Türkiye'de en temel mesele, toplumun hakikati aramaktan çok aidiyet duygusuna sarılmasıdır. İnsanlar doğru olanı aramak yerine, kendilerini ait hissettikleri grubun söylediklerini doğru kabul ediyor. Bu ister siyasi, ister dini, ister etnik bir aidiyet olsun, bireyin düşünme iradesini teslim alıyor. Bu yüzden bir fikirle değil, bir kimlikle konuşuluyor memlekette. İnsanlar ne düşündüğünü değil, kimden olduğunu anlatıyor. Oysa fikirler kimlikten bağımsız doğmalı. Düşünce üretimi, sadakat gerektirmez; ama Türkiye’de sadakatsiz düşünceye tahammül yok.
Çünkü burada düşünce, bir savaş aracına dönüştürülmüş durumda. Kim daha yüksek sesle konuşursa, kim daha çok taraftar toplarsa, onun fikri muteber sayılıyor. Bu da düşünceye değil, gürültüye değer verildiğini gösteriyor. Eğitim sistemi ezberci olduğu kadar köksüz. Ne batıyı tam anlamış ne doğuyu kavrayabilmiş bir yapı. Ezberlenen bilgi, hayatla buluşmadığı sürece çöp olur.
Bugün milyonlarca genç üniversite mezunu ama hangisi gerçekten düşünmeyi öğrendi? Herkes bir diploma peşinde, çünkü sistem diplomaya iş kapısı olarak bakıyor. Oysa eğitim önce insana kendini tanıtmalı. Türkiye'de üniversite, düşüncenin evi değil; işsizliğe karşı alınan bir önlem gibi duruyor. O yüzden memlekette çok diploma var, az fikir. Çok okul var, az aydın. Bu da sistemin yüzeyselliğini gösteriyor.
Her şey göstermelik, her şey vitrinde; ama içeride raflar boş. Toplumda büyük bir samimiyet krizi var. Herkes kendini ahlaklı göstermek için çabalıyor, ama kimse gerçekten ahlaklı olmaya niyetli değil. Din, ahlak, vatan, bayrak gibi kavramlar çokça kullanılıyor ama içleri boşaltılmış. Din bir yaşam biçimi olmaktan çıkmış, bir kimlik kartına dönüşmüş. Vatan sevgisi, eleştiri geldiğinde çıkarılan bir kalkan olmuş. İnsanlar kutsal kavramların arkasına saklanarak tartışmayı bitiriyor, ama problemi çözmüyor.
Türkiye'de gerçek dindar ile dindar görünen arasında, vatansever ile hamasetçi arasında büyük fark var. Fakat sistem, görünene değer veriyor. Görüntü kurtarılınca, mesele kapanmış sayılıyor. Adalet duygusu ise neredeyse yok olmuş durumda. İnsanlar artık bir olayın adil olup olmadığını değil, kendilerine yarayıp yaramadığını sorguluyor. Hakkaniyetin yerini çıkar ilişkileri almış. Bireyler güçlü olanın yanında durmayı strateji zannediyor. Bu da güçsüzü daha da yalnızlaştırıyor. Adalet dediğimiz şey, sadece mahkeme salonlarında aranmaz. Sokakta, okulda, iş yerinde, sırada beklerken bile hissedilmesi gerekir. Ama Türkiye’de adaletin sesi kesik, çünkü herkes kendi adaletini yaratmış.
Bu da toplumu ortak bir vicdan duygusundan koparıyor. Vicdan olmayınca, toplum parçalanıyor ama fark edilmiyor. Çünkü insanlar kendilerine benzeyen küçük topluluklar içinde yaşıyor, farklı olanla karşılaşmıyor. Medya, toplumun aynası olması gerekirken, bir silah haline gelmiş. Haber değil, algı satılıyor. Gerçek değil, hoş görünen pazarlanıyor. İnsanlar sadece kendi düşüncelerini doğrulayan haber kaynaklarını takip ediyor. Bu da düşünsel gettolar yaratıyor.
Herkes kendi yankı odasında yaşıyor. Birbirini duymayan, anlamayan, hatta anlamaya çalışmayan insanlar ordusu oluşuyor. Diyalog değil, monologlar savaşı var. Bu da kutuplaşmayı besliyor. Oysa farklı düşüncelerin bir arada var olması, bir toplumun zenginliğidir. Türkiye ise bu zenginliği tehdit olarak görüyor. O yüzden herkes ya bendensin ya düşmansın çizgisinde duruyor.
Bu toplumsal bozulmanın temelinde sahih İslam anlayışından uzaklaşmak yatıyor. Din, vicdanla değil, gösterişle yaşanıyor. Oysa sahih İslam; adaletin, merhametin, hakkın, kul hakkına riayetin, istişarenin ve temiz toplumun temelidir. İnsanlar dini şekil üzerinden okudukça ruhunu kaybettiler. Kur’an, hayatın merkezinden çekilip duvarlara asılınca toplum da yönünü şaşırdı.
Peygamberin ahlakı sadece sözde kaldı, davranışlara yansımadı. Oysa kurtuluş, ne körü körüne bağlılıkta ne de tamamen inkârdadır. Kurtuluş, sahih ve samimi bir İslam anlayışıyla yeniden özümüze dönmektir. Çünkü İslam sadece ritüel değil, bir yaşam nizamıdır. Adaleti, merhameti, doğruluğu merkeze alan bu anlayış toplumun yeniden ayağa kalkabileceği yegâne temeldir.
Türkiye’de hala çözülebilmiş değil. İnsanlar çoğu zaman kendi adına değil, başkaları adına yaşıyor. Toplum baskısı o kadar yoğun ki, bir bireyin kendi kimliğini inşa etmesi neredeyse mümkün değil. Aile, çevre, mahalle, gelenek, devlet... Hepsi bireyin üzerine çöküyor. Bu da insanları ikiye bölüyor: ya tamamen başkalarının istediği gibi yaşayanlar ya da her şeyden kopup bencilleşenler. Ortası yok. Oysa sağlıklı birey, hem kendisi olabilir hem de topluma yabancılaşmaz. Ama bu dengeyi kurmak için önce bireyin kendi değerini bilmesi gerekir. Türkiye’de insan, önce başkalarına yaranmak zorunda kalıyor. Ancak onaylandıktan sonra var olabiliyor. Bu da özgürlükle değil, itaate dayalı bir var oluş biçimi.
Çünkü burada düşünce, bir savaş aracına dönüştürülmüş durumda. Kim daha yüksek sesle konuşursa, kim daha çok taraftar toplarsa, onun fikri muteber sayılıyor. Bu da düşünceye değil, gürültüye değer verildiğini gösteriyor. Eğitim sistemi ezberci olduğu kadar köksüz. Ne batıyı tam anlamış ne doğuyu kavrayabilmiş bir yapı. Ezberlenen bilgi, hayatla buluşmadığı sürece çöp olur.
Bugün milyonlarca genç üniversite mezunu ama hangisi gerçekten düşünmeyi öğrendi? Herkes bir diploma peşinde, çünkü sistem diplomaya iş kapısı olarak bakıyor. Oysa eğitim önce insana kendini tanıtmalı. Türkiye'de üniversite, düşüncenin evi değil; işsizliğe karşı alınan bir önlem gibi duruyor. O yüzden memlekette çok diploma var, az fikir. Çok okul var, az aydın. Bu da sistemin yüzeyselliğini gösteriyor.
Her şey göstermelik, her şey vitrinde; ama içeride raflar boş. Toplumda büyük bir samimiyet krizi var. Herkes kendini ahlaklı göstermek için çabalıyor, ama kimse gerçekten ahlaklı olmaya niyetli değil. Din, ahlak, vatan, bayrak gibi kavramlar çokça kullanılıyor ama içleri boşaltılmış. Din bir yaşam biçimi olmaktan çıkmış, bir kimlik kartına dönüşmüş. Vatan sevgisi, eleştiri geldiğinde çıkarılan bir kalkan olmuş. İnsanlar kutsal kavramların arkasına saklanarak tartışmayı bitiriyor, ama problemi çözmüyor.
Türkiye'de gerçek dindar ile dindar görünen arasında, vatansever ile hamasetçi arasında büyük fark var. Fakat sistem, görünene değer veriyor. Görüntü kurtarılınca, mesele kapanmış sayılıyor. Adalet duygusu ise neredeyse yok olmuş durumda. İnsanlar artık bir olayın adil olup olmadığını değil, kendilerine yarayıp yaramadığını sorguluyor. Hakkaniyetin yerini çıkar ilişkileri almış. Bireyler güçlü olanın yanında durmayı strateji zannediyor. Bu da güçsüzü daha da yalnızlaştırıyor. Adalet dediğimiz şey, sadece mahkeme salonlarında aranmaz. Sokakta, okulda, iş yerinde, sırada beklerken bile hissedilmesi gerekir. Ama Türkiye’de adaletin sesi kesik, çünkü herkes kendi adaletini yaratmış.
Bu da toplumu ortak bir vicdan duygusundan koparıyor. Vicdan olmayınca, toplum parçalanıyor ama fark edilmiyor. Çünkü insanlar kendilerine benzeyen küçük topluluklar içinde yaşıyor, farklı olanla karşılaşmıyor. Medya, toplumun aynası olması gerekirken, bir silah haline gelmiş. Haber değil, algı satılıyor. Gerçek değil, hoş görünen pazarlanıyor. İnsanlar sadece kendi düşüncelerini doğrulayan haber kaynaklarını takip ediyor. Bu da düşünsel gettolar yaratıyor.
Herkes kendi yankı odasında yaşıyor. Birbirini duymayan, anlamayan, hatta anlamaya çalışmayan insanlar ordusu oluşuyor. Diyalog değil, monologlar savaşı var. Bu da kutuplaşmayı besliyor. Oysa farklı düşüncelerin bir arada var olması, bir toplumun zenginliğidir. Türkiye ise bu zenginliği tehdit olarak görüyor. O yüzden herkes ya bendensin ya düşmansın çizgisinde duruyor.
Bu toplumsal bozulmanın temelinde sahih İslam anlayışından uzaklaşmak yatıyor. Din, vicdanla değil, gösterişle yaşanıyor. Oysa sahih İslam; adaletin, merhametin, hakkın, kul hakkına riayetin, istişarenin ve temiz toplumun temelidir. İnsanlar dini şekil üzerinden okudukça ruhunu kaybettiler. Kur’an, hayatın merkezinden çekilip duvarlara asılınca toplum da yönünü şaşırdı.
Peygamberin ahlakı sadece sözde kaldı, davranışlara yansımadı. Oysa kurtuluş, ne körü körüne bağlılıkta ne de tamamen inkârdadır. Kurtuluş, sahih ve samimi bir İslam anlayışıyla yeniden özümüze dönmektir. Çünkü İslam sadece ritüel değil, bir yaşam nizamıdır. Adaleti, merhameti, doğruluğu merkeze alan bu anlayış toplumun yeniden ayağa kalkabileceği yegâne temeldir.
Türkiye’de hala çözülebilmiş değil. İnsanlar çoğu zaman kendi adına değil, başkaları adına yaşıyor. Toplum baskısı o kadar yoğun ki, bir bireyin kendi kimliğini inşa etmesi neredeyse mümkün değil. Aile, çevre, mahalle, gelenek, devlet... Hepsi bireyin üzerine çöküyor. Bu da insanları ikiye bölüyor: ya tamamen başkalarının istediği gibi yaşayanlar ya da her şeyden kopup bencilleşenler. Ortası yok. Oysa sağlıklı birey, hem kendisi olabilir hem de topluma yabancılaşmaz. Ama bu dengeyi kurmak için önce bireyin kendi değerini bilmesi gerekir. Türkiye’de insan, önce başkalarına yaranmak zorunda kalıyor. Ancak onaylandıktan sonra var olabiliyor. Bu da özgürlükle değil, itaate dayalı bir var oluş biçimi.