İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler
İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.
Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
Son 20 senede Türkiye'de icat edilen Kutlu doğum haftası etkinlikleri Bid'attir. Bir musluman , peygamberinin normal günlerde ve doğum gününde eline peygamberin hayatını anlatan, öven kitabı alıp okumasında bir sakınca yoktur. Fakat bunu periyodik zamanlarda / yılın veya haftanın belli günlerinde toplu halde devlet kontrolunde mescidler alet edilerek yapılıyorsa bu câiz değildir.
Bu anma merasimlerinde Muhammed (s.a.v.)'i, kendi ağzıyla kendisini târif etmesine rağmen, insanlara peygamber efendimizin hiç kullanmadığı, zikretmediği bir çiçek olan "Gül Peygamber" sıfatlandırması verilerek, Rasulullahın asli kimliğini setretmektedirler!
Bu konuda Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur : “Ben rahmet peygamberiyim, ben kılıç peygamberiyim.” (Ahmed b. Hanbel, Musned, IV, 395)
Amr b. Murra (r.a.), Ebû Ubeyde aracılığıyla Ebû Musa el Eşarî (r.anhuma)'nın şöyle dediğini anlatır; -Rasulullah (s.a.v.) bize adlarını anlatarak,
"ben, Muhammed, Ahmed, Haşir, Mukaffa, Tevbe Peygamberi ve Harb Peygamberiyim" buyurdu. (Muslim, 2355; Ebî Şeybe, 11/457; Ahmed b. Hanbel, Musned 4/404; Tirmizî, Şemail, 360; İbni Sa'd, 1/104; Taberânî, Kebir, 2/120 122)
Vekî de Ameş aracılığıyla, Ebû Salih'in mursel olarak Peygamberimizden;
"Ey İnsanlar! Ben ancak bir Rahmet'im, Muhdât'ım" buyurduğunu anlatır. (Beyhakî, Delâil, 1/157 , de hem mursel hemde mevsul olar rivayeti verir.)
Tüm bunlar Tağuti rejimlerin, saf halkını sözde İslam devleti, en güzel İslam burada yaşanıyor vb. teraneleriyle avutup, uyutmak için taktiklerinden biridir.
Konuyla ilgili daha önceki yazılarımızdan nakledecek olursak ;
MEVLİD KANDİLİ
Muhammed (s.a.v.)' in doğduğu Rabi'u'l-Evvel ayının 12 gecesi kutlanılan kandildir. Bu gecenin ne fazileti ve ne de kutlanması hakkında hiçbir rivayet sabit olmamıştır. Dolayısıyla Peygamberimiz (sallALLAHu aleyhi ve sellem) doğum gecesini ne kendisi ne ashabı ve ne de selefi salihin kutlamış değildir. Bunun üzerine İlim ehli bu geceyi o maksatla ihya etmeyi ve de mevlid okumayı dinde ihdas edilmiş bir bid'at saymışlardır. Nitekim okunan mevlidin de bu babtan sayıldığı (bid'at) ilim ehlince malumdur.
İslam aleminde mevlid kutlaanması ilk defa Şia dünyasında, Mısır'da hüküm süren Fatımî'ler (910-1171) tarafından tertiplenmiştir. Bu merasimler, saraya ait olup, sadece devlet erkanı arasında cereyan etmekte idi. Fatimîl'er, Ali (r.anh) ve Fatıma (r.anha)'ın doğum günlerinde de mevlid merasimleri tertip ederlerdi.
Sunnî müslümanlarda ilk mevlid merasimi, Hicri 604 yılında, Selahaddin Eyyubî'nin eniştesi ve Erbil Atabeği Melik Muzafferuddun Gökbörü tarafından tertiblenmiştir.
Osmanlılar tarafından mevlid, ilk defa III. Murat zamanında, 1588'de resmi hale getirildi. Merasimler, belirlenmiş teşrifât kaidelerine uygun olarak sarayda tertiplenir, ayrıca, önceleri Ayasofya Camii'nde, sonraları ise Sultan Ahmed Camii'nde yapılan merasimlere, devlet erkanıyla birlikte halk da katılırdı. Rasulullah (s.a.v.)'ın doğumunu ve hayatını medh ve senâ eden, "Mevlid" adını taşıyan çok eser kaleme alınmıştır. Bu eserler daha sonra, mevlid merasimlerinde, mevlidhanlar tarafından teğannî ile okunmaya başlanmıştır. Bunların Türkçede en meşhur olanı Suleyman Çelebi'nin Vesiletun-Necât adındaki mevlididir. Ancak, Suleyman Çelebi hakkında kaynaklarda pek fazla bir bilgi yoktur. Onun, Yıldırım Beyazıt zamanında Divan-ı Humayûn Hocası olduğu, sonra da Bursa Ulu Camii'ne imam tayin edildiği bilinmektedir.
Mevlid şiirini yazan Suleyman Çelebi, insanlar bu şiiri Peygamberin doğum gününde okusunlar diye yazmamıştır. Hırıstiyanların İsa (a.s.) doğumunu anma amacıyla yılbaşını kutlamalarına kızanların , Muhammed (s.a.v.) doğumunu kutlamaları çelişkidir ! Üstelik bu kutlamaları esnasında törenler düzenlemeleri, aşırı övme şiirler vs okumalarının şu hadisle de ayrıca tehditi vardır : "Hıristiyanların(peygamberleri)İsâ'yı övmede aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırı gitmeyin" (Ahmed b Hanbel, I, 23, 24, 47, 55, V, 32; Dârimî, Rikâk 68; Buhârî, Enbiyâ 48)
Mevlid, halk arasında büyük bir ibadet olarak kabul edilmekte, ölülerin ruhu için mevlidler okutularak, onların günahlarının bağışlanacağı zannedilmektedir. Halkın cehaletinden ve yanlış itikadlarından istifade eden mevlid okuyucu hanendeler, bir piyasa oluşturarak, bunu ticarî bir çıkar aracı yapmışlardır. Bu tip bir kabul ve davranışın İslamî olmadığı hususu ile ilgili herhangi bir ihtilaf sözkonusu değildir. Böyle bir olaya sebeb olan herkes dinen sorumludur. Merasimlerde mevlid okunmasının vazgeçilmez bir âdet haline getirilişinin sakıncalarından biri de, netice olarak insan kelâmı bir şiir olan bu metinlerin, okunması ve dinlenilmesi ibadet olan Kur'an ile eşdeğerde görülmeye ve değerlendirilmeye başlanılması tehlikesidir.
