Can, Mal ve Din Güvenliğimizi TSK’dan, Hukukumuzu ve Temel Haklarımızı Yargı’dan Nasıl Koruyacağız?
07 Aralık 2009 Pazartesi
Tarihi, belgesel ve vakıa olarak bilindiği üzere; Türkiye ulus devleti “Cumhuriyet” adı altında, asker ve sivil bürokratların egemenliğinde oligarşik bir diktatörlük olarak yapılandırılmış ve halen bu yapısını ve bu yapılanmadan kaynaklanan çok boyutlu zulümlerini ısrarla sürdürmektedir. Bu oligarşinin merkezini ve destekçilerini, TSK, Yargı ve istihbarat üst bürokratları, laik-Kemalist-ulusalcı-statükocu siyasetçiler, TÜSİAD’da toplanmış kimi büyük sermayedarlar ve onların elindeki kartel medyası ile bir kısım yazar ve yöneticileri, üniversitelerde kadrolaşmış laik-Kemalist-ulusalcı bir kısım akademisyen ve kimi meslek odaları ile sendika ağaları oluşturmaktadır. İşte bu oligarşik diktatörler, halkı cahil ve güdülmesi gereken “karnını kaşıyan” güruh olarak görmüşler, aşağılayıp dışlamışlar, halkın İslami kimliğine ve değerlerine düşmanca bir tutumla geniş halk kitlelerini tehdit ve düşman ilan etmişlerdir. Halkın hak ve özgürlüklerini gasp edip, yok etmişler, sadece vergi verip, askerlik yapan köleler konumunda tutup, sürekli ezmiş ve sömürmüşlerdir. Üstelik despotça yaptıkları tüm baskıları, zulümleri, katliamları, sömürüleri, jakobence uygulamaya koydukları zorla dönüştürme ve sekülerleştirmeye dair, zihinlere yönelik ideolojik işgali, inkârı, asimilasyonu, tehciri, mecburi iskânı da içeren plan ve projelerini meşrulaştırmak için, ne yapmışlarsa “halka rağmen halk için” yaptıklarını iddia ede gelmişlerdir.
İşte bu oligarşik sistem, İslam şeriatını tehdit ve düşman konumuna oturtup, ümmet bilincini dışlayarak ve hilafeti kaldırarak, laik batıcı Kemalizmi, Türk ulusalcılığını, pozitivizmi ve sekülerizmi içeren resmi ideolojiyi dinleştirip bütün topluma dayatınca; başlangıçta İslami kimlik, İslam hukuku/şeriatı, ümmet bilinci ve Müslüman halk ötekileştirilip, düşmanlaştırıldı. Tehdit ve tehlike algısında 1. sıraya oturtuldu. Evet böylece, ulusalcı resmi din olan Kemalizmin İslam düşmanı laiklik anlayışıyla Batının seküler değerleri kutsallaştırılarak, İslam şeriatı ve ümmet bilinci “irtica” olarak yaftalandı. Daha sonra bu tercihin kaçınılmaz sonucu olarak, Türk ulusalcısı resmi ideoloji önünde engel görülen Kürt kimliği, Kürt anadili de ötekileştirilip, düşman ve tehdit algısının 2. sırasına yerleştirildi.Sonuçta, sistemin ömrü sürekli bu iki kimlikten oluşturulan “iç düşman”a karşı savaşmakla ve bu savaş ortamında üretilen sorunlarla boğuşmakla geçti.
Darbeler, Çeteler, İdeolojik Yargı ve Medya, Halkımıza Diktatörlerin Arzularına Boyun Eğdirmenin Aracı Olarak Kullanılmıştır
Bu ülkede yaşayan halklara, bu halkların İslami kimliğine ve etnik kimliklerine düşmanlık üzerine kurulan oligarşik diktatörlük, kendisine iktidar ve rant sağlayan statükoyu sürekli kılabilmek, tahakkümünü sürdürebilmek amacıyla, esas itibariyle silahlı gücün askeri vesayet baskısını kullanmıştır. Halkın vergileriyle alınan silahları halka karşı kullanmaktan utanmamıştır. Zaman zaman yapılan darbeler, darbelere hazırlıkta kullanmak üzere oluşturduğu çeteler ve bunlar eliyle gerçekleştirdiği yargısız infazlar, “faili meşhur” cinayetler, halkı birbirine karşı düşmanlığa tahrik edip çatıştırma senaryoları çerçevesinde halk kitlelerine ve muhaliflere yönelik katliam provokasyonları gerçekleştirmekten de çekinmemiştir. Bunun yanında İstiklal mahkemelerinden bugüne yargı gücünü de, halkı oligarşinin arzu ve istekleri istikametinde hizaya sokmak, resmi ideolojiyi ve jakoben Batılılaştırma projelerini kabule zorlamak, uymayıp hak ve özgürlük talebinde ısrar edenleri de statükoya boyun eğdirmek için terbiye edici bir kırbaç gibi kullanmıştır.
Darbeci, statükocu medya da, bütün bu yapılanların halk nezdinde tasvip edilmesini sağlamaya ve oligarşiye yönelecek tepkileri engellemeye yönelik yalan haberler yapmak, zulümleri, baskıları, yasakları normalleştirmeye, gerçekleri örtmeye çalışmak, andıçlara dayalı aldatıcı ve yönlendirici yayınlar yaparak, halkı oligarşinin istediği istikamette şekillendirmek misyonunu üstlenmiş bulunmaktadır. Aslında bütün bu güçler, kurumlar ve üretip destekledikleri hukuk dışı yapılanmalar hep birlikte, halkı köle konumunda tutmak ve zulme, sömürüye dayalı diktatörlüklerini sürdürmek için, adaleti, hukuku ve temel insan haklarını çıkar ve iktidarlarına kurban etmekten çekinmeyen bir azgınlık içindedirler.
Oligarşi, kendisine güç ve çıkar sağlayan statükoyu korumak amacıyla, yeri geldiğinde askeri darbeleri, yeri geldiğinde yargı darbelerini devreye sokmakta, bu darbelere zemin hazırlamak için farklı halk kesimlerine yönelik katliamlar, suikastlar düzenlemek üzere çeteleri kullanmaktadır. Diğer yandan, halkın çocuklarını, zorunlu ideolojik eğitimle zihinlerini işgal edip öğüterek, kendi çıkarlarının bekçiliğini yaptıracağı itaatkâr vatandaşlar haline getirmeye, keyfi ve ideolojik yargı kararlarıyla da halkın önüne engeller koymaya, halkın çocuklarının temel haklardan eşit olarak istifadesinin önünü kesmeye özen göstermektedir.
İşte Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay tarafından bu amaçla verilmiş, hukuk katliamı yapan onlarca keyfi ve ideolojik karar söz konusudur. Bu yargı kurumlarının üst karar organlarında tam bir ideolojik ve siyasi kadrolaşma temin edilmiş olup, kararlarında ideolojilerini belirleyici kılan bu tür yargıç ve savcılar, adaleti ve hukuku ayaklar altına almaktan çekinmeyen keyfi kararlara kolayca imza atabilmişler, maaşlarını veren halkın İslami kimliğine ve başörtüsüne karşı adeta savaşmışlardır. Devlet yapısındaki ve toplumdaki yozlaşmaya, ahlaki çürümeye ve yolsuzluklara dair davalar önlerine geldiği zaman ise, çoğunlukla yandaşlarını ilgilendirdiği için ya da zaten bu tür bir yozlaşmayı ilericilik olarak algıladıkları için, hep bu tür yozlaşma ve yolsuzluk faillerini koruyucu kararların altına imza atmışlardır. Bu sebeple, yolsuzlukları ayyuka çıkan 28 Şubat’çı başbakanlar, bakanlar, banka hortumcusu iş adamları, soygunun ortağı emekli generaller, fuhuş yaptığı için görevden alınan memurlar, katliam ve faili meşhur cinayet işleyen (Susurluk ve Şemdinli benzeri) çeteler, ya zaman aşımından istifade ettirilerek, ya suçsuz görülerek ya da uyduruk birçok gerekçe icat edilerek, ideolojik yandaşları olan yargıçlarca aklandılar, serbest kaldılar, görevlerine iade edildiler ya da hiç yargılanmadılar.
