İLLE ÎMÂN, İLLE ÎMÂN
Cumhûriyetin kurulması ile Anadolu insanı câhilleştirildi. Medreseler kapatıldı, Kur'an kursları kapatıldı, tevhîdi tedrîsâta geçildi. Yani insanları sistemin istediği gibi eğitmeye başladılar. Câmilerde vâizlerin ve hatiplerin ağızlarına gem vuruldu. Dîni anlatamaz hâle getirildiler. Bununla da kalmadı, din, sistemin istediği gibi, sistemle çatışmayacak hattâ sistemi övecek hâle getirildi. İslam düşmanları halka kahraman gibi gösterildi, câmilerde onlara methiyeler dizildi, onlar için hayır dualar edildi. O zaman günümüzdeki gibi çoklu bir basın yayın yoktu. Olsa bile tüm yazıları kontrol ediliyor yani sansürden geçiriliyordu. Devletin tek bir radyosu vardı ve orada da o günkü idâreciler hiç durmadan övülüyordu.
Meseleyi anlayan, ümmetin îmanını tehlikede gören bazı islam uleması insanlara gizli gizli Kur'an öğretmek, onları bilinçlendirmek istediler ama onlardan yakalananlar da ya îdam edildiler ya hapislere dolduruldular. Dinin üzerine karabasan gibi çöktüler. Kâfirlerin müslümanlara yapamadıklarını yaptılar. Câmilerin kimisi ahıra, kimisi zahire anbarına çevrildi, kimisi de müze yapıldı. Kalan camilerin bir kısmı da imamsız, hocasız bırakıldı. Özellikle köy yerlerindeki müslümanlar dinlerini öğrenecek ilim ehli hocalardan mahrum kalınca kendi içlerinden Kur'an okuyabilen, namaz kıldırabilen birilerini camilerine hoca olarak tuttular. Onların yarı yanlış anlattığı hemen her şeyi din diye kabul etmeye başladılar. Bu sefer de dine bir sürü yanlışlar ve bid'atlar hakmış, dindenmiş gibi sokulmaya başlandı. Zaten ekonomik çaresizlik içinde olan halk îmânî bilgilerden tamamen bihaber hale geldiler. Dini sâdece Kur'an okumak, namaz kılmak ve oruç tutmak şeklinde algıladılar. Zekat verecek ve hacca gidecek zaten durumları yoktu.
İşte dedelerimiz ve babalarımız böyle, îmâni bilgilerden, tevhîdi bir din anlayışından böyle soyutlanarak yetiştiler. Evlatlarını da kendi bildikleri kadar, yarı yanlış bilgilerle yetiştirmeye başladılar. Bundan dolayı dini bilmeyen bir toplum oluştu. Ve bu toplum hâlâ Allah'a ve Rasûlüne değil, başlarındaki idârecilere itaat etmektedirler. Allah'a ve Rasûlüne olan îmanları görecelidir, örfîdir. Allah'ın ve Rasûlünün emir ve yasakları arka plana atıldı ama Allah ve peygamber düşmanlarının emirleri ve yasakları ön plana çıkarıldı. Siz insanlara yüz defa faiz haramdır deyin, bu konudaki âyetleri ve hadisleri sıralayın, insanların bunlara pek aldırdıkları yoktur. Yeter ki devlet düşük faizli krediler versin, yeter ki Toki denilen kurumla islamla bağdaşmayan evler satsınlar. Siz hiç durmadan Firavunlardan ve Firavunî sistemlerden bahsedin, tâgutlardan ve tâgutî rejimlerden söz edin, bunlar halkı pek ırgalamıyor. Hergün Kur'an okur, kâfirlerden kaçınılması gerektiğini, kâfirleri dostlar edinmemek gerektiğini, tâgutların inkar edilmesi gerektiğini beyan eden âyetleri okur ve sonra da Kur'an'ı kapatırken "sadakallâhu'l azîm" der ama firavunî düzenlerde yerini alır. Kendisi yer almasa bile orada bulunanları destekler, alkışlar. Çağdaş tâgutların fikirlerini, tüzüklerini severek kabul eder. Onları seçmek için sandık başlarına koşarlar. Onların Kur'an'ın ve sünnetin hükümlerine ters hükümler çıkarmasını onaylarlar. Allah, tâgutlar reddedilmeden Allah'a îmanın gerçekleşmeyeceğini emrederken bu ayete baş kaldırırcasına tâgutları lider olarak hattâ onları halîfe olarak kabul ederler. Ama beş vakit namaz da kılarlar, oruç da tutarlar, zekat verebilecek durumda olanlar zekat da verirler hatta hacca da giderler. Ama gittikleri o hacda Kâbe'nin yanında el açarlar ve "Allah'ım, devletimize zeval verme, devletimizi ilel ebed pâyidar eyle" diye de dua ederler. Yani Allah'tan tâgutî sistemleri ilel ebed yaşatması için yardım isterler.
Bilelim ki, islâmın kabul ettiği böyle bir din yoktur. Böyle bir îman îman değil, böyle bir islâm da islam değildir. Böyle bir îman, Allah'ın Mekkeli müşrikler için beyan ettiği; "Onların çoğu ortak koşmadan Allah'a iman etmezler." (Yusuf, 106) âyetinde açıkladığı îman olur ama bu onlara göre îmandır. Allah katında makbul olan bir îman değildir. Çünkü hakla bâtılın karışık olduğu, içinde bir sürü şirki barındıran îman, îman değildir. Allah böylelerinin namazını, orucunu, zekatını, haccını ve infaklarını kabul etmez. Çünkü amel îmandan sonra gelir. İmânın olmadığı yerde amel de makbul değildir.
Öyleyse, her şeyden önce îmânî bilgilerimizi mükemmel bir şekilde öğrenmek gerekir. Kalbimizdeki, beynimizdeki îmâna ters olan bütün düşünce ve fikirler atılmalı ve orada tertemiz, Allah'ın beyan ettiği gibi bir îman kalmalıdır. Müslümanın düşüncesi de, fikirleri de, ahlak yapısı da islâmi dâire içinde olur.
Îmânımızı tafsîlî ve tahkîkî bir şekilde öğrendikten sonradır ki Firavunları ve firavunî düzenleri, tâgutları ve tâgûti sistemleri, rejimleri tanırız ve onlardan uzak oluruz. Yoksa günde belki yüz defa kelime-i tevhid söyleriz ama tâgutların peşinden gitmeye, tâgutî sistemleri desteklemeye devam ederiz.
Bundan dolayı diyorum ki, İLLE ÎMÂN, İLLE ÎMÂN.
Cumhûriyetin kurulması ile Anadolu insanı câhilleştirildi. Medreseler kapatıldı, Kur'an kursları kapatıldı, tevhîdi tedrîsâta geçildi. Yani insanları sistemin istediği gibi eğitmeye başladılar. Câmilerde vâizlerin ve hatiplerin ağızlarına gem vuruldu. Dîni anlatamaz hâle getirildiler. Bununla da kalmadı, din, sistemin istediği gibi, sistemle çatışmayacak hattâ sistemi övecek hâle getirildi. İslam düşmanları halka kahraman gibi gösterildi, câmilerde onlara methiyeler dizildi, onlar için hayır dualar edildi. O zaman günümüzdeki gibi çoklu bir basın yayın yoktu. Olsa bile tüm yazıları kontrol ediliyor yani sansürden geçiriliyordu. Devletin tek bir radyosu vardı ve orada da o günkü idâreciler hiç durmadan övülüyordu.
Meseleyi anlayan, ümmetin îmanını tehlikede gören bazı islam uleması insanlara gizli gizli Kur'an öğretmek, onları bilinçlendirmek istediler ama onlardan yakalananlar da ya îdam edildiler ya hapislere dolduruldular. Dinin üzerine karabasan gibi çöktüler. Kâfirlerin müslümanlara yapamadıklarını yaptılar. Câmilerin kimisi ahıra, kimisi zahire anbarına çevrildi, kimisi de müze yapıldı. Kalan camilerin bir kısmı da imamsız, hocasız bırakıldı. Özellikle köy yerlerindeki müslümanlar dinlerini öğrenecek ilim ehli hocalardan mahrum kalınca kendi içlerinden Kur'an okuyabilen, namaz kıldırabilen birilerini camilerine hoca olarak tuttular. Onların yarı yanlış anlattığı hemen her şeyi din diye kabul etmeye başladılar. Bu sefer de dine bir sürü yanlışlar ve bid'atlar hakmış, dindenmiş gibi sokulmaya başlandı. Zaten ekonomik çaresizlik içinde olan halk îmânî bilgilerden tamamen bihaber hale geldiler. Dini sâdece Kur'an okumak, namaz kılmak ve oruç tutmak şeklinde algıladılar. Zekat verecek ve hacca gidecek zaten durumları yoktu.
İşte dedelerimiz ve babalarımız böyle, îmâni bilgilerden, tevhîdi bir din anlayışından böyle soyutlanarak yetiştiler. Evlatlarını da kendi bildikleri kadar, yarı yanlış bilgilerle yetiştirmeye başladılar. Bundan dolayı dini bilmeyen bir toplum oluştu. Ve bu toplum hâlâ Allah'a ve Rasûlüne değil, başlarındaki idârecilere itaat etmektedirler. Allah'a ve Rasûlüne olan îmanları görecelidir, örfîdir. Allah'ın ve Rasûlünün emir ve yasakları arka plana atıldı ama Allah ve peygamber düşmanlarının emirleri ve yasakları ön plana çıkarıldı. Siz insanlara yüz defa faiz haramdır deyin, bu konudaki âyetleri ve hadisleri sıralayın, insanların bunlara pek aldırdıkları yoktur. Yeter ki devlet düşük faizli krediler versin, yeter ki Toki denilen kurumla islamla bağdaşmayan evler satsınlar. Siz hiç durmadan Firavunlardan ve Firavunî sistemlerden bahsedin, tâgutlardan ve tâgutî rejimlerden söz edin, bunlar halkı pek ırgalamıyor. Hergün Kur'an okur, kâfirlerden kaçınılması gerektiğini, kâfirleri dostlar edinmemek gerektiğini, tâgutların inkar edilmesi gerektiğini beyan eden âyetleri okur ve sonra da Kur'an'ı kapatırken "sadakallâhu'l azîm" der ama firavunî düzenlerde yerini alır. Kendisi yer almasa bile orada bulunanları destekler, alkışlar. Çağdaş tâgutların fikirlerini, tüzüklerini severek kabul eder. Onları seçmek için sandık başlarına koşarlar. Onların Kur'an'ın ve sünnetin hükümlerine ters hükümler çıkarmasını onaylarlar. Allah, tâgutlar reddedilmeden Allah'a îmanın gerçekleşmeyeceğini emrederken bu ayete baş kaldırırcasına tâgutları lider olarak hattâ onları halîfe olarak kabul ederler. Ama beş vakit namaz da kılarlar, oruç da tutarlar, zekat verebilecek durumda olanlar zekat da verirler hatta hacca da giderler. Ama gittikleri o hacda Kâbe'nin yanında el açarlar ve "Allah'ım, devletimize zeval verme, devletimizi ilel ebed pâyidar eyle" diye de dua ederler. Yani Allah'tan tâgutî sistemleri ilel ebed yaşatması için yardım isterler.
Bilelim ki, islâmın kabul ettiği böyle bir din yoktur. Böyle bir îman îman değil, böyle bir islâm da islam değildir. Böyle bir îman, Allah'ın Mekkeli müşrikler için beyan ettiği; "Onların çoğu ortak koşmadan Allah'a iman etmezler." (Yusuf, 106) âyetinde açıkladığı îman olur ama bu onlara göre îmandır. Allah katında makbul olan bir îman değildir. Çünkü hakla bâtılın karışık olduğu, içinde bir sürü şirki barındıran îman, îman değildir. Allah böylelerinin namazını, orucunu, zekatını, haccını ve infaklarını kabul etmez. Çünkü amel îmandan sonra gelir. İmânın olmadığı yerde amel de makbul değildir.
Öyleyse, her şeyden önce îmânî bilgilerimizi mükemmel bir şekilde öğrenmek gerekir. Kalbimizdeki, beynimizdeki îmâna ters olan bütün düşünce ve fikirler atılmalı ve orada tertemiz, Allah'ın beyan ettiği gibi bir îman kalmalıdır. Müslümanın düşüncesi de, fikirleri de, ahlak yapısı da islâmi dâire içinde olur.
Îmânımızı tafsîlî ve tahkîkî bir şekilde öğrendikten sonradır ki Firavunları ve firavunî düzenleri, tâgutları ve tâgûti sistemleri, rejimleri tanırız ve onlardan uzak oluruz. Yoksa günde belki yüz defa kelime-i tevhid söyleriz ama tâgutların peşinden gitmeye, tâgutî sistemleri desteklemeye devam ederiz.
Bundan dolayı diyorum ki, İLLE ÎMÂN, İLLE ÎMÂN.