Ö
Çevrimdışı
Eğer Müslüman isek ve düşünce yapımızı vahiy oluşturuyorsa; evimiz BİZİ ANLATMALI…
İslam, aileyi hem kişini huzur bulduğu bir ortam, hem neslin devamı için bir vesile, bireyi dince günah sayılan çeşitli kötülüklerden alıkoyan, hem de yetişen neslin yaratılış gayesine uygun bir İslami terbiye ile yetişmesini sağlamada bir vasıta olarak görür.
Aslında modern hayatı yaşamak ve bu hayatın içinde bir biçimde var olmak konusundaki önüne geçilmez arzumuz sonucu, ailedeki minik İslami görüntülerimiz bile bizi için için rahatsız etti. Farklı olmayı, farklı kaygılar taşımayı, “öteki” olmayı göze alamadık. Bu açık bir şekilde gösteriyor ki; toplum ile uyumsuz olup “anormal” damgası yiyeceğimize, Allah ile vahiy ile uyumsuz olmayı tercih ettik ne yazık…
Fıtrat saf yaratılıştır, bozulmamışlıktır, aslını inkâr etmemektir, kendi özünden tiksinti duymamaktır, eşyanın tabiatını doğru okumaktır. Kısacası fıtrat, insanın kendisiyle ve Allah’ın yaratılış kanunlarıyla bütünleşmesidir. Hâlbuki bozulmalar sonucu, sorunu sürekli dışarıda aradık, bizi kimin bu hale getirdiğini sorguladık. Ve bu sorgulamalar sırasında kendimizi değiştirebilen, etki edilebilen bir nesne durumunda değerlendirdik. Oysa aldığı vahiy ile yaşanılan hayatı değiştirmek üzerine gönderilen bir peygamberin varisleriydik ve O’nun yaptığı gibi işe bizzat kendimizden başlamalıydık. Biz başlatmalıydık, başkaları bizi takip etmeliydi.
Biz Müslümanlar, Müslüman’ca bir toplum inşa etmek istiyorsak, önce ailenin Müslümanlaşmasını sağlamak zorundayız. Evlerimiz bizler için çok büyük imkândır. İslam bu toplumu ve bütün toplumları delaletten hidayete, zulumattan nura çıkaracak yegâne kaynaktır ve bu olacaktır!
Önemli olan müminlerin imanda sebat etmeleri, Kur’an’a bağlı hayat sürdürmeyi, yaşamlarının en aziz gayesi bilmeleridir. Bu bağlamda Müslümanların, tüketim çılgınlığına kapılmamaları, daha mütevazı olmaları, kendi Peygamberlerinin hangi imkânlarla yaşadığını sık sık hatırlamaları, kendilerine ihtiyaç gibi dayatılan pek çok şeyin gerçekten öyle olup olmadığını tefekkür etmeleri, azla yetinmesini bilmeleridir.
Ne zaman ki bu toplum batılı değerlerle tanıştı, batılı hayat tarzı tüm kurum ve kavramlarıyla hüküm sürer oldu. İşte o zaman bütün değerler alt üst oluverdi. Milleti geri götürdüğüne inanılan hayat tarzı hızla terk edilerek ilerlemenin olmazsa olmaz şartları, hiçbir sorgulamaya tabi tutulmaksızın büyük bir hızla içselleştirildi.
Neden başkalaşmışız acaba?
Çünkü kendi kutsallarımız oluşmuş, kendi evlerimizi kutsal mekânlar haline getirmişiz. Kendi evlerimizden türeyen düşünceleri kutsal metinler haline getirmişiz. Kur’an bile tartışılırken kendi evlerimizde, modern hapishanelerimizde ürettiğimiz, kendimize has zannettiğimiz, ancak ne idüğü belirsiz düşüncelerimizi tartışılmaz kılmışız.
Dünyanın çok büyük bir bölümünde açlık ve yokluğa direnmeye çalışan aileler çocukları için bir lokma ekmeğin derdindeyken, dünyanın bir başka yerinde bir avuç mutlu azınlık konforun ve israfın doruklarında yaşamaktadır. Bilim ve teknoloji de gelinen noktaya rağmen mutsuzluk had safhada…
Bir insanın yaşadığı ev, kendisinin şahsi seçimleri doğrultusunda olduğu için onun karakterini, dünyaya hangi gözlükle baktığının en iyi göstergesidir. Ne yazık ki, günümüzde evlerimiz, sığındığımız, barındığımız, kendimizi en güvende, rahatta, huzurlu hissedeceğimiz yerler olacakken, aksine bir müzeyi andırıyor! Koruma altına alınmış, kilit altındaki odalar, içinde kaybolacak kadar büyük, insanın kendi zevkinden uzak, “herkesin var benim de olsun” türünden bir sürü ıvır zıvırla dolu bir mekân haline gelmiş.
