Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Islam'ın Hareket Metodu Ve Batıl Metodlar

hamza01 Çevrimdışı

hamza01

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
İslam'ın Hareket Metodu ve Batıl Metodlar

"Bu dine sahip çıkanların şu gerçeği iyi bilmeleri gerekir. Bu din nasıl Allah'tan gelen bir din ise onun hareket metodu da aynı şekilde Allah'tan gelmiştir, esas tabiatına uygundur. Ve şurası bir gerçektir ki bu dinin hakikatini ameli metodundan ayırmak imkansızdır.

İslam'ın bu şekildeki faaliyet metodunu öğrenince Mekke'de takip ettiği metodun esas olduğunu daha iyi kavrarız.Mekke devresi sadece ilk müslüman cemaatin oluşumuna has bir merhale ve ona uygun bir metoddan ibaret değildir. Bu, her zaman ve her yerde takip edilmesi gereken metoddur. Bu metodu takib etmeden bu din asla hakim olmaz." (İslam'ın Hareket Metodu s:103)

"Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bu dini getirdiği zaman Araplar servet dağılımı ve adalet yönünden bir toplumun düşebileceği en alt noktada bulunuyordu. Çok az bir azınlık malı ve ticareti elinde bulunduruyordu. Faiz yiyor ve her geçen gün kazancı ve malı artıyordu. Büyük bir çoğunluk ise açlık ve sefalet içinde yüzüyordu. Servet sahibi olanlar aynı zamanda şeref ve yer sahibiydiler. Ellerinde mal bulunmayan çok büyük bir çoğunluk ise malla birlikte şeref ve yerini de kaybetmişti...

Hz. Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem sosyal bir bayrak açarak yüksek tabakaya karşı isyan eder, harb çıkarabilirdi. Gayesini, durumunun düzeltilmesi ve zenginlerin elinde bulunan malların alınıp fakirlere verilmesine kadar ilerletebilirdi.

Şayet Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem bir gün olsun böyle bir davet ileri sürseydi, Arap cemiyeti hemen iki safa bölünürdü. O zaman büyük bir çoğunluk yeni yapılan davet ile birlik olur ve mal ve mülk sahiplerinin hakimiyetine karşı çıkarlardı. La ilahe illAllah davasına karşı, bir takım olağanüstü kabiliyete sahip kişilerin dışında bir çok kimsenin ufkuna yücelemediği insanlar bir saf halinde İslam'a karşı duracaklarına, mal ve mülk sahiplerine karşı çıkarlardı.

Denilebilir ki, hz. Rasul bu şekilde hareket ederek çoğunluğu kendi tarafına çekebilir, hakimiyeti eline alarak azınlığı teşkil edenleri yenip, temizledikten sonra eline geçen kuvvet ve hakimiyeti gönderilişindeki esas gayeyi teşkil eden tevhid akidesini yerleştirmek için kullanabilirdi. İnsanları önce kendi kuvvetinin kulu yapar daha sonra da Allah'a kul ettirebilirdi...

Fakat Allah-u Teâlâ Rasulünü asla böyle bir yöne yöneltmedi. Çünkü O, hem bilen hem de hükmedendir...

Bütün bunları yaptırtmıyordu, çünkü çıkar yolun bu olmadığını çok iyi biliyordu...

Ayrıca Hak Teala toplum içinde sosyal adaletin bütün dünyayı kapsayan bir itikadi fikirden doğması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bu inanç sisteminde bütün meselelerin Allah'ın emirlerine göre ayarlanması ve Allah-u Teâlâ'nın vereceği hükme göre gelir dağılımının adilane olması gerektiğini çok iyi biliyordu. Toplum içinde sosyal dayanışmanın hakim olması, alanın da verenin de Allah'ın koyduğu nizamı uygulamalarından dolayı gönül huzuru içinde olmaları gerektiğini ve Allah'a itaat hususunda hem dünyada, hem ahirette iyilik ve hayra nail olma isteğinin hakim olması gerektiğini de gayet iyi biliyordu...

Ancak böyle olursa; gönüller hırsla yanıp kavrulmaz, kalbler kinle dolup taşmaz. Bütün işler kılıç ve kırbaç altında korku ve dehşet içinde normal seyrini takib etmez...

Kalbler fesad bulmaz, ruhlar bozukluk hissetmez. Kısacası "Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur" esasından başka esaslar üzerine kurulmuş toplumlardaki korkunç akibetler görülmezdi...

Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem'in rasul olarak gönderildiği sıralarda Arap yarımadasındaki ahlaki seviye en alt noktasında bulunuyordu. Bu arada cemiyetin bedevi kesiminde işlenmemiş faziletler de eksik sayılmazdı.

Zulüm toplumda en fazla yaygın olan bir haldi. Bunu şair Zübeyr hikmet dolu mısralarında şöyle ifade ediyordu:

"Kendi çevresinde silahıyla kuvvet bulmayan kişi yıkılır,

İnsanlara zulmetmeyen kimseler mutlaka zulme uğrar."

Bir atasözü haline gelen "Zalim de olsa, mazlum da olsa kardeşine yardım et'' sözü bu durumu gayet güzel dile getirir.

"İçki ve kumar o toplumda çok yaygın bir alışkanlık ve övünme vasıtası idi. Bütünüyle cahiliyet devri, şiir, içki ve kumar övgüleriyle doludur. Çıplaklık ve ahlaksızlık her çeşidi ile bu cemiyetin belli başlı işaretleri arasında yer alıyordu."

"Rasulullah sallAllahu aleyhi ve sellem isteseydi bir ıslahatçı olarak ortaya çıkar ve davasını ilan edebilirdi. Cemiyetin bozulan ahlakını düzeltmek, toplumu temizlemek, nefisleri arındırmak, değer ve ölçüleri düzene sokmak gibi hususlarla uğraşabilirdi.

O günkü toplumda her toplumda olduğu gibi bu pisliklarin rahatsız ettiği, ıslahat ve temizlik duygularıyla ortaya atılan her davete rahatça koşacak, temiz nefisli kimseleri de yanında bulurdu...

Denilebilir ki, hz. Rasul o şekilde hareket ederek, başlangıçta çevresinde temiz ahlaklı, salih, ruh safiyetine sahip kimseleri toplar ve böylece getirmiş olduğu akideyi onlara empoze edip kabul ettirirdi. Dolayısıyla yolun başlangıcında "la ilahe illAllah" davasına karşı çıkanları etkisiz hale getirmiş olurdu...

Halbuki Alim ve Hakim olan Allah-u Teâlâ yüce Rasulünü böyle bir yola sevketmiyor.

Zira Hak Teâlâ çıkar yolun bu olmadığını çok iyi biliyordu. Ahlaki esasların değer ölçülerini koyan, hükümler veren ve bu ölçülerin, hükümlerin üzerine oturduğu hakiki sultanın kaynağını kararlaştıran, bir akide temeli üzerine oturmadan geçerli olmayacağını pek iyi biliyordu. İtikadi bir nizamı yerleştirmeden evvel konulacak bütün değer ölçüleri tutarsız olacaktır. Bu değer ölçüleri üzerine kurulan ahlak prensipleri geçerli olmayacaktır. Çünkü zaptedici kuvvet ve cezalardan mahrum olacaktır..." (İslam'ın Hareket Metodu s:66-69)

"Kureyşliler Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'e gelip:

"Bir yıl sen bizim ilahlarımıza ibadet et, bir yıl da biz senin ilahına ibadet edelim."

Bir başka rivayette:

"Sen bizim ilahlarımızı kabul edersen biz de senin ilahını kabul ederiz" diyorlardı.

Bunun üzerine Allah-u Teâlâ:

"Onlar isterler ki sen onlara yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar." (Kalem: 9) ayetini indirdi. " (İbn-i Cerir-Taberi)

Yine müşrikler Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'e gelip:

"Eğer mal istiyorsan içimizde en çok senin malın oluncaya kadar sana mal verelim, sana en güzel kızlarımızı verelim, seni başımıza geçirelim. Eğer bir hastalığa tutulmuşsan sana en iyi doktorları bulup seni tedavi ettirelim"gibi teklifler sunarak uzlaşma yollarını aradılar. Onların tek istediği şey vardı, o da; ilahlarına saldırılmaması ve hakimiyetin eskiden olduğu gibi yine kendi ellerinde kalması...

Müşriklerin bu teklifini kabul etmek İslâm akidesini temelden sarsar.

Denilebilir ki;

Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem onların teklifini kabul edip onların başına geçerek İslâm'ı hakim kılma yolunda çaba gösterebilirdi.

Fakat Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem asla bu tekliflere yanaşmadı ve Allah-u Teâlâ'nın İslâm'ı hakim kılmadaki metodunun bu olmadığını çok iyi bildiği için bunları temelden reddetti." (Rasulullah'ın Hayatı ile İslam'ın Hareket Metodu c: 1, s: 240)

"Müşriklerin kodamanları Allah Rasulune, tek birşey karşılığında mal, çıkar, ve yönetim teklif ediyorlardı. Bu talep Rasulullah'ın "iman savaşı"nı bırakması ve bu uğurda çaba sarfetmeyi sekteye uğraması idi. Şayet bu isteklerine olumlu yanıt verseydi Allah korusun aralarında çatışma diye bir sorun kalmazdı." (Yoldaki İşaretler s:239)

"Mü'minlerle, düşmanları arasındaki mücadele, herşeyden önce bir akide mücadelesinden başka birşey değildir. Mü'minlerin hasımları, sırf imanları yüzünden onlardan öc almaktadırlar, sadece akidelerinden ötürü onlara kin kusmaktadırlar.

Bu savaş ne siyasi, ne iktisadi, ne de ırksal bir savaştır şayet bu ögelerden birisine dayalı savaş olsaydı, sorun kolaylıkla çözümlenebilirdi. Fakat savaş herşeyden önce bir "İman" savaşıdır;

ya küfür veya İman;

ya İslam yada cahiliye... Bunların üçüncü bir alternatifi yok...

Bu bir akide sorunudur, bir inanç savaşıdır..." (Yoldaki İşaretler s: 239)

Ortaya atılan batıl bir metodda ise:

"Biz partiyi bir gaye olarak değil bir vesile olarak görmekteyiz. Biz mecliste İslam’ı anlatacağız. Biz mecliste İslam’a zıt olan görüşleri kabul etmeyip bunlara karşı çıkacağız."

"Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zamanında da şimdiki parlamentoyu andıran bir meclis olan müşriklerin Dar-ün Nedve adını verdikleri bir meclisleri vardı.

Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ne kendisi bu müşriklerin parlamentosuna üye olmuş, ne de müslümanların oraya katılıp üye olmalarına izin vermiş veya onların oraya üye olmalarını emretmiştir.

Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem zamanında Dar-ün Nedve’nin idaresi Ben-i Adiyy’e aitti ve bu kabileden olan Ömer b. Hattab da bu mecliste günümüzün dışişleri bakanlığı statüsündeki bir mevkiye ve yetkiye sahipti.

Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, müslüman olduktan sonra gizlice veya açık olarak onun bu görevine devam etmesine dair bir izin veya emir vermemiştir. Kaldı ki, şayet gaye İslam’ı getirmek ise bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan vesilenin İslam’a ya da Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in hareket metoduna zıt olmaması gerekir. Çünkü İslam’da diğer tağuti sistemlerde olduğu gibi "gaye temiz ise vesile ne olursa olsun önemli değildir" kaidesi geçerli değildir. İslam’da gaye de vesile de İslam’a uygun olmalıdır.

Kureyşliler, Rasûlullah’a, ilahlarına laf atmaması ve akıllarını akılsızlıkla itham etmemesi şartıyla kendi üzerlerine hükümdar olması teklifinde bulundular. Bu sizin ulaşmak istediğiniz en son nokta değil midir?

Bu yapılan teklifler karşısında Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in tepkisi ne oldu?

Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem yapılan bu teklifleri kabul edip onların üzerine hükümdar olduktan ve onları kendi hakimiyetine boyun eğdirdikten sonra, onları İslam’ın hükümlerine tabi ettirebilirdi ve bu onun için çok kısa ve çok kolay yol olurdu. Fakat Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem böyle bir şey yapmadı. Çünkü insanları ilk önce kendisine kul edip daha sonra Allah’a kul etmek İslam akidesine zıttır.

Bu sizin sözünü ettiğiniz demokrasi sisteminde Allah’ın kanunları değil, batıdan gelen ve insanların kendi yanlarından çıkardıkları insan ürünü kanunlar tatbik ediliyor ve siz bu kanunları kabul ederek parti kuruyorsunuz. Sizin yetkileriniz de ancak bu kanunların izin verdiği ölçülerle sınırlıdır. Meclisteki diğer partiler İslam’a zıt olan bir kanunu oy çokluğu ile kabul ettikleri zaman, siz mecliste buna karşı da gelseniz ve buna karşı oy da kullansanız hiç farketmez. Çünkü, demokratik sistemin bir gereği olan; "çoğunluğun kararı geçerlidir" kaidesini, bu meclise girerken daha en baştan kabul etmiş oldunuz.

Çünkü, sizin de içinde bulunduğunuz bu mecliste; "çoğunluk hangi karara varmışsa ve hangi hükmü uygulamak arzusunda ise, Allah’ın helal ve haram sınırlarına bakılmaksızın, çoğunluğun seçtiği kanun uygulanır" kaidesine göre; Allah’ın hükümlerine zıt olan bu kanunları daha meclise girerken resmen kabul etmiş sayılırsınız.

Baştan kabullendiğiniz bu kaideye rağmen; "Biz Allah’ın hükmüne zıt olan şu veya bu kanunu kabul etmiyoruz" demeniz, mecliste bu kanunu kabul etmeyenlerin sayısını artırmaktan başka bir işe yaramaz. Sadece; bu kanun kabul edildiği takdirde kanunun çıkmasına sizin bir etkiniz olmamış olur, o kadar.

Fakat böyle bir sistemi baştan kabul ettiğiniz için, mecliste söylemiş olduğunuz o söz sizi mazeretli kılıp küfürden kurtarmaz.

Zira siz bu meclise girerken bu meclisin çoğunluğunun kabul etmesi halinde, Allah’ın hükümlerine aykırı hükümlerin de çıkabileceğini biliyordunuz.

Örneğin; mecliste faizin helal (serbest) olması oy çokluğu ile kabul edilse siz bu sistemi kabul ettiğiniz için o kararı da kabul etmek zorunda kalırsınız. İmkansız bir ihtimal olan bütün milletvekillerinin size ait olması durumunda bile, kuracağınız devlet yine de bu sisteme uygun bir devlet olacaktır. Halbuki bu sistemin kanun ve kuralları İslam şeriatına açık bir şekilde zıttır. Bu sistemi kabul etmek milletvekillerinin teşride bulunma (kanun koyma)da hak sahibi olduğunu kabul etmek demek değil midir? Halbuki İslam’a göre teşri hakkı yalnız Allah’a aittir."(Rasulullah'ın Hayatı ile İslam'ın Hareket Metodu c: 1, s: 55-57)
 
Üst Ana Sayfa Alt