Bismillahirrahmanirrahim
De ki: O, Allah birdir. (1)
Allah Samed'dir. (2)
O, doğurmamış ve doğmamıştır. (3)
Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir. (4)
Bu küçük sure, sahih rivayetlerde belirtildiği üzere Kur'an'ın üçte birine denk gelir.
Buhari, İsmail'den rivayet etmiştir: Malik, Abdurrahman bin Abdullah bin Abdurrahman bin Ebi Sa'saa'dan, o da babasından, o da Ebu Said'den nakletti ki, bir adam bir başkasının "De ki: O, Allah birdir" ayetini tekrar tekrar okuduğunu duymuş. Sabah olduğunda bu durumu Nebi'ye (s.a.v.) anlattı ve adamın bu sureyi küçümser gibi tekrarladığını ima etti. Bunun üzerine Nebi (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, bu sure Kur'an'ın üçte birine denktir."
Bunda şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü Resulullah'ın (s.a.v.) ilan etmesini emrettiği "De ki: O, Allah birdir" ifadesindeki bu "ahadiyet" (bir ve tek oluş), hem vicdani bir inanç, hem varlığın bir açıklaması, hem de hayatın bir metodudur. Bu sure, büyük İslam hakikatinin ana hatlarını içermektedir.
"De ki: O, Allah birdir" ifadesi, "bir" anlamına gelen "vahid" kelimesinden daha derin bir manaya sahiptir. Çünkü bu ifade, "bir" olmanın ötesinde, O'nunla birlikte hiçbir şeyin olmadığını ve O'nun benzeri hiçbir şey bulunmadığını vurgular.
Bu, varlığın birliğidir... Hakiki varlık yalnızca O'nun varlığıdır. Diğer tüm varlıklar, varlıklarını O'nun hakiki varlığından alırlar ve hakikatlerini O'nun zatî hakikatinden devşirirler.
Bu, aynı zamanda fiillerin birliğidir. O'ndan başka hiçbir şey, bu varlık aleminde aslen bir şeyi yapamaz veya bir şeyde etkili olamaz.
Bu, vicdani bir inanç olduğu kadar, varlığın da bir tefsiridir...
Eğer bu tefsir kalbe yerleşir ve bu tasavvur netleşirse, kalp her türlü şaibeden, her türlü kirden ve bu tek olan, varlığın ve fiillerin hakikatine sahip olan Zat'tan başka hiçbir şeye bağlanmaktan arınır.
Kalp, bu varlık alemindeki hiçbir şeye bağlanmaktan kurtulur—hatta belki de hiçbir şeyin varlığını hissetmekten bile kurtulur! Çünkü hakiki varlık yalnızca ilahi varlıktır. Hakiki fiil de yalnızca ilahi iradedir. Öyleyse kalp, varlığı ve fiili hakiki olmayan bir şeye neden bağlansın?
Kalp, hakiki olmayan her şeyin varlığını hissetmekten ve bu hakikatten başka bir şeye bağlanmaktan arındığında, o zaman tüm zincirlerden kurtulur ve tüm engellerden sıyrılır. Arzudan kurtulur—ki bu, birçok zincirin kaynağıdır—ve korkudan kurtulur—ki bu da birçok bağın kökenidir. Allah'ı bulan kimse neyi kaybeder ki? Ve O'ndan başka hiçbir fâil olmadığına göre kime korku duyulur?
Bu tasavvur kalbe yerleştiğinde, kişi her varlıkta Allah'ın hakikatini görür—bu, kalbin her şeyde Allah'ın elini gördüğü bir mertebedir. Bunun ötesinde ise, kişinin kainatta Allah'tan başka hiçbir şey görmediği bir derece vardır. Çünkü orada hakiki olarak görülen yalnızca Allah'ın hakikatidir.
Aynı şekilde, bu tasavvur, sebeplerin fâiliyetini reddetmeyi de beraberinde getirir. Her şeyi, her olayı ve her hareketi, ilk sebep olan Allah'a irca eder. İşte Kur'an'ın imani tasavvurda büyük bir önemle vurguladığı hakikat budur. Bu nedenle Kur'an, zahiri sebepleri sürekli olarak kenara iter ve her şeyi doğrudan Allah'ın iradesine bağlar:
"Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı." (Enfal, 17)
"Zafer yalnızca Allah'tandır." (Enfal, 10)
"Allah'ın dilemesi olmadıkça siz bir şey dileyemezsiniz." (İnsan, 30)
Ve bunlar gibi daha birçok ayet...