Kişini kendi ihtiyacını, kendine gerekeni hesaba katmadan satılan her şeyi alması, kullanması, kullanmasa bile evde bir yerlerde bulunması gerektiğine inanıyor. Aslında Allah katında değerini bilen, eşya karşısındaki değerini bilir. Bu satırları okuyan kardeşlerim, “evlerimize hiçbir eşya almayalım mı?” diye sorabilirler.
Ama ben diyorum ki, her eşyayı, nesneyi amacına uygun kullanalım. Mesela; evlerimizde dışarıdan içerisi görünmesin diye kullandığımız perdelerimiz neden bu kadar şatafatlı? Neden oturma odalarımız gösterişten başka bir işe yaramayan, birer mobilya galerisine dönüşmüş? Eskiden mutfak dolabı yeterince olmadığı için odalarda camekâna konan (başka bir amaç için kullanılması gereken) sürahi- bardaklar neden evimizin (dokunulmazlığı olan) misafir odalarının başköşelerine cam büfelere konur? O oymalı mobilyaları sanki çok uzun bir ömrümüz varmış ve onu Allah yolunda harcamışız gibi sürekli zaman sarf edip temizler, tozunu alırız.
Göz zevki diye bir çiçekçi dükkânı açılacak kadar çok çiçek neden evimizde bulunur? Dükkânlarda, pazarlarda bitecekmiş de kalmayacakmış gibi mutfak malzemesini stok ederiz? Halı perdeye uyacak diye mobilya boyaya uyacak diye, birbiri ardına yepyeni iken değiştirdiğimiz ev eşyaları! Bir tür ele güne hava atma aracına dönüştürülmüş ev eşyalarımızın arasında acaba hangi Müslüman kardeşimiz, evinde bir kitaplık bulundurur? Zaten böyle bir ihtimal olsa da gazetelerin verdiği promosyon kitaplardan başka evimizde, bizim kendi içimizden gelerek aldığımız kaç kitap var?
Lüks otomobillere, gösterişli mobilyalara, bilumum ıvır zıvır aksesuarlara, hiç işimize yaramayan kristal vazolara vs. gözümüzü kırpmadan harcadığımız avuç dolusu paralar, sıra bizim beynimizin, ruhumuzun gıdası olan kitaplara, dergilere gelince nedendir bilinmez, birden çok gelir, cimrice esirgenir.
Bir arkadaşım onu uyardığım zaman, nefsine hoş gelmediği için “Allah yarattığı nimetleri kulunun üzerinde görmek ister!” diye bir savunma yapmıştı. Kullanırken tek gayesi ele güne gösteriş olan bu nimetler Allah yolunda, müslümanın hizmetinde Allah rızasına uygun olmazsa israftan ileriye gitmez! Çünkü “helalin hesabı var, haramın azabı vardır.” Bu kazanırken olduğu gibi, harcarken de böyledir.
Benim naçizane fikrim; bu israfı, bu tüketim çılgınlığını yapan olmazsa olmaz düşüncesi taşıyan “el ne der” düşüncesine önem veren kişiler, kendi zevki, rahatlığını bırakıp gösterişle başkalarının takdirine, puan verişine göre yaşayan kişinin “özgüven” problemi vardır.
“ÖZGÜVEN”, kişinin kendine inanması ve güvenmesidir. ÖZGÜVENİN iki temel duygusu vardır. A- sevilebilir olma duygusu, B- yeterli olma duygusu…
Özgüveni olan insanlar; daha çok kendisi olan insanlardır. Bunlar yeterli ve yetersiz yönlerini keşfedip kendisiyle her zaman yüzleşebilirler. Bir anlamda kendisini olduğu gibi kabul eder ve buna saygı duyar. Bu da onu kıskanç ve hayalperest olmaktan kurtarır. Ayakları yere basar ve aklı bir karış havada olmaz. ÖZGÜVEN sahibi kişi, seçimlerini kendi amaçları doğrultusunda yapar. Kendini, hiç kimseye bir şey ispat etmek zorunda hissetmez. Dikkatini boş şeylerde toplamaz.
Fıtrata ters düşse de, bazı şeyler insanın hevasına cazip geliyor. Bu cazibenin sonunu göremeyecek kadar kendini kaybediyor, kişi sürüklenip gidiyor, kul olduğunu unutup… İşte bu cazibeyle, Allah’ın kuralları arasındaki karar da kulun cennetini, cehennemini belirliyor. Ne yazık ki insanlık, işin ciddiyetinin farkında değil… ÖZGÜVENLERİNDE problem olan insanlar kişiliklerindeki bozuklukları ev eşyası, araba, giyim vs. nesnelerle ispat etme çabasına girerler.
“…Gerçek şu ki insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah da onların durumunu değiştirmez…” Selam ve dua ile…
Fazilet ERYAVUZ
İslam, aileyi hem kişini huzur bulduğu bir ortam, hem neslin devamı için bir vesile, bireyi dince günah sayılan çeşitli kötülüklerden alıkoyan, hem de yetişen neslin yaratılış gayesine uygun bir İslami terbiye ile yetişmesini sağlamada bir vasıta olarak görür.
Aslında modern hayatı yaşamak ve bu hayatın içinde bir biçimde var olmak konusundaki önüne geçilmez arzumuz sonucu, ailedeki minik İslami görüntülerimiz bile bizi için için rahatsız etti. Farklı olmayı, farklı kaygılar taşımayı, “öteki” olmayı göze alamadık. Bu açık bir şekilde gösteriyor ki; toplum ile uyumsuz olup “anormal” damgası yiyeceğimize, Allah ile vahiy ile uyumsuz olmayı tercih ettik ne yazık…
Fıtrat saf yaratılıştır, bozulmamışlıktır, aslını inkâr etmemektir, kendi özünden tiksinti duymamaktır, eşyanın tabiatını doğru okumaktır. Kısacası fıtrat, insanın kendisiyle ve Allah’ın yaratılış kanunlarıyla bütünleşmesidir. Hâlbuki bozulmalar sonucu, sorunu sürekli dışarıda aradık, bizi kimin bu hale getirdiğini sorguladık. Ve bu sorgulamalar sırasında kendimizi değiştirebilen, etki edilebilen bir nesne durumunda değerlendirdik. Oysa aldığı vahiy ile yaşanılan hayatı değiştirmek üzerine gönderilen bir peygamberin varisleriydik ve O’nun yaptığı gibi işe bizzat kendimizden başlamalıydık. Biz başlatmalıydık, başkaları bizi takip etmeliydi.
Biz Müslümanlar, Müslüman’ca bir toplum inşa etmek istiyorsak, önce ailenin Müslümanlaşmasını sağlamak zorundayız. Evlerimiz bizler için çok büyük imkândır. İslam bu toplumu ve bütün toplumları delaletten hidayete, zulumattan nura çıkaracak yegâne kaynaktır ve bu olacaktır!
Önemli olan müminlerin imanda sebat etmeleri, Kur’an’a bağlı hayat sürdürmeyi, yaşamlarının en aziz gayesi bilmeleridir. Bu bağlamda Müslümanların, tüketim çılgınlığına kapılmamaları, daha mütevazı olmaları, kendi Peygamberlerinin hangi imkânlarla yaşadığını sık sık hatırlamaları, kendilerine ihtiyaç gibi dayatılan pek çok şeyin gerçekten öyle olup olmadığını tefekkür etmeleri, azla yetinmesini bilmeleridir.
Ne zaman ki bu toplum batılı değerlerle tanıştı, batılı hayat tarzı tüm kurum ve kavramlarıyla hüküm sürer oldu. İşte o zaman bütün değerler alt üst oluverdi. Milleti geri götürdüğüne inanılan hayat tarzı hızla terk edilerek ilerlemenin olmazsa olmaz şartları, hiçbir sorgulamaya tabi tutulmaksızın büyük bir hızla içselleştirildi.
Neden başkalaşmışız acaba?
Çünkü kendi kutsallarımız oluşmuş, kendi evlerimizi kutsal mekânlar haline getirmişiz. Kendi evlerimizden türeyen düşünceleri kutsal metinler haline getirmişiz. Kur’an bile tartışılırken kendi evlerimizde, modern hapishanelerimizde ürettiğimiz, kendimize has zannettiğimiz, ancak ne idüğü belirsiz düşüncelerimizi tartışılmaz kılmışız.
Dünyanın çok büyük bir bölümünde açlık ve yokluğa direnmeye çalışan aileler çocukları için bir lokma ekmeğin derdindeyken, dünyanın bir başka yerinde bir avuç mutlu azınlık konforun ve israfın doruklarında yaşamaktadır. Bilim ve teknoloji de gelinen noktaya rağmen mutsuzluk had safhada…
Bir insanın yaşadığı ev, kendisinin şahsi seçimleri doğrultusunda olduğu için onun karakterini, dünyaya hangi gözlükle baktığının en iyi göstergesidir. Ne yazık ki, günümüzde evlerimiz, sığındığımız, barındığımız, kendimizi en güvende, rahatta, huzurlu hissedeceğimiz yerler olacakken, aksine bir müzeyi andırıyor! Koruma altına alınmış, kilit altındaki odalar, içinde kaybolacak kadar büyük, insanın kendi zevkinden uzak, “herkesin var benim de olsun” türünden bir sürü ıvır zıvırla dolu bir mekân haline gelmiş.