“Beni, hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı aşırı bir şekilde övdükleri gibi övmeyin. Ben, ancak bir kulum ve (benim için) Allah’ın kulu ve elçisidir, deyin.” (Buhari ; Muslim)
Ebi Sa’îd el-Hudri (r.anhuma)’dan, Nebi (s.a.v.)’in şöyle dediğini rivayet etti: Kendinizden öncekileri, karış karış ve adım adım takib edeceksiniz. Onlar bir kertenkele deliğine girseler bile,(takip edeceksiniz). Dedik ki; “Ya RasulALLAH! (Onlar) yahudiler ve nasraniler midir?” Dedi ki, Ya kim (olacak)? (Buhari)
MEVLİD-İ NEBEVÎ'Yİ KUTLAMANIN HÜKMÜ:
Muhammed b.Salih el-Useymîn-ALLAH, İslâm ve müslümanlardan yana kendisine en iyi şekilde mukafatını versin- kendisine Mevlid-i Nebevî'yi kutlamanın hükmü sorulduğunda, o şöyle cevap verdi:.
Birincisi: Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in doğduğu gece kesin olarak bilinmemektedir. Aksine günümüzdeki bazı tarihçiler, Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in doğduğu gecenin Rebîul-Evvel ayının 9. gecesi olduğu ve 12. gecesi olmadığı gerçeğine varmışlardır. O halde 12. gece yapılan kutlamanın tarihî yönden hiçbir dayanağı yoktur.
İkincisi: Mevlid-i Nebevî'yi kutlamanın dînî yönden de hiçbir dayanağı yoktur. Çünkü Mevlid-i Nebevî'yi kutlamak ALLAH'ın dîninden olmuş olsaydı, Peygamber (sallALLAHu aleyhi ve sellem) bunu yapardı veya ümmetine bunu bildirirdi. Eğer o bunu yapmış veya ümmetine bildirmiş olsaydı, bu kutlama günümüze kadar (hadis kitaplarında) korunmuş olurdu.
Çünkü ALLAH Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Zikr'i (Kur'an'ı) kesinlikle biz indirdik ve onu(değiştirilmekten, tahrif edilmekten, ziyâdeleştirilmekten veya noksanlaştırılmaktan) elbette biz koruyacağız." (Hicr Sûresi: 9)
Böyle bir şey olmadığına göre, bu kutlamanın ALLAH'ın dîninde olmadığı anlaşılmış olur. ALLAH'ın dîninde olmadığına göre, bizim onunla ALLAH Teâlâ'ya ibâdet etmemiz ve O'na tevessülde bulunmamız câiz değildir. ALLAH Teâlâ, rızasına ulaşmamız için bize belli bir yol tayin etmişse -ki bu yol Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem-'in getirmiş olduğu dîndir-, ALLAH'ın kulları olduğumuz halde, O'nun rızâsına ulaşmamız için kendi yanımızdan bir yol çıkarmamız nasıl câiz olsun?
Dîninden olmayan bir şeyi onun dînine yerleştirmek olan bu hareket, ALLAH Teâlâ'nın hakkına yapılan bir tecâvüzdür. Yine bu hareket, ALLAH Teâlâ'nın şu sözünü yalanlamayı içerir:
"Bugün size dîninizi (zaferi gerçekleştirmek ve şeriatını tamamlamak sûretiyle) kemâle erdirdim.(Sizi câhiliyye karanlığından İslâm nûruna çıkarmak sûretiyle) üzerinize nimetimi tamamladım ve dîn olarak da size İslâm'ı seçtim(siz de İslâm'ı kendiniz için dîn seçin)" (Mâide Sûresi: 3)
Biz deriz ki, eğer bu kutlama dînin kemâlinden olsaydı, Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in vefâtından önce olması gerekirdi. Dînin kemâlinden değilse, bu takdirde dînden olması mümkün değildir. Çünkü ALLAH Teâlâ; "Bugün size dîninizi (zaferi gerçekleştirmek ve şeriatını tamamlamak sûretiyle) kemâle erdirdim" buyurmaktadır. Her kim, Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in vefâtından sonra ortaya çıkmış olmasına rağmen, bu kutlamanın dînin kemâlinden olduğunu iddiâ ederse, onun bu sözü yukarıdaki âyeti yalanlamayı içerir. Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in doğum gününü kutlayanlar, bu hareketleriyle Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'i yüceltmek,onu sevdiklerini göstermek ve Peygamber (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in doğum gününü kutlamada o duygu için gayretlerine canlılık kazandırmak istediklerinde şubhe yoktur.
Bütün bunlar, ibâdettir; Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'i sevmek, ibâdettir. Hatta bir insan, Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'i nefsinden, evlâdından, babasından ve insanların hepsinden daha çok sevmedikçe tam îmân etmiş olmaz.
Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'i yüceltmek, ibâdettir. Aynı şekilde onun şeriatına meyletmek olan onun aşkıyla yanıp tutuşmak da yine dîndendir.
O halde, ALLAH Teâlâ'ya tevessülde bulunmak ve Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'i yüceltmek için onun doğum gününü kutlamak, ibâdettir. Bu kutlama, ibâdet olduğuna göre, onda olmayan bir şeyi ALLAH'ın dînine yerleştirmek, kesinlikle câiz değildir. Bu sebeple Peygamber (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in doğum gününü kutlamak, bid'at ve haramdır. Üstelik bu kutlamada ne şeriatın, ne hissin, ne de aklın onayladığı büyük çirkinlikler olduğunu işitmekteyiz.
Peygamber (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in doğum gününü kutlayanlar, içerisinde Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem) hakkında aşırıya giden kasîdeleri, nağmelerle söylemektedirler. Öyle ki bu kimseler, Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'i ALLAH'tan daha büyük bir hale getirmişlerdir. Bu durumdan ALLAH'a sığınırız.
Yine, Peygamber (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in doğum gününü kutlayanlardan kimisinin akılsızlıklarını ve saçmalıklarını işitmekteyiz.
Peygamber (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in doğduğu kıssayı okuyan (mevlidhân), "Mustafa dünyaya geldi" dediği anda herkes tek kişinin ayağa kalktığı gibi ayağa kalkarak; "Şu anda Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in rûhu aramıza geldi, ona saygı göstermek için ayağa kalkalım" demektedirler.
Bu hareket, aptallığın ve akılsızlığın tâ kendisidir.
Sonra bu kimselerin ayağa kalkmaları âdâbtan değildir. Çünkü Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem) kendisi için ayağa kalkılmasını çirkin görürdü. Rasûlullah (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in ashâbı, insanlar içerisinde onu en çok sevenler olmalarına ve onu bizden daha fazla yüceltmelerine rağmen, o hayatta olduğu halde kendisi için ayağa kalkılmasını çirkin görmesinden dolayı onun için ayağa kalkmadıklarına göre, uydurma hayallerle ayağa kalkan bu insanlara ne demeli?
Bu bid'at, yani Peygamber (sallALLAHu aleyhi ve sellem)'in doğum gününü kutlama bid'atı, asırların en hayırlısı olan ilk üç asır (sahâbe, tâbiîn ve etbâut-tâbiîn asrı) geçtikten sonra meydana gelmiş ve bu bid'atla birlikte dînin esasıyla ters düşen bu çirkin şeyler meydana gelmiştir. Bunun yanında erkeklerle kadınların birbirine karışması gibi daha başka çirkin şeyler meydana gelmiştir. __________________________________________________ ___________________ (Muhammed b. Salih el-Useymîn'in fetvâ ve risâleleri.Cilt: 2. Sayfa: 298-300)
Ebu Davud’un musned'inde rivayetine göre:
Bir adam Rasulullah’ın mescidine girdi. Farzı kıldıktan sonra kalkıp sünneti kılmaya başlamak üzere iken Ömer (r.anh) ona: ”Otur farz ile nafile arasında bir ara ver, bizden öncekiler böyle yapmamakla helak oldular”, dedi.
Bunun üzerine ALLAH Rasulu: ”Ey Hattab oğlu, ALLAH seni doğruya isabet ettirdi.” buyurdu.
Ömer, nafileyi farza hemen bitiştirerek hepsinin farz olduğu imajını ortadan kaldırmak istiyordu. (El-ibda S:40)
Bugün camiilerde sünnete uymayan ibadet adına birçok bidatler işlenmektedir. Farzlar kılındıktan sonra herkes aynı yerde hemen kalkıp nafileye-sünnete duruyorlar. Bu durumun, biraz önce Ömer’in (r.anh)den rivayet eden sünnete aykırı olduğu bir gerçektir.
Ayrıca mescid ve camilerde işlenen bidatlerden biride selamdan sonra müezzin komutla tesbih çektirmesidir. Bilindiği gibi peygamberimizin asr-ı saadetinde böylesi bir uygulama asla olmamıştır. Asr-ı saadeti takip eden diğer asırlarda da komutla tesbih çekilmemiştir. Çok sonra böyle bir bidat ortaya çıktı. Kim tarafından ve nasıl ortaya çıktığını biinmemekle beraber , Osmanlı'nın son dönemlerinde çıktığı tahmin edilmektedir.
Denildiği gibi bir deli kuyuya bir taş atar kırk akıllı onu çıkaramaz. Dinde bidatler hep böyle yerleşmiştir. Biri, işgüzarlık olsun kendini topluma ağıra satmak gibi mahsus bir niyetin saikasıyla yeri olmadığı halde ibadet(!) ambalajlı bir davranışta bulunur, bir başkası onu taklit eder birkaç defa tekrarlanırsa artık o yerleşik bir ibadet vasfını kazanır.
Hele buna karşı çıkılmadan uzun bir müddet üzerinden geçerse artık ona karşı çıkmak büyük bir suç , vahabilik , mezhebsizlik hatta dinsizlik telakki edilir.
Bundan dolayıdır ki, bazı âlimler şöyle demişler: Bid'at (din adına uydurulan ibadetler) günah olan işlerden şeytana daha sevimlidir. Çünkü insanlar günahlardan tevbe etmesini düşünebilir de ama bidatten tevbe etmesini düşünmez.
Camilerde cemaatle kılınan namazlarda işlenen bid’atleri ki, bunların başına müezzin komutu ele alıp yüksek bir sesle tesbih ve duaları haykırması cemaate kavuşmayan sonradan gelen namazları kılanların kıraatlerini şaşırmasına yol açması büyük bir suçtur, günahtır.
Muezzinlerin sesli zikir ve tesbih çektirmelerinden dolayı namazdaki kıratı şaşırmamak çok çok zordur. Bu günah muezzinlikten sevab bekleyenlerin hanesine yazılacaktır .
“Her bid’at bir Sünneti öldürür.”
Çünkü: Selamdan sonra her fert müslüman’ın yapacağı zikirleri muezzin baskın bir sesle onları yapıyor artık cemaatın ağzı kilitleniyor ve herkes muezzinin güzel nağmesini dinliyor ve halk o zikirden mahrum kalıyor. İşte bu Bid’at fertlerin bu zikir sünnetini öldürmüş oluyor.
“İkame-i Salat” denildiği zaman; farz namazlarının cemaatle kılınmasıdır. Bu da muezzinin bir ezan bir kamet getirmesi imamın tekbirle namaza girib selamla namazdan çıkmasıdır.
Nafileler zikirler tesbihler dualar fertlerin şahsi ibadetleridir. Cemaat namazıyla alakası yoktur. Namazdan sonra müezzini cemaati tutması onları temsilen zikir etmesi, tesbih çektirmesi, çok çirkin bir bid’attır.
Sahabe döneminde Rasulullahın zamanında olmayan uydurulmuş bir ibadet şekline İbn-i Mesud nasıl karşı çıktığına, ibadet ve mescidi bid’atlardan arındırmanın gereğini vurgulayan şu hadise bir delil olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz:
“Bize el-Hakem İbnu’l Mubârak haber verip (dedi ki) bize Amr b.Yahya haber verip dedi ki; babasından(naklen) şöyle rivayet ederken duydum: (babam) dedi ki sabah namazından önce Abdullah b. Mes'ud’un kapısının önünde otururduk. Çıktığımızda, onunla beraber mescide giderdik. Neyse (bir gün) Ebû Mûsa el-Eş’arî yanımıza geldi ve;
”Ebû Abdirrahman(yani Abdullah b. Mesud) şimdiye kadar yanınıza çıktı mı?” dedi.
”Hayır” dedik.
O da bizimle beraber oturdu. Nihayet Abdullah çıktı. Çıkınca toptan ona ayağa kalktık.
Sonra Ebû Musa ona şöyle dedi: ”Ebu Abdirrahman! Biraz önce mescide yadırgadığım bir durum gördüm. Ama yinede ALLAH a şükür. Hayırdan başka bir şey görmüş değilim". (Abdullah) “nedir o?” diye sordu. O da: ”Yaşarsan birazdan göreceksin” dedi (ve) şöyle devam etti: ”Mescide halkalar halinde oturmuş namazı bekleyen bir topluluk gördüm. Her halkada (İdareci) bir adam, (halkadakilerinin) ellerinde de çakıl taşları var. (idareci): ”Yüz defa ALLAH-u Ekber deyin” diyor, onlarda yüz defa ALLAH-u Ekber diyorlar. Sonra yüz defa Lâ İlahe İllALLAH deyin diyor, onlarda yüz defa La İlahe İllALLAH diyorlar. Yüz defada SubhanALLAH deyin diyorlar.” Abdullah b. Mesud ; Peki onlara ne dedin? dedi. Senin görüşünü bekleyerek –veya “senin emrini bekleyerek” – onlara bir şey söylemedim.” dedim.
Dedi ki; onlara kötülüklerini sayıp (hesap etmelerini) emretseydin ve (bununla) iyiliklerin hiçbir şeyinden zayi edilmeyeceğine dair onlara güvence verseydin ya!dedi.
Sonra gitti, bizde onunla beraber gittik Nihayet o, bu halkalardan birine geldi, başlarında durdu ve şöyle dedi:
”Bu yaptığınızı gördüğüm nedir?” Dediler ki; Ebu Abdirrahman! (Bunlar) çakıl taşları. Onlarla ALLAH-u Ekber, La ilahe İllALLAH ve Subhanallah deyişleri sayıyoruz.”
Bunun üzerine Abdullah b.Mesûd (radıyallahu anhuma) dedi ki; Artık kötülüklerinizi sayıp (hesab edin!) Ben iyiliklerinizden hiçbir şeyin zayi edilmeyeceğine kefilim. Yazıklar olsun size! Ey Ummet-i Muhammed, ne çabuk helak oldunuz. Peygamberimizin (s.a.v.) şu sahabesi (içinizde hala) bolca bulunmakta. İşte onun elbiseleri, (henüz) eskimemiş: kardeşrı, (henüz) kırılmamış. Canım elinde olan (ALLAH’a) yemin olsun ki, sizler kesinlikle (ya) Muhammed’in daha doğru yolda olan bir din üzerindesiniz. Onlar; ’’VALLAHi, Ebu Abdirrahman, biz, başka bir şey değil, sadece hayrı (elde etmeyi) istedik’’ dediler. (O da) şöyle karşılık verdi; Hayrı (elde etmek) isteyen niceleri vardır ki onu hiç elde etmeyeceklerdir. Rasulullah (s.a.v.) bize haber vermiştir ki; Kur’an’ı okuyacak olan bir topluluğun (bu okuyuşları sadece dilde kalacak), onların köprücük kemiklerine ileriye geçmeyecek. VALLAHi, bilmiyorum, belki onların çoğu sizdendir.'’
Sonra (Abdullah) onlardan yüz çevirdi. (Amr b. Yahya’nın dedesi) Amr b. Selime, bundan sonra şöyle dedi: Bu halkalardaki (insanların) tamamını, en-Nehrevân olayında, haricilerin yanında bize karşı vuruşurken gördük.
(Dârimi, Mukaddime , 1 / 23, 210 , 206; Taberâni , 9/125; Mecmau'z Zevâ'id, 1/181.
Taberani bunu hasen bir isnad ile rivayet etmiştir.
Hadisin merfû kısmı için: Muslim, Musafirin, 275 - 1/663; İbn Mâce, Mukaddime, 12 - 1/59; Ahmed b. Hanbel, 1/380, 404)
İbadetler için Muayyen Günler Belirleme
Bildiğimiz gibi Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bazı belirli vakitlerin namaz kılmak veya oruç tutmak için özellikle ayrılmasını yasaklarken, özellikle belirleme amacı söz konusu olmadığı takdirde, bu vakitlerde namaz kılmayı ve oruç tutmayı mubah kılmıştır.
Meselâ Müslim'in, Ebu Hurayra'ya (ALLAH ondan razı olsun) dayanarak bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) şöyle buyuruyor:
"Geceler arasında Cumua gecesini nafile ibadet için ve günler arasında Cumua gününü de nafile oruç için özel olarak belirlemeyiniz. Eğer Cumua günü tutmakta olduğunuz bir oruca rastlarsa o başka." (Muslim, Sahih, Hadis No: 1144, K. Oruç, Bab: Cumua Gününü Tek Olarak Tutma, c. 2, s. 801)
Buharî ile Muslim'in, yine Ebu Hurayra'ya dayanarak kaydettikleri aynı konudaki bir başka hadisde şöyledir:
"İçinizden biri, Cumua günü, ancak bir gün öncesi veya bir gün sonrası ile birlikte nafile oruç tutsun." (Buhari, H. No: 1985, c. 4, s. 232, Feth-El-Bari, Müslim, K. Oruç, Bab: Cumua Gününü Tek Olarak Oruç Tutma, Hadis No: 1144)
Öte yandan Buharî'nin bildirdiğine göre:
Peygamberimiz, (salât ve selâm üzerine olsun) bir Cumua günü Cuveyriye bint-i Haris'in evine gittiğinde kendisinden onun oruçlu olduğunu öğrendi. Bunun üzerine ona:
"Dün de oruç tuttun mu?" diye sordu.
Cuveyriye: "Hayır" deyince Peygamberimiz kendisine:
"Peki, yarın da oruç tutmak istiyor musun?" diye sordu.
Cuveyriye bu soruya da: "Hayır" diye cevap verince Peygamberimiz ona:
"O halde orucunu boz" diye buyurdu.
Buharî ile Muslim'de belirtildiğine göre:
Muhammed b. Abbad b. Cafer bir defasında Kâbeyi tavaf ederken sahabilerden Cabir b. Abdullah'a:
"Peyamberimiz, Cumua günü nafile oruç tutmayı yasakladı mı?" diye sordu ve Cabir de bu soruyu:
"Şu Beytullah'ın Rabb'i hakkı için, evet" diye cevap verdi. (Müslim, K. oruç, Bab: Cumua Gününü Tek Olarak Oruç Tutmanın Keraheti, H. No: 1143, Buhari, c. 4, s. 232, H. No: 1984)
Öte yandan Ahmed İbn Hanbelî'nin belirttiğine göre de ünlü sahabi İbn-i Abbas (ALLAH ondan razı olsun):
"Tek başına cumua günü nafile oruç tutmayınız" demiştir. (Musned-i Ahmed, c. 1, s. 288)
Bunlara benzer bir başka delil de Buharî ile Muslim'in, Ebu Hurayra'ya dayanarak bildirdikleri şu hadistir:
"Hiç biriniz Ramadan orucuna bir veya iki gün önceden başlamasın. Yalnız içinizden biri daha önceden oruca başlamış ise o gün de oruç tutabilir." (Buhari, K. Oruç, Bab: Ramadandan Bir veya iki Gün Önce Oruç Tutarak Onun Önüne Geçmeyin, Hadis No: 1914)
Oruclar ve Günler
Bu meseleyi şöyle açıklayabiliriz:
Şeriat koyucu (ALLAH ve Peygamber) oruç tutma bakımından günleri üçe ayırmıştır:
1 - Bu günlerin bir kısmında oruç tutmayı farz kıldı, Ramadan ayı gibi.
2 - Diğer bazı belirli günlerde oruç tutmayı mustahab (özendirilecek bir davranış) saydı, Aşure günü gibi.
3 - Bazı günlerde de oruç tutmayı kesinlikle yasakladı, Ramadan ve Kurban bayramı günleri gibi.
Bazı günleri de oruç tutmak için belirlemeyi yasakladı, Cumua günü ile Şaban ayının son günü gibi. Fakat bu son kesim günlerde bir gün öncesi veya bir gün sonrası ile birlikte oruç tutulacak olursa, bu davranışı nafile oruç tutmak için belirlerse, ister bu belirlemeyi maksatlı olarak yapmış olsun, ister maksat gütmemiş olsun ve ister bu günlere üstünlük tanısın, isterse tanımasın, şeriat koyucu (Peygamberimiz) bunu yasaklamaktadır.
Bilinen bir şeydir ki, eğer bu davranışın (bazı günleri özel olarak oruç tutmak için belirlemenin) zararı, başka bir sebepten değil de sırf özellikle belirleme tutumundan ileri gelmemiş olsa idi, bu günlerde oruç tutmak, ya bayram günlerinde olduğu gibi yasaklanır veya Arefe gününde olduğu gibi serbest bırakılırdı. Bu zarar, bu yıkım diğer günlerde yoktur. Öyle olmasaydı, o zaman özel olarak belirleyerek yasaklamanın hiç bir anlamı olmazdı.
O halde açıkça anlaşılıyor ki, Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) sözleri ile vurguladığı gibi, buradaki zarar ve sakınca aslında özelliği olmayan bir şeye özellik ve üstünlük tanımaktan ileri geliyor.
Bilindiği gibi, bazen yasaklanan veya emredilen davranışların kendileri yasaklanma veya emredilme sebebini içerebilirler. Tıpkı, Peygamberimizin "Muşriklere ters düşünüz (Muhalefet ediniz)" şeklindeki ifadesi gibi.
Buna göre her hangi bir zaman parçasını (vakti) oruç tutmak veya namaz kılmak için özel olarak belirlemeyi yasaklayan ifade, buradaki zarar ve sakıncanın (fesadın) özel olarak belirleme tutumundan kaynaklanmış olmasını gerektirir.
Buna göre; Cumua günü namaz kılmanın, dua etmenin, zikretmenin, Kur'an okumanın, yıkanmanın, güzel koku sürünmenin ve temiz elbise giyinmenin diğer günlerden farklı olarak mustahab sayıldığı bir gün olması, o gün nafile oruç tutmanın diğer günlerin nafile orucundan daha üstün olduğunun sanılmasına yol açmış ve o gece nafile ibadet yapmanın, tıpkı o günkü nafile oruç gibi, diğer gecelerde yapılabilecek olan nafile ibadetlerden daha faziletli sayılmasını düşündürmüştür.
İşte Peygamberimiz de sadece "özel olarak belirleme" tutumundan kaynaklanan bu sakıncayı, bu zararı bertaraf etmek amacı ile bu günü özel olarak belirlemeyi yasaklamıştır.
Ramazanı oruçlu karşılamak da böyledir, Ramadan orucu ile ilgili olarak ihtiyatlı ve tedbirli bir davranışı sergilediği gerekçesi ile faziletli bir tutum olduğu sanılabilir. Oysa, şeriat bu tutumu faziletli saymamıştır. İşte bu yüzden Peygamberimiz Ramadanı (bir veya iki gün önceden) karşılamayı yasaklamıştır.
İşte bu incelik ve bağıntı elimizdeki meselede de var. Halk kitleleri bu yabancı bayram ve yıl dönümlerini, onları üstün saydıklarından özel olarak nafile ibadet için (meselâ oruç tutmak) belirliyorlar. İşte bu zaman parçalarını nafile oruç veya namaz için belirleme tutumu, bu zaman parçalarının diğer vakitlerden üstün oldukları inancına yol açabileceği için -ki aslında böyle bir üstünlük söz konusu değildir- bu zaman parçalarını özellikle belirlemek yasaklandı. Çünkü özellikle belirleme tutumu, ancak özel olarak belirlenmiş olma inancından kaynaklanır.
Biri ortaya çıkar da "söz konusu gün ve gecede (Regaib adı ile anılan gün ve gece) oruç tutup namaz kılmak diğer vakitlerde tutulan oruç ve kılınan namaz gibidir. İnancım budur. Bununla birlikte bu gün ve gecelere özellik tanıyorum" derse, adamın bu davranışı ya taklitçilikten ya yaygın adetlere uymaktan ya kınanma endişesinden veya bunlara benzer bir başka sebepten ileri gelebilir. Yoksa adam yalan söylüyor demektir. (Bu gün ve gecelerde yapılanlar diğer günlerde yapılanlardan daha üstündür demek daha sapıkça bir anlayıştır)
Buna göre bu davranış, mutlaka asılsız bir inançtan veya din dışı başka bir gerekçeden kaynaklanıyor demektir ki, bunlar batıl itikatlardır.
Kesinlikle öğrendik ki, ne Peygamber Efendimiz ne sahabiler ve nede diğer imamlar bu günün (Regaib adı ile anılan günün) üstünlüğü veya özellikle bu gün oruç tutup bu gece ibadet etmenin faziletli olduğu hakkında tek bir söz söylemiş değillerdir. Bu gün ve bu gece ile ilgili olarak var olduğu ileri sürülen hadis uydurmadır (mevzudur).
Böyle bir gün ve gecenin İslâma maledilmesi girişimi, hicrî dördüncü yüzyıldan sonra ortaya çıkmıştır. Durum böyleyken bu gece ve bu günün üstünlük taşıması caiz değildir. Çünkü var olduğu ileri sürülen bu üstünlükten, eğer ne Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) ne sahabiler (ALLAH hepsinden razı olsun) ne ikinci kuşak müslümanları (tabiin) ve nede diğer imamların haberi, bilgisi yoksa, ALLAH'a yaklaşmanın yegâne aracı olan bu din hakkında Peygamberimizin, sahabilerin, ikinci kuşak müslümanlarının ve öbür imamların bilmedikleri bir şeyi bizim bilebilmemiz imkânsızdır.
Yok eğer bu saydıklarımız söz konusu gecenin ve günün üstünlüğünden haberdar idiler ise, salih ameli, salihi işlemeye ve halka öğretmeye karşı taşıdıkları bunca sevgiye rağmen bu üstünlüğü hiç kimseye söylememiş ve bu konuda hiç amel işlememiş olacaklarını düşünmek imkânsızdır.
Madem ki, ileri sürülen bu üstünlük iddiası ya Peygamberimizin ve bütün yüzyılların en hayırlı müslümanlarının, ALLAH'ın dininin bir unsurunu bilmemiş olmalarını veya bildikleri halde hem şeriatımızın ilkelerine ve hem de şahsî tutumlarına aykırı olarak, bu bilgilerini saklamış ve hiç uygulamamış olmalarını gerektiriyor. Bu iki gerekli sonucun (bilmek ile bildiğini söylememenin) her ikisi de ya şeriate veya hem şeriat ve hem adetlere göre olmayacak, hatta düşünülemeyecek şeyler olduğuna göre, bizi bu sonuçlarla karşı karşıya bırakan üstünlük iddiası da asılsızdır.
Ayrıca bid'at nitelikli amel ya dinde sapıklık olan bir inancı veya ALLAH'dan başkasına ibadet işlemeyi gerektirir. Oysa ne bozuk inançlar taşımak ve nede ALLAH'dan başkasına dönük ibadet yapmak caiz değildir.Zaten gerek bu söz konusu ettiğimiz ve gerekse öbür tüm bid'atler, kesinlikle ve görünüşe göre caiz olmayan bir şeyi yapmayı gerekli kılarlar. Gerekli kıldıkları bu caiz olmayan şeyler, haram olmadıkları durumlarda en azından mekruh şeylerdir. Dine sonradan sokulmuş bütün bid'atler için bu kural geçerlidir.
Bir de bu sapık inanca saygı duymak ve yüce tutmak gibi bazı duygular eşlik eder ki, bu duygular da ALLAH'ın dininde yeri olmayan asılsız saplantılardır.
Farzedelim ki bu bid'atleri işleyen biri "Ben bunların üstünlüğüne inanıyor değilim" demiş olsun. Eğer sözünü ettiğimiz ibadetleri yapıyorsa kalbindeki saygı ve yüceltme duygularını gideremez. Saygı ve yüceltme gibi duygular ancak bu yoldaki bir inançtan kaynaklanabilir. Eğer bu adam, bu durumun kaçınılmaz bir şey olduğu kanısında ise bilmesi gerekir ki, eğer belirli bir şeyin üstünlüğü ile ilgili düşünce şuurundan silinecek olursa, artık o şeye saygı duymaz olur, fakat saygının yerini karmaşık duygular alır.
Böyle bir kimse söz konusu davranışın bid'at olduğuna inandığı için, bu mananın sonucu olarak o davranışa saygı duymaması gerekir. Fakat o davranışlarla ilgili çeşitli rivayetlerin veya onun bunun bu davranışı işlemelerinin kalbinde uyandırdığı duygular, yahud söz konusu davranışı işlemenin kendisine sağlayabileceği yarar yüzünden o davranışı işlemeye ve ona saygı göstermeye devam eder.
Demek ki, bu bid'atleri işlemek, taşımak zorunda olduğumuz inançlara ters düşer. Peygamberlerin ALLAH (c.c.) katından getirmiş oldukları ilkelerle çatışır ve gizli de olsa kalblerde munafıklığın çöreklenmesine -yol açarlar.
Bu durum Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) zamanında bazı kimselerin, ya mevkilerinden ya servetlerinden ya asaletlerinden ya gördükleri yardımlardan veya kendilerine bağımlı olduklarından dolayı Ebu Cehil ve Abdullah b. Ubeyy b. Selul gibi ileri gelen kâfir ve münafıklara saygı göstermesine benzer.
Nitekim Peygamberimiz ya bu küfür ve munafıklık önderlerini küçük düşürücü bir söz söyleyince ya hoş görülmelerine ya da öldürülmelerini emredince halis imanlı kimseler için mesele yoktu. Fakat böyle olmayan bazılarının kalblerinde sahih inançlarının gereği olarak Peygamberimize uymakla, eski asılsız saplantılarına bağlı kalmaya devam etmek şıkları arasında çatışma meydana geliyordu.
Kim bu gerçekleri derinliğine düşünürse kesinlikle anlar ki, bid'atler imanı zayıflatan zehirler taşırlar. Bundan dolayı "Bid'atler, küfrün (kâfirliğin) türevleridir" demişlerdir.
Bu kural, şeriat koyucu tarafından hiç bir özelliği olmadığı için yasaklanan bütün ibadetler için geçerlidir. Mezarlar önünde namaz kılmak ve putlar karşısında kurban kesmek gibi. Her ne kadar bu tip ibadetleri yapanlar onların özel ve ayrıcalıklı olduklarına inanmasalarda yaptıkları hareketler böyle bir özellik anlayışı taşıdıkları şüphesini uyandırıcı niteliktedir. Çünkü üstünlüğü isbatlamak nasıl amaç ise, şeriata aykırı üstünlüğü ortadan kaldırmak aynı şekilde amaçtır.
Bu dediklerimizden sonra şöyle soru sormak isteyenler olabilir : "Siz böyle diyorsunuz, ama meselâ, bu anma günleri ile ilgili ibadetleri bazı alim ve faziletli kimseler ile daha alt düzeyde müminlerin işledikleri görülüyor. Bu ibadetlerin müminin kalbine ve başka taraflarına yansıyan kalb arınması, gönül yumuşaması, günahların izlerinden sıyrılma ve duaların kabul olunması gibi bir çok yararları vardır. Bunlar yanında namazın ve orucun üstünlüğünü belirten genel nitelikli özendirmeleri de göz önünde tutmalıyız."
Bilindiği gibi Cenab-ı ALLAH (c.c.) şöyle buyuruyor: "Görüyor musun, şu engel olanı?! Bir kula, namaz kılarken". (Alâk: 9-10)
Peygamberimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir hadisinde: "Namaz, ışık ve sahibi lehine kesin delildir" buyuruyor. (Muslim, K. Temizlik -Taharet-, Bab: Abdestin Fazileti, H. No: 223, c. 1, s. 203; Ahmed, El-Musned, c. 5, s. 343. Başka hadisciler de bu hadisi nakletmişlerdir.)
Kur'an ve hadiste çok sayıda böyle özendirici ifadeler vardır.
Bu itiraza karşı vereceğimiz cevap şudur:
"Hiç şubhesiz bu tip ibadetleri belirli bir yoruma, ilmî araştırmaya (ictihada) ve taklide dayanarak yapan kimse iyi niyetine ve meşru içerikli ameline karşılık sevab kazanır.
Ayrıca eğer ictihad ve taklidinde hoş görülenler (mazur görülenler) arasına girebiliyorsa bu ibadetlerin bid'at yönleri de affa uğrar. Bu ibadetlerde olduğu belirtilen bütün yararlar, içerdikleri meşru unsurlardan, yani namaz, zikir, Kur'an okumak, rükû, secde (ALLAHa yönelik) temiz niyet ve dua ibadet birimlerinden dolayıdır. Bunun yanında bu ibadetlerde mekruh yönler de vardır ki bu yönler, ictihad veya taklid sebebi ile affa uğrayabilmektedir. Bu özellik yararlı yönleri olduğu söylenen bütün mekruh bid'atlerde vardır.
Fakat bu kadarlık bir yarar, sözü edilen ibadetlerin mekruh olmasına, onu önleyip yerine bid'atsız meşru ibadet kaynak gerekliliğini engellemez. Nitekim bayram namazlarında ezan okuma adetini çıkaranların durumu da böyledir. Hatta yahudiler ve hristiyanlar bile kendi tapınmalarında çeşitli yararlar bulmaktadırlar. Çünkü onların tapınmaları mutlaka bazı meşru ibadetlerin benzerlerini içerdiği gibi söyledikleri arasında da mutlaka peygamberlerden kalma bazı doğrular vardır. Fakat bunun böyle olması, onların tapınmalarının uygulanmasını ve sözlerinin dayanak olarak sayılmasını gerektirmez.
Sebebine gelince bütün bid'at nitelikli unsurlar, mutlaka içerdikleri iyiliklere baskın gelen kötülükler taşırlar. Eğer iyi yönleri baskın olsaydı şeriat onları göz ardı etmezdi.
Biz bu hareketlerin bid'at oluşunu, onların kötülüklerinin iyiliklerine baskın olduğuna delil sayıyoruz ki, bunlarla ilgili yasağın asıl gerekçesi budur.
Şunu da belirteyim ki, söz konusu bid'atın günahı, ictihad ve benzeri sebepler yüzünden bazı kimselerden düşebilir. Tıpkı klâsik muctehidler arasında tartışma konusu olan faiz ve meyva suları konusunda, muctehidler için faiz ve alkollü içki terimlerinin söz konusu olmayışı gibi. Fakat bu böyle olmakla birlikte bunların şeriat bakımından durumunu açıklamak, onları helâl sayanlara uymamak ve asıl niteliklerini ortaya koyacak bilgiyi elde etmek için uğraşmakta kusur etmemek gerekir.
Göstermiş olduğumuz deliller, bu bid'atlerin bozuk inançlar veya Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun) getirip öğretmiş olduklarına aykırı davranış bozuklukları içerdiklerini ve taşıdıkları ileri sürülen yararların bu zararlara denk olamayacak cılız şeyler olduklarını açıkça belirtmeye kâfidir.
Konuyu biraz daha açmak istersek diyebiliriz ki;
Eğer bu bid'atı (Kandil günü ve gecesi kutlamasını) bazı faziletli kişiler işliyorsa, onlarla aynı dönemde yaşayan bazı kimseler de mekruh olduğu gerekçesi ile onu işlememişler ve diğer bazı kimseler de ona karşı çıkmışlardır.
Gerek onu işlemekten kaçınanlar ve gerekse ona karşı çıkanlar, sözü edilen faziletli kimselerden eğer daha üstün değiller ise daha aşağı da değillerdir. Eğer faziletçe daha aşağı oldukları farzedilecek olursa, o zaman bu meselede yetkili uzmanlar (ulul emr) anlaşmazlığa düşmüşler demektir ki, böyle durumlarda ALLAH'a ve Rasûlullah'a baş vurmak gerekir. Oysa bu konuda ALLAH'ın Kitab'ı (Kur'an) ile Peygamberimizin sünneti bu davranışa izin verenlerden yana değil, onu (kutlamayı) mekruh sayanlardan yanadır.
Ayrıca yakın dönemin alimlerinden daha faziletli olan ilk dönem bilginleri (mutekaddimin) de bu işten uzak duranların ve ona karşı çıkanların yanındadırlar. Bu asılsız ama gününün (kandilinin) var olduğu söylenen faydaları karşısında bidat olmak niteliğinden kaynaklanan zararları daha başkadır ve başlıcaları şunlardır:
Bid'atların Sakıncaları
1 - Daha önce belirttiğimiz inanç ve davranış bozuklukları yanında, kalbler bu anma törenlerinden haz duymakta ve bunlar yüzünden çoğu sünnetlerden soğumaktadırlar.
Öyle ki, bu törenleri hiç kaçırmayan halk yığınlarının teravih namazına ve beş vakit namaza karşı aynı derecede iştahlı olmadıkları görülür.
2 - Gerek sıradan halkın ve gerekse seçkinlerin bu tip bidatler yüzünden, farzlara ve sünnetlere karşı ilgilerinin azaldığı ve arzularının zayıfladığı görülür. Bunun sonucu olarak çoğu kimselerin bu bidatler için büyük gayret, titizlik ve bağlılık gösterdiklerini ve ne farzlar ve ne de sünnetler için aynı şeyleri yapmadıklarını görüyoruz.
Böylece adamlar adeta bid'atı, ibadet, buna karşılık farz ve sünnetleri de adet olmuş birer angarya haline getirmektedirler. Bu da dinin tam tersidir.
Böyle olunca adamlar, farzların ve sünnetlerin içerdikleri mağfiret, rahmet, kalb yumuşaması ve arınması, kalb huzuru, duaların kabul edilmesi ve munacat hazzı gibi yararları kaçırmakta veya tümü ile kaçırmasalar bile mutlaka bu yararların yetkin (kâmil, eksiksiz) derecelerinden yoksun kalmaktadırlar.
3 - Bu tip bid'atleri gelenekleştirmenin diğer bir sakıncası iyiliklerin (mârufun) kötülüklere (munker'e) ve kötülüklerin iyiliklere dönüşmesi ve bunun sonucu olarak; halk çoğunluğunun Peygamberlerin getirmiş oldukları dini bilemez hale gelmeleri ve cahiliye tohumlarının tekrar filizlenmeye yüz tutmasıdır.
4- Özellikle bu kandili bid'atının içerdiği çeşitli şer'i mekruhlarla karşılaşıyoruz.
Meselâ, o akşam geç iftar etmek, bunun sonucu olarak yatsı namazını kalb huzuru olmaksızın kılmak, bu namazı aceleye getirmek, namazdan yanlışlık yapılmadığı halde selâm verdikten sonra sehiv (yanlışlık) secdesi yapmak, aslı olmayan türde ve sayıda çeşitli zikirler yapmak ve sadece basiret ve saf gönül sahiplerinin farkedebilecekleri daha bir çok bozukluklar gibi.
5 - Bu bid'atlere alışmanın başka bir zararı, insanı bağlılık disiplininden git gide uzaklaştırmaları ve doğru yoldan (sıratı mustakim'den) kaymaya yol açmalarıdır. Çünkü insan nefsi, kendini beğenmek ve büyük görmek eğiliminde olduğu için, imkân bulduğu oranda kulluk ve bağımlılık çerçevesinden çıkmak ister.
Nitekim Ebu Osman Nişaburî; "insan, terkettiği her sünneti nefsinin kibirliliği yüzünden terkeder" diyor.
Ayrıca işlenen her bid'at bir başka bid'atı işleme ihtimalini birlikte taşıdığı için, yavaş yavaş kalb Peygamberimize (salât ve selâm üzerine olsun) uyma realitesinden, gerçeğinden sıyrılarak dini sakatlayacak derecede bir kibir ve iman zayıflığının yatağı olur veya olay azar. Bütün bunlar olurken de kişi iyi bir şey yapmanın vehmi ve gafleti ile oyalanır. (Ebu Osman Nişaburî; İsmail b. Abdurrahman El-Nişaburi, Ebu Osman-El-Sabunî, El-Şafii hadis hafızı, tefsirci ve sünnet alimlerindendir. H. 449 yılında 77 yaşında öldü. Şüzürat El-Zeheb, c. 3, s. 283; El-Bidaye ve El-Nihaye, c. 12, s. 76)
6 - Ayrıca bu bid'at nitelikli anma gününde, ehl-i Kitab'ın bayram törenlerinde yaptıkları gibi kâfirlere benzeme amacı güden ve gütmeyen uydurma nitelikli bayram törenlerinin ortak sakıncaları aynen vardır.
Selametle