Zahiri sebepleri bir kenara bırakıp her şeyi yalnızca Allah'ın iradesine havale etmekle, kalbe huzur dolar. Kişi, neyi arzuluyorsa onu yalnızca Allah'tan ister, korktuğu şeyden de yine yalnızca O'na sığınır. Zahiri sebeplere, fâillere ve etkenlere karşı sükûnet bulur, çünkü onların hakiki bir varlığı ve etkisi yoktur! İşte tasavvuf ehlinin uzaklara sürüklenerek aradığı mertebelerin özü budur. Ancak İslam, insanların bu hakikate ulaşırken, hayatın gerçekliğiyle yüzleşmelerini, insani hayatı ve yeryüzündeki halifelik görevini tüm unsurlarıyla yaşamalarını ister. Bununla birlikte, onların "Allah'tan başka hakiki varlık yoktur, O'ndan başka fâil yoktur" şuurunu taşımalarını arzular. İslam, bu yoldan başka bir yol istemez! İşte bu tefsirden ve onun kalpte uyandırdığı tasavvurlardan, duygulardan ve yönelimlerden tam bir hayat metodu doğar:
Allah'ı birlemeye dayalı bir ibadet metodu. O ki, hakiki varlık yalnızca O'nun varlığıdır, hakiki fâillik yalnızca O'nun fâilliyetidir, etki yalnızca O'nun iradesiyledir.
Yalnızca Allah'a yönelme metodu. İstekte ve korkuda, refahta ve sıkıntıda, nimette ve musibette yalnızca O'na yönelmek... Zira hakiki varlığı olmayan ve hakiki fâiliyeti bulunmayan bir varlığa yönelmenin ne anlamı var?
Yalnızca Allah'tan almanın metodu. İnanç, tasavvur, değerler, ölçüler, şeriatler, kanunlar, düzenler, adetler ve gelenekler yalnızca O'ndan alınır. Çünkü hakiki varlık yalnızca O'nun varlığıdır ve hakikat yalnızca O'nun zatına mahsustur.
Yalnızca Allah için hareket etme ve çalışma metodu. Hakikate yakınlaşmak, engellerden ve şaibelerden kurtulmak için... İster kalbin derinliklerinde, ister etraftaki eşya ve nefisler arasında olsun. Bunların arasında nefsin engeli ve bu varlık alemindeki şeylere duyulan arzu ve korku zincirleri de vardır!
Bu metod, insan kalbini her varlıkla sevgi, ünsiyet, şefkat ve uyum bağıyla birleştirir. Çünkü bu varlıklardan kurtulmak, onlardan nefret etmek, onlardan kaçmak ve onlarla ilişki kurmaktan uzak durmak demek değildir. Hepsi Allah'ın elinden çıkmıştır ve hepsi varlığını O'nun varlığından alır. Hepsi bu hakikatin nurlarıyla aydınlanır. Öyleyse hepsi sevimlidir, çünkü hepsi Sevgili'den bir hediyedir!
Bu, yüce ve özgür bir metottur... Bu metotta dünya küçüktür, dünya hayatı kısadır, dünya nimetleri değersizdir. Bu engellerden ve şaibelerden kurtulup özgürleşmek bir hedef ve arzudur... Ancak İslam'da özgürleşmek, inzivaya çekilmek veya ihmalkârlık demek değildir. Nefret veya kaçış da değildir... Bilakis, özgürleşmek, insanlığın tümünü yüceltmek ve beşeri hayatı özgür kılmak için sürekli bir çaba ve mücadele demektir. Dolayısıyla bu, halifelik ve önderliğin tüm yükümlülüklerini üstlenirken, aynı zamanda özgürlüğün ve özgürleşmenin tüm unsurlarını taşımaktır. Daha önce de belirttiğimiz gibi.
Manevi bir inziva yoluyla kurtuluşa ermek kolaydır. Ancak İslam bunu istemez. Çünkü yeryüzünde halifelik ve insanlığa önderlik, ilahi kurtuluş metodunun bir parçasıdır. Bu, daha zorlu bir yoldur, ancak insanın insanlığını gerçekleştiren yoldur. Yani, insanın varlığındaki ilahi nefhanın zaferini temin eden yoldur... İşte özgürleşme budur. Ruhun, ilahi kaynağına doğru yükselmesi ve yüce hakikatini gerçekleştirmesidir. Bu, ruhun, yaratıcısı olan Hakim Allah'ın onun için seçtiği alanda çalışmasıdır...