Kişini kendi ihtiyacını, kendine gerekeni hesaba katmadan satılan her şeyi alması, kullanması, kullanmasa bile evde bir yerlerde bulunması gerektiğine inanıyor. Aslında Allah katında değerini bilen, eşya karşısındaki değerini bilir. Bu satırları okuyan kardeşlerim, “evlerimize hiçbir eşya almayalım mı?” diye sorabilirler.
Ama ben diyorum ki, her eşyayı, nesneyi amacına uygun kullanalım. Mesela; evlerimizde dışarıdan içerisi görünmesin diye kullandığımız perdelerimiz neden bu kadar şatafatlı? Neden oturma odalarımız gösterişten başka bir işe yaramayan, birer mobilya galerisine dönüşmüş? Eskiden mutfak dolabı yeterince olmadığı için odalarda camekâna konan (başka bir amaç için kullanılması gereken) sürahi- bardaklar neden evimizin (dokunulmazlığı olan) misafir odalarının başköşelerine cam büfelere konur? O oymalı mobilyaları sanki çok uzun bir ömrümüz varmış ve onu Allah yolunda harcamışız gibi sürekli zaman sarf edip temizler, tozunu alırız.
Göz zevki diye bir çiçekçi dükkânı açılacak kadar çok çiçek neden evimizde bulunur? Dükkânlarda, pazarlarda bitecekmiş de kalmayacakmış gibi mutfak malzemesini stok ederiz? Halı perdeye uyacak diye mobilya boyaya uyacak diye, birbiri ardına yepyeni iken değiştirdiğimiz ev eşyaları! Bir tür ele güne hava atma aracına dönüştürülmüş ev eşyalarımızın arasında acaba hangi Müslüman kardeşimiz, evinde bir kitaplık bulundurur? Zaten böyle bir ihtimal olsa da gazetelerin verdiği promosyon kitaplardan başka evimizde, bizim kendi içimizden gelerek aldığımız kaç kitap var?
Lüks otomobillere, gösterişli mobilyalara, bilumum ıvır zıvır aksesuarlara, hiç işimize yaramayan kristal vazolara vs. gözümüzü kırpmadan harcadığımız avuç dolusu paralar, sıra bizim beynimizin, ruhumuzun gıdası olan kitaplara, dergilere gelince nedendir bilinmez, birden çok gelir, cimrice esirgenir.
Bir arkadaşım onu uyardığım zaman, nefsine hoş gelmediği için “Allah yarattığı nimetleri kulunun üzerinde görmek ister!” diye bir savunma yapmıştı. Kullanırken tek gayesi ele güne gösteriş olan bu nimetler Allah yolunda, müslümanın hizmetinde Allah rızasına uygun olmazsa israftan ileriye gitmez! Çünkü “helalin hesabı var, haramın azabı vardır.” Bu kazanırken olduğu gibi, harcarken de böyledir.
Benim naçizane fikrim; bu israfı, bu tüketim çılgınlığını yapan olmazsa olmaz düşüncesi taşıyan “el ne der” düşüncesine önem veren kişiler, kendi zevki, rahatlığını bırakıp gösterişle başkalarının takdirine, puan verişine göre yaşayan kişinin “özgüven” problemi vardır.
“ÖZGÜVEN”, kişinin kendine inanması ve güvenmesidir. ÖZGÜVENİN iki temel duygusu vardır. A- sevilebilir olma duygusu, B- yeterli olma duygusu…
Özgüveni olan insanlar; daha çok kendisi olan insanlardır. Bunlar yeterli ve yetersiz yönlerini keşfedip kendisiyle her zaman yüzleşebilirler. Bir anlamda kendisini olduğu gibi kabul eder ve buna saygı duyar. Bu da onu kıskanç ve hayalperest olmaktan kurtarır. Ayakları yere basar ve aklı bir karış havada olmaz. ÖZGÜVEN sahibi kişi, seçimlerini kendi amaçları doğrultusunda yapar. Kendini, hiç kimseye bir şey ispat etmek zorunda hissetmez. Dikkatini boş şeylerde toplamaz.
Fıtrata ters düşse de, bazı şeyler insanın hevasına cazip geliyor. Bu cazibenin sonunu göremeyecek kadar kendini kaybediyor, kişi sürüklenip gidiyor, kul olduğunu unutup… İşte bu cazibeyle, Allah’ın kuralları arasındaki karar da kulun cennetini, cehennemini belirliyor. Ne yazık ki insanlık, işin ciddiyetinin farkında değil… ÖZGÜVENLERİNDE problem olan insanlar kişiliklerindeki bozuklukları ev eşyası, araba, giyim vs. nesnelerle ispat etme çabasına girerler.
“…Gerçek şu ki insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah da onların durumunu değiştirmez…” Selam ve dua ile…
Fazilet ERYAVUZ