Ama sıra İslami kimlik, İslami hayat tarzı ve bu bağlamda başörtüsüne geldiğinde, kaplan kesilen aynı yargıçlar, okulda açmak zorunda bırakıldığı için ancak sokakta başörtüsü takan öğretmenin görevden alınmasını, sokaktaki başörtülü görüntüsünün de “çocuklar için kötü örnek teşkil edeceği” aşağılayıcı gerekçesini öne sürerek onaylayabilmişlerdir. Üstelik bu bağnaz ideolojik kadrolar, kendi arkadaşlarını katleden katil çeteleri korumak ve İslami kimliğe darbe vurmak amacıyla, ideolojik yandaşlarının gerçekleştirdiği yine kendi içlerinden birilerine yönelik cinayetleri bile Müslümanların üstüne atıp, “irtica” yaygarası koparabilmişlerdir. Bu tür suikastların kendi ideolojik yandaşlarınca gerçekleştirildiği açıkça ispat edildikten sonra bile, ideolojik yandaş çeteleri savunucu ve hâlâ Müslümanları suçlayıcı mutaassıp tavırlarını sürdürebilecek kadar ideolojik bir bağnazlığı temsil etmektedirler.
Türkiye’de Yargı, Askere Bağımlı, Resmi İdeolojiden Yana Taraftır
Yargı üst kurumları, yargıç ve savcıların çoğunluğu, askere ve resmi ideolojiye bağımlı ve İslam’a karşı devlet ile ideolojisinden taraftırlar. Yargıç ve savcıların çoğunluğu bu bağlamda, hep adalete karşı ve zalimden, zulümden yana taraf olan ideolojik keyfi kararlara görev bilinciyle kolayca imza attılar. Bu görev bilinci, halka, halkın hak ve özgürlüğüne karşı mücadele veren oligarşik diktatörlüğün, statükodan iktidar ve çıkar devşiren hâkim sömürücü sınıf “beyaz Türkler”in ayrılmaz bir parçası ve resmi ideoloji çerçevesinde kendisine biçilen, köleleştirilmiş halkı “terbiye edici, hizaya sokucu kırbaç” olma misyonunun gereğini yerine getirme bilincidir. İşte bu askeri vesayete bağımlılık ve ideolojik tarafgirlikle, darbecilerin emriyle askeri garnizona birifing almaya koşabildiler ve darbecilerin hukuksuz, keyfi planlarını, darbe uygulamalarını utanmadan ayakta alkışlayabildiler. Brifingli yargı İstiklal mahkemelerinden itibaren hep askerci, darbeci oldu, hep darbecilerin hukuksuzluklarının aracı olarak kullanıldı. Adalet ve hukuku, devlete, resmi ideolojiye ve darbecilere, çetelere kurban etmekten çekinmediler.
Sadece Danıştay’ın son hukuk cinayeti çerçevesinde verilecek bazı örnekler bile yargının bu tarafgir ve ideolojik konumunu ispat etmeye yetecektir.
Diyarbakır Barosu, "Radyo ve Televizyon Yayınlarının Dili Hakkında Yönetmelik"in dördüncü maddesi ile beşinci maddesinin, iki, üç ve altıncı fıkralarının iptali istemiyle dava açıyor ve Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu, baronun "Meşru, kişisel ve güncel bir menfaatinin etkilenmediği, dolayısıyla işlemle menfaat ilişkisi bulunmadığı anlaşıldığından dava açma ehliyeti bulunmadığı" yönünde karar veriyor. Aynı Danıştay, meslek liselilere üniversite kapılarını açan ve katsayı farkını kaldıran YÖK'ün kararına itiraz eden İstanbul Barosu'nun başvurusunu ise, “dava konusu uygulamanın hukuk düzeni üzerindeki etki ve sonuçları bakımından baroların anılan yasada belirlenen görevleri kapsamında menfaat ihlalinin varlığını” iddia ederek kabul etti. Yani Danıştay aynı konuda, Baro sisteme ve resmi ideolojiye muhalifse farklı, Baro darbeci resmi ideolojinin yandaşıysa farklı bir kararı kolayca verebilmekte, büyük bir keyfilikle açık ideolojik tutumlar sergileyebilmektedir.
Yükseköğretim Kanunu’nun 45. maddesi 1983’deki hali ile yürürlükte bulunmasına rağmen üniversiteye girişteki sistem, 1983’ten 1999’a kadar eşit puan şeklinde yürürlükte kalmış ve YÖK darbecilerin emriyle 1999’da, katsayıdaki eşitliği kaldırmıştır. Bu adaletsizliğe itirazla açılan davalar üzerine Danıştay, bundan 5 ay önce verdiği kararda, kanun değişmeden katsayının meslek liseleri ve eşitlik aleyhine değiştirilmesine yönelik YÖK kararının “hukuka uygun” olduğunu söylemiştir. Danıştay 4 yıl önce de benzeri bir karar almış ve yine “Katsayının kaldırılması konusunda YÖK yetkilidir” demişti. Yani Danıştay, daha önce bir çok kararında ısrarla, katsayı düzenlemesi ve yeni bir sistem getirme yetkisinin açıkça YÖK’te olduğuna dikkat çekerek, “yeni bir katsayı belirleme ve hatta sınav sistemini değiştirme yetkisi, sadece YÖK’e aittir” demiş bulunuyor. Halbuki kanun değişmediğine ve 1999’a kadarki “eşit puan” uygulaması kanuna aykırı bulunmadığına göre, yeni YÖK kararıyla katsayı uygulaması getirilmesinin kanuna uygun bulunmaması gerekirdi. Şimdi YÖK, 1983’teki aynı kanuna dayanarak, 1999’a kadar fiilen uygulanan sisteme tekrar döndü ve katsayı uygulamasıyla getirilen eşitsizliğe son verdi. Danıştay ise, İstanbul Barosunun bu eşitlikçi karar aleyhinde açtığı hukuka aykırı ideolojik dava üzerine, yine daha önceki kararlarına zıt keyfi ve ideolojik bir karar vermiştir. Danıştay, ideolojik yandaşı olan önceki YÖK’ü “katsayı konusunda tam yetkili” kabul ederken, daha objektif ve eşitlikçi davranan yeni YÖK’ü bu konuda yetkisiz ilan edip, katsayı eşitliği sağlayan yeni YÖK kararının yürütmesini durdurma kararını verebilmiştir. Danıştay’ın birbiriyle çelişkili, hukukla asla bağdaşmayan her iki kararının da arka planında, Genelkurmay’ın yönlendirmesinin ve yargıçların ideolojik eğilimlerinin belirleyici rol oynadığı tartışmaya mahal vermeyecek kadar açıktır.
Oligarşinin Merkezinde yer Alan Asker ve Yargı Bürokratlarının İslam’la Savaşı
İşte bu derece çelişik ve aynı konuda birbirine bu kadar zıt kararların aynı Danıştay tarafından kolayca veriliyor olmasının temel sebebi, Danıştay’ın sadece hukuku esas alan, bağımsız ve tarafsız bir yargı kurumu olamamasıdır. Danıştay ve diğer üst yargı kurumları, ideolojik ve siyasi bir kadrolaşmanın kuşatmasıyla hukuk kurumları olmaktan çıkarılarak resmi ideolojinin ve askeri vesayet rejiminin keyfi, hukuksuz, yargısız infaz kurumları ve “irtica” kamuflajı altında İslam’a karşı tetikçileri haline getirilmişlerdir.
28 Şubat darbe sürecinde, İHL’nin önünü kesmek amacıyla ideolojik YÖK tarafından getirilen katsayı eşitsizliğinin arkasında 28 Şubat darbesini yapan Genelkurmay’ın yer aldığı, 2. Başkan Org. Çevik Bir’in bu konuda tedbir alınması amacıyla YÖK’e yazılmış talimatının olduğu ortaya çıkmış bulunuyor. Aynı dönemde yargı da brifinglerle aynı istikamette yönlendirildiği için, bu adaletsiz ve hukuka da, yasaya da aykırı olan ideolojik YÖK kararının iptali için dava açanlar, Danıştay’ın “bu konuda YÖK yetkilidir, yapacak bir şey yoktur” içerikli ideolojik kararlarının yol açtığı hüsranla karşılaştılar. Daha objektif ve hukuka uygun davranma çabası içindeki yeni YÖK’ün bu büyük eşitsizliğe son verip de yeniden ilk 18 yıllık uygulamaya geri dönme kararı vermesi üzerine Genelkurmay’ın yine devreye girdiğini görüyoruz. 2. İstihbarat Analiz ve Değerlendirme Daire Başkanlığı, YÖK'ün katsayı düzenlemesinin ardından konuya ilişkin rapor hazırlamış bulunuyor. Kendisini hiç ilgilendirmeyen eğitimle ilgili bir konuda Genelkurmay sürekli mesai yapıyor ve Genelkurmay raporuyla darbe yandaşı İstanbul Barosunun açtığı davanın takibe alınıp yönlendirilmesi kararı alınıyor. Türkiye’de tevhidi tedrisat Yasası gereğince Askeri lisenin MEB’na, Harp Okullarının da YÖK’e bağlanması zarureti bulunduğu halde, müşriklerin acıkınca helvadan yaptıkları putları yemeleri gibi, kendi yasalarını bile kolayca çiğneyen ve silah bende istediğimi yaparım anlayışı sebebiyle MEB ve YÖK bu okullara karışamamakta, tam tersine yasal hiçbir yetkisi olmadığı halde Genelkurmay bütün sivil eğitime ideolojik çeki düzen vermeyi yıllardır sürdürmektedir.
Böylece cunta kaynayan Genelkurmay ile darbe yandaşı Baronun ortak çabasıyla, brifingli ideolojik yargıdan, hukuku katleden, adaleti ideolojik çıkarlara kurban eden siyasi ve keyfi bir karar daha çıkıyor. Üstelik Genelkurmay’ın bu çabalarının ürünü olan İstihbarat Dairesi'nin belgesinde,Eğitim sisteminin gereği olarak sunulan farklı katsayı uygulamasının, "İmam Hatip Liselilerin önündeki katsayı engeli" olduğu açıkça itiraf ediliyor. Belgede ayrıca muhafazakârların kamusal alandaki varlığından duyulan rahatsızlık da çarpıcı bir başka itiraf olarak yer alıyor. Yani yıllar geçiyor, Genelkurmay Başkanları değişiyor, ama “irtica” yaftası altında İslam’a karşı mücadele değişmiyor, Müslümanlara adaletsizlik ve eşitsizlik dayatma konusundaki ısrar devam ediyor. Genelkurmay yargıyı bu amaçla yönlendirmeyi ısrarla sürdürüyor.
TSK Cunta Kaynıyor, Tanklar Kayboluyor, Yolsuzluk İddiaları Had Safhada, Darbeciler, Çeteler TSK Tarafından korunuyor, YAŞ “İrtica”yla Savaşıyor
Son yıllarda belgesel iddialar ardı ardına medyaya yansıdığı üzere TSK ve Genelkurmay karargâhı cuntacı, darbeci ve çete müntesipleri ile kaynıyor. TSK’nın topluma yansıyan görüntüsüne göre, orduyu adeta darbeci ve çeteler ele geçirmiş gibi görünüyor. Ülkenin her yanından, kara, deniz, nehir ve göllerden TSK’ya ait silahlar fışkırıyor. Önce en tepeden yalanlanıyor, sonra en tepedekini yalanlayan belge ve bilgiler ortaya çıkıyor. Bu silahların değişik halk kesimlerine karşı kullanılacağına, halkı birbirine düşürmek ve ülkede kaos çıkarmak amaçlı katliamlar, provokasyonlar gerçekleştirmek üzere kullanılacağına / kullanıldığına dair belgeler ve bilgiler ortaya çıkıp iddianamelerde yer alıyor. Halkın İslami kimliğini, değerlerini düşman ilan eden ordu mensuplarınca teşkil edilen illegal örgütlenmelerle, halka karşı psikolojik harp ve topyekun savaş planları uygulamaya konuluyor.
İddialara göre, Kafes planı gibi en canice provokasyonlarla, yüzlerce çocuğun bir müzede toplanması ve topluca katledilmesi hedefleniyor ve bu vahşetin planlayıcıları arasında en üst seviyede general, amiral ve subaylar yer alabiliyor. Ülkedeki azınlık dinlerin müntesiplerine karşı alçakça suikastlar yapılarak Müslüman halkın üzerine atılması planlanıyor ve dış ülkeler nezdinde Türkiye hükümetinin zor durumda ve desteksiz bırakılması hedefleniyor. Ve tüm bu zalimce, gerçek anlamıyla haince planları ve kimi uygulamaları yapanlar, yıllardır halka karşı aynı bölme, çatıştırma, sonuçta kendi güç ve hegemonyalarını pekiştirme amaçlı kanlı provokasyonların altına imza atanlar, faili meşhur cinayetlerle, yargısız infazlarla on binlerce masum insanı katleden, asit kuyularına atan caniler hep aynı kurum içinden çıkıyor, aynı kurumca korunuyor ve susurluk ve Şemdinli’de olduğu gibi hep aynı yandaş ideolojik yargı tarafından serbest bırakılıyorlar. Basında yer alan bilgilere göre askeri yargı ise, ortaya çıkma ihtimali olan belgeleri yok etmekle ya da belgeleri sızdıranları takip etmekle meşgul bulunuyor. YAŞ ise, bunca belge ile suçları açıkça ortalığa dökülmüş, yargılanmakta olan, hatta tutuklanmış bulunan darbeci ve çeteci subayları bile ısrarla görevde tutmaya devam ederken, hâlâ “irtica” yaftası altında namaz kılan subayları ordudan atmayı sürdürüyor.
Darbecilerin, cuntaların, çetelerin cirit attığı aynı kurum içinde, yolsuzluk iddiaları da ayyuka çıkmış bulunuyor. İdeolojik hukuksuzluk ve keyfilik, denetimsiz silahlı güç olmanın getirdiği azgınlık, müstağnilik, kaçınılmaz olarak her türlü yozlaşma, çürüme ve yolsuzluğu da birlikte üretiyor. Ve bu kurumu darbeciliği, çeteciliği ve de yolsuzlukları sebebiyle ne hükümet, ne TBMM denetleyebiliyor. Yargı ise, yandaş olmayı tercih ederek zaten kendisi de büyük oranda bu pisliklere yeterince batmış ve kokmuş bulunuyor. 28 Şubat darbesi için İsrail tarafından desteklenen generaller, bu ülkenin fakir halkının yaklaşık 700 milyon dolarını batmakta olan İsrail şirketine peşkeş çekerek, modernize etsin diye 160 adet tank ve bazı helikopterleri İsrail’e gönderiyorlar. Ödemeler yapılıyor, ancak modernize edilip geri verilmesi gereken tanklardan ve helikopterlerden 2003’ten beri haber yok. Halbuki o yıllarda yeni tankın fiyatı 3 milyon dolar civarında olduğu halde, eski tankların tamiri için terörist İsrail’e, sanki kardeşlerimizi daha fazla katletsinler diye, tank başına 5 milyon dolara yakın bir ödeme yapılıyor. Bunların ötesinde, denetimsizlik sebebiyle ortaya çıkarılamamış daha çok sayıda ve çok büyük boyutlarda yolsuzlukların olduğu iddia ediliyor.
TSK’nın denetlenmesi bir yana, her yıl bütçeleri sorgusuz sualsiz alkışlarla kabul edilip, bir de TSK’ya şükran mesajı da gönderiliyor. Nede olsa ülkenin efendileri onlar, siyasiler ise, kendilerine biçilen, parya olan halkın seçtiği, asker ve yargı bürokratlarının elindeki tokmakla çaldıkları davulun hamallığını yapmakla ve onların yetkisiz icraatlarının faturalarını ödemekle yükümlü esirler konumunu içselleştirmiş bulunuyorlar. Daha yeni yeni siyasi iradenin kanlanıp canlanma emareleri gösterdiği ve asker bürokratların da hiç değilse görünürde hesap verir bir konuma doğru getirilmeye çalışıldığını gözlemliyoruz. Ama daha çok başlarda, daha çok yetersiz ve henüz sadece bir görüntü olmaktan öte geçebilmiş değil maalesef.
Can, Mal ve Din Güvenliğimizi TSK’dan, Hukukumuzu ve Temel Haklarımızı Yargı’dan Nasıl Koruyacağız?
Bütün bu belge ve bilgiler, bizzat şahit ve muhatap olduğumuz olaylar göstermektedir ki, bu ülkenin her yönden kuşatılmış, hak ve özgürlükleri yok edilerek köleleştirilmiş halkları olarak, İslami ve etnik kimliklerimizi, İslam şeriatını tehdit ve düşman ilan edip savaşan, işbirlikçiliğini yaptığı emperyalist devletlerin kültürünü dayatan bu oligarşik diktatörlüğün baskı, yasak, işkence, katliam, yargısız infaz, faili meşhur cinayet ve her türlü psikolojik harp ve provokasyonlarına muhatap kılınmış bulunmaktayız. Gerçekten Montesque’nün “az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadırlar” sözünü doğrularcasına, kendi halkına karşı psikolojik harpten ve silahlı savaşa kadar “topyekun savaş” halinde olan kadroları her şeye rağmen içinde barındırmakta, korumakta ısrarlı, uluslar arası emperyalist sermayeye de eklemlenmiş ve küresel kapitalizm içinde OYAK’la rol almış bir orduyla ve her şeye rağmen bu ordunun ve Kemalizm dininin bağımlısı, tarafgiri olan, bu uğurda hukuku ve adaleti katletmekten çekinmeyen ideolojik bir yargı ile karşı karşıyayız.
Öylesine güvenlikten yoksun, öylesine bir diktatörlükçe kuşatılmış durumdayız ki, halk olarak temel haklarımız ve güvenliğimizle ilgili gündemimizin ilk maddelerini şu sorular teşkil etmektedir:
1 – Canımızı, malımızı ve dinimizi (İslami kimlik ve haklarımızı), topyekun güvenliğimizi bu ideolojik ordunun hışmından, keyfiliklerinden, darbeci ve çetelerinin saldırı ve provokasyonlarından nasıl koruyacağız?
2 – Hukukumuzu, İslami kimliğimizi, eğitim ve din özgürlüğümüz başta olmak üzere temel haklarımızı, ideolojik tarafgirlik ve askeri bağımlılıkla malul resmi ideoloji mutaassıbı yargıdan nasıl koruyacağız?
3 – Bizden zorla alınan vergilerimizi, hepimize ait olan kamu mallarını, hazine kaynaklarını, hortumcu, soyguncu oligarşiden nasıl koruyacağız?
Oligarşik Diktatörlük, Başından Beri İslami kimliğimizle, Allah’ın Şeriatıyla, Başörtümüzle Savaşıyor
İslami eğitim hakkımız yok, yaygın eğitim ve ibadet mekânı camilerimiz resmi ideolojinin işgali altında, bizim vergilerimizle yapılan devlet okullarına İslami kimliğimizle başörtümüz ile girmemiz yasak, İHL’leri devletin laik eğitim kurumları olduğu halde, bir miktar dini bilgi veriliyor ve çocuklarımız kısmen Kur’an’la buluşuyor diye yıllardır baskı ve yasaklara muhatap kılınıyor, engellerle kuşatılıyorlar. Sırf yüzde 2,5 oranındaki İHL’nin önünü kesmek amacıyla, yüzde 7,5 oranındaki diğer meslek liseleri de bu düşmanlıktan etkileniyor ve aynı adaletsizliğin kurbanı oluyor. İdeolojik diktatörler, keyfi ve ideolojik karar ve uygulamaları dayatarak yüz binlerce gencin istikbaliyle, hayatıyla oynuyorlar.
TSK, yargı ve eğitim basta olmak üzere, tüm devlet; insan hakları ve hukuk temelinde yeniden yapılandırılmadan sistem içi görece özgürlük de sağlanamaz. Mevcut asker ve sivil bürokratların, darbeci, çeteci ve bağnaz ideolojik olanları tasfiye, geri kalanlar da insan hakları ve hukuk eksenli rehabilitasyon programlarıyla terbiye edilmedikçe, sistem içi görece özgürleşmenin önünde en büyük engeli bu bürokratların oligarşik hâkimiyeti oluşturacaktır. Büyük halk desteği ile adalet ve özgürlük vaat ederek hükümet olanlar ise, maalesef koca 7 yılı boşa harcamışlardır. Bu temel konuda yeniden yapılanmayı ihmal ettikleri için, özgürlükler alanında hep adım atıp geri çekmişlerdir. Böylece, olumlu bir adım atarak halkı, geri adım atarak da oligarşiyi memnun edip vaziyeti idare etmişlerdir. Yargıyı ve TSK’yı, hiç değilse AB hukuku ve insan hakları eksenli yeniden yapılanmayla, hiç değilse fıtri erdemler ve vicdani adalet çizgisinde hizaya sokmayı sürekli erteleyenler, askeri darbe teşebbüslerine, muhtıralara muhatap olmakta ve yargı darbelerine boyun eğmek zorunda kalmaktadırlar. Eğitime görece özgürlük getiren ve 411 evet oyuyla geçen anayasa değişikliği dahi yürürlüğe konamamakta, Anayasa Mahkemesinin hukuk cinayetiyle TBMM’den yetki gaspı bile sineye çekilmekte, YÖK kararı da aynı sebeple korunamamaktadır.
Adalet ve özgürlük vaat ederek hükümet olanlar işte bu erteleyici tutumları ve halkın iradesini temsildeki zafiyetleri sebebiyle, bir türlü iktidar olamamakta, sonuçta istemeseler de darbe süreçlerinde ikame edilen her alandaki zulümlerin sürmesine sebep olmaktadırlar. Hatta partilerinin sürekli kapatma tehdidi altında kalmasını engelleyecek hukuki değişiklikleri yapmaktan bile aciz kalmaktadırlar. Halk da TSK ve yargıdaki, kendisine ve İslami kimliğine, İslam şeriatına, İslami hayat tarzına karşı düşmanca mücadele eden, Müslümanca yaşama hakkını gasp eden bu asker ve sivil bürokratların maaşlarını ve kendisine yönelttikleri silahları, kurumları vergileriyle finanse ettiğinin bilinciyle hesap sormak makamında olduğunu hatırlamalı ve itiraz etmek üzere meydanları doldurmalıdır. Halkımız, bütün bu zulümleri yapan, İslami kimliğine düşmanlık eden asker ve yargı bürokratlarına vergilerini haram ettiğini meydanlarda haykırarak işe başlamalıdır. Evet, sayıları yüz binlerle ifade edilen meslek liseliler ve milyonları bulan aileleri neredeler? Bu kadar büyük haksızlığa, bu kadar açık düşmanlığa, keyfiliğe rağmen susanlar, hak ve özgürlüklerini asla elde edemezler.
Bu sebeple, sistem içi görece adalet ve özgürleşmeye yönelik değişimi temsil ettiğini iddia eden siyasiler, bir an önce TSK, Yargı ve askeri sivil eğitimden başlayarak devleti insan hakları ve hukuk eksenli köklü bir yeniden yapılanmaya götürmeyi başarmalıdırlar. Aksi takdirde ciddi hiçbir özgürleşmeyi ve nispi bir adaleti bile tesis edemeyeceklerini bilmelidirler. Ayrıca TSK ve yargı içindeki darbeciliğe, cuntacılığa, çeteciliğe ve yoksuzluklara bulaşmış bütün kadrolar temizlenmelidir. Bu sebeple ordunun ve yargının üst kademelerinde kadro kalmayabileceği endişesi doğarsa, alt kademelerdeki hukuka ve insan haklarına saygılı kadrolar bir seferliğine terfi atlatılarak boşluk doldurulmalıdır.
TSK ve yargı içindeki kadrolardan, ideolojik keyfiliklere, hukuksuzluklara, darbe ve çete faaliyetlerine, yolsuzluklara bulaşmamış olanlar da, bu temizlik için sorumlu davranıp, bildiklerini ifşa ederek ve kurumlarını da lekeleyen meslektaşlarına itiraz edip düzletmeye çalışmalı, suçluların ortaya çıkarılıp yargılanmasını, tasfiye edilmesini sağlayacak ve bu amaçla yeniden yapılandırmayı yürütecek olanlara yardımcı olmalıdırlar. Aksi takdirde kendilerinin de aynı pisliğin, zulmün sorumlusu olmaktan kurtulamayacaklarını bilmelidirler. Bütün bu zulümlerin muhatabı olan halklar da muhalefet bilinci kazanıp, vergi verdiklerini hesaba çekmek, sorgulamak ve haddini bildirmek kabiliyetini kazanmalıdırlar. Mazlum halklardan milyonlarca insan meydanları doldurup vergilerini harcayan bürokrat ve siyasilerden hesap sormalı, itiraz edip ıslah etmeyi becermelidirler.
NOT; Rabbim izin verirse, bir sonraki yazımda “Hangisi Daha Fazla İslam Düşmanı ve Daha Şedit Zalimdir; Türkiye Oligarşisi mi, yoksa İsviçre mi?” başlığı altında konuyu sürdürmek istiyorum.
07 Aralık 2009 Pazartesi
Tarihi, belgesel ve vakıa olarak bilindiği üzere; Türkiye ulus devleti “Cumhuriyet” adı altında, asker ve sivil bürokratların egemenliğinde oligarşik bir diktatörlük olarak yapılandırılmış ve halen bu yapısını ve bu yapılanmadan kaynaklanan çok boyutlu zulümlerini ısrarla sürdürmektedir. Bu oligarşinin merkezini ve destekçilerini, TSK, Yargı ve istihbarat üst bürokratları, laik-Kemalist-ulusalcı-statükocu siyasetçiler, TÜSİAD’da toplanmış kimi büyük sermayedarlar ve onların elindeki kartel medyası ile bir kısım yazar ve yöneticileri, üniversitelerde kadrolaşmış laik-Kemalist-ulusalcı bir kısım akademisyen ve kimi meslek odaları ile sendika ağaları oluşturmaktadır. İşte bu oligarşik diktatörler, halkı cahil ve güdülmesi gereken “karnını kaşıyan” güruh olarak görmüşler, aşağılayıp dışlamışlar, halkın İslami kimliğine ve değerlerine düşmanca bir tutumla geniş halk kitlelerini tehdit ve düşman ilan etmişlerdir. Halkın hak ve özgürlüklerini gasp edip, yok etmişler, sadece vergi verip, askerlik yapan köleler konumunda tutup, sürekli ezmiş ve sömürmüşlerdir. Üstelik despotça yaptıkları tüm baskıları, zulümleri, katliamları, sömürüleri, jakobence uygulamaya koydukları zorla dönüştürme ve sekülerleştirmeye dair, zihinlere yönelik ideolojik işgali, inkârı, asimilasyonu, tehciri, mecburi iskânı da içeren plan ve projelerini meşrulaştırmak için, ne yapmışlarsa “halka rağmen halk için” yaptıklarını iddia ede gelmişlerdir.
İşte bu oligarşik sistem, İslam şeriatını tehdit ve düşman konumuna oturtup, ümmet bilincini dışlayarak ve hilafeti kaldırarak, laik batıcı Kemalizmi, Türk ulusalcılığını, pozitivizmi ve sekülerizmi içeren resmi ideolojiyi dinleştirip bütün topluma dayatınca; başlangıçta İslami kimlik, İslam hukuku/şeriatı, ümmet bilinci ve Müslüman halk ötekileştirilip, düşmanlaştırıldı. Tehdit ve tehlike algısında 1. sıraya oturtuldu. Evet böylece, ulusalcı resmi din olan Kemalizmin İslam düşmanı laiklik anlayışıyla Batının seküler değerleri kutsallaştırılarak, İslam şeriatı ve ümmet bilinci “irtica” olarak yaftalandı. Daha sonra bu tercihin kaçınılmaz sonucu olarak, Türk ulusalcısı resmi ideoloji önünde engel görülen Kürt kimliği, Kürt anadili de ötekileştirilip, düşman ve tehdit algısının 2. sırasına yerleştirildi.Sonuçta, sistemin ömrü sürekli bu iki kimlikten oluşturulan “iç düşman”a karşı savaşmakla ve bu savaş ortamında üretilen sorunlarla boğuşmakla geçti.
Darbeler, Çeteler, İdeolojik Yargı ve Medya, Halkımıza Diktatörlerin Arzularına Boyun Eğdirmenin Aracı Olarak Kullanılmıştır
Bu ülkede yaşayan halklara, bu halkların İslami kimliğine ve etnik kimliklerine düşmanlık üzerine kurulan oligarşik diktatörlük, kendisine iktidar ve rant sağlayan statükoyu sürekli kılabilmek, tahakkümünü sürdürebilmek amacıyla, esas itibariyle silahlı gücün askeri vesayet baskısını kullanmıştır. Halkın vergileriyle alınan silahları halka karşı kullanmaktan utanmamıştır. Zaman zaman yapılan darbeler, darbelere hazırlıkta kullanmak üzere oluşturduğu çeteler ve bunlar eliyle gerçekleştirdiği yargısız infazlar, “faili meşhur” cinayetler, halkı birbirine karşı düşmanlığa tahrik edip çatıştırma senaryoları çerçevesinde halk kitlelerine ve muhaliflere yönelik katliam provokasyonları gerçekleştirmekten de çekinmemiştir. Bunun yanında İstiklal mahkemelerinden bugüne yargı gücünü de, halkı oligarşinin arzu ve istekleri istikametinde hizaya sokmak, resmi ideolojiyi ve jakoben Batılılaştırma projelerini kabule zorlamak, uymayıp hak ve özgürlük talebinde ısrar edenleri de statükoya boyun eğdirmek için terbiye edici bir kırbaç gibi kullanmıştır.
Darbeci, statükocu medya da, bütün bu yapılanların halk nezdinde tasvip edilmesini sağlamaya ve oligarşiye yönelecek tepkileri engellemeye yönelik yalan haberler yapmak, zulümleri, baskıları, yasakları normalleştirmeye, gerçekleri örtmeye çalışmak, andıçlara dayalı aldatıcı ve yönlendirici yayınlar yaparak, halkı oligarşinin istediği istikamette şekillendirmek misyonunu üstlenmiş bulunmaktadır. Aslında bütün bu güçler, kurumlar ve üretip destekledikleri hukuk dışı yapılanmalar hep birlikte, halkı köle konumunda tutmak ve zulme, sömürüye dayalı diktatörlüklerini sürdürmek için, adaleti, hukuku ve temel insan haklarını çıkar ve iktidarlarına kurban etmekten çekinmeyen bir azgınlık içindedirler.
Oligarşi, kendisine güç ve çıkar sağlayan statükoyu korumak amacıyla, yeri geldiğinde askeri darbeleri, yeri geldiğinde yargı darbelerini devreye sokmakta, bu darbelere zemin hazırlamak için farklı halk kesimlerine yönelik katliamlar, suikastlar düzenlemek üzere çeteleri kullanmaktadır. Diğer yandan, halkın çocuklarını, zorunlu ideolojik eğitimle zihinlerini işgal edip öğüterek, kendi çıkarlarının bekçiliğini yaptıracağı itaatkâr vatandaşlar haline getirmeye, keyfi ve ideolojik yargı kararlarıyla da halkın önüne engeller koymaya, halkın çocuklarının temel haklardan eşit olarak istifadesinin önünü kesmeye özen göstermektedir.
İşte Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay tarafından bu amaçla verilmiş, hukuk katliamı yapan onlarca keyfi ve ideolojik karar söz konusudur. Bu yargı kurumlarının üst karar organlarında tam bir ideolojik ve siyasi kadrolaşma temin edilmiş olup, kararlarında ideolojilerini belirleyici kılan bu tür yargıç ve savcılar, adaleti ve hukuku ayaklar altına almaktan çekinmeyen keyfi kararlara kolayca imza atabilmişler, maaşlarını veren halkın İslami kimliğine ve başörtüsüne karşı adeta savaşmışlardır. Devlet yapısındaki ve toplumdaki yozlaşmaya, ahlaki çürümeye ve yolsuzluklara dair davalar önlerine geldiği zaman ise, çoğunlukla yandaşlarını ilgilendirdiği için ya da zaten bu tür bir yozlaşmayı ilericilik olarak algıladıkları için, hep bu tür yozlaşma ve yolsuzluk faillerini koruyucu kararların altına imza atmışlardır. Bu sebeple, yolsuzlukları ayyuka çıkan 28 Şubat’çı başbakanlar, bakanlar, banka hortumcusu iş adamları, soygunun ortağı emekli generaller, fuhuş yaptığı için görevden alınan memurlar, katliam ve faili meşhur cinayet işleyen (Susurluk ve Şemdinli benzeri) çeteler, ya zaman aşımından istifade ettirilerek, ya suçsuz görülerek ya da uyduruk birçok gerekçe icat edilerek, ideolojik yandaşları olan yargıçlarca aklandılar, serbest kaldılar, görevlerine iade edildiler ya da hiç yargılanmadılar.
Ama sıra İslami kimlik, İslami hayat tarzı ve bu bağlamda başörtüsüne geldiğinde, kaplan kesilen aynı yargıçlar, okulda açmak zorunda bırakıldığı için ancak sokakta başörtüsü takan öğretmenin görevden alınmasını, sokaktaki başörtülü görüntüsünün de “çocuklar için kötü örnek teşkil edeceği” aşağılayıcı gerekçesini öne sürerek onaylayabilmişlerdir. Üstelik bu bağnaz ideolojik kadrolar, kendi arkadaşlarını katleden katil çeteleri korumak ve İslami kimliğe darbe vurmak amacıyla, ideolojik yandaşlarının gerçekleştirdiği yine kendi içlerinden birilerine yönelik cinayetleri bile Müslümanların üstüne atıp, “irtica” yaygarası koparabilmişlerdir. Bu tür suikastların kendi ideolojik yandaşlarınca gerçekleştirildiği açıkça ispat edildikten sonra bile, ideolojik yandaş çeteleri savunucu ve hâlâ Müslümanları suçlayıcı mutaassıp tavırlarını sürdürebilecek kadar ideolojik bir bağnazlığı temsil etmektedirler.
Türkiye’de Yargı, Askere Bağımlı, Resmi İdeolojiden Yana Taraftır
Yargı üst kurumları, yargıç ve savcıların çoğunluğu, askere ve resmi ideolojiye bağımlı ve İslam’a karşı devlet ile ideolojisinden taraftırlar. Yargıç ve savcıların çoğunluğu bu bağlamda, hep adalete karşı ve zalimden, zulümden yana taraf olan ideolojik keyfi kararlara görev bilinciyle kolayca imza attılar. Bu görev bilinci, halka, halkın hak ve özgürlüğüne karşı mücadele veren oligarşik diktatörlüğün, statükodan iktidar ve çıkar devşiren hâkim sömürücü sınıf “beyaz Türkler”in ayrılmaz bir parçası ve resmi ideoloji çerçevesinde kendisine biçilen, köleleştirilmiş halkı “terbiye edici, hizaya sokucu kırbaç” olma misyonunun gereğini yerine getirme bilincidir. İşte bu askeri vesayete bağımlılık ve ideolojik tarafgirlikle, darbecilerin emriyle askeri garnizona birifing almaya koşabildiler ve darbecilerin hukuksuz, keyfi planlarını, darbe uygulamalarını utanmadan ayakta alkışlayabildiler. Brifingli yargı İstiklal mahkemelerinden itibaren hep askerci, darbeci oldu, hep darbecilerin hukuksuzluklarının aracı olarak kullanıldı. Adalet ve hukuku, devlete, resmi ideolojiye ve darbecilere, çetelere kurban etmekten çekinmediler.
Sadece Danıştay’ın son hukuk cinayeti çerçevesinde verilecek bazı örnekler bile yargının bu tarafgir ve ideolojik konumunu ispat etmeye yetecektir.
Diyarbakır Barosu, "Radyo ve Televizyon Yayınlarının Dili Hakkında Yönetmelik"in dördüncü maddesi ile beşinci maddesinin, iki, üç ve altıncı fıkralarının iptali istemiyle dava açıyor ve Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu, baronun "Meşru, kişisel ve güncel bir menfaatinin etkilenmediği, dolayısıyla işlemle menfaat ilişkisi bulunmadığı anlaşıldığından dava açma ehliyeti bulunmadığı" yönünde karar veriyor. Aynı Danıştay, meslek liselilere üniversite kapılarını açan ve katsayı farkını kaldıran YÖK'ün kararına itiraz eden İstanbul Barosu'nun başvurusunu ise, “dava konusu uygulamanın hukuk düzeni üzerindeki etki ve sonuçları bakımından baroların anılan yasada belirlenen görevleri kapsamında menfaat ihlalinin varlığını” iddia ederek kabul etti. Yani Danıştay aynı konuda, Baro sisteme ve resmi ideolojiye muhalifse farklı, Baro darbeci resmi ideolojinin yandaşıysa farklı bir kararı kolayca verebilmekte, büyük bir keyfilikle açık ideolojik tutumlar sergileyebilmektedir.
Yükseköğretim Kanunu’nun 45. maddesi 1983’deki hali ile yürürlükte bulunmasına rağmen üniversiteye girişteki sistem, 1983’ten 1999’a kadar eşit puan şeklinde yürürlükte kalmış ve YÖK darbecilerin emriyle 1999’da, katsayıdaki eşitliği kaldırmıştır. Bu adaletsizliğe itirazla açılan davalar üzerine Danıştay, bundan 5 ay önce verdiği kararda, kanun değişmeden katsayının meslek liseleri ve eşitlik aleyhine değiştirilmesine yönelik YÖK kararının “hukuka uygun” olduğunu söylemiştir. Danıştay 4 yıl önce de benzeri bir karar almış ve yine “Katsayının kaldırılması konusunda YÖK yetkilidir” demişti. Yani Danıştay, daha önce bir çok kararında ısrarla, katsayı düzenlemesi ve yeni bir sistem getirme yetkisinin açıkça YÖK’te olduğuna dikkat çekerek, “yeni bir katsayı belirleme ve hatta sınav sistemini değiştirme yetkisi, sadece YÖK’e aittir” demiş bulunuyor. Halbuki kanun değişmediğine ve 1999’a kadarki “eşit puan” uygulaması kanuna aykırı bulunmadığına göre, yeni YÖK kararıyla katsayı uygulaması getirilmesinin kanuna uygun bulunmaması gerekirdi. Şimdi YÖK, 1983’teki aynı kanuna dayanarak, 1999’a kadar fiilen uygulanan sisteme tekrar döndü ve katsayı uygulamasıyla getirilen eşitsizliğe son verdi. Danıştay ise, İstanbul Barosunun bu eşitlikçi karar aleyhinde açtığı hukuka aykırı ideolojik dava üzerine, yine daha önceki kararlarına zıt keyfi ve ideolojik bir karar vermiştir. Danıştay, ideolojik yandaşı olan önceki YÖK’ü “katsayı konusunda tam yetkili” kabul ederken, daha objektif ve eşitlikçi davranan yeni YÖK’ü bu konuda yetkisiz ilan edip, katsayı eşitliği sağlayan yeni YÖK kararının yürütmesini durdurma kararını verebilmiştir. Danıştay’ın birbiriyle çelişkili, hukukla asla bağdaşmayan her iki kararının da arka planında, Genelkurmay’ın yönlendirmesinin ve yargıçların ideolojik eğilimlerinin belirleyici rol oynadığı tartışmaya mahal vermeyecek kadar açıktır.
Oligarşinin Merkezinde yer Alan Asker ve Yargı Bürokratlarının İslam’la Savaşı
İşte bu derece çelişik ve aynı konuda birbirine bu kadar zıt kararların aynı Danıştay tarafından kolayca veriliyor olmasının temel sebebi, Danıştay’ın sadece hukuku esas alan, bağımsız ve tarafsız bir yargı kurumu olamamasıdır. Danıştay ve diğer üst yargı kurumları, ideolojik ve siyasi bir kadrolaşmanın kuşatmasıyla hukuk kurumları olmaktan çıkarılarak resmi ideolojinin ve askeri vesayet rejiminin keyfi, hukuksuz, yargısız infaz kurumları ve “irtica” kamuflajı altında İslam’a karşı tetikçileri haline getirilmişlerdir.
28 Şubat darbe sürecinde, İHL’nin önünü kesmek amacıyla ideolojik YÖK tarafından getirilen katsayı eşitsizliğinin arkasında 28 Şubat darbesini yapan Genelkurmay’ın yer aldığı, 2. Başkan Org. Çevik Bir’in bu konuda tedbir alınması amacıyla YÖK’e yazılmış talimatının olduğu ortaya çıkmış bulunuyor. Aynı dönemde yargı da brifinglerle aynı istikamette yönlendirildiği için, bu adaletsiz ve hukuka da, yasaya da aykırı olan ideolojik YÖK kararının iptali için dava açanlar, Danıştay’ın “bu konuda YÖK yetkilidir, yapacak bir şey yoktur” içerikli ideolojik kararlarının yol açtığı hüsranla karşılaştılar. Daha objektif ve hukuka uygun davranma çabası içindeki yeni YÖK’ün bu büyük eşitsizliğe son verip de yeniden ilk 18 yıllık uygulamaya geri dönme kararı vermesi üzerine Genelkurmay’ın yine devreye girdiğini görüyoruz. 2. İstihbarat Analiz ve Değerlendirme Daire Başkanlığı, YÖK'ün katsayı düzenlemesinin ardından konuya ilişkin rapor hazırlamış bulunuyor. Kendisini hiç ilgilendirmeyen eğitimle ilgili bir konuda Genelkurmay sürekli mesai yapıyor ve Genelkurmay raporuyla darbe yandaşı İstanbul Barosunun açtığı davanın takibe alınıp yönlendirilmesi kararı alınıyor. Türkiye’de tevhidi tedrisat Yasası gereğince Askeri lisenin MEB’na, Harp Okullarının da YÖK’e bağlanması zarureti bulunduğu halde, müşriklerin acıkınca helvadan yaptıkları putları yemeleri gibi, kendi yasalarını bile kolayca çiğneyen ve silah bende istediğimi yaparım anlayışı sebebiyle MEB ve YÖK bu okullara karışamamakta, tam tersine yasal hiçbir yetkisi olmadığı halde Genelkurmay bütün sivil eğitime ideolojik çeki düzen vermeyi yıllardır sürdürmektedir.
Böylece cunta kaynayan Genelkurmay ile darbe yandaşı Baronun ortak çabasıyla, brifingli ideolojik yargıdan, hukuku katleden, adaleti ideolojik çıkarlara kurban eden siyasi ve keyfi bir karar daha çıkıyor. Üstelik Genelkurmay’ın bu çabalarının ürünü olan İstihbarat Dairesi'nin belgesinde,Eğitim sisteminin gereği olarak sunulan farklı katsayı uygulamasının, "İmam Hatip Liselilerin önündeki katsayı engeli" olduğu açıkça itiraf ediliyor. Belgede ayrıca muhafazakârların kamusal alandaki varlığından duyulan rahatsızlık da çarpıcı bir başka itiraf olarak yer alıyor. Yani yıllar geçiyor, Genelkurmay Başkanları değişiyor, ama “irtica” yaftası altında İslam’a karşı mücadele değişmiyor, Müslümanlara adaletsizlik ve eşitsizlik dayatma konusundaki ısrar devam ediyor. Genelkurmay yargıyı bu amaçla yönlendirmeyi ısrarla sürdürüyor.
TSK Cunta Kaynıyor, Tanklar Kayboluyor, Yolsuzluk İddiaları Had Safhada, Darbeciler, Çeteler TSK Tarafından korunuyor, YAŞ “İrtica”yla Savaşıyor
Son yıllarda belgesel iddialar ardı ardına medyaya yansıdığı üzere TSK ve Genelkurmay karargâhı cuntacı, darbeci ve çete müntesipleri ile kaynıyor. TSK’nın topluma yansıyan görüntüsüne göre, orduyu adeta darbeci ve çeteler ele geçirmiş gibi görünüyor. Ülkenin her yanından, kara, deniz, nehir ve göllerden TSK’ya ait silahlar fışkırıyor. Önce en tepeden yalanlanıyor, sonra en tepedekini yalanlayan belge ve bilgiler ortaya çıkıyor. Bu silahların değişik halk kesimlerine karşı kullanılacağına, halkı birbirine düşürmek ve ülkede kaos çıkarmak amaçlı katliamlar, provokasyonlar gerçekleştirmek üzere kullanılacağına / kullanıldığına dair belgeler ve bilgiler ortaya çıkıp iddianamelerde yer alıyor. Halkın İslami kimliğini, değerlerini düşman ilan eden ordu mensuplarınca teşkil edilen illegal örgütlenmelerle, halka karşı psikolojik harp ve topyekun savaş planları uygulamaya konuluyor.
İddialara göre, Kafes planı gibi en canice provokasyonlarla, yüzlerce çocuğun bir müzede toplanması ve topluca katledilmesi hedefleniyor ve bu vahşetin planlayıcıları arasında en üst seviyede general, amiral ve subaylar yer alabiliyor. Ülkedeki azınlık dinlerin müntesiplerine karşı alçakça suikastlar yapılarak Müslüman halkın üzerine atılması planlanıyor ve dış ülkeler nezdinde Türkiye hükümetinin zor durumda ve desteksiz bırakılması hedefleniyor. Ve tüm bu zalimce, gerçek anlamıyla haince planları ve kimi uygulamaları yapanlar, yıllardır halka karşı aynı bölme, çatıştırma, sonuçta kendi güç ve hegemonyalarını pekiştirme amaçlı kanlı provokasyonların altına imza atanlar, faili meşhur cinayetlerle, yargısız infazlarla on binlerce masum insanı katleden, asit kuyularına atan caniler hep aynı kurum içinden çıkıyor, aynı kurumca korunuyor ve susurluk ve Şemdinli’de olduğu gibi hep aynı yandaş ideolojik yargı tarafından serbest bırakılıyorlar. Basında yer alan bilgilere göre askeri yargı ise, ortaya çıkma ihtimali olan belgeleri yok etmekle ya da belgeleri sızdıranları takip etmekle meşgul bulunuyor. YAŞ ise, bunca belge ile suçları açıkça ortalığa dökülmüş, yargılanmakta olan, hatta tutuklanmış bulunan darbeci ve çeteci subayları bile ısrarla görevde tutmaya devam ederken, hâlâ “irtica” yaftası altında namaz kılan subayları ordudan atmayı sürdürüyor.
Darbecilerin, cuntaların, çetelerin cirit attığı aynı kurum içinde, yolsuzluk iddiaları da ayyuka çıkmış bulunuyor. İdeolojik hukuksuzluk ve keyfilik, denetimsiz silahlı güç olmanın getirdiği azgınlık, müstağnilik, kaçınılmaz olarak her türlü yozlaşma, çürüme ve yolsuzluğu da birlikte üretiyor. Ve bu kurumu darbeciliği, çeteciliği ve de yolsuzlukları sebebiyle ne hükümet, ne TBMM denetleyebiliyor. Yargı ise, yandaş olmayı tercih ederek zaten kendisi de büyük oranda bu pisliklere yeterince batmış ve kokmuş bulunuyor. 28 Şubat darbesi için İsrail tarafından desteklenen generaller, bu ülkenin fakir halkının yaklaşık 700 milyon dolarını batmakta olan İsrail şirketine peşkeş çekerek, modernize etsin diye 160 adet tank ve bazı helikopterleri İsrail’e gönderiyorlar. Ödemeler yapılıyor, ancak modernize edilip geri verilmesi gereken tanklardan ve helikopterlerden 2003’ten beri haber yok. Halbuki o yıllarda yeni tankın fiyatı 3 milyon dolar civarında olduğu halde, eski tankların tamiri için terörist İsrail’e, sanki kardeşlerimizi daha fazla katletsinler diye, tank başına 5 milyon dolara yakın bir ödeme yapılıyor. Bunların ötesinde, denetimsizlik sebebiyle ortaya çıkarılamamış daha çok sayıda ve çok büyük boyutlarda yolsuzlukların olduğu iddia ediliyor.
TSK’nın denetlenmesi bir yana, her yıl bütçeleri sorgusuz sualsiz alkışlarla kabul edilip, bir de TSK’ya şükran mesajı da gönderiliyor. Nede olsa ülkenin efendileri onlar, siyasiler ise, kendilerine biçilen, parya olan halkın seçtiği, asker ve yargı bürokratlarının elindeki tokmakla çaldıkları davulun hamallığını yapmakla ve onların yetkisiz icraatlarının faturalarını ödemekle yükümlü esirler konumunu içselleştirmiş bulunuyorlar. Daha yeni yeni siyasi iradenin kanlanıp canlanma emareleri gösterdiği ve asker bürokratların da hiç değilse görünürde hesap verir bir konuma doğru getirilmeye çalışıldığını gözlemliyoruz. Ama daha çok başlarda, daha çok yetersiz ve henüz sadece bir görüntü olmaktan öte geçebilmiş değil maalesef.
Can, Mal ve Din Güvenliğimizi TSK’dan, Hukukumuzu ve Temel Haklarımızı Yargı’dan Nasıl Koruyacağız?
Bütün bu belge ve bilgiler, bizzat şahit ve muhatap olduğumuz olaylar göstermektedir ki, bu ülkenin her yönden kuşatılmış, hak ve özgürlükleri yok edilerek köleleştirilmiş halkları olarak, İslami ve etnik kimliklerimizi, İslam şeriatını tehdit ve düşman ilan edip savaşan, işbirlikçiliğini yaptığı emperyalist devletlerin kültürünü dayatan bu oligarşik diktatörlüğün baskı, yasak, işkence, katliam, yargısız infaz, faili meşhur cinayet ve her türlü psikolojik harp ve provokasyonlarına muhatap kılınmış bulunmaktayız. Gerçekten Montesque’nün “az gelişmiş ülkeler kendi ordularının işgali altındadırlar” sözünü doğrularcasına, kendi halkına karşı psikolojik harpten ve silahlı savaşa kadar “topyekun savaş” halinde olan kadroları her şeye rağmen içinde barındırmakta, korumakta ısrarlı, uluslar arası emperyalist sermayeye de eklemlenmiş ve küresel kapitalizm içinde OYAK’la rol almış bir orduyla ve her şeye rağmen bu ordunun ve Kemalizm dininin bağımlısı, tarafgiri olan, bu uğurda hukuku ve adaleti katletmekten çekinmeyen ideolojik bir yargı ile karşı karşıyayız.
Öylesine güvenlikten yoksun, öylesine bir diktatörlükçe kuşatılmış durumdayız ki, halk olarak temel haklarımız ve güvenliğimizle ilgili gündemimizin ilk maddelerini şu sorular teşkil etmektedir:
1 – Canımızı, malımızı ve dinimizi (İslami kimlik ve haklarımızı), topyekun güvenliğimizi bu ideolojik ordunun hışmından, keyfiliklerinden, darbeci ve çetelerinin saldırı ve provokasyonlarından nasıl koruyacağız?
2 – Hukukumuzu, İslami kimliğimizi, eğitim ve din özgürlüğümüz başta olmak üzere temel haklarımızı, ideolojik tarafgirlik ve askeri bağımlılıkla malul resmi ideoloji mutaassıbı yargıdan nasıl koruyacağız?
3 – Bizden zorla alınan vergilerimizi, hepimize ait olan kamu mallarını, hazine kaynaklarını, hortumcu, soyguncu oligarşiden nasıl koruyacağız?
Oligarşik Diktatörlük, Başından Beri İslami kimliğimizle, Allah’ın Şeriatıyla, Başörtümüzle Savaşıyor
İslami eğitim hakkımız yok, yaygın eğitim ve ibadet mekânı camilerimiz resmi ideolojinin işgali altında, bizim vergilerimizle yapılan devlet okullarına İslami kimliğimizle başörtümüz ile girmemiz yasak, İHL’leri devletin laik eğitim kurumları olduğu halde, bir miktar dini bilgi veriliyor ve çocuklarımız kısmen Kur’an’la buluşuyor diye yıllardır baskı ve yasaklara muhatap kılınıyor, engellerle kuşatılıyorlar. Sırf yüzde 2,5 oranındaki İHL’nin önünü kesmek amacıyla, yüzde 7,5 oranındaki diğer meslek liseleri de bu düşmanlıktan etkileniyor ve aynı adaletsizliğin kurbanı oluyor. İdeolojik diktatörler, keyfi ve ideolojik karar ve uygulamaları dayatarak yüz binlerce gencin istikbaliyle, hayatıyla oynuyorlar.
TSK, yargı ve eğitim basta olmak üzere, tüm devlet; insan hakları ve hukuk temelinde yeniden yapılandırılmadan sistem içi görece özgürlük de sağlanamaz. Mevcut asker ve sivil bürokratların, darbeci, çeteci ve bağnaz ideolojik olanları tasfiye, geri kalanlar da insan hakları ve hukuk eksenli rehabilitasyon programlarıyla terbiye edilmedikçe, sistem içi görece özgürleşmenin önünde en büyük engeli bu bürokratların oligarşik hâkimiyeti oluşturacaktır. Büyük halk desteği ile adalet ve özgürlük vaat ederek hükümet olanlar ise, maalesef koca 7 yılı boşa harcamışlardır. Bu temel konuda yeniden yapılanmayı ihmal ettikleri için, özgürlükler alanında hep adım atıp geri çekmişlerdir. Böylece, olumlu bir adım atarak halkı, geri adım atarak da oligarşiyi memnun edip vaziyeti idare etmişlerdir. Yargıyı ve TSK’yı, hiç değilse AB hukuku ve insan hakları eksenli yeniden yapılanmayla, hiç değilse fıtri erdemler ve vicdani adalet çizgisinde hizaya sokmayı sürekli erteleyenler, askeri darbe teşebbüslerine, muhtıralara muhatap olmakta ve yargı darbelerine boyun eğmek zorunda kalmaktadırlar. Eğitime görece özgürlük getiren ve 411 evet oyuyla geçen anayasa değişikliği dahi yürürlüğe konamamakta, Anayasa Mahkemesinin hukuk cinayetiyle TBMM’den yetki gaspı bile sineye çekilmekte, YÖK kararı da aynı sebeple korunamamaktadır.
Adalet ve özgürlük vaat ederek hükümet olanlar işte bu erteleyici tutumları ve halkın iradesini temsildeki zafiyetleri sebebiyle, bir türlü iktidar olamamakta, sonuçta istemeseler de darbe süreçlerinde ikame edilen her alandaki zulümlerin sürmesine sebep olmaktadırlar. Hatta partilerinin sürekli kapatma tehdidi altında kalmasını engelleyecek hukuki değişiklikleri yapmaktan bile aciz kalmaktadırlar. Halk da TSK ve yargıdaki, kendisine ve İslami kimliğine, İslam şeriatına, İslami hayat tarzına karşı düşmanca mücadele eden, Müslümanca yaşama hakkını gasp eden bu asker ve sivil bürokratların maaşlarını ve kendisine yönelttikleri silahları, kurumları vergileriyle finanse ettiğinin bilinciyle hesap sormak makamında olduğunu hatırlamalı ve itiraz etmek üzere meydanları doldurmalıdır. Halkımız, bütün bu zulümleri yapan, İslami kimliğine düşmanlık eden asker ve yargı bürokratlarına vergilerini haram ettiğini meydanlarda haykırarak işe başlamalıdır. Evet, sayıları yüz binlerle ifade edilen meslek liseliler ve milyonları bulan aileleri neredeler? Bu kadar büyük haksızlığa, bu kadar açık düşmanlığa, keyfiliğe rağmen susanlar, hak ve özgürlüklerini asla elde edemezler.
Bu sebeple, sistem içi görece adalet ve özgürleşmeye yönelik değişimi temsil ettiğini iddia eden siyasiler, bir an önce TSK, Yargı ve askeri sivil eğitimden başlayarak devleti insan hakları ve hukuk eksenli köklü bir yeniden yapılanmaya götürmeyi başarmalıdırlar. Aksi takdirde ciddi hiçbir özgürleşmeyi ve nispi bir adaleti bile tesis edemeyeceklerini bilmelidirler. Ayrıca TSK ve yargı içindeki darbeciliğe, cuntacılığa, çeteciliğe ve yoksuzluklara bulaşmış bütün kadrolar temizlenmelidir. Bu sebeple ordunun ve yargının üst kademelerinde kadro kalmayabileceği endişesi doğarsa, alt kademelerdeki hukuka ve insan haklarına saygılı kadrolar bir seferliğine terfi atlatılarak boşluk doldurulmalıdır.
TSK ve yargı içindeki kadrolardan, ideolojik keyfiliklere, hukuksuzluklara, darbe ve çete faaliyetlerine, yolsuzluklara bulaşmamış olanlar da, bu temizlik için sorumlu davranıp, bildiklerini ifşa ederek ve kurumlarını da lekeleyen meslektaşlarına itiraz edip düzletmeye çalışmalı, suçluların ortaya çıkarılıp yargılanmasını, tasfiye edilmesini sağlayacak ve bu amaçla yeniden yapılandırmayı yürütecek olanlara yardımcı olmalıdırlar. Aksi takdirde kendilerinin de aynı pisliğin, zulmün sorumlusu olmaktan kurtulamayacaklarını bilmelidirler. Bütün bu zulümlerin muhatabı olan halklar da muhalefet bilinci kazanıp, vergi verdiklerini hesaba çekmek, sorgulamak ve haddini bildirmek kabiliyetini kazanmalıdırlar. Mazlum halklardan milyonlarca insan meydanları doldurup vergilerini harcayan bürokrat ve siyasilerden hesap sormalı, itiraz edip ıslah etmeyi becermelidirler.
NOT; Rabbim izin verirse, bir sonraki yazımda “Hangisi Daha Fazla İslam Düşmanı ve Daha Şedit Zalimdir; Türkiye Oligarşisi mi, yoksa İsviçre mi?” başlığı altında konuyu sürdürmek istiyorum.