İşte tüm bunlar için, ilk davetin amacı, tevhid hakikatini bu şekliyle kalplere yerleştirmekti. Çünkü tevhid, bu şekliyle, vicdani bir inanç, varlığın bir tefsiri ve hayatın bir metodudur. Sadece dil ile söylenen bir kelime veya vicdanda yerleşen bir tasavvur değildir. Bilakis, tevhid her şeydir, dinin tamamıdır. Ondan sonra gelen tüm detaylar ve dallanmalar, bu hakikatin kalplerde bu şekliyle yerleşmesinin doğal bir sonucudur.
Daha önce Ehli Kitab'ın yaşadığı sapmalar, onların inançlarını, tasavvurlarını ve hayatlarını bozmuştur. Bu sapmalar, ilk olarak saf tevhid anlayışının bulanıklaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Ardından bu bulanıklık, diğer sapmaları da beraberinde getirmiştir.
İslam inancındaki tevhid anlayışının öne çıkan özelliği, hayatın tamamına nüfuz etmesi ve hayatın bu temel üzerine kurulmasıdır. Tevhid, hayatın pratik ve gerçekçi metodunun temelini oluşturur. Bunun etkileri, hem inançta hem de şeriatta açıkça görülür. Bu etkilerin ilki, hayatı yalnızca Allah'ın şeriatının yönetmesidir. Eğer bu etkiler eksik kalırsa, tevhid inancı da tam olarak gerçekleşmiş sayılmaz. Çünkü tevhid, ancak hayatın her alanında bu etkilerin görülmesiyle tamamlanır.
"Allah birdir" demek, O'nun Samed olduğunu, doğurmadığını ve doğmadığını, hiçbir denginin olmadığını ifade eder. Ancak Kur'an, bu detayları daha da pekiştirmek ve açıklamak için zikreder:
"Allah Samed'dir." Samed kelimesinin dilbilimsel anlamı, kendisine başvurulan, ihtiyaçların giderildiği ve hiçbir işin O'nun izni olmadan hükme bağlanmadığı yüce efendidir. Allah (c.c.), kendisinden başka efendisi olmayan tek efendidir. O, bir ve tektir, her şey O'nun kulu ve kölesidir. O, yalnızca kendisine yönelinendir, ihtiyaç sahiplerinin dualarını yalnızca O kabul eder. Her iş O'nun izniyle hükme bağlanır, O'nunla birlikte hiç kimse hüküm veremez... Bu sıfat, O'nun "bir ve tek" oluşunun doğal bir sonucudur.
"O, doğurmamış ve doğmamıştır." Çünkü Allah'ın hakikati ebedi ve ezeli olup, hiçbir değişikliğe uğramaz. O'nun sıfatları her durumda mutlak kemal üzeredir. Doğurmak, bir şeyin ortaya çıkması ve yayılmasıdır; bu, eksiklik veya yokluktan sonra var olmayı gerektirir ki, bu Allah hakkında imkânsızdır. Ayrıca doğurmak, eş ve benzer olmayı gerektirir. Bu da Allah hakkında imkânsızdır. Dolayısıyla "bir ve tek" sıfatı, hem ebeveynliği hem de çocuk sahibi olmayı reddeder.
"Hiçbir şey O'nun dengi değildir." Yani, O'nun benzeri veya eşiti yoktur. Ne varlık hakikatinde, ne fiillerinde, ne de zatî sıfatlarında... Bu da O'nun "bir ve tek" oluşuyla gerçekleşir. Ancak bu, bir tekit ve detaylandırmadır... Bu, ikili inanç sistemini reddeder. Bu sistem, Allah'ın iyiliğin tanrısı olduğunu, kötülüğün ise (onların iddiasına göre) Allah'a karşı çıkan ve O'nun iyi işlerini tersine çeviren bir tanrısı olduğunu savunur. Bu tanrı, yeryüzünde fesadı yayar. En meşhur ikili inanç sistemi, Perslerin ışık tanrısı ve karanlık tanrısı inancıydı. Bu inanç, Arabistan'ın güneyinde de biliniyordu, çünkü orada Pers devleti ve hakimiyeti vardı!!
Bu sure, İslam'ın tevhid inancını ispat ve tasdik eder. Tıpkı "Kâfirun" suresinin, tevhid inancı ile şirk inancı arasında hiçbir benzerlik veya kesişme olmadığını reddetmesi gibi... Her iki sure de tevhid hakikatini farklı bir açıdan ele alır. Resulullah (s.a.v.), güne bu iki sureyi okuyarak başlardı—sabah namazının sünnetinde... Bu başlangıcın derin bir anlamı ve mesajı vardı...
# Seyyid Kutub, Fî Ẓılâli'l-Ḳurʾân, Kur'an'ın Gölgesinde, İhlas Sûresi Tefsiri