Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

MUDESSİR SURESİ (31-56)- Fizilalil-Kur'an

H Çevrimdışı

hutbetussahra

Hayat, İman ve Cihad...
İslam-TR Üyesi
MÜDESSİR SURESİ (31-56)- Fizilalil-Kur'an

31- Biz cehennem görevlilerini meleklerden seçtik, sayılarını da kafirler için sınav konusu yaptık ki kitap verilenler
bunun hak olduğunu anlasınlar, mü'minlerinde imanı pekişsin. Mü'minler Şüphe etmesin. Kalplerinde hastalık olanlar
ve kafirler:''Allah bununla ne demek istedi desinler.İşte böyle,Allah dilediğini saptırır,dilediğinide hidayete
eriştirir. Rabbinin ordularının sayısını ancak kendisi bilir.Bu insan için bir öğüttür.

Böylece kendilerine kutsal kitap verilenlerin buna inanmalarını ve müminlerin imanlarının pekişmesini istedik,
kendilerine kutsal kitap verilenler ile müminlerin kuşkudan arınmalarını diledik. Bu arada kalplerinde hastalık olanlar
ile kafirlerin `Allah bu örneği ne amaçla veriyor?" demelerine zemin hazırladık. İşte Allah böylece dilediklerini
saptırır ve dilediklerini doğru yola erdirir. Rabbinin ordularını sadece kendisi bilir. Bu insanlara yönelik bir
hatırlatma, bir öğüttür.
Ayet, müşrikler tarafından tartışma ve demogoji konusu yapılan sözkonusu on dokuz cehennem görevlisinin
kökenini anlatarak söze giriyor. Okuyalım:
"Biz cehennem görevlilerini meleklerden seçtik."
Demek ki, bu cehennem görevlileri o yapısal özelliklerini ve güçlerini sadece yüce Allah'ın bildiği yaratıklardandırlar.
Yüce Allah başka bir ayette onları bize tanıtırken "Onlar Allah'ın verdiği emirlere karşı gelmezler, aldıkları emirleri
aynen yerine getirirler" buyuruyor." (Tahrim 6) Başka bir deyimle onların Allah'ın emirlerine itaatkâr olduklarını ve
aldıkları emirleri yerine getirecek güçte olduklarını belirtiyor. Buna göre onlar kendilerine verilen görevleri yerine
getirmelerine imkan verecek güçle donatılmışlardır. O halde madem ki, "Sakar"ın güvenlik görevlileri olarak
atandılar, daha önce yüce Allah tarafından bu görevin gerektirdiği güçle donatılmışlar demektir. Hiç kuşkusuz bu
görevin gerektirdiği gücün ne olduğunu yüce Allah biliyor. Bu durumda şu zavallı insancıkların onları kaba güçle
safdışı bırakmaları, görev yapamaz duruma getirmeleri sözkonusu bile değildir. O insancıkları bu melekleri
tepeleyecekleri yolundaki sözleri, sadece yüce Allah'ın yaratıcılığına ve planlayıcılığına ilişkin koyu cahilliklerini
gösterir. Devam ediyoruz:
"Onların sayılarını kafirler için sınav konusu yaptık."
Bu sayısal bilgi onların kalplerinde tartışma arzusu uyandırır. Onlar nerede teslim olacaklarını, nerede
tartışacaklarını ayırt edemezler. Bu konu, tamamın Allah'ın tekelinde olan bir gayp konusudur. İnsanoğlunun bu
konuda az ya da çok hiçbir bilgisi yoktur. Yüce Allah'ın bu konuda verdiği bilgi bu alandaki gerçeğin tek kaynağıdır.
insanın bu konudaki tutumu şu olmalıdır: Allah'ın verdiği bilgiyi almalı, bu konuda verilen bilginin verildiği kadarı ile
en hayırlı sonuç olduğuna güvenmelidir, bu konuda tartışmanın yersizliğini kavramalıdır. Çünkü insan ancak daha
önceki bilgisi ile çelişen, bağdaşmayan yeni bir bilgiyi tartışma konusu yapabilir. Bu sayının neden on dokuz olduğu
-ki bu on dokuzun anlamı ne olursa olsun- konusu ise varlık aleminde şu gördüğümüz ahengi kuran ve her şeyi
belirli bir plana göre yaratan yüce Allah'ın bildiği bir konudur. Bu sayı, benzeri sayılar gibidir. Tartışma hastası olan
kimse karşısına çıkan diğer sayıları da tartışma konusu yapabilir, aynı itirazcı eğilime kapılarak öbür anlaşılmaz
konulara da itiraz edebilir. Meselâ niçin gökler yedidir? Niçin kaplumbağalar binlerce yıl yaşayabiliyorlar? Niçin insan
yavrusu ana karnında dokuz ay kalıyor? Niçin insan kuru balçıktan ve cinler dumansız alevden yaratıldı? Niçin, niçin,
niçin? Bu soruların tek cevabı vardır: Çünkü yaratma eyleminin tek yetkilisi olan yüce Allah diler ve dilediğini yapar.
Bu tür tartışmalarda söylenecek son ve kestirme söz budur. Devam ediyoruz:
"Böylece kendilerine kutsal kitap verilenlerin buna inanmalarını ve müminlerin imanlarının pekişmesini istedik,
kendilerine kitap verilenler ile müminlerin kuşkudan arınmalarını diledik."
"Sakar" bekçilerinin sayısına ilişkin bu bilgi bu gruplardan birinin ön bilgisini kesinleştirecek, öbürünün de imanını
pekiştirecektir. Çünkü kendilerine daha önce kutsal kitap verilmiş olanların bu konuda mutlaka bir önbilgileri vardı.
Şimdi bu bilgiyi Kur'an'dan işittiklerinde bu kutsal kitabın eski ön bilgilerini doğruladığını görürler. Müminlere gelince
Rabblerinin her sözü onların imanlarını pekiştirir. Çünkü onların kalpleri açık ve Allah'a bağlıdır. Bu yüzden bütün
gerçekleri dolaysız biçimde algılamaya elverişlidirler. Yüce Allah katından bu kalplere gelen her gerçek onların
Allah'a yakınlığını arttırır. Onların kalpleri yüce Allah'ın bu sayının ardındaki hikmetin ve yaratma eylemine ilişkin
duyarlı planın bilencine varmakta gecikmez. Böylece bu kalplerin imanı daha da artar. Bu gerçek hem kendilerine
kitap verilenlerin ve hem de müminlerin kalplerine yer eder de artık onlar Allah katından gelen hiçbir bilgiyi kuşku
ile karşılamazlar. Devam ediyoruz:
"Bu arada kalplerinde hastalık olanlar ile kafirlerin `Allah bu örneği ne amaçlı veriyor?' demelerine zemin
hazırladık."
Böylece aynı gerçek birbirinden farklı kalplerde iki değişik etki meydana getiriyor. Kendilerine daha önce kutsal
kitap verilenler ön bilgilerini kesinleştirir ve müminler imanlarını pekiştirirken kafirler ile hasta kalplı münafıklar
şaşkınlığa düşerek "Allah bu örneği ne amaçla veriyor?" diye soruyorlar. Bu ikinci kategoridekiler ne bu yabancısı
oldukları konunun hikmetini kavrıyorlar, ne yüce Allah'ın her yaratma eyleminin gerisinde mutlaka bir hikmet
olduğunu peşin olarak kabul ediyorlar, ne bu bilginin doğru olduğuna güveniyorlar ve ne de bu gayp sırrının
açıklanmasında, gayp aleminden alınarak bilinenler dünyasına aktarılmasında hayır olduğuna inanıyorlar. Devam
ediyoruz:
"İşte Allah böylece dilediklerini saptırır ve dilediklerini doğru yola erdirir."
Bu şekilde, yani gerçekleri gündeme getirerek, ayetleri sunarak. Farklı kalpler bu gerçekleri ve ayetleri farklı
biçimde algılıyor. Allah'ın dileği uyarınca bir grup bu gerçekler aracılığı ile doğru yola ererken başka bir grup
saptırıyor. Herşey sonunda yüce Allah'ın özgür ve kayıtsız iradesine varıp dayanıyor. Şu insanoğulları hem doğru
yola hem de sapıklığa açık iki yönlü bir yetenekle yaratılmışlar, sınırsız "güç"ün elinden çıkmışlardır. Doğru yolda
yürüyen de sapıtan da onları bu iki yönlü yetenekle donatarak yaratmış olan yüce Allah'ın dileğinin sınırları içinde
hareket ediyor. Yüce Allah özgür dileğinin sınırları içinde ve gizli hikmeti uyarınca onlara şu ya da bu yönde hareket
etme olanağı tanımıştır.
Yüce Allah'ın dileğinin özgür olduğuna ve varlık aleminde meydana gelen her gelişmenin sonunda varıp bu dileğe
dayandığına ilişkin düşünce geniş ufuklu, eksiksiz bir düşüncedir. Bu düşünce akılları, determinizim (gerekircilik) ve
özgür irade konusundaki dar kafalı tartışmalardan uzak tutar. Bu tartışma hiçbir sağlıklı ve tutarlı sonuca varamaz.
Çünkü ele aldığı konuya dar bir açıdan bakmakta, yüce Allah'ın sınırsız yetki alanına giren bir problemi, sınırlı insan
aklının, insan deneyimlerinin ve insan düşüncelerinin dar kalıplarına sıkıştırarak çözmeye kalkışmaktadır.
Yüce Allah bize doğru yolu ve sapıklığı gösterdi. Tarafımızdan izlendiğinde bizi doğru yola, başarıya ve mutluluğa
erdirecek olan yöntemi belirlediği gibi hangi yöntemlere saptığımız takdirde yoldan çıkacağımızı, mutsuz ve başarısız
olacağımızı da açıkladı. Bunun ötesinde başka bir bilmekle bizi yükümlü tutmadı, bunun ötesinde bir şey bilme
gücünü bize vermedi. Ayrıca bize "Benim iradem sınırsız ve dileğim geçerlidir" dedi. Öyleyse bize düşen şudur:
Gücümüz oranında bu sınırsız iradenin ve bu geçerli dileğin ne olduğunu düşünmeli, doğruya erdirici yöntemi
tutmalı, saptırıcı yöntemlerden uzak durmalı ve bize özünü kavrama yeteneği verilmemiş olan gizli gayb sırları
etrafında kısır tartışmalara dalmamayız. İşte kelam bilginlerinin "kader" konusunda harcadıkları çabalara
baktığımızda, bu tartışmaların alanı dışına kaydırılmış, yararsız, anlamsız ve boşa gitmiş çabalar olduğunu görürüz.
Bizler, bizim için bir gayb sırrı olan Allah'ın dileğini bilemeyiz. Fakat neleri yaparsak bize bağışından pay vereceğini,
vaadettiği keremini hakketmek için bizden ne istediğini biliyoruz. Öyleyse gücümüzü yükümlülüklerimizi yerine
getirme yolunda harcamalı, dileğinin bize ilişkin sırlarını O'na bırakmalıyız. Nasıl olsa O'nun dileği gerçekleşecektir.
Biz bu dileğin ne olduğunu gerçekleşince öğrenebileceğiz, onu daha önce bilemeyiz. Bu dileğin arkasında O'nun bir
hikmeti olacaktır ki, onu da herşeyi sınırsız bilgisi ile kuşatan yüce Allah'tan başka hiç kimse bilemez. İşte müminin
düşünme yolu ve akıl yürütme yöntemi budur. Devam ediyoruz:
"Rabbinin ordularını sadece kendisi bilir."
Bu orduların mahiyeti, görevleri ve güçleri birer gayb sırrıdır. Yüce Allah bu konularda dilediği oranda açıklama
yapar. O'nun açıklamaları bu konuda söylenebilecek son sözdür. Bu kesin sözden sonra hiç kimse tartışma açmaya,
demogojiye girişmeye, yüce Allah'ın açıklamadığı sırları bilmeye kalkışmaya yetkili değildir. Bu sırları öğrenmenin
yolu da yoktur. Devam ediyoruz:
"Bu insanlara yönelik bir hatırlatmadır."
Bu "hatırlatma" ya Rabbinin orduları ya "sakar" cehennemi ya da bu cehennemin güvenlik görevlileridir ki, bu
görevliler de aslında Allah'ın ordusunun bir kesimini oluştururlar. Bunlara uyarma ve dikkat çekme amacı ile
değiniliyor, yoksa tartışma ve demogoji konusu yapılsınlar diye değil. Bu tür hatırlatmalardan mümin kalpler ders
alır, sapık kalpler ise bunları tartışma ve demogoji konusu yaparlar.
Gayb aleminin sırlarından biri olan bu gerçeğin açıklanmasından, doğru yola erdirici ve sapıklığa sürükleyici
yöntemlerin tanıtılmasından sonra ahiret, "sakar" cehennemi "Allah'ın orduları" gerçekleri ile şu alemde görülen,
fakat insanların umursamaz bakışlarla yanlarında geçip gittikleri evrensel olgular arasında bağ kuruluyor. Bu olgular
yaratıcı gücün bir planı, bir ön projesi olduğunu haykırır; bunun yanısıra aynı olgular, bize bu planın ve ön projenin
arkasında bir amacın, bir hedefin, bir hesaplaşmanın, bir ödül ve ceza dağıtma işleminin olduğu mesajını verir.
Okuyalım:

32- Hayır, hayır! Andolsun aya,
33- Gerileyen gece karanlığına,
34- Söken şafağa.
35- Sakar (cehennem) büyük gerçeklerden biridir.
36- İnsanlar için uyarıcıdır.

Ay, gerileyip dağılan gece ve söken şafak görüntüleri özleri itibarı ile duygulandırıcı sahnelerdir. insan kalbine çok
şeyler söylerler, onun derinliklerine birçok sırlar fısıldarlar, kuytu köşelerindeki birçok duyguları harekete geçirirler.
Bu ayetler bu kısa işaretle beslendikleri kalplerdeki bu duygu ve sır yuvalarını okşamakta, kalplerin giriş-çıkış
kanallarını iyi bilmenin ustalığı ile bu yuvaları sıvazlamaktadırlar.
Ayın doğuşunu, yayılışını ve batışını seyredip onun fısıldadığı varlık sırların hiç pay almayan kalp, az bulunur. Birkaç
dakika ay ışığında duran bir kalp, ışık banyosundan geçmiş gibi yıkanıp arınıverir.
Yine bir kalp düşünelim ki, gecenin çekiliş görüntüsünü seyretmiştir. Doğan günün ışıkları önünde sessizce gerileyen
karanlığı, varlıkların gözlerini açıp uykudan uyanmalarını izlemiştir
Bu sahneden etkilenmeyecek, derinliklerinde uçarı heyecanlar depreşmeyecek kalp az bulunur.
Yine şafağın sökmesini, tanyerinin ağarmasını seyreden bir kalp düşünelim. böyle bir kalpde ışıma, açılma, bilinç
düzeyinde hal değiştirme titreşimlerinin meydana gelmemesi pek düşünülemez.
Bu titreşimler, gözlere çarpan gün ışınlarının yanısıra kalplere, gönüllere dolan ışınları algılamaya son derece elverişli
bir duyarlık kazandırır.
Kalplerin yaratıcısı olan yüce Allah bu sahnelerin, çarpıcı nitelikleri ile kimi olaylarda kalplerde acayip etkiler
meydana getirdiklerini, onlara yeniden yaratılmışlar gibi keskin bir duyarlılık kazandırdıklarını herkesten iyi bilir.
Ayda, dağılan gece karanlığında ve söken şafakta beliren bu uyanışlar, ışımalar ve yer değiştirme süreçlerinin arka
planında müthiş gerçekler saklıdır. Bu ;gerçekler yaratıcı gücün, hikmetli planın ve evrensel uyumun varlığını
kanıtlar. İşte Kur'an mantıkları ve akılları bu gerçekler aracılığı ile hayalleri şaşkına çeviren bu eşsiz duyarlılığa
yöneltir.
Yüce Allah bu büyük evrensel gerçekler üzerine yemin ediyor. Bu yeminin amacı bu büyük gerçeklerin
önemlendiren, onların kanıtlayıcı değerlerinden bihaber yaşayan gafilleri uyarmak, önlerinde duran gerçeklerin farkına
vardırmaktır. Bu yeminin ikinci aşamadaki amacı da "sakar" cehenneminin, bu cehennem görevlilerinin, ahiretteki
diğer gelişmelerin, insanı arka plandaki tehlikeler konusunda uyaran müthiş gerçekler olduklarını vurgulamaktır.
Okuyoruz:
"Sakar (cehennem) büyük gerçeklerden biridir. İnsanlar için uyarıcıdır."
Gerek yeminin kendisi, gerek içeriği ve gerekse bu şekilde üzerine yemin edilen gerçekler, bütün bunlar insan
kalbine sert darbeler indiren ağır dokunuşlardır. Bu vuruşlar bir yandan kıyamet borusunun yüksek frekanslı
çınlayışları ve bu çınlamaların bilinçte meydana getirdiği dalgalanmalarla, öbür yandan surenin başındaki "Ey örtüye
bürünerek saklanan Muhammed!" çağrısının melodisi ile öte yandan da "Kalk da uyar" komutunun gürlemesi ile
ahenkli bir bütün oluşturmaktadırlar. Zaten surenin havasına çınlamalar, darbeler ve iç dalgalanmaların titreşimleri
egemendir.
Bu son derece önemli ve çarpıcı mesajların ışığı altında herkesin kendinden ve kendine karşı sorumlu olduğu
açıklanıyor, insanlar yollarını ve geleceklerini seçmek üzere serbest bırakılıyor; insanın öz tercihi ile yapacağı
işlerden sorguya çekileceği, davranışlarının ve suçlarının tutsağı olduğu bildiriliyor. Okuyoruz:

37- Aranızdaki ilerlemek isteyenler için de, geriye gitmeyi tercih edenler için de.
38- Herkes tutumunun ve davranışlarının tutsağıdır.

Her öz sorumluluğunu ve yükünü kendi omuzlarında taşır. Kendini nereye koymak isterse oraya koyar. Özünü ya
ilerletir, ya geriye götürür. Ya onurlandırır ya alçaltır. Herkes davranışlarının tutsağı, yaptığı işlerin bağımlısıdır. Yüce
Allah göre göre izleyeceği yolu tanıtmıştır. Duygulandırıcı evrensel tablolar ve herşeyi yutup yokeden "sakar"
cehennemi tabloları karşısında yapılan bu duyuru son derece etkili ve akılları başlara toplayıcıdır.
Yaptıkları işlerin tutsağı ve davranışlarının bağımlısı olan insan sahneleri önünde çalışma defteri sağ taraftan
verilecek olanların bağlardan çözük olacakları, kösteklerden arınmış bir özgürlüğün tadını yaşayacakları ilan ediliyor.
Onlar bu rahatlık içinde günahkârlara niçin bu kötü sonla yüzyüze geldiklerini sorma hakkına bile sahip olacaklardır.
Okuyoruz:

39- Yalnız defterleri sağ yanlarından verilenler hariç.
40- Onlar cennetlerde ağırlanırlar. Sorarlar.
41- Günahkârlara:
42- "Sakar'a (cehenneme) girmenizin sebebi nedir?" diye.
43- Cehennemlikler derler ki; "Biz namaz kılanlardan değildik.
44- Yoksulların karnını doyurmazdık.
45- Bizim gibi olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu konuşmalara dalardık.
46- Hesap verme gücünü inkar ederdik.
47- Sonunda bi de ölüm gelip çattı."

Çalışma defterleri sağ yanlarından verilenlerin her türlü bağımlılıktan, tutsaklıktan, bağdan ve köstekten uzak
olmaları onların iyiliklerini bereketlendirip kat kat arttıran yüce Allah'ın lütfunun sonucudur. Bu umutlu sonucun
burada açıklanması ve dikkatlere sunulması her türlü kalbi etkileyecek bir nitelik taşır. Bu açıklama ilk başta yüce
Allah'ın ayetlerini yalanlayan, şimdi ise kendilerini yüz kızartıcı bir pozisyonda gören ve uzun uzun itiraflarla içlerini
döken günahkarların kalplerini etkiler. Oysa dünyada önem vermedikleri, adam yerine koymadıkları müminler şimdi
üstün ve onurlu bir konumdadırlar ve üstün konumlarının rahatlığı içinde kendilerine "Sakar'a (cehenneme)
sürüklenmenizin sebebi nedir?" diye sorarlar.
Öte yandan bu açıklama dünya da günahkârlardan çok çeken müminlerin kalplerini de etkiler. Şimdi ise kendileri
onurlu bir konumda iken kendini beğenmiş düşmanları o onur kırıcı duruma düşmüşlerdir. Sahne o kadar canlıdır ki,
her iki gurubun kalbinde de şu anda varmış ve her iki taraf orada yerini almış izlenimini uyandırıyor. Sahnenin bu
çarpıcı canlılığı dünya hayatının defterini bütün dekoru ile birlikte dürmekte, bu hayatı noktalanmış ve geçip gitmiş
bir geçmişe dönüştürmektedir.
Günahkârların uzun ve ayrıntılı itirafları kendilerini "sakar" cehennemine sürükleyen çok sayıda günahı içeriyor.
Onlar müminler karşısında başları eğik ve aşağılanmış bir pozisyonda bu suçlarını kendi dilleri ile itiraf ediyorlar.
Okuyalım:
"Biz namaz kılanlardan değildik."
Burada "namaz kılmak" tümü ile "iman etme"yi anlatan dolaylı bir ifadedir. Bu ifade biçimi, bu inanç sisteminde
namazın taşıdığı önemi vurgulamakta, onu imanın göstergesi ve sembolü olarak tanıtmaktadır. Buna göre namazı
inkar etmek kafirliğin delili olmakta, sahibini müminlerin safının dışına çıkarmaktadır. Devam ediyoruz:
"Yoksulların karnını doyurmazdık."
Bu günah, imansızlığın peşinden geliyor. Çünkü iman etmek yüce Allah'ın doğrudan kendisine yönelik bir ibadetken,
yoksulların karnını doyurmak yine Allah'a yönelik, fakat uygulama alanı kullar olan bir ibadettir. Yoksulların karnını
doyurma ibadetinin Kur'an'da sık sık vurgulanması, Kur'an'ın karşılaştığı toplumda yardımlaşma duygusunun zayıf
olduğunu, o acımasız ortamda yoksulların gözetilmediğini kanıtlar. Gerçi o toplumun insanları iş öğünmeye, hava
atmaya sıra gelince el açıklığı ile, cömertlikle bol bol övünürlerdi. Fakat sıra fakirlere yardım eli uzatmaya,
gösterişsiz ve içtenlikli merhamete gelince yan çizerlerdi. Devam ediyoruz:
"Bizim gibi olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu konuşmalara dalardık."
Bu tutum inancı hafife almayı, imana karşı saygısızlığı, onu oyun ve eğlence yerine koymayı, umursamaz ve
önemsemez bir boşboğazlıkla onun hakkında ulu-orta gevezelik etmeyi simgeler. Oysa iman ve inanç konusu insan
hayatındaki en önemli ve en ciddi konudur. insan gönlünde ve bilincinde hayattaki diğer her konudan önce bu
konuya yer vermelidir. Çünkü insanın düşüncesi, bilinci, duygu sistemi, değerleri ve ölçüleri bu temele dayanır.
insan hayat yolunda ilerlerken gereken ışığı bu temel kaynaktan alacaktır. Öyleyse nasıl bu konuda ciddi bir görüş
edinmez, nasıl olur da bu konuyu ciddiye almaz da kendisi gibi lafazanlara uyarak o konuda ileri-geri konuşmalar
yapar, kendisi gibi ciddiyetsizlerle birlikte olarak bu konuyu eğlenceye alır. Devam ediyoruz:
"Hesap verme gününü inkar ederdik."
İşte belaların ana kaynağı, merkezi burasıdır. Çünkü insan ahiret gününü, hesaplaşma gününü inkar edince elindeki
bütün ölçüler bozulur, kafasındaki bütün değerler alt-üst olur, hayatı şu kısacık dünya ömrü ile sınırlandırdığı için
zihnindeki hayat alanı daralır, her şeyin sonucunu şu kısacık hayat alanındaki gerçekleşmelerle karşılaştırır, bu
sonuçlar ruhunu tatmin etmez, son ve önemli değerlendirme olgusunu hiç hesaba almaz. Bundan dolayı ahirete ve
orada karşılaşacağı sona ilişkin bozuk değerlendirmesinden önce tüm ölçüleri, elindeki tüm dünya işleri bozulur.
Böylece en kötü sonla yüzyüze gelir.
Günahkârlar "biz İşte böyle idik, namaz kılmazdık, yoksulların karnını doyurmazdık, sorumsuz gevezelere uyarak bu
inanç sistemi hakkında ileri-geri konuşurduk, hesaplaşma gününü inkar ederdik" diyorlar. Ne zamana kadar?
"Sonunda bize ölüm gelip çattı."
Bütün kuşkuları dağıtan, bütün şüphelere son veren, işi kestirip atan ölüm. O kesin akıbetten sonra artık ne pişman
olmaya, ne tevbe etmeye ve ne iyi davranışlar yapmaya zaman ve fırsat kalmaz.
Bu kötü ve alçaltıcı durum sunulduktan sonra günahkârların akıbetlerinin değişebileceğine ilişkin bütün. umutlar
kırılıyor. Okuyoruz:

48- Artık onlara şefaat edebilecek olanların aracılığı yarar sağlamaz.

Artık iş bitmiş, son söz gerçekleşmiş, suçlarını kendi ağızları ile itiraf eden günahkârlara yaraşan kesin "son"
belirmiştir. Artık bu günahkarlara aracılık edecek biri bulunamaz. Bulunduğunu varsaysak bile hiçbir şefaatçinin
aracılığı onlara yarar sağlamaz.
Müşrikler ahiretteki bu onur kırıcı ve umut kırıcı tablonun önünden dünyaya, bu acıklı tablo ile karşılaşmalarını
önleyecek fırsatların tablosuna döndürülüyorlar. Fakat ne görüyoruz? Onlar bu fırsatlara sırt çeviriyorlar, onlardan
yararlanmaya yanaşmıyorlar. Önlerine çıkan kurtuluş imkanlarından, hidayetten ve hayırdan bucak bucak kaçıyorlar.
Ayetlerde onların bu gülünç tablosu çiziliyor, alaya ve şaşkınlığa yolaçan garip tutumları gözler önüne seriliyor.

49- O halde onlar niye hatırlatmalara, öğütlere yüz çeviriyorlar?
50- Yaban eşekleri gibidirler.
51- Arslandan korkup kaçan.

Burada arslanın kükremesini işitince korku içinde her yana kaçan yaban eşeklerinin tablosu ile yüzyüze geliyoruz.
Bu tabloyu araplar iyi tanır. Tablo sert hareketli bir görüntüyü canlandırıyor. Bunun yanısıra tablonun orijinalindeki
yaban eşekleri yerine korkudan paniğe kapılıp kaçan insanlar konduğunda komiklik oranı daha da yükselir. Bir de
düşünelim ki, bu adamlar korkuya kapıldıkları için, tehdit altında oldukları için kaçmıyorlar. Kendilerini insan
olmaktan çıkararak yaban eşeklerine dönüştüren bu kaçışlarının sebebi bir uyarıcının kendilerine Rabblerini ve
geleceklerini hatırlatmasıdır, böylece o onur kırıcı ve komik durumdan uzak kalmalarına, o zorlu ve acıklı akıbetten
paçayı kurtarmalarına fırsat hazırlanmasıdır. İşte adamlar bu kurtuluş fırsatının önünden bucak bucak kaçıyorlar. Ne
kadar tuhaf değil mi?
Yaratıcı sanatkârın fırçası bu tabloyu çiziyor, onu varlığın göğsüne işliyor. Vicdanlar bu tabloyu seyredince onun
içinde olmak istemiyorlar, böyle bir duruma düşmekten utanıyorlar. Buna karşılık o Allah'ın uyarılarına sırt çeviren
kaçaklar utançlarından saklanacak delik ararlar, bu canlı ve sert tasvirin dehşeti karşısında yüz çevirmiş olmanın ve
korkup kaçmanın zilleti altında ezilirler.
Onların dış görünüşleri "Arslandan korkup kaçan yaban eşekleri" görüntüsüdür. Fakat Kur'an onların yakasını
bırakmayarak iç yapılarının ana çizgilerini de çiziyor, gönüllerinde kaynaşan kötü duygularım da gün yüzüne
çıkarmayı ihmal etmiyor.

52- Aslında bunların her biri, kendisine okunmaya hazır kutsal sayfalar inmesini istiyor.

Bu adamlar Peygamberimizi kıskanıyorlar. Yüce Allah'ın O'nu seçmiş olmasını, kendisine vahiy indirmiş olmasını
hazmedemiyorlar. Hepsi bu mertebeye erenin kendisi olmasını, kendisine insanlara sunulmaya ve okunmaya hazır
bir kitap indirilmiş olmasını karşı konulmaz bir arzu ile istiyor. Bilindiği gibi ileri gelen Kureyşliler, vahyin kendilerini
atlayarak Peygamberimize inmiş olmasını yadırgamışlar ve bu duygularını "Şu Kur'an, iki şehir halkından olan büyük
bir adama inseydi ya" diyerek açığa vurmaktan çekinmemişlerdi. Okuduğumuz ayet, bu kıskançlığa, bu hazımsızlığa
parmak basıyor olmalıdır.
Oysa yüce Allah peygamberliğe kimi uygun gördüğünü sınırsız bilgisi ile belirlememiş ve bu göreve o yüce, onurlu
ve saygın insanı seçmiştir. İşte müşriklerin içlerini yakan ve bu ayetin açığa vurduğu kin ateşinin sebebi budur. O
düşmanlığın ve gerçeğin sesinden bucak bucak kaçışın bahanesi budur.
Bir sonraki ayette müşriklerin iç dünyalarının tanıtımına devam ediliyor, yüz çevirmelerinin ve inkarcılıklarının bu
kıskançlık ve çekememezlik dışındaki bir başka sebebine değiniliyor. Bu sebep içlerindeki ihtiras ateşini anlamsız
yere körüklüyor. Çünkü onlar yüce Allah'ın vahyine ve ayrıcalığına muhatap olmak için en ufak bir yeterliğe, en ufak
bir yeteneğe sahip değildirler. Onları dayanaksız bir ihtirasın pençesine düşüren sebep şudur:

53- Hayır, hayır! Aslında onlar ahiretten korkmuyorlar.

Bu zavallılar, ahiretten korkmadıkları için kendilerine yapılan hatırlatmaları umursamıyorlar, gerçeğe yönelik
çağrıdan bucak bucak kaçıyorlar. Eğer kalpleri, ahiret gerçeğinin bilincinde olsaydı, tutumları farklı olur, kendilerini
rehavete sürükleyen tereddütlerinden arınırlardı.
Adamlar bir kere daha paylanıyorlar ve bu azarlama ile birlikte onlara son söz söyleniyor. Bu sözün arkasından
seçtikleri yolla ve gelecekle başbaşa bırakılıyorlar. Okuyoruz:

54- Hayır, hayır! Bu Kur'an bir öğüt, bir hatırlatmadır.
55- İsteyen ondan ders alır.

Peygambere karşı için için kin besledikleri ve ahireti umursamadıkları için dinlemek istemedikleri ve çağrısından
yaban eşekleri gibi kaçtıkları bu Kur'an uyarısı bir hatırlatma, bir öğüttür. isteyen bundan dersini alsın. Ders almak
istemeyene gelince kendini bilir,durumu ve geleceği kendini ilgilendirir. isterse cenneti ve onurluluğu seçer, dilerse
"sakar" cehennemini ve onursuz geleceği tercih eder.
Adamların diledikleri yolu seçebilecekleri belirtildikten hemen sonra yüce Allah'ın dileğinin sınırsızlığı ve her şeyin
eninde sonunda bu dileğe bağlı olduğu vurgulanıyor. Kur'an, yüce Allah'ın dileğine ilişkin iman içerikli düşünceyi ne
zaman doğru yere oturtmak isterse bu dileğin sınırsızlığını, geniş kapsamlılığını, bütün olayların ve gelişmelerin
arkasında birinci derecede rol oynayan baş faktör olarak yer aldığını özenle hatırlatır. Okuyoruz:

56- Fakat Allah dilemedikçe onlar bundan ders alamazlar. O kendisinden korku duyulmaya ve affetmeye lâyıktır.

Şu evrende meydana gelen bütün olaylar ve gelişmeler bu büyük dileğe bağlıdır. Bu dilek kendi doğrultusunda,
kendi alanı içinde engellenmeksizin yolunu izler. Yüce Allah'ın hiçbir yaratığı O'nun dileği ile çelişecek bir şey
dileyemez. O'nun dileği tüm evrenin kaderine egemendir. Evreni yoktan var eden, onun kanunlarını ve geleneklerini
koyan O'dur. Evren, canlı-cansız bütün varlıkları ile her türlü çerçeveden, her türlü sınırdan ve her türlü bağdan
arınmış olan bu yüce dileğin çizdiği çerçeve içinde varlıklarını ve gelişmelerini sürdürürler.
Öğütlerden ders almak, yüce Allah'ın lütfettiği bir başarıdır; o bu başarıyı ancak onu hakkeden iyi niyetli kullarına
nasip eder. "Kalpler, yüce Allah'ın parmakları arasındadır", onları dilediği tarafa çevirir. Eğer kulunun iyi niyetli
olduğunu belirlerse kendisini ibadet etmeye, iyi işler yapmaya yöneltir.
Kul, yüce Allah'ın kendisine yönelik dileğinin ne yönde olduğunu bilemez. Bu bilgisi kullara kapalı bir "gayb" sırrıdır.
Fakat herkes, Allah'ın kendisinden ne istediğini bilir. Bu konu kullara açıklanmıştır. Eğer kul, iyi niyetle
yükümlülüklerine sarılırsa yüce Allah onun yardımına koşarak, onu özgür dileği uyarınca iyiliğe yöneltir.
Kur'an'ın Müslümanın zihnine işlemek istediği şey, Allah'ın dileğinin özgürlüğü ve bütün kulların dileklerini
kapsamına aldığıdır. Amaç kulun bu dileğe içtenlikle yönelmesi, ona kayıtsız şartsız teslim olmasıdır. Bu islamın her
kalbe yerleştirmek istediği bir gerçektir. Bu gerçekten yoksun olan kalplerde İslamın da yeri olmaz. Eğer bu gerçek
bir kalbe yerleşirse onu özel ve köklü bir değişime uğratır, orada hayatın bütün olayları için başvuru merkezi
oluşturan kendine özgü bir düşünce meydana getirir. Yüce Allah'ın gerek cennete ve cehenneme, gerekse hidayete
ve sapıklığa ilişkin her vaadinden, her tehdidinden sözedildikten sonra hemen Allah'ın dileğinin özgür kapsamlı
olduğunun vurgulanmasındaki asıl amaç budur.
Yüce Allah'ın dilediğinin sonsuz olduğu gerçeğini çarpıtarak onu determinizm (gerekçilik) ve volantarizm (iradecilik)
tartışmalarına malzeme yapmaya gelince bu tutum genel bir kavramı, mutlak bir gerçeği kesip biçerek kapalı ve dar
bir kalıba sokmaktır ki bundan gönül açıcı bir sonuca varılamaz. Çünkü bu genel kavaramı dar ve sıkışık bir kalıba
yerleştirme girişiminin Kur'an'ın hiçbir ayetinde yeri yoktur. Evet;
"Allah dilemedikçe onlar bundan ders alamazlar."
Yani kulların diledikleri, yüce Allah'ın dilediği ile çatışamaz. Onlar yüce Allah'ın iradesi olmaksızın herhangi bir yönde
hareket edemezler. Onlara yönelme ve hareket gücünü verecek olan O'dur. Evet;
"Allah kendinden korku duyulmaya layıktır."
Kulları O'ndan korkmalıdırlar. Bu onlardan istenen ve beklenen bir reaksiyondur. Bunun yanısıra;
"Allah affetmeye layıktır."
O dileği uyarınca kullarının günahlarını bağışlar. Allah korkusu, bağışlanmaya kapı açar. Yüce Allah bunların her
ikisine layık ve yatkındır.
Sure, bu kalp ürpertici "tesbih"le noktalanıyor. İnsan ruhu bu tesbih cümleciklerinin verdikleri cesaretle yüce Allah'ın
cömert dergahına umutla yöneliyor. Yüce Allah'tan hatırlatmalardan öğüt alma kendinden korkmaya yöneltme
başarısı ile karşılıksız bağış bekliyor. Çünkü o "Kendinden korku duyulmaya ve affetmeye layıktır."
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt