca gitmedi mi? Bunlar ne istiyor?
Savcı (yine konuşmaya başlar): Bütün Müslümanların mutlaka namaz kılmaları zorunluymuş! Dinle alay edenin namazı kılınmazmış! Fâiz yiyenler, analarıyla zinâ yapıyormuş gibi günâhkâr olurmuş! (Sesini yükselterek): Konuşsana Müdür!
Müdür: Konuşmamamı siz emrettiniz!
Savcı: Şimdi de konuş diye emrediyorum. Nedir bu yobazlardan çektiğimiz? Plajlar kapatılmalıymış... Göz zinâsı falan-filan… Ulan hangi çağda yaşıyoruz? Böyle Müslümanlık olur mu? Sizler vatan haini, bölücülersiniz! Bayramda kurban kesmiyorsam annemin ölüsünü öpeyim!
Bir an sessizlik…
Savcı (devam eder):Bak Müdür, bir şey anlatayım! Geçen Ramazanda bir gece teravihe gittim. O yobaz imam bana ne dese beğenirsin? (Kelimeleri alaylı söylerek) ‘’Savcı Bey, farzları da kılsan ne iyi olur.’’ Ulan imam, sana mı kaldı benim dinime karışmak? Yok canım, bunların hepsi birbirinden yobaz!
Savcı (ciddileşir, durur ve konuşmaya devam eder): İste biraz sonra asacağımız Çian-Ka-Selim de bunlardan biridir!
Sessizlik… Savcı saatine bakar. Sonra imama dönerek ürkek bir sesle:
-Kalk İmam Efendi, sabah yaklaşıyor. Git adama telkinatını yap da, gâvur olarak ölmesin!
İmam cevap vermez. Ayağa kalkar. Korku, üzüntü ve nefret dolu bakışlarla odadan çıkar.


Birinci perdenin sonu
Derzli siyah duvarlarıyla, bir hapishane hücresi.


Nereden ve ne zaman kaldığı bilinmeyen bir âdet üzere, idâma mahkum olan şahıs veya şahısların yanına infazdan önce, -ki umumiyetle birkaç dakika öncedir bu merasim-, bir din adamı gönderilir. Halkı Müslüman olan ülkelerde böyle olduğu gibi, Batı’da da bu âdet vardır. Bu din adamının görevi, biraz sonra öldürülecek olan idam mahkumuna dini telkinatta bulunmak!..


Pakia’nın duvarları kirli beyaz olan hapishanesinin kuleleri üzerine konan birkaç garip kuş, fecri haber veriyordu. Şafak sökmek üzereydi. Kendine mahsus kokusunu etrafa saçan hapishanenin tek kişilik hücrelerinin birinde ‘’Pakia’da İslâmi esaslara dayalı bir devlet kurmak istediği için’’ ölüme mahkûm edilmiş olan bir genç yatıyordu; adı Selim’di… İnsanoğlunun güzellik mevsimi olan gençliğini yaşıyordu Selim… Yaşı otuzlara yaklaşıyordu; gazeteler öyle yazmıştı. Hukuk tahsil etmişti. Bir gün, birileri adaleti dağıtır, hukukun yüceliğini tescil ederim diyordu belki…
Sabahın alacakaranlığında bu düşüncelere dalmış olan Selim’in, dikine konmuş bir mezar biçiminde olan hücresi, kapının, beyin hücrelerini felç eden acı ve paslı gıcırtısıyla açıldı ve kapıda bir adam dikildi. Bu bir din adamıydı. Arkasında, elinde bir gemici feneri tutan bir de gardiyan vardı. Resmi din adamı, sanki özenilerek pisletilmiş tabandaki çirkeflere bulaşmaması için, cübbesinin eteklerini yukarı doğru kaldırıyordu.
Kısa bir sessizlikten ve fenerin aydınlatmak için çırpındığı hücrenin karanlığına, rutubetine pisliğine, köşe kapmaca oynayan farelerin tıkırtılarına, rutubetten ıslanmış gibi bir hâle girmiş olan hücre duvarlarının, bu hücrede cereyan edecek hadiselere adeta şahit olmak için birer göz şekline bürünmüş deliklerin ağızlarına, sanki ‘’burada olacak hadiselere şahit olmayın’’ edasıyla ağını kurmaya çalışan ve fakat –şartlar nâmüsait olduğundan- buna bir türlü muvaffak olamayan zehirli örümceklere, hücrenin üst köşelerinin birinde asılı olan ve de asılı olduğu için gözleri kan çanağına dönmüş olan yarasanın, ‘’bana bak din adamı, yalnız ben değil, siz insanlar da, siz insanların kanını emiyorsunuz’’ dercesine olan eğri bakışlarına alıştıktan sonra din adamı Selim’le konuşmaya başladı:
- Kardeşim Selim!..
Selim cevap vermiyor, sarıklı-cübbeli resmi din adamına bakıyor. İfâdesi mümkün olmayan karşılıklı bakışmalar… Korku, heyecan, soğukluk, sıcaklık, samimiyet, ürkeklik, telaş, sessizlik ve nihâyet insanı konuşturamaz hâle getiren bütün fiziki ve psikolojik güçler, güdüler sarmış din adamını ve karşısındaki idâm mahkûmunu…
Zavallı din adamı!.. Muhatabına biraz sonra asılacağının korkunç haberini mi, muştusunu mu versin? Kararsız, mütereddit, iki hâl arasında ‘’müzebzep’’, nasıl başlayacağını kestiremiyor. Nihayet arkasında zebanî gibi bekleyen gardiyan, homurdanmasıyla ikaz edince şunları mırıldanır din adamı sessiz ve titrekçe:
- Kardeşim!.. Biraz sonra seni götürüp idam edecekler! Bu dünyayı bırakıp başka bir dünyaya gideceksin… Dinsiz gitmemen için, sana ini telkin yapmaya geldim.
İşkencenin ağırlaştırdığı başını yavaş yavaş kaldıran Selim, din adamına şöyle dedi:
-Bana dini telkinde bulunmak için seni kim görevlendirdi?.. Din adamının titrek sesi:
-Savcı!.. Selim tekrar sordu:
-Dine dayalı devlet kurmak istediğim için beni idamla yargılayan savcı mı bana dini telkinatta bulunman için verdi bu emri? Din adamı:
-Evet, dedi.
-Peki hangi dini telkin etmeni emretti Savcı Bey?
Uzatmak istemeyen din adamı:
-Tabii ki İslam’ı; sen Müslüman değil misin? Selim cevap verdi:
-Müslüman olmaya Müslümanım ama, ben İslam’ı istediğim için idâmla yargılayan savcı, bana İslâm’ın telkin edilmesi için neden emir veriyor, bunu anlayamıyorum! Din adamı, söyleyecek bir şeyi olmadığı için susuyor, bir yandan da ‘’telkine devam edeyim mi’’ diye düşünüyor.
Selim devamla: Afrika kaktüslerinin birbirine dolanmış milyarlarca liflerinin karmaşıklığından daha anlaşılmaz olan insanoğlunun insanoğulluğu düşündürüyor beni… İnsanoğlu… Beniadem ha?.. Ceylanlığı, ceylana yasaklamış olan avcı, ceylanın kafasına kurşunu sıkıyor ve ona ceylanlığı telkin ediyor? Engizisyon yargıçlarının, Endülüs’te yaptıkları bundan farksız mıydı? Nüans farkı vardı elbette. Biri İslâm adına, öbürü İsâ adına kesiyor insanları. Altüst oluyor kafamdaki düşünce ve muhakeme mekanizması. ‘’İslâmı istiyorum diye bana idam verdiler, ida edileceğim diye, idamıma sebep olan İslâm’ı bana telkin ediyorlar? Bu iki fiilin hangisi suç, hangisi ceza? Bana telkin edilen İslam’ın cezası olan ‘’idamın ne suçu var? Benim istediğim ve sizin bana telkin etmeye çalıştığınız aynı şey, yani aynı din ise, ruhban gibi aramıza sokup su ortağı yaptığınız giyotin ya da ip ne oluyor? Bu fiil, yani İslam’ı isteme keyfiyeti cürüm ise, onu istemeyi bana nasıl telkin eder; ve de istediğim için bana nasıl idam verirsiniz?’’ diye kendi kendine konuşan Selim, din adamına döndü ve,
-Telkin et bakalım! Din adamı çaresiz ve seçme hakkından yoksun olarak şöyle dedi:
-Lâ ilâheillallah de! Din adamına acıyan gözlerini ondan çeviren Selim şöyle dedi:
-Ben Lâ ilâheillallah dediğim için burdayım. Ben ALLAH dışındaki bütün ilahları reddettiğim için, Alah’ın nizamı dışında hiçbir ilâhın nizamını kabul etmediğim için, yâni senin bana savcı beyin emriyle telkin etmeye çalıştığın o Lâ ilâheillallah’ı hayatımda tatbik etmeye çalıştığım için burdayım. Hoca efendi! Dışarıda
images.jpeg
çekerek hazırladığınız sehpa, besmelenin katli içindir. Besmeleyi hiç olmazsa
images.jpeg
adına katletmeyin! ALLAH’ı hısım yapıp, O’na karşı, O’nun adına cinayet işlemek neden? Sizin telakki ettiğiniz gibi, eğer İslam sadece ölüme mahkûm olanlara, yani ölülere telkin edilecekse, telkinin devamında ona uyulması gerektiğini söyleyeceğin Ulu Peygamber, neden dirilerle uğraştı, neden dirilere tebliğ ve telkin etti İslam’ı? Dışarıda tebliğ ve telkin bekleyen milyonlarca diri insan varken, benim gibi bir ölüye İslam’ı telkin etmenin sizlere ve de İslam’a ne yararı var? Ölü mes’ul olmadığına göre, senin telkin etmeye çalıştığın dini nerede ve nasıl tatbik edeyim? Tatbik edemeyeceksem, bütün bu çabalarınız neden?Selim devam eder…
-Hoca Efendi benim bu dediklerimden bir şey anlayabildin mi?
Hoca sadece başını ‘’evet’’ der gibi sallar.
Selim:Hoca Efendi, ALLAH aşkına doğruyu söyle, söylediklerimden bir şey anlıyor musun?
Hoca:pek bir şey anlayamadım!
Selim: Hoca Efendi, benim dediklerimden bir şey anlamadıysan, bana neyi telkin edecek neyi anlatacaksın?
Hoca:Anlatmayacağım, dedirteceğim!
Selim:Neyi dedirteceksin?
Hoca: Kelime-i şehâdeti!
Selim:Kelime-i şehâdeti dersem ne olur? Veya dedirtirsen ne olur?
Hoca: Kelime-i şehâdeti dersen, idâm edilince, Müslüman olarak öleceksin.
Selim:Yani sence, Müslüman olmak için kelime-i şehâdeti söylemek yeterli midir?
Hoca: Yeterlidir.
Selim: (El ve ayaklarında zincirler olduğu halde, ayağa kalkar ve hocaya yaklaşmaya çalışarak): Hoca Efendi, ve senin şahsında hoca efendiler!.. Neden bu dini bizlere yanlış ve çarpık olarak öğrettiniz? Beni ölüme gönderirken ‘’ Lâ ilâhe’’ dedirtip, hangi ilahları reddettirecek, hangilerine ayaklandıracaksınız? Beni, ‘’Lâ ilâhe’’, yani ‘’hiçbir güç, hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir ilah tanımıyorum’’ demeye zorlarken, biraz sonra karşı çıkıp onlara ‘’lâ’’ diyerek isyan edeceğinizi düşündünüz mü hiç? Beni götürüp gömeceğiniz mezarda, ‘’lâ’’ deyip isyan edeceğim, reddedeceğim bir ilah yoksa neden bana bunu dedirtme ihtiyacını görüyorsunuz? Söylesene Hoca Efendi, bu dediklerimden bir şeyler anlıyor musun?

(Selim birazcık susar, sonra başı önüne eğilmiş hocaya bakarak devam eder):
Hoca Efendi, bunları nasıl bileceksin ki? Çünkü dediklerimi anlaman, senin kendi kendini inkârın olur! İslam’ın ‘’lâ’’ ve ‘’illâ’’sının tatbikini istediğim için idama mahkûm ettikleri bana; sen gelmiş ‘’lâ’’ dedirtmeye çalışıyorsun! ‘’Lâ’’ ve ‘’illâ’’nın ne demek olduğunu bilmiş olsaydın; o iki yüce kanunu, benim gibi bir ölüye değil, dışarıda, ‘’lâ’’ denilip inkâr edilmesi gereken yüzlerce ilâha kul olmuş binlerce insana anlatırdın Hoca Efendi!..
Bir anlık bir sessizlik.
Sonra Hoca, mahcup ve üzüntülü bakışlarını duvara diker, gözünden akan yaşların gardiyanlarca fark edilmemesine gayret ederek:-Konuş kardeşim, yavaş yavaş seni anlamaya başladım. Kükürtleşmiş beyin kurşunlarım erimeye başladı. İslâmın elif-bâsına yeni başlıyor hissediyorum kendimi.. Bu, ne menem hocalıktır ki, bir idam mahkûmuna, İslam’ın tevhid kelimesini zorla dedirtmeye memur edilmiş olan ben; dedirtmeye çalıştığım şeyleri, anlamaktan acizim…
Biraz susar, sonra devam eder Hoca Efendi:-Nefsimin gururunu yenebilsem, ‘’İslâm’ı ve dini sen bana telkin et! İslâm’ın ‘’lâ’’ ve ‘’illâ’’sından habersiz olan bu robot hoca kardeşine, anlat diyeceğim geliyor içimden…

(Sonra Hoca, birdenbire orada gardiyanın da olduğunu hatırlayarak kendini toparlar ve usulca gardiyana bakar) Fakat gardiyan, Hoca’nın korktuğu pozisyonda değildi. Hoca’nın ‘’telkin’’ yapmağa devam ettiğini sanıyordu. Çünkü konuşulanlardan hiç bir şey anlamıyordu…

Hoca’nın bile anlamaya çalıştığı konuşmaları; hayatı, mahkûmlara bağırmakla geçmiş olan gardiyan ne anlasın!..
Gardiyan, baş ve yüz mimikleriyle Hoca’ya ‘’devam et’’ demek istedi.
Beyninden vurulmuşa dönen Hoca, âdeta yirmi sene kadar süren tedris hayatında böyle bir ders görmemiş, ona, İslam akidesini senelerce anlatan hocaları ‘’lâ’’ ve ‘’illâ’’nın ne anlam ifade ettiğini anlatmamışlar gibi, yeniden öğrenmeye başladı İslâm’ın şehadet kelimesini…

Hoca, titrek ve samimiyet kokan sözleriyle, şöyle konuşabildi:-Kardeşim, bizler asırlardır devam eden, çarpık bir din eğitiminin kurbanlarıyız. Öyle kurban olduk; öyle kullaştık, öyle köleleştik ki, düşünce melekemizi yitirdik. Ne minâreye çıkıp ezan okurken insanları neye davet ettiğimi bildim; ne de Kur’an okurken, ayetlerinin kime aitliğini ve de anlamlarını düşündüm. Ve en korkuncu, (biraz durur ve), kim bilir bunun için cehennem ateşleri beni yakarlarken nasıl yarışacaklar; senden öncekilere; sorumsuzca, bilgisiz ve şuursuzca yaptığım icbari telkinler!.. Kendinden utanıyorum!..

Hoca’daki bu değişikliği beklemeyen Selim ölüme gittiği anda bile davasını bir insana tebliğ edebilmenin sevinci içerisinde şöyle konuşur:-Hocam, kendini suçlama! Sendeki, daha önce bendeki, ve sokakta gezen binlerce Müslümandaki bu çarpık din anlayışı senden, benden ve onlardan; sen, ben ve onlar olduğumuz için değil; sen, ben ve onların, asırlar boyu körü körüne kabul edip, putlaştırdığımız, ve İslâm’ı şu-bu müessese veya müesseselerin tasarrufuna terk edişimizden sorumluluğumuzu idrak edemeyişimizden kaynaklanan eğitim ilâhına Kur’an ve Sünnet’in gerçeklerini bir taraf iterek, kul oluşumuzdan ileri geliyor!..

Siz hocalar bizim gibi değilsiniz.. Arapça biliyorsunuz. Okuduğunuz ayeti, mütalaa ettiğiniz hadisi, şayet endişeniz varsa, bizden daha iyi anlarsınız. Sizin tercüme ettiklerinizi ve bizlerin bu tercümelerinizden okuduğumuz ayet ve hadisler, bizi zindanlara atınca, neden düşünmüyorsunuz bu eserlerinizi? Yoksa; mevlit ve ilâhi okumaktan, vaktiniz mi olmuyor? Anlamıyoruz!..
Hoca:Kardeşim, vaktimiz çok az kaldı. ALLAH’a yemin ederim bundan sonra okuyacağım her âyeti, her hadisi, varlıklarının mânâsını kavramaya çalışarak okuyacak; senin tabirinle senin gibi ölülere değil, sokakta benim gibi gezen milyonlarca eğitim kurbanlarına anlatacağım İslâm’ı… Onun için dünyalarımızın değişmesine çok az kaldı. Senin gideceğim o ulvî, o güzel dünyada, sana kavuşmak için elimden geleni yapacak, ALLAH’ın yardımıyla ve in’şaallah daha önce yaptıklarımdan ötürü beni affeder inancıyla bu davaya hizmet edeceğim. Tövbe ediyor, bütün yaptıklarıma pişmanlık duyuyorum. Şimdi bana, vaktimiz yeteceği kadar, ne yapmam gerektiğini anlat! Anlar da, senin gibi bir idam mahkumuna dini telkinat yapmaya gelmiş olan bir hoca; idâm mahkumundan neler öğreniyor; ibret-i alem için insanlar, Hesap Günü de şahitlik etmek için melekler tanık olsun ve Müslümanlığın bayrağını taşısın!
Selim: Hocalara nasıl hocalık edelim ki? Söyleyeceklerimi sana öğretmek değil, sana hatırlatmak olarak al!.. Önce Savcı Bey’in bana dedirtmeni emrettiği şehâdet kelimesini; nasıl ise öylece anlat Müslümanlara!
Hoca (araya girerek): Önce kendime tabi…
Selim: Müslümanlara şöyle anlat şehâdet kelimesini: ‘’Eşhedu en lâ ilâhe illallah’’ Düşündün, anladım, kalbimde kabul ettim ve dilimle söylüyorum ki: ALLAH’tan başka ilâh, yani güç, yani sonsuz iktidar sahibi, yani kâinat ve içindeki insanlar için yasa koyan ve kendisine kulluk edilen bir başkası yoktur ve ‘’ALLAH’a rağmen ben varım’’ diyen varsa, onu inkâr ediyor, ona isyan ediyor, onu tanımıyorum.

Eşhedu!

Düşündüm, anladım, kalbimde kabul ettim ve dilimle söylüyorum ki: ‘’lâ ilâhe illallah!’’ ALLAH’tan başka kainat nizamını elinde bulunduran bir başkası, yani bir ilah yoktur! İçimde putlaştırdığım makam, ideoloji, ilke, parti, hizip, kadın, erkek, evlat, sanatkar, sporcu, klüp, loca, önder, şefs, seks ilahlarının tamamına ‘’lâ’’ deyip inkar ederek kalbimi ve düşüncemi, ruhumu ve bedenimi, elimi ve dilimi, ‘’illallah’’ deyip Rabbimin emrine veriyorum! O’ndan başkasını güç tanımaya vesile olacak her şeye ‘’lâ’’ (hayır) deyip, kenara itiyor, O’nu, yani ALLAH’ı tek ve biricik güç ve hakim tanıyarak, ‘’illallah’’ diyor bağlanıyorum, bağlandığıma dair söz ve biat ediyorum di, bütün kainat zerrecikleri şahit olsun!..


Ve eşhedu enne Muhammeden Resulullah!

Yine düşündüm, anladım, kalbimle kabul ettim ve dilimle söylüyorum ki; Muhammed ALLAH’ın Resulüdür, yani, ‘’illallah’’ deyip inandığım ALLAH’ı bana tanıtan, bana öğreten, bana sevdiren; ve ALLAH’ın kanununa nasıl uyacağımı tatbikatıyla gösteren Muhammed (s.a.s)’dir. Yani, ALLAH dışındaki bütün güçleri, tağutları nasıl inkar edip, ALLAH’ı öğrenmeme vesile olacak sıfatlarını bana bildiren Muhammed (s.a.s)’dir. Yani Muhammed’i ve O’nun sünnetlerini kabul ediyorum ki, bana İslâm’ı öğreten onlardır. ‘’Kur’an’a uyarım da, Peygamberin sünnetini ister alırım ister almam, çünkü Muhammed Araptı ve Arap zevkine hitab ediyordu’’ zihniyetinin temsilcilerine ve saçmalıklarına rağmen, kabul ediyor ve bütün dünyaya şahid olmaları için ilân ediyorum ki, ne Muhammed’siz ne de Sünnetsiz (yani Muhammed’in (s.a.s) uygulaması olmaksızın) İslâm anlaşılır! Çünkü sünneti inkar etmek, Hz.Muhammed (s.a.s)’i tanımamak; Hz.Muhammed (s.a.s)i tanımamak da ALLAH’ı inkar etmenin başka bir yoludur. Ben ise, Muhammed’i ALLAH’ın Resulü ve davamın lideri ve tek lideri olarak tanıyorum!..

Hoca:Bu dediklerinin hiçbirini düşünmemiştim; yazıklar olsun bana ve hocalığıma!..
Selim:Bunları hangimiz biliyordu ki? Hangimize öğrettiler ki? Fakat çok şükür ki uyananlarımız oldu da, uyuyanlarımızı uyandırdılar. Benim sevgili Hocam, bundan sonra insanları namaza çağrınca, şöyle duymalarını sağla:
Hayye ‘ala’s-sala!
Haydi namaza, haydi ibadete… Haydi beşeri güçleri temsil eden put heykellerini parçalayıp ALLAH’a koşan Hz.İbrahim gibi, ALLAH’a kulluk etmeye!
Haydi secde etmeye. Şeytanın iğvasıyla gurur kaplamış olan beynimizi arındırıp, toprağa alnımızı koyarak sevde etmeye!.. Sevde ederek hür olmaya, şahsiyet bulmaya!.. Asırların cahili kültürleriyle yozlaşmış kafalarımızı sevdeye koyarak, tüm siperlerden, Batı’lardan, tabulardan, makam ve mevkilerden, kölelikten, uşaklıktan; Amerikancılık ve Rusyacılıktan; kapitalizmlerden, komünizmlerden, sosyalizm ve faşizmlerden; ezilmişlikten, hor görülmüşlüklerden; piramitlere harç, put heykellerine araç olmaktan; bizi dünya için uyandıran çalar saatten, esiri olduğumuz fabrika bacalarından; Batının fuhuş kokan kavramlarından, toplumun kirli havasından… dan… dan bağımsızlaşarak şahsiyetimizi bulalım secdede!..
Hayye ‘ala’s-sala!
Haydi ALLAH için namaza kıyam etmeye, rüku ve sücûd etmeye. Rüku ve sücûd ederek tenzih ve ta’zim edelim Rabbimizi. Tahiyatta (selamlaşmada) ALLAH’la selamlaşıp, miracımıza çıkalım. Mü’minin miracı olan Tahiyatta, Selamın sadece salih kullar için olduğunu öğrenelim. Tahiyatta, Allah2ın kendisine lütfettiği selamı, bize de teşmil eden yüce Peygamber’i analım.
Namazı bitirip, birbirimize mü2min selamı verelim! Selamdan sonra, tekrar ALLAH’ı unutup dünya ilahının emrine girmemek, şucu-bucu diye suçlamalarımıza son vermek ve sadece ALLAH davası için olmak üzere sarılalım birbirimize sıkı sıkıya! Ta ki ruhlarımız birbirini duydun, tağuti şeytan ve görüşler bizden uzaklaşsın!
Hoca ufak ufak ağlamaya başlar.
Gardiyan: Hocam, yoksa sana bir şey mi dedi bu haydut? (Selim’in üzerine vararak), Tepelerim vallahi!..
Hoca:Çelik gardiyan, çekil! Bebekliğimden beri şayet ağlamasını unutmamışsan, sen de ağla benim gibi! Ağla da, belki yumuşar şu taşlaşmış kalplerimiz. Biraz sonra, daracığına götüreceğin bu mahkûm, kırk beş senedir neye mahkum olduğunu bilmekten aciz olan benim gibi bir mahkûma, hürriyet verdi, bana bu hürriyeti bahşeden ve hiçbir profesörün anlatamayacağı bir şahsiyet dersi verdi bu mahkûm! Kendisine dini telkin etmeye geldiğim bu mahkûm, bana insanlığı öğretti de, insanlığımdan utandım. Şahsiyetim yoksa, ya da dünya kaygıları içerisinde kaybolup gittiyse, buna ağlamayayım mı gardiyan?..
Gardiyan: İyi misin Hoca Efendi?
Hoca:Daha önce hiç iyi olmadım ki!.. Kötülüğün çepeçevre tutsak ettiği benliğim, ‘’iyi’’ diye bir şeylerin de olduğunun daha yeni farkına vardı. Ağladıkça daha da yaklaşıyor iyilik, daha çok görüyorumşahsiyet bayrağını; neye ‘’lâ’’ neye de ‘’illâ’’ dediğimi daha yeni öğrenmeye başladım Gardiyan! Bırak da ağlayayım ki, bana biraz daha hürriyet, biraz daha şahsiyet ve biraz daha tevhid dersi versin şu mahkûm!..
Gardiyan: Dediklerinden bir şey anlamıyorum Hoca Efendi. Seni üzdüyse hayduti ezeyim kafasını!..
Hoca:Kafası ezilecek birisi varsa o da benim. Sen anlamıyorsan ağlamaktan, yitirilmiş bir şahsiyeti bulunca duyulan hazdan; bırak da ben ağlayayım, ben duyayım o hazzı!..
(Selim’e dönüp devam eder):
Sana mahkûm mu desem; yoksa beni karanlıklardan kurtaran en büyük mürşid mi desem… Bilmiyorum ki? En uyarıcı, ey bu davanın en güzel kurbanlarının arkadaşı!.. Vakit az kaldı, biraz daha ders ver şu zavallı Hocaya!...
Selim: İnsanlara kurtuluş muştusunu haber vermek için onları ezânda ve kamette ALLAH’a çağırınca şöyle uyar cemaati ve de cemaatin anne ve babasını, arkadaş ve toplumunu:
Hayye ‘ala’l-felah!
Haydi kurtuluşa, haydi insanlığın kurtuluş mücadelesine!
Haydi süperlere ‘’dur’’ demeye. Haydi tüm mustad’afların, tüm ezilmişlerin safına girmeye! Haydi Afganlıyla ağlamaya, Morolularla kanamaya! Haydi müstemleke kovboylarıyla mücadele eden Kızılderiliyi kurtarmaya, Nikaragualı bebekleri öldürmek için silah taşıyan gemiyi durdurmaya!..
Hayye ‘ala’l-felah!
Haydi dünyayı paylaşamayan, kâh Cenevre’de, kâh İzlanda’da bir araya gelip insanlıkla alay eden Rusya ile Amerika’nın, insanların kanları üzerinde ayakta duran ve her ayağı bir kukla başkanın omzunda olan masalarını devirip, kafalarına çalmaya! Haydi âleme ‘’terörist’’ deyip, Nikaragua gerillalarına, Lübnan’daki paralı askerlere; politikası icabı kâh Markos’a, kâh Akino’ya silah yardımı(!) yapan Amerika’nın ve aynı yöntemlerle emperyalizmi sürdüren yoldaşı Rusya’nın oyunlarını bozmaya!
Haydi tüm diktatörlerini zalimlerin, hak yiyenlerin, ispiyoncuların, işbirlikçilerin, münafıkların, hainlerin, fasıkların, işgalcilerin, mütegallibenin, hırsızların, tefecilerin defterlerinin dürüldüğü odanın kapısını aralamaya!..
Hayye ‘ala’l-felah!
Haydi kurtuluşa; namazda duruluşa ve yakarışa! Haydi iflah olmaya, haydi mü’min olmaya ve felah’ın yalnız mü’min için olduğunu anlamaya!
Hocam bununla da yetinme! Bayram sabahları camiye gelenlere sadece tekbir getirtme! Onlara, şuursuzca terennüm ettikleri Allahu Ekber’i anlat. Anlat ki bilsinler. Bilsinler ki kime ‘’büyük’’, kime ‘’en büyük’’ dediklerini anlasınlar. Anlasınlar da öyle karar versinler camiye gitmeye, ya da gitmemeye.
Allahu Ekber’i anlat!..
Allahu Ekber!..
Sen ey Doğu, ve sen ey Batı; sen ey Güney ve sen ey Kuzey duy, dinle ve bil ki, Allahu Ekber, ALLAH en büyüktür!
Siz ey dört cihet, ya da yön; duyun, dinleyin ve biliniz ki: Ekber olan, yani ‘’En Büyük’’ olan ve temsil ettiğiniz yerkürenin her türlü hâkimiyeti ALLAH’ındır! Ekber, yani ‘’En Büyük’’ sıfatı sadece ALLAH’ındır; o sıfatı O’ndan başkasına verip, kullanmayın ki O’na ortak tanıyıp şirk koşmayasınız! ‘’En Büyük … spor!’’ diye stadyumlarda bağırıp, minarelerin öfkesini toplamayın ki, ALLAH’ın emriyle gazaba gelen minareler, tepenize yıkılmasın! Allahu Ekber, tek Hakim O’dur! Allahu Ekber, uyulacak tek merci O’dur! Allahu Ekber, yanılmaz kanuna sahip tek kanun koyucu O’dur!
(Bu sırada uzaklardan sabâ makamında okunan bir ezan sesi gelir).
Hücrede derin bir sessizlik… Çünkü bu saba ezanı, dışarıdaki Müslümanları namaza, Selim ile cellâdı idam sehpasına çağırıyordu…
Gardiyan homurdanarak vaktin geldiğini bildiriyor Hoca’ya..
Hoca’nın ağlaması fazlalaşıyor ve Selim’i kucaklıyor. Kimsede ses yok.

Perde kapanırken, gözü arkada olduğu halde Hoca şöyle seslenir:
-Mücahid kelimesini ilk defa kullanıyorum hayatım boyunca! Kutlu olsun cihadın… Duyduğun bu ezân seni sehpaya götüreceklerinin işaretidir. Hakkını helâl et!.. ALLAH’a yemin ederim ki, senin bıraktığın yerden, devam ettireceğim davanı!..

Perde kapanır…
Cezaevi Müdürünün odası) Müdür kendi koltuğunda, savcı ayakta geziniyor.
Savcı: Nerde kaldı bu hoca Müdür Bey?
Tam o sırada içeriye Hoca girmektedir.
Hoca: Geldim Savcı Bey!
Savcı: Adama dersini verdin mi?
Hoca cevap vermeden, sadece savcıyı süzüyor.
Savcı: Cevap versene Hoca, telkinini yaptın mı yobazın? Bu kadar yobazlık yaptı, bari gâvur gitmesin öbür dünyaya…
Hoca:Telkin yapmadım!..
Savcı:Böyledir zaten bu yobazların sonu! Seni dinlemek istemedi hâ! Zaten ölüme yaklaşınca böyle çılgınlaşırlar bu mürteciler.. Çok mu hakaret etti?
Hoca: İltifat ederek hakaret etti bana.
Savcı: Anlamadım! Sana iltifat mı etti? Vay zavallı! Belki de senin onu idamdan kurtarabileceğini düşündü.
Savcı biraz susar, düşünür gibi yapar ve devam eder;
‘’Ama hakaret etti dedin! Bu nasıl oluyor. Sizi iki cümle kurmasını beceremez misiniz? ‘’Hem iltifat etti; hem hakaret etti’’ diyorsun. Şunu açık anlatsana!
Hoca: ‘’Siz bu dini iyi okuyor, iyi bilmiyorsunuz!’’ dedi.
Savcı:İltifat bu mu? Peki, nasıl hakaret etti?
Hoca: Mahkûm bana şöyle dedi:
‘’Hoca, siz bu dinin folklorunu yapıyor, özünü saklıyorsunuz!’’
Savcı:Dinin bir de folkloru mu varmış? Nedir bu folklor?
Hoca: Kur’an’daki ALLAH ahkâmını değil, ALLAH adına ormandan –ağaçtan; sağlıktan- aşıdan anlatıyormuşuz Müslümanlara..
Savcı: Siz ne anlarsınız ormandan, sağlıktan?
Hoca:O da öyle söyledi!
Savcı: Başka ne dedi?
Hoca:Bana dini öğretti.
Savcı: (Şaşkın ve sinirli) O mu sana, sen mi ona öğrettin?
Hoca: O bana öğretti.
Savcı:peki ne öğretti?
Hoca:Şehâdet kelimesini öğretti!
Savcı: Sinirli halimle beni güldürme Hoca! Sen şehâdet kelimesini bilmiyor muydun ki sana öğretti?
Hoca:Hayır bilmiyordum!
Savcı:Bilmiyor idiysen ve biz seni bunca mahkûmu asmadan onlara dini telkinat yapmaya gönderince, neden ‘’bilmiyorum’’ demedin? Yoksa daha önce idam ettiklerimize şehâdet kelimesini söyletmedin mi? Bunu yapmadıysan, suçlusun Hoca!..
Hoca:Savcı Bey! Söyletmesine söylettim de, bilmediğimi, anlamadığımı söylettim onlara.
Savcı:Sen deli misin Hoca! İnsan bilmediğini nasıl öğretebilir?
Hoca: Benim senelerdir yaptığım gibi.
Savcı: Senelerdir ne yaptın?
Hoca: Millete şehâdet kelimesini öğrettim, bir gün için onun anlam ve mesajını düşünmedim! Namaz kıldırdım da, kime, neden ve ne için secde ettiğimi, secde ettirdiğimi aklımdan geçirmedim. Güzel sesimle minarelerde ezan okudum da, bu ilâhi mesaja, bir defa olsun kulak verip, insanları neden namaza çağırdığımı idrak edemedim. Felâh’a, Kurtuluş’a siye sabâ makamından ezanlar okudum da, o ezanı dinleyenlerin nasıl ezildiklerini, nasıl sömürüldüklerini görmedim. Yıllarca dine küfreden, onunla alay edip mücadele verenlerin necis vücutlarını yıkayıp, cenaze namazlarını kıldırdım. Ve bu cürümü işleyince de, ALLAH’ın şu kesin emrini hiç hatırlamadım. ALLAH diyor ki:
‘’Onlardan ölen birinin namazını hiçbir zaman kılma, mezarı başında da durma, çünkü onlar ALLAH’a ve Resulü’ne (karşı) küfre saptılar ve fasıklar olarak öldüler. Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; ALLAH bunlarla ancak, onları dünyada azablandırmak ve canlarının onlar küfür içindeyken zorluk içinde çıksın ister’’ (Tevbe Sûresi,84-85)
Savcı: Bunları da mı sana o yobaz öğretti?
Hoca: Evet, o öğretti.
Savcı: Bu kadar konuşmasına neden müsaade ettin Hoca?..
Hoca: Onu dinlemeyi, fırsat ve ganimet bildim.
Savcı: O ne biçim ganimet ve değer ki, ‘’bundan sonra her önüne gelenin cenazesini yıkama, namazını kılma!’’ desin.
Hoca: O demedi; öğretti…
Savcı: Hoppala, şimdi de felsefe mi? Ne demek ‘’o demedi, öğretti’’?
Hoca: O şu demektir Savcı Bey! Bu size söylediklerimi teker teker o bana demedi elbette. Ama bunları görmeyi, bunları sezmeyi, kavramayı-idrak etmeyi öğretti bana…
Savcı: Yani bundan sonra önüne getirilen her ölünün namazını kıldırmayacak mısın?
Hoca: Hayır!
Savcı: Peki ne yapacaksın?
Hoca: Ölünün Müslüman olduğuna dair iki Müslüman şahit isteyeceğim.
Savcı: Bana bak, ileri gidiyorsun Hoca!..
(Hınçla bakar ve tehdit ederek): Seni de o yobaz gibi mahkûm ederim ha!..
Hoca: Ben zaten mahkûmum.
Savcı: Ne biçim mahkûmsun ki, karşımda böyle konuşabiliyorsun?
Hoca: Biraz sonra idam edeceğiniz mahkûm bana hürriyeti öğrettikten sonra…
Savcı (Hocanın sözünü keserek): Sana hürriyeti mi öğretti? Ay canına? Biraz da kendisine öğretseydi ya bu hürriyetten…
Hoca: Savcı Bey! Aslında hür olan o, tutsak olan benim! Yirmi senelik meslek hayatımda; hep, ama hep tutsakmışım da haberim yok tutsaklığımdan… Siz sadece sizin kararınızla tutsak olanlara tutsak demeyiniz! Vicdanları prangaya vurulmuş insanları saraylarda köşklerde yaşatsanız; sözde hürriyet olan o fiziki serbestin ne anlamı var?
Eminim ki ne dediklerimi anlamıyorsunuz… Yirmi senelik hocalık hayatımda, ALLAH’ın davasını bir taraf bırakıp da, insanlara sizin istediğiniz şekilde, bir din öğretmiş olmamın vicdan azabı, yirmi bin defa asılmamdan daha korkunçtur!..
Ben (başını sağa-sola sallar)… Peygamberlerin varisi olan ben, bir gün dahi düşünmedim. Musâ’nın isyanını, Muhammed’in cihâdını… Ve ben onların varisiyim, öyle mi? Bundan daha büyük mahkûmiyet var mı Savcı Bey?
Savcı saatine bakar ve mimikleriyle Cezaevi Müdürü’ne idâmı infaz etmeye gideceklerini anlatır. Kapıdan çıkmadan tekrar hocaya dönerek:
Savcı: Bana bak Hoca, şimdi seni delirteni asmaya gidiyorum. Gelince seninle hesaplaşacağız. Ya eskisi gibi olursun ya da seni yok ederim, bunu iyi bil!
Hoca (sahnenin önüne doğru yaklaşarak seyircilere döner ve):
Ben zaten yok oldum…(Cümlelerin arasında durarak konuşur). Fakat bu yoklukta buldum kendimi. Beni sen değil Savcı Bey; idam mahkûmu yok etti.. Senin yok edebileceğin bir şey kalmadı Savcı Bey... Çünkü yok olan bir daha yok edilemez!.. İdam etmeye gittiğin mahkûm beni öyle yok etti ki, o yoklukta şahsiyet ve insanlığımı buldum. O yoklukta, ALLAH’ı ve Resûlünü buldum. Benden sonra buraya benim eski halimde olan başka bir Hoca alacaksınız elbette… İdam mahkûmlarına şehâdet kelimesini dedirtmek için… Acaba bir gün o da yok olabilecek mi benim gibi?.. Bu kolay değil!... (Durur)…
-Böyle hocaları benim gibi yok edip şahsiyetlerini kazandıracak Selim gibi idâm mahkûmları onlara da rastlayacak mı?....

(Perde kapanır)
 
Üst Ana Sayfa Alt