Muhkem - Müteşâbih
Bunu açıklayan başka bir misal de şudur:
Allah Kur'ân'ın tamamını muhkem ve müteşabih olarak vasıflamıştır. Başka bir yerde ise, Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih olan kısımlarının bulunduğunu bildirmiştir. Bu durumda Kur'ân'ın tamamına şamil olan ihkâm ve teşabüh ile bazı kısımlarına mahsus olan mezkûr sıfatların bilinmesi gerekir. Allah Te'âlâ,
"Elif. Lâm. Râ. (Bu sana indirilen) ... âyetleri sağlamlaştırılmış / muhkem kılınmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır" (Hûd 11/1) buyurarak tüm âyetleri muhkem kıldığını haber verdiği gibi,
"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ( مُّتَشَابِهاً ) ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi." (Zümer 39/23) buyurarak Kur'ân'ın tamamının müteşabih olduğunu haber vermiştir.
"Hüküm": iki şeyin arasını ayırmak demektir;
"Hâkim" de: iki hasmı birbirinden ayıran (iki hasım arasında karar veren) kimsedir.
Müteşabihleri ilim ve amel bakımından birbirinden ayırmak, hak ve bâtılı, doğru ve yalanı, yararlı ve zararlıyı birbirinden ayırmak da "hükümdür."
Yararlı olanı yapıp, zararlı olanı terk etmek de "hüküm" kapsamındadır.
Fiilde bulunmaktan men ettiğin zaman (Saçıp savuran, dengesiz (sefih) kişiyi bu davranışlarından alıkoyup onu kontrol altına aldığın zaman): "(حكمة السفيه و احكمته) sefîhe hükmettim";
Yine hayvana gem vurduğunda: " (حكمة الدابة و احكمتها) hayvana hükmettim" denir.
"İhkâm", "bir şeyi mükemmel ve eksiksiz (sağlam) yapma" demektir.
Sözün muhkem olması ise: haber söz konusu olduğunda doğruyu yalandan, emir söz konusu olduğunda da isabetli olanı yanlıştan ayırması suretiyle sağlam ve mükemmel olmasıdır. Kur'ân'ın tamamı bu manâda muhkemdir. Allah:
"Elif. Lâm. Râ. işte bunlar hikmet dolu Kitâb'ın âyetleridir" (Yûnus 10/1) âyetinde Kur'ân'ı "hakîm" olarak isimlendirmiştir.
"Hakîm", hâkim anlamındadır. Benzer şekilde O'nu:
"Doğrusu bu Kur'ân, İsrailoğulları'na, hakkında ihtilâf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır." (Neml 27/76) âyetinde "anlatmak" la:
"De ki, onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta ... size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır)" (Nisa 4/127) âyetinde de "hükmü ortaya koymak (müftî olmak)" la tavsif etmektedir.
"Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir (hidâyet ettirir) ; iyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler" (İsrâ 17/9) âyetinde ise Kur'ân'ı "doğru yola ileten (hidâyet ettiren)" ve "müjdeci" olarak nitelemektedir.
Kur'ân'ın tamamına şamil olan teşabühe (müteşâbih olduğu mes'elesine) gelince bu:
"Eğer O (Kur'an), Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı O'nda bir çok tutarsızlık (biribirini tutmaz çok şey) bulurlardı." (Nisa 4/82) âyetinde reddedilen "tutarsızlığın (biribirini tutmamanın)" zıddıdır. Söz konusu olan,
"Siz çelişkili (biribirini tutmayan) sözler söylüyorsunuz. Ondan ancak döndürülebilen döndürülür." (Zâriyât 51/8-9) âyetinde zikredilen "tutarsızlık (biribirini tutmama)"tır.
Burada teşabüh (benzeme), sözün bir kısmı diğerlerini tasdik edecek (doğrulayacak) biçimde ahenkli ve birbirinin benzeri olmasıdır.
Dolayısıyla, bir şeyi emrettiğinde bir başka yerde onun zıddını emretmez, bilâkis aynı hususu, benzerini veya bunun gereği bir başka hususu emreder. Bir şeyi yasakladığında da başka bir yerde bunu emretmez, (Birşeyi reddediyorsa başka bir yerde onu kabul etmez) aksine -nesih söz konusu olmadığı müddetçe- aynı hususu, benzerini veya buna bağlı diğer hususları yasaklar.
Aynı şekilde bir şeyin varlığını haber verdiğinde, başka bir yerde bunun zıddını haber vermez, ancak yine bunun veya bunun gereği olan sair şeylerin varlığını haber verir. Bir şeyi reddettiğinde bunu isbat etmez, yine aynı hususu veya buna bağlı başka hususları reddeder. Kendi kendini nakzeden tutarsız sözde ise bunun aksi geçerlidir; bir şeyi bazen isbat bazen de reddeder ya da bir şeyi aynı anda hem emreder hem de yasaklar; birbirinin benzeri olan iki hususu ayrı tutup birini methederken diğerini kötüler.
Burada bahsi geçen tutarsız sözler birbirinin zıddı olanlar, müteşabih sözler ise birbirine uygunluk arz edenlerdir. Bu teşabüh, lâfızlar farklı olsa bile manâda carîdir. Şayet manâlar birbirine uygunluk sergiliyor, birbirini destekliyor, birbiriyle tutarlılık arz ediyor, birbirini tasdik ediyor ve birbirini gerektiriyorsa kendi içinde tezat gösteren tutarsız sözün aksine söz müteşabihtir.
Bu genel teşabüh, genel muhkemliğe ters değildir, bilâkis onu destekler. Zira muhkem ve eksiksiz söz, parçaları birbirini tasdik eden ve birbirini nakzetmeyen sözdür. Bundan farklı olarak özel muhkemlik ise özel teşabühün zıddıdır. Özel teşabüh, bir şeyin bir başka şeye bir yönden benzeyip diğer yönlerden farklı olmasıdır. Bazı insanlara bu ikisi aynıymış veya birbirinin benzeri imiş gibi gelir ki aslında böyle değildir. Muhkemlik, bu iki şeyi, ikisi birbirine karışmayacak biçimde birbirinden ayırmaktır.
Söz konusu teşabüh bazen iki şeyi birbirinden ayıracak bir husus var olmasına rağmen başka bir noktada birbirine benzemeleriyle olur. İnsanlardan bir kısmı bu ayırımı fark edemez ve bu ikisini birbirine karıştırır. Bir kısmı da bu ayırımın farkına varır.
İki şeyin ayırt edilemediği bu teşabüh bazen de nisbî ve izafî olur ki bazı kimseler için (iki husus) benzerlik arz ederken başkaları için böyle değildir, ilim sahipleri bu benzeşmeyi izale edecek şeyi bilirler. Meselâ bazı insanlara ahirette vaat edilen şeyler dünyada gördüklerinin benzeri gibi gelir ve onların bunlara benzediğini zannederler. Oysa, bazı yönlerden benzerlik sergileseler bile bu ikisinin birbirinin benzeri olmadığını âlimler bilirler.
Bazı insanları yanlışa düşüren şüpheler de yine bu kabildendir. Zira bu gibi hususlarda hak ile bâtıl birbirine karışmıştır. Bu yüzden de bazı insanlar bunları ayırt edemezler. Bu ikisi arasındaki ayırımın bilgisine sahip olanlar için ise hak ile bâtıl birbirine karışmaz.
Kıyas-ı fasit de bu tür şüphelerdendir. Zira bu, bir şeyin bazı yönlerden, aslında kendisine benzemeyen başka bir şeye benzetilmesidir. İki şey arasındaki farkı bilen kimse, bu benzerlik ve kıyas-ı fasidi ortadan kaldıran ayrımı bulabilir. Bir hususta birleşip bir başka hususta birbirinden ayrılan iki şey arasında bir yönden benzerlik bir yönden de ayrılık vardır, iki şey arasındaki bu benzerlik insan için yanıltıcı olabilmektedir. Zaten kıyas-ı fasit de sağlam ve düzgün bir kıyas değildir.
Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel demiştir ki:
"İnsanlar en çok te'vil ve kıyas açısından hataya düşerler. Te'vil naklî delillerde, kıyas ise aklî delillerde olur."
Aslında dediği doğrudur. Hatalı te'vil müteşabih (benzeşen) lâfızlarda, hatalı kıyas ise müteşabih manâlarda söz konusu olur.
İnsanlar burada söz konusu olan yanlışlıklara (hatalı te'vil ve fasit kıyas) düşmüşlerdir. Hattâ tahkik, tevhîd ve irfan iddiasında bulunan bazılarının durumu öyle bir noktaya varmıştır ki, bunlar Rabb'in varlığını diğer bütün varlıkların varlığıyla karıştırmış ve ikisinin aynı olduğunu zannetmişler, yaratılmışların varlığını Yaratıcının varlığıyla bir ve aynı görmüşlerdir. Oysa, Yaratıcı'nın yaratılmışa benzemesi, o olması, onunla birleşmiş veya ona hulul etmiş olması kadar imkânsız bir şey yoktur.
Yaratıcının varlığıyla tüm yaratılmışların varlığını birbirine karıştıran -ve hattâ onların varlığını Yaratıcının varlığı zanneden- kimseler, insanların bu benzerlik yönünden en büyük yanlışlığa sapanlarıdır. (karıştırma yönünden insanların en sapıklarıdır.)
Bunlar, varlıkların varlık ismini taşımakta müşterek olmaları sebebiyle varlığı bir zannetmişler ve bizâtihî bir ve aynı olan (vâhid bi'l-'ayn, özdeş) ile nevi bakımından bir ve aynı olanı (vâhid bi'n-nev', türdeş) birbirinden ayırmamışlardır.
Diğer bazı insanlar, "Varlıklar müşterek olarak varlık ismini taşırlar" denildiğinde, teşbih ve terkîb (Bir şeyin bir başkasına katılıp görünüş itibariyle bir ve aynı hale gelmeleri.) ortaya çıkacağı vehmine kapıldılar ve "varlık" lâfzının bir müşterek lâfız (İki veya daha fazla birbirinden farklı hakiki (mecazî olmayan) manâya delâlet eden tek lâfız.) olarak kullanıldığını söyleyerek, -her ne kadar bir kısmı karşı çıksa da- akıl sahiplerinin ittifak ettiği "Varlığın kadîm ve hadis (sonradan olma) gibi kısımlara ayrıldığı" hususuna muhalefet ettiler.
Bir başka grup, varlıklar müşterek olarak "varlık" ismini aldığında, zihnin dışındaki haricî âlemde müşterek bir varlık bulunması lâzım geldiğini zannetmişler ve zihinde bulunan külli mefhumların haricî âlemde de aynen var olacağını, meselâ "mutlak bir varlık", "mutlak bir hayvan", "mutlak bir cismin" var olacağını iddia etmişlerdir. Bu şekilde, hem duyulara, hem akla hem de nassa aykırı düşmüşlerdir. Zihinde var olan hususları görülür âlemde de (dış dünyada, a'yanda) var kabul etmişlerdir. Bunların tamamı kafa karışıklığına sebep olan şeyler nev'indendir. (Bütün bunlar bir nevi karıştırma (iştibah) dır.)
Allah'ın doğruya ulaştırdığı (hidâyet bahşettiği) kimseler ise: her ne kadar bazı yönlerden müşterek olsalar da bu hususları birbirinden ayırırlar ve ikisi arasındaki müştereklik ve ayrılığı, benzerlik ve farklılığı bilirler. Bunlar müteşabih ifadelerle hataya da düşmezler. Çünkü onlar, müteşabih ifadelerle, iki husus arasındaki farklılık ve ayrılığı açıklayan muhkem ifadeleri bir arada mütalâa ederler.
Meselâ (biz anlamına gelen) "innâ" ve "nahnü" gibi çoğul sıygaları hem yaptığı işte ortakları olan tek kişi tarafından hem de her sıfatı bir diğerinin yerine kaim olan sıfatlara sahip yüce zât tarafından kullanılır; bunun ise ortaklan değil kendisine tâbi olan yardımcıları vardır. Bir Hristiyan, ilâhların birden fazla olduğu hususunda Allah Te'âlâ'nın:
"O Zikri (Kur'ân'ı) kesinlikle biz indirdik" (Hicr 15/9) sözüne dayandığında, ancak tek anlama ihtimali bulunan:
"İlâhınız bir tek Allah'tır" (Bakara 2/163) gibi muhkem âyetler buradaki müteşabihliği ortadan kaldırır. Söz konusu çoğul sıygası da, O'na lâyık olan azamet, isim ve sıfatlar ile melekler ve diğer yaratılmışların O'na itaatinin bir açıklaması olur. Bunun delâlet ettiği isim ve sıfatlar ile fiillerinde kullandığı yardımcılarının hakikatini ise ancak Allah'ın kendisi bilir:
"Rabbin'in ordularını / askerlerini ancak kendisi bilir." (Müddessir 74/31)
Bu, te'vilini Allah'tan başka kimsenin bilmediği müteşabihat nev'indendir. Bunun aksine, insan olan bir hükümdar "Sana bir ihsan (da bulunulmasını) emrettik" dediğinde, onun ve kâtibi, hâcibi, hizmetkârı gibi yardımcılarının emrettiği bilinir. Bu fiilin ortaya çıkmasına sebep olan kanaatler, istekler vs. de bilinir.
Allah Te'âlâ, haber verdiği sıfatlarının ve ahiret gününe dair hususların hakikatini kullarına bildirmez; onlar da Allah'ın bu yaratması ve emriyle gözettiği hikmetin ve bu fiilin ortaya çıkmasına sebep olan irade ve kudretin hakikatini bilmezler.
Böylece ortaya çıkmaktadır ki, müteşabihlik, aynı anlamı taşımayan müşterek lâfızlarda olabileceği gibi, mütevâtı' (şekil ve manâ bakımından bir ve aynı olan) lâfızlarda da olabilir. Şu kadarı var ki, iki husustan birini diğerinden ayıran izafet veya ta'rîf (marife kılma) gibi bir şeyle müteşabihlik ortadan kalkmamış olsun. Meselâ:
"İçinde sudan ırmaklar vardır." (Muhammed 47/15) sözünde Allah Te'âlâ bu suyu Cennet'e mahsus kılmış ve bununla dünyadaki su arasındaki fark ortaya çıkmıştır. Ancak bu suyu diğerinden ayıran hususların hakikati bizim tarafımızdan bilinmez. Bu, Allah'ın sâlih kulları için hazırladığı hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiç kimsenin aklına gelmeyen (hiçbir insanın tahayyül edemediği) diğer şeylerle birlikte ancak Allah'ın bildiği te'vil kabîlindendir.
Allah'ın, kendisine mahsus ve hakikatini ancak O'nun bildiği isim ve sıfatlarının delâlet ettiği anlam da bunun gibidir.
Bu sebeple İmam Ahmed b. Hanbel gibi imamlar, sözü tahrif eden Cehmiyye ve diğerlerinin, Kur'ân'da kendilerine müteşabih görünen hususları yanlış biçimde te'villerini reddetmişlerdir.
Nitekim, Ahmed b. Hanbel, zındıklar ve Cehmiyye'yi, Kur'ân'ın şüpheye düşüp yanlış biçimde te'vil ettikleri müteşabih âyetleri hususunda red amacıyla yazdığı (er-Red 'ale'z-zenâdıka ve'l-Cehmiyye.) eserinde bunu dile getirmiş ve onları yanlış tefsirler yapmakla eleştirmiştir.
Bu eserde, başkalarına öyle gelmese bile kendilerine manâsı müteşabih görünen hususları zikretmiş, mutlak "te'vil" lâfzını reddetmeyerek, onları yanlış tefsirlerde bulunmakla eleştirmiştir. Oysa daha önce geçtiği üzere "te'vil" lafzıyla Allah'ın maksadını açıklayan tefsir kastedