[2] Zahiri Halinden Müslüman Olduğu Anlaşılan Kimse:
Bu kimse hükmen Müslümandır. Böyle bir kimse, durumu kapalı olan Müslüman olarak nitelendirilir. Bu, kendisinde Müslümanlık alametlerinden birisi görülüp, İslam’ı bozan herhangi bir davranışına şahit olunmayan kimsedir. Çünkü Müslümanlık alametleri zahiri sebepler olup; şari, sahibine Müslüman hükmünü vermeyi bu sebeplere bağlamıştır.
Öyleyse böyle bir kimse için Müslüman hükmü sabit olur. Ancak, İslam’ı bozan bir davranışta bulunmak gibi daha kuvvetli bir zahiri durum, bu zahiri durumla çelişirse hüküm buna göre verilir. İslam’ı bozan bir davranışına şahit olunmayan kimse için İslam hükmü sabittir. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur:
“Kim bizim kıldığımız namazı kılar, bizim kıblemize yönelir ve bizim kestiğimizi yerse bu kimse Müslümandır.”
İbn-i Hacer hadisin şerhinde şöyle der: “Hadiste insanların konumlarının zahire göre belirleneceği hükmü mevcuttur. Kim, din alametlerini ortaya koyarsa, İslam’a aykırı bir davranışta bulunmadıkça onun hakkında Müslümanlar için geçerli olan hüküm geçerli olur.”
Durumu kapalı olan Müslümanın hükmünde iki kesim hataya düştüler:
Birincisi: Kafir yöneticiler karşısında sessiz kalmaları nedeniyle onları tekfir eden kesim. Bunlar sessiz kalmayı rızaya dair delil kabul ettiler. Geçmişte aynen bunlar gibi düşünen bazı Haricî fırkaları olmuştur (el-Avfiyye ve el-Beyhesiyye). Bunlar şöyle demişlerdi: “İmam kafir olduğunda, orada şahit olan olmayan tüm halk kafir olurlar.” Bu fasit bir görüştür. Daha önce de geçtiği gibi, susan kimseye söz nispet edilmez. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu sözü de buna delildir:
“Sizden kim bir kötülük görürse, onu eli ile değiştirsin, eğer güç yetiremezse dili ile (değiştirsin), eğer buna da güç yetiremezse kalbi ile (inkar etsin). Bu ise imanın en zayıf noktasıdır.”
Bu hadis sessiz kalan kimsenin, kötülüğü kalbi ile inkar eden kimse olabileceğini göstermektedir. Bu durumdaki bir kimse ise halen mü’mindir. Bunu ifade eden bir başka hadis ise şöyledir:
“Başınıza birtakım yöneticiler geçer; onların iyi amellerini de görürsünüz kötü amellerini de; kim buğz ederse, o berî olmuştur, kim inkar ederse, o kurtulmuştur. Ancak kim de razı olur ve uyarsa...” Dediler ki: “Ya Rasulallah, onlarla savaşalım mı?.” Dedi ki: “Hayır; namaz kıldıkları müddetçe....”
Nevevî, hadisin şerhinde der ki; “Rivayetteki, “Kim çirkin karşılarsa berî olmuştur” ifadesi apaçıktır. Bu, kim gördüğü bu münkere buğz ederse, onun günahlarından ve bunlar sonucunda çarptırılacağı cezalardan beri olur demektir. Bu, eli ile ve dili ile karşı çıkmaya güç yetiremeyen kimse hakkındadır. Bu kimse kalbi ile buğz etsin ve beri olsun.”
Sessiz kalmaya devam eden kimsenin durumu ihtimal taşır. Bu nedenle de tekfiri caiz değildir. Bilakis, durumu kapalı olan bir Müslüman olmaya devam ettiği müddetçe onun konumu daha iyi olan ihtimal yönünde değerlendirilir. Tekfirin kurallarını açıklarken delaleti ihtimal taşıyan şeylerle tekfirin caiz olmadığını belirtmiştik ki bunlardan birisi de burada işaret etmiş olduğumuz sessiz kalma durumudur.
İkincisi: Bu hususta hata yapan ikinci kesim, bu gibi ülkelerde durumu kapalı olan Müslüman hakkında hemen İslam hükmü vermeyen ve bunun için bu kimsenin durumunun ortaya çıkarılmasını ve itikadının sınanmasını şart koşan kesimdir. Bu da, hemen Müslüman hükmü vermeme ve durumunu araştırma hususlarında Hariciler’den “el-Ahnesiyye” denilen grubun görüşüne uymaktadır.
Durumu kapalı olan Müslüman hakkında hemen Müslüman hükmü vermeyip beklemek bid’attır. Bunun bid’at olduğuna delil ise, İslam alameti gösteren kimseye Müslüman hükmü verileceğine delalet eden naslardır. Bu nasların çoğu darulharpte yahut savaş ortamındaki insanların durumu hakkında varid olmuştur. Bu da göstermektedir ki; darulharpte kafirler arasında Müslüman görünümünde olan kimse hakkında Müslüman hükmü verilmesi için beklenilmesi gerekmez. Kişi bu durumda ölürse, Müslümanlarla aynı muameleyi görür. Alimler gerek darulharpte gerekse daru’l-İslam’da olsun, kişinin Müslüman olması sebebiyle kanının, malının ve zürriyetinin güvencede olduğu hususunda ihtilaf etmedikleri gibi, bu konuda da ihtilaf etmemişlerdir.
Bu konuya delalet eden naslardan birisi de; “La İlahe İllallah dediği halde Onu öldürdün mü?”şeklindeki Usame İbn-i Zeyd hadisidir.
Bir diğer hadis, Halid İbn-i Velid’in Beni Cüzeyme esirlerini, kendilerince “Müslüman olduk” anlamına gelen, “Saba’nâ, saba’nâ” demeleri üzerine öldürmesi ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem buna karşı çıkması olayını anlatan İbn-i Ömer hadisidir. Bunlara benzer başka naslar da vardır.
Hafız İbn-i Receb el-Hanbelî Rahimehullah şöyle der: “Bilinmesi zorunlu olan şeylerden birisi de, Nebi’nin Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisine gelerek İslam’a girmek isteyen herkesin yalnızca şehadeti söylemelerini yeterli kabul ettiği, bununla kanlarının güvencede olduğu ve bununla Müslüman sayıldıklarıdır. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Selem, üzerine doğru kılıç kaldırdığında“La İlahe İllallah” diyen kişiyi öldüren Usame İbn-i Zeyd’in bu davranışını şiddetle kınamıştır. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem hiçbir zaman, Müslüman olmak için kendisine gelen bir kimseye herhangi bir şey şart koşmamıştır. Ancak daha sonra o kimse namazı ve zekatı yerine getirmekle yükümlü tutulurdu.”
Kişinin Müslüman olduğuna hemen hüküm vermeyip durumunun araştırılması gerektiğini söyleyen kimselere ait bazı şüpheler vardır:
¨Bunlardan birisi; bir kimsenin Müslüman kabul edilebilmesi için, şehadeti ikrarının yeterli olmadığı, Şeriat’a bağlılığının araştırılmasının da gerekli olduğu görüşüdür. Gerçekte ise bu bağlılık Müslümanlığın sıhhati için gereklidir. Kişi şehadeti ikrar eder ama namaz kılmazsa, Müslüman değildir. Ancak doğru olan ve nasların da delalet etmiş olduğu şey, yalnızca ikrar ile bir kimseye Müslüman olduğu hükmünün verileceği, bu kimsenin namaz kılıp kılmadığını görmek için namaz vaktine kadar beklenilmeyeceğidir. Namaz vakti girdiğinde bu kimse namaza zorlanır fakat kılmazsa, riddetine hükmedilir ve tevbeye çağrılır. Çünkü onun şehadeti ikrarı, hükümlere uyma yükümlülüğünü beraberinde getirir. “İkrar, kalbin tasdikini bildirme ve Şeriat’ın gereklerine uymayı kabulde bir başlangıçtır” diyen selef ile; ikrarı, hükümlere uyma yükümlülüğünü gerektiren bir şey olarak görmeyip, bilakis hükümlere uyulup uyulmadığının araştırılmasını, Müslüman hükmü verebilmek için müstakil bir şart olarak gören çağdaşların görüşleri arsındaki fark budur. Daha yukarıda işaret etmiş olduğumuz naslar ve İbn-i Receb’in sözü selefin görüşünün doğru, çağdaşların sözünün ise yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.
Bir başka yerde ise İbn-i Receb şöyle der: “Kim şehadeti ikrar ederse, o kimsenin hükmen Müslüman olduğu kabul edilir. Eğer bu şekilde İslam’a girmişse, İslam’ın gerekleri olan diğer şeylerle yükümlü tutulur.”
¨Bekleme ve araştırmayı öngörenlerin yanılgılarından birisi de; “Bugün durum değişti; insanlar şehadetin manasını bilmeyerek söylüyorlar. Onların şehadetin manasını anlayıp anlamadıkları, nefiy ve ispatın (La İlahe: nefiy, İllallah: İspat) neye delalet ettiğini (yani tağutu inkar ve Allah’a imanı) bilip bilmediklerini anlamak için sınanmaları gerekir” sözüdür. Böyle bir şart için şer’î bir delil olmadığı gibi bu, Nebi’nin ve sahabenin uygulamalarına da aykırıdır. Onlar şehadeti ikrar eden kimsenin Müslümanlığının ispatı için, onun şehadetin manasını anlayıp anlamadığını öğrenene dek beklememişlerdir. Allah Rasul’ü Sallallahu Aleyhi ve Sellemşöyle der: “Allah’ın Kitabı’nda olmayan her şart batıldır.”Bir başka hadiste; “Kim, bizim üzerinde bulunduğumuz şeye uymayan bir amel işlerse, o reddedilmiştir.” Bu konuda doğru olan, şehadetin anlamını bilmenin, Müslim’in rivayet etmiş olduğu Osman İbn-i Afvan hadisinde geçtiği gibi olmasıdır. Buna göre La İlahe İllallah şehadetinin şartlarından olup, itikat kitaplarında zikredilen ihlas ve yakîn gibi şartlar, ahirette sahibine yarar sağlayacak olan hakiki İslam’ın sıhhatinin şartlarındandır.
Dünyevî hükümlerde ise hükmî İslam şehadeti söylemekle sabit olur. Bundan sonra kim dininin gereğini tam olarak yerine getirmezse, onun hakkında küfür ya da fısk, şer’î hüküm şartları ile birlikte neyi gerektiriyorsa o hüküm verilir.
Şeyh Süleyman İbn-i Abdillah İbn-i Muhammed İbn-i Abdilvehhab Rahimehullah şöyle der: “İnsanın, manasını bilmeksizin, onunla amel etmeksizin “La İlahe İllallah”ı söylemesi yahut Tevhid’i bilmediği hatta duâ, korku (havf), kurban, adak, tevbe, inabe ve başka ibadet çeşitlerini Allah’tan başkası için yaptığı halde tevhid ehlinden olduğunu iddia etmesi tevhid için yeterli değildir. Bu durumda böyle bir kimse ancak müşrik olabilir.” Şeyh Süleyman burada “Tevhid için yeterli değildir” demiş, “Müslüman olduğuna hüküm vermek için yeterli değildir” dememiştir.
Zira hüküm, İslam alametlerinden herhangi birisi ile sabit olur. Hakiki hüküm açısından ise; şayet şehadetin geriye kalan sıhhat şartlarını yerine getirirse, ahirette bundan faydalanır. Aksi taktirde şehadeti söylemenin hiçbir faydasını göremez. Bizim dünyevî olarak bu kimsenin bu şartları yerine getirip getirmediğini öğrenmek için araştırmada bulunmamız gerekmez. Bilakis onun için İslam hükmü sabit olmuş olur. Daha sonra bir kusurda bulunacak olursa, hesaba çekilir. Bazı kimseler kan ve malın güvencede olması, nikah ve mirasın sıhhati gibi dünyevî hükümlerin bağlı olduğu zahirî İslamî hüküm ile, Allah katındaki sevap ve ceza gibi ahiret hükümlerinin bağlı olduğu hakiki İslam’ı birbirinden ayırmama nedeniyle birçok hatalara düşmektedirler.
Şeyh Hafız Hakemî Rahimehullah şöyle der: “Ey kardeşim bil ki; Allah’ın bize ve sana göstermiş olduğu hakikat şudur: Dünyevî helakten ve ahiret azabından kurtulmayı sağlayan, kulun bu sayede cenneti elde edip cehennemden uzaklaşacağı dinin gereklerine sarılma işi; gerek Cibrîl hadisinde, gerekse aynı anlamdaki diğer ayet ve hadislerde zikredilen şeylere gerçek anlamda uymadır. Eğer kişi bunlara gerçek anlamda uymuyor fakat bunları bozacak herhangi bir şey de ortaya koymuyorsa, dünyada kendisi için Müslümanların hükümleri geçerlidir. Gizli yönleri ise Allah’a kalmıştır. Nitekim ayette de şöyle geçer: “Eğer tevbe eder, namazı ikame eder ve zekatı verirlerse serbest bırakın.”.. diğer bir ayette ise “Sizin din kardeşinizdirler” diye geçmektedir. Bununla ilgili başka ayetler de vardır.”
Kısacası, durumu kapalı olan Müslüman hakkında ne susulup beklenilir ne araştırma yapılır ve ne de bu kimse hakkında Müslüman hükmü vermek için onun bazı din meselelerini öğrenmesi beklenilir. Tam aksine bu kimsenin Müslüman olduğuna hükmedilir ve daha sonra bu kimseye dini öğrenmek vacip olur. Dini öğrenmesi, onun Müslüman olduğuna hüküm vermek için şart değildir.
¨Bekleme ve araştırmayı öngörenlere ait olan bir diğer şüphe ise, cariye hadisinde ve Mümtehine Suresi’ndeki ayette olduğu gibi Nebi’nin Sallallahu Aleyhi ve Sellemaraştırmada bulunduğunun sabit olmasıdır. Bu doğrudur ancak, bunun umum için geçerli olduğuna delalet etmez. Eğer kural bu olmuş olsaydı, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve Ondan sonraki imamlar, bunu İslam’a her yeni giren kimse için uygularlardı. Doğru olan, bu durumlarda araştırmanın belli sebeplere bağlı olmasıdır. Bu, şer’î bir araştırmadır. Durumu kapalı olan Müslümanı araştırmak ise, bid’at olan bir araştırmadır.
¨Böyle söyleyenlerin bir diğer yanılgıları da, herhangi bir şahıs hakkında Müslüman hükmü verebilmek için belli şartlar koşmalarıdır. Örneğin; herhangi bir İslamî cemaatte bulunup, (-bu cemaat ister belli bir cemaat, iterse genel anlamdaki Müslüman cemaati olsun) liderine biat etmiş olmayı şart koşmaları gibi.
el-Umde isimli kitabımda da belirttiğim gibi bu bazen gereklidir. Ancak, hükmen veya hakiki anlamda Müslümanlığın sıhhati için şart değildir. Bunun delillerinden bazıları şunlardır:
Kişi darulharpte Müslüman olup, (ya acizliği veya dinini orada ikame edebilme imkanına sahip olması nedeniyle) hicret etmemişse, bu kimse herhangi bir cemaate bağlı olmamasına ve bir lidere biat etmemiş olmasına rağmen Müslümandır. Allahu Teala bu durumdaki bir kimseyi iman ile nitelendirmiştir ki bu imandan kasıt, şu ayetlerde bildirilen hükmî imandır:
“Eğer mü’min olduğu halde size düşman olan bir topluluktan ise.”
“Şayet kendilerini tanımadığınız mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...”
İkinci bir delil ise, başkaldıran kimsenin mü’min olarak nitelendirilmesidir: Bu kişi Müslümanların cemaatine ve emirine başkaldıran kimsedir. Bu kimse ya emire hiç biat etmemiştir, yahut biat etmiş fakat ona başkaldırarak biatını bozmuş ve isyan ederek itaatinden ayrılmıştır. Bu kimse başkaldırmasına rağmen ayette bildirildiği gibi halen Müslümandır:
“Eğer mü’minlerden iki grup savaşacak olurlarsa aralarını düzeltiniz; Şayet bu iki gruptan birisi diğeri üzerine saldıracak olursa, saldıranla Allah’ın emrine dönene kadar savaşın...”
Ayette, saldıran gurup haksız olmalarına rağmen mü’min olarak nitelendirilmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Kim boynunda bey’at bağı olmadan ölürse, cahiliyye ölümü üzere ölmüştür”sözünden amaç, kafir olarak değil asi olarak ölmüş olmaktır. Zira başkaldıran kimse bu durumdadır ve Müslümandır.
Buna bir delil de Huzeyfe İbnu’l-Yeman hadisidir: O, “Eğer onların bir cemaati ve bir imamı yoksa” diye sorduğunda Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “Bu senin bir ağaç kökünü kemirmeni gerektirse de, bu fırkaların tümünden ayrıl ve sana ölüm gelinceye dek bu halde kal”demiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, (siyasi şer’î anlamda) Müslümanların cemaati ve imamları olmasa da Müslümanlıkları sahihtir. Nitekim Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Huzeyfe’ye Radıyallahu Anhu bu durumda Müslümanlık sahih olmaz dememiştir. Halbuki gereken yerde açıklamayı ertelemek caiz değildir.
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem hayatta iken birçok insan Müslüman olmuşlar fakat Onu ne görmüşler ne biat etmişler ve ne de Medine’de daru’l-İslam’da ikamet etmişlerdir. Bunlardan Habeş kralı Necaşi Radıyallahu Anhu gibi Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem hayatta iken vefat edenler olmuştur. Bazıları da Onun vefatından sonra, Onu görmeden tabi olan kimseler olarak yaşamışlardır. Bu durum bu iki kesimden hiç birisinin Müslümanlığına bir zarar vermemiştir.
Buraya kadar olan sözlerimiz, durumu kapalı olan Müslüman hakkında, Müslüman hükmünün hemen verilmemesi görüşünde olan kimselerin bazı yanılgılarına cevap niteliğinde idi.
Bazıları durumu kapalı olan Müslüman hakkında hüküm vermeyip beklemeye bağlı olarak, bu kimsenin arkasında namaz kılınmayacağını söylemişlerdir. Bu da diğer bir bid’attır. Nitekim İbn-i Teymiye şunları söyler: “Dört imam ve Müslümanların diğer imamlarının ittifakı ile, durumu kapalı olan her Müslümanın arkasında namaz kılınır. Kim, “Ben sadece batınî akidesini tanıdığım kimsenin arkasında Cuma yahut cemaat namazı kılarım” derse; sahabeye, onlara iyilikle uyanlara, Müslümanların dört imamına ve diğerlerine muhalefet eden bir bid’atçıdır. Allah en iyisini bilir.”
Yine şöyle der: “Dört imam ve Müslümanların diğer imamlarının ittifakıyla, bid’atı ve fıskı bilinmeyen kimsenin arkasında beş vakit namaz, Cuma ve başka namazları kılmak caizdir. İmama uyan kimsenin, ne kendisine imamlık eden kimsenin itikadını bilmesi ve ne de onu sınayarak; “Senin itikadın nedir?” diye sorması imamlığın şartlarından değildir. Bilakis durumu kapalı olanın arkasında namaz kılınır.”
Hatta durumu kapalı bir kimse, gerçekte bazı komünistler, laikler ve Allah ve Rasulü ile savaşanlar gibi kafir birisi de olsa; onda (namaz gibi) bir İslam alameti görülür ve bir kimse bu kişinin zahirî küfür ile kafir olduğunu ve gerçek durumunu bilmeyerek, zahiren İslam alameti gördüğü için Müslüman hükmü verip arkasında namaz kılarsa namazı sahihtir. İbn-i Kudame Rahimehullah şöyle demiştir: “Bir kimse, Müslümanlığında yahut çift cinsiyetli (hunsa) olup olmadığı hususunda şüphe bulunan bir kimsenin arkasında namaz kılarsa, bu kişinin küfrü veya çift cinsiyetli olduğu açığa çıkmadığı müddetçe namazı sahihtir. Çünkü namaz kılan kimsenin (özellikle de bu kimse imam olursa) bu davranışından anlaşılan onun Müslüman olduğudur.
Çift cinsiyetli olduğundan şüphelenilen kimse ise (özellikle erkeklere imamlık yapıyorsa) onun bu davranışından anlaşılan, böyle bir durumunun olmadığıdır. Ancak namazdan sonra kişinin kafir yahut çift cinsiyetli olduğu ortaya çıkarsa, onun arkasında namaz kılanın, açıkladığımız gibi namazını iade etmesi gerekir. Şayet imam İslam’a bir girip bir çıkıyorsa, onun hangi dinden olduğu öğrenilinceye dek arkasında namaz kılınmaz.” Şu halde, kafir olabileceğine dair hakkında şüphe bulunan bir kimsenin arkasında kılanın namazı sahih oluyorsa, kafir olduğu bilinmeyen bir kimsenin arkasında kılanın namazının sahih olması daha uygundur.
Durumu bilinmeyen Müslüman ile ilgili hükümler bunlardır. Kimde İslam alametleri görülürse ve İslam’ı bozacak herhangi bir şey ortaya koymazsa bu kimsenin Müslüman olduğuna hükmedilir.
Abdulkadir bin Abdulaziz-iman ve küfür
Bu kimse hükmen Müslümandır. Böyle bir kimse, durumu kapalı olan Müslüman olarak nitelendirilir. Bu, kendisinde Müslümanlık alametlerinden birisi görülüp, İslam’ı bozan herhangi bir davranışına şahit olunmayan kimsedir. Çünkü Müslümanlık alametleri zahiri sebepler olup; şari, sahibine Müslüman hükmünü vermeyi bu sebeplere bağlamıştır.
Öyleyse böyle bir kimse için Müslüman hükmü sabit olur. Ancak, İslam’ı bozan bir davranışta bulunmak gibi daha kuvvetli bir zahiri durum, bu zahiri durumla çelişirse hüküm buna göre verilir. İslam’ı bozan bir davranışına şahit olunmayan kimse için İslam hükmü sabittir. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur:
“Kim bizim kıldığımız namazı kılar, bizim kıblemize yönelir ve bizim kestiğimizi yerse bu kimse Müslümandır.”
İbn-i Hacer hadisin şerhinde şöyle der: “Hadiste insanların konumlarının zahire göre belirleneceği hükmü mevcuttur. Kim, din alametlerini ortaya koyarsa, İslam’a aykırı bir davranışta bulunmadıkça onun hakkında Müslümanlar için geçerli olan hüküm geçerli olur.”
Durumu kapalı olan Müslümanın hükmünde iki kesim hataya düştüler:
Birincisi: Kafir yöneticiler karşısında sessiz kalmaları nedeniyle onları tekfir eden kesim. Bunlar sessiz kalmayı rızaya dair delil kabul ettiler. Geçmişte aynen bunlar gibi düşünen bazı Haricî fırkaları olmuştur (el-Avfiyye ve el-Beyhesiyye). Bunlar şöyle demişlerdi: “İmam kafir olduğunda, orada şahit olan olmayan tüm halk kafir olurlar.” Bu fasit bir görüştür. Daha önce de geçtiği gibi, susan kimseye söz nispet edilmez. Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu sözü de buna delildir:
“Sizden kim bir kötülük görürse, onu eli ile değiştirsin, eğer güç yetiremezse dili ile (değiştirsin), eğer buna da güç yetiremezse kalbi ile (inkar etsin). Bu ise imanın en zayıf noktasıdır.”
Bu hadis sessiz kalan kimsenin, kötülüğü kalbi ile inkar eden kimse olabileceğini göstermektedir. Bu durumdaki bir kimse ise halen mü’mindir. Bunu ifade eden bir başka hadis ise şöyledir:
“Başınıza birtakım yöneticiler geçer; onların iyi amellerini de görürsünüz kötü amellerini de; kim buğz ederse, o berî olmuştur, kim inkar ederse, o kurtulmuştur. Ancak kim de razı olur ve uyarsa...” Dediler ki: “Ya Rasulallah, onlarla savaşalım mı?.” Dedi ki: “Hayır; namaz kıldıkları müddetçe....”
Nevevî, hadisin şerhinde der ki; “Rivayetteki, “Kim çirkin karşılarsa berî olmuştur” ifadesi apaçıktır. Bu, kim gördüğü bu münkere buğz ederse, onun günahlarından ve bunlar sonucunda çarptırılacağı cezalardan beri olur demektir. Bu, eli ile ve dili ile karşı çıkmaya güç yetiremeyen kimse hakkındadır. Bu kimse kalbi ile buğz etsin ve beri olsun.”
Sessiz kalmaya devam eden kimsenin durumu ihtimal taşır. Bu nedenle de tekfiri caiz değildir. Bilakis, durumu kapalı olan bir Müslüman olmaya devam ettiği müddetçe onun konumu daha iyi olan ihtimal yönünde değerlendirilir. Tekfirin kurallarını açıklarken delaleti ihtimal taşıyan şeylerle tekfirin caiz olmadığını belirtmiştik ki bunlardan birisi de burada işaret etmiş olduğumuz sessiz kalma durumudur.
İkincisi: Bu hususta hata yapan ikinci kesim, bu gibi ülkelerde durumu kapalı olan Müslüman hakkında hemen İslam hükmü vermeyen ve bunun için bu kimsenin durumunun ortaya çıkarılmasını ve itikadının sınanmasını şart koşan kesimdir. Bu da, hemen Müslüman hükmü vermeme ve durumunu araştırma hususlarında Hariciler’den “el-Ahnesiyye” denilen grubun görüşüne uymaktadır.
Durumu kapalı olan Müslüman hakkında hemen Müslüman hükmü vermeyip beklemek bid’attır. Bunun bid’at olduğuna delil ise, İslam alameti gösteren kimseye Müslüman hükmü verileceğine delalet eden naslardır. Bu nasların çoğu darulharpte yahut savaş ortamındaki insanların durumu hakkında varid olmuştur. Bu da göstermektedir ki; darulharpte kafirler arasında Müslüman görünümünde olan kimse hakkında Müslüman hükmü verilmesi için beklenilmesi gerekmez. Kişi bu durumda ölürse, Müslümanlarla aynı muameleyi görür. Alimler gerek darulharpte gerekse daru’l-İslam’da olsun, kişinin Müslüman olması sebebiyle kanının, malının ve zürriyetinin güvencede olduğu hususunda ihtilaf etmedikleri gibi, bu konuda da ihtilaf etmemişlerdir.
Bu konuya delalet eden naslardan birisi de; “La İlahe İllallah dediği halde Onu öldürdün mü?”şeklindeki Usame İbn-i Zeyd hadisidir.
Bir diğer hadis, Halid İbn-i Velid’in Beni Cüzeyme esirlerini, kendilerince “Müslüman olduk” anlamına gelen, “Saba’nâ, saba’nâ” demeleri üzerine öldürmesi ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem buna karşı çıkması olayını anlatan İbn-i Ömer hadisidir. Bunlara benzer başka naslar da vardır.
Hafız İbn-i Receb el-Hanbelî Rahimehullah şöyle der: “Bilinmesi zorunlu olan şeylerden birisi de, Nebi’nin Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisine gelerek İslam’a girmek isteyen herkesin yalnızca şehadeti söylemelerini yeterli kabul ettiği, bununla kanlarının güvencede olduğu ve bununla Müslüman sayıldıklarıdır. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Selem, üzerine doğru kılıç kaldırdığında“La İlahe İllallah” diyen kişiyi öldüren Usame İbn-i Zeyd’in bu davranışını şiddetle kınamıştır. Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem hiçbir zaman, Müslüman olmak için kendisine gelen bir kimseye herhangi bir şey şart koşmamıştır. Ancak daha sonra o kimse namazı ve zekatı yerine getirmekle yükümlü tutulurdu.”
Kişinin Müslüman olduğuna hemen hüküm vermeyip durumunun araştırılması gerektiğini söyleyen kimselere ait bazı şüpheler vardır:
¨Bunlardan birisi; bir kimsenin Müslüman kabul edilebilmesi için, şehadeti ikrarının yeterli olmadığı, Şeriat’a bağlılığının araştırılmasının da gerekli olduğu görüşüdür. Gerçekte ise bu bağlılık Müslümanlığın sıhhati için gereklidir. Kişi şehadeti ikrar eder ama namaz kılmazsa, Müslüman değildir. Ancak doğru olan ve nasların da delalet etmiş olduğu şey, yalnızca ikrar ile bir kimseye Müslüman olduğu hükmünün verileceği, bu kimsenin namaz kılıp kılmadığını görmek için namaz vaktine kadar beklenilmeyeceğidir. Namaz vakti girdiğinde bu kimse namaza zorlanır fakat kılmazsa, riddetine hükmedilir ve tevbeye çağrılır. Çünkü onun şehadeti ikrarı, hükümlere uyma yükümlülüğünü beraberinde getirir. “İkrar, kalbin tasdikini bildirme ve Şeriat’ın gereklerine uymayı kabulde bir başlangıçtır” diyen selef ile; ikrarı, hükümlere uyma yükümlülüğünü gerektiren bir şey olarak görmeyip, bilakis hükümlere uyulup uyulmadığının araştırılmasını, Müslüman hükmü verebilmek için müstakil bir şart olarak gören çağdaşların görüşleri arsındaki fark budur. Daha yukarıda işaret etmiş olduğumuz naslar ve İbn-i Receb’in sözü selefin görüşünün doğru, çağdaşların sözünün ise yanlış olduğunu ortaya koymaktadır.
Bir başka yerde ise İbn-i Receb şöyle der: “Kim şehadeti ikrar ederse, o kimsenin hükmen Müslüman olduğu kabul edilir. Eğer bu şekilde İslam’a girmişse, İslam’ın gerekleri olan diğer şeylerle yükümlü tutulur.”
¨Bekleme ve araştırmayı öngörenlerin yanılgılarından birisi de; “Bugün durum değişti; insanlar şehadetin manasını bilmeyerek söylüyorlar. Onların şehadetin manasını anlayıp anlamadıkları, nefiy ve ispatın (La İlahe: nefiy, İllallah: İspat) neye delalet ettiğini (yani tağutu inkar ve Allah’a imanı) bilip bilmediklerini anlamak için sınanmaları gerekir” sözüdür. Böyle bir şart için şer’î bir delil olmadığı gibi bu, Nebi’nin ve sahabenin uygulamalarına da aykırıdır. Onlar şehadeti ikrar eden kimsenin Müslümanlığının ispatı için, onun şehadetin manasını anlayıp anlamadığını öğrenene dek beklememişlerdir. Allah Rasul’ü Sallallahu Aleyhi ve Sellemşöyle der: “Allah’ın Kitabı’nda olmayan her şart batıldır.”Bir başka hadiste; “Kim, bizim üzerinde bulunduğumuz şeye uymayan bir amel işlerse, o reddedilmiştir.” Bu konuda doğru olan, şehadetin anlamını bilmenin, Müslim’in rivayet etmiş olduğu Osman İbn-i Afvan hadisinde geçtiği gibi olmasıdır. Buna göre La İlahe İllallah şehadetinin şartlarından olup, itikat kitaplarında zikredilen ihlas ve yakîn gibi şartlar, ahirette sahibine yarar sağlayacak olan hakiki İslam’ın sıhhatinin şartlarındandır.
Dünyevî hükümlerde ise hükmî İslam şehadeti söylemekle sabit olur. Bundan sonra kim dininin gereğini tam olarak yerine getirmezse, onun hakkında küfür ya da fısk, şer’î hüküm şartları ile birlikte neyi gerektiriyorsa o hüküm verilir.
Şeyh Süleyman İbn-i Abdillah İbn-i Muhammed İbn-i Abdilvehhab Rahimehullah şöyle der: “İnsanın, manasını bilmeksizin, onunla amel etmeksizin “La İlahe İllallah”ı söylemesi yahut Tevhid’i bilmediği hatta duâ, korku (havf), kurban, adak, tevbe, inabe ve başka ibadet çeşitlerini Allah’tan başkası için yaptığı halde tevhid ehlinden olduğunu iddia etmesi tevhid için yeterli değildir. Bu durumda böyle bir kimse ancak müşrik olabilir.” Şeyh Süleyman burada “Tevhid için yeterli değildir” demiş, “Müslüman olduğuna hüküm vermek için yeterli değildir” dememiştir.
Zira hüküm, İslam alametlerinden herhangi birisi ile sabit olur. Hakiki hüküm açısından ise; şayet şehadetin geriye kalan sıhhat şartlarını yerine getirirse, ahirette bundan faydalanır. Aksi taktirde şehadeti söylemenin hiçbir faydasını göremez. Bizim dünyevî olarak bu kimsenin bu şartları yerine getirip getirmediğini öğrenmek için araştırmada bulunmamız gerekmez. Bilakis onun için İslam hükmü sabit olmuş olur. Daha sonra bir kusurda bulunacak olursa, hesaba çekilir. Bazı kimseler kan ve malın güvencede olması, nikah ve mirasın sıhhati gibi dünyevî hükümlerin bağlı olduğu zahirî İslamî hüküm ile, Allah katındaki sevap ve ceza gibi ahiret hükümlerinin bağlı olduğu hakiki İslam’ı birbirinden ayırmama nedeniyle birçok hatalara düşmektedirler.
Şeyh Hafız Hakemî Rahimehullah şöyle der: “Ey kardeşim bil ki; Allah’ın bize ve sana göstermiş olduğu hakikat şudur: Dünyevî helakten ve ahiret azabından kurtulmayı sağlayan, kulun bu sayede cenneti elde edip cehennemden uzaklaşacağı dinin gereklerine sarılma işi; gerek Cibrîl hadisinde, gerekse aynı anlamdaki diğer ayet ve hadislerde zikredilen şeylere gerçek anlamda uymadır. Eğer kişi bunlara gerçek anlamda uymuyor fakat bunları bozacak herhangi bir şey de ortaya koymuyorsa, dünyada kendisi için Müslümanların hükümleri geçerlidir. Gizli yönleri ise Allah’a kalmıştır. Nitekim ayette de şöyle geçer: “Eğer tevbe eder, namazı ikame eder ve zekatı verirlerse serbest bırakın.”.. diğer bir ayette ise “Sizin din kardeşinizdirler” diye geçmektedir. Bununla ilgili başka ayetler de vardır.”
Kısacası, durumu kapalı olan Müslüman hakkında ne susulup beklenilir ne araştırma yapılır ve ne de bu kimse hakkında Müslüman hükmü vermek için onun bazı din meselelerini öğrenmesi beklenilir. Tam aksine bu kimsenin Müslüman olduğuna hükmedilir ve daha sonra bu kimseye dini öğrenmek vacip olur. Dini öğrenmesi, onun Müslüman olduğuna hüküm vermek için şart değildir.
¨Bekleme ve araştırmayı öngörenlere ait olan bir diğer şüphe ise, cariye hadisinde ve Mümtehine Suresi’ndeki ayette olduğu gibi Nebi’nin Sallallahu Aleyhi ve Sellemaraştırmada bulunduğunun sabit olmasıdır. Bu doğrudur ancak, bunun umum için geçerli olduğuna delalet etmez. Eğer kural bu olmuş olsaydı, Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve Ondan sonraki imamlar, bunu İslam’a her yeni giren kimse için uygularlardı. Doğru olan, bu durumlarda araştırmanın belli sebeplere bağlı olmasıdır. Bu, şer’î bir araştırmadır. Durumu kapalı olan Müslümanı araştırmak ise, bid’at olan bir araştırmadır.
¨Böyle söyleyenlerin bir diğer yanılgıları da, herhangi bir şahıs hakkında Müslüman hükmü verebilmek için belli şartlar koşmalarıdır. Örneğin; herhangi bir İslamî cemaatte bulunup, (-bu cemaat ister belli bir cemaat, iterse genel anlamdaki Müslüman cemaati olsun) liderine biat etmiş olmayı şart koşmaları gibi.
el-Umde isimli kitabımda da belirttiğim gibi bu bazen gereklidir. Ancak, hükmen veya hakiki anlamda Müslümanlığın sıhhati için şart değildir. Bunun delillerinden bazıları şunlardır:
Kişi darulharpte Müslüman olup, (ya acizliği veya dinini orada ikame edebilme imkanına sahip olması nedeniyle) hicret etmemişse, bu kimse herhangi bir cemaate bağlı olmamasına ve bir lidere biat etmemiş olmasına rağmen Müslümandır. Allahu Teala bu durumdaki bir kimseyi iman ile nitelendirmiştir ki bu imandan kasıt, şu ayetlerde bildirilen hükmî imandır:
“Eğer mü’min olduğu halde size düşman olan bir topluluktan ise.”
“Şayet kendilerini tanımadığınız mü’min erkekler ve mü’min kadınlar...”
İkinci bir delil ise, başkaldıran kimsenin mü’min olarak nitelendirilmesidir: Bu kişi Müslümanların cemaatine ve emirine başkaldıran kimsedir. Bu kimse ya emire hiç biat etmemiştir, yahut biat etmiş fakat ona başkaldırarak biatını bozmuş ve isyan ederek itaatinden ayrılmıştır. Bu kimse başkaldırmasına rağmen ayette bildirildiği gibi halen Müslümandır:
“Eğer mü’minlerden iki grup savaşacak olurlarsa aralarını düzeltiniz; Şayet bu iki gruptan birisi diğeri üzerine saldıracak olursa, saldıranla Allah’ın emrine dönene kadar savaşın...”
Ayette, saldıran gurup haksız olmalarına rağmen mü’min olarak nitelendirilmiştir. Buradan da anlaşılmaktadır ki Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem “Kim boynunda bey’at bağı olmadan ölürse, cahiliyye ölümü üzere ölmüştür”sözünden amaç, kafir olarak değil asi olarak ölmüş olmaktır. Zira başkaldıran kimse bu durumdadır ve Müslümandır.
Buna bir delil de Huzeyfe İbnu’l-Yeman hadisidir: O, “Eğer onların bir cemaati ve bir imamı yoksa” diye sorduğunda Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “Bu senin bir ağaç kökünü kemirmeni gerektirse de, bu fırkaların tümünden ayrıl ve sana ölüm gelinceye dek bu halde kal”demiştir. Buradan da anlaşılıyor ki, (siyasi şer’î anlamda) Müslümanların cemaati ve imamları olmasa da Müslümanlıkları sahihtir. Nitekim Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Huzeyfe’ye Radıyallahu Anhu bu durumda Müslümanlık sahih olmaz dememiştir. Halbuki gereken yerde açıklamayı ertelemek caiz değildir.
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem hayatta iken birçok insan Müslüman olmuşlar fakat Onu ne görmüşler ne biat etmişler ve ne de Medine’de daru’l-İslam’da ikamet etmişlerdir. Bunlardan Habeş kralı Necaşi Radıyallahu Anhu gibi Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem hayatta iken vefat edenler olmuştur. Bazıları da Onun vefatından sonra, Onu görmeden tabi olan kimseler olarak yaşamışlardır. Bu durum bu iki kesimden hiç birisinin Müslümanlığına bir zarar vermemiştir.
Buraya kadar olan sözlerimiz, durumu kapalı olan Müslüman hakkında, Müslüman hükmünün hemen verilmemesi görüşünde olan kimselerin bazı yanılgılarına cevap niteliğinde idi.
Bazıları durumu kapalı olan Müslüman hakkında hüküm vermeyip beklemeye bağlı olarak, bu kimsenin arkasında namaz kılınmayacağını söylemişlerdir. Bu da diğer bir bid’attır. Nitekim İbn-i Teymiye şunları söyler: “Dört imam ve Müslümanların diğer imamlarının ittifakı ile, durumu kapalı olan her Müslümanın arkasında namaz kılınır. Kim, “Ben sadece batınî akidesini tanıdığım kimsenin arkasında Cuma yahut cemaat namazı kılarım” derse; sahabeye, onlara iyilikle uyanlara, Müslümanların dört imamına ve diğerlerine muhalefet eden bir bid’atçıdır. Allah en iyisini bilir.”
Yine şöyle der: “Dört imam ve Müslümanların diğer imamlarının ittifakıyla, bid’atı ve fıskı bilinmeyen kimsenin arkasında beş vakit namaz, Cuma ve başka namazları kılmak caizdir. İmama uyan kimsenin, ne kendisine imamlık eden kimsenin itikadını bilmesi ve ne de onu sınayarak; “Senin itikadın nedir?” diye sorması imamlığın şartlarından değildir. Bilakis durumu kapalı olanın arkasında namaz kılınır.”
Hatta durumu kapalı bir kimse, gerçekte bazı komünistler, laikler ve Allah ve Rasulü ile savaşanlar gibi kafir birisi de olsa; onda (namaz gibi) bir İslam alameti görülür ve bir kimse bu kişinin zahirî küfür ile kafir olduğunu ve gerçek durumunu bilmeyerek, zahiren İslam alameti gördüğü için Müslüman hükmü verip arkasında namaz kılarsa namazı sahihtir. İbn-i Kudame Rahimehullah şöyle demiştir: “Bir kimse, Müslümanlığında yahut çift cinsiyetli (hunsa) olup olmadığı hususunda şüphe bulunan bir kimsenin arkasında namaz kılarsa, bu kişinin küfrü veya çift cinsiyetli olduğu açığa çıkmadığı müddetçe namazı sahihtir. Çünkü namaz kılan kimsenin (özellikle de bu kimse imam olursa) bu davranışından anlaşılan onun Müslüman olduğudur.
Çift cinsiyetli olduğundan şüphelenilen kimse ise (özellikle erkeklere imamlık yapıyorsa) onun bu davranışından anlaşılan, böyle bir durumunun olmadığıdır. Ancak namazdan sonra kişinin kafir yahut çift cinsiyetli olduğu ortaya çıkarsa, onun arkasında namaz kılanın, açıkladığımız gibi namazını iade etmesi gerekir. Şayet imam İslam’a bir girip bir çıkıyorsa, onun hangi dinden olduğu öğrenilinceye dek arkasında namaz kılınmaz.” Şu halde, kafir olabileceğine dair hakkında şüphe bulunan bir kimsenin arkasında kılanın namazı sahih oluyorsa, kafir olduğu bilinmeyen bir kimsenin arkasında kılanın namazının sahih olması daha uygundur.
Durumu bilinmeyen Müslüman ile ilgili hükümler bunlardır. Kimde İslam alametleri görülürse ve İslam’ı bozacak herhangi bir şey ortaya koymazsa bu kimsenin Müslüman olduğuna hükmedilir.
Abdulkadir bin Abdulaziz-iman ve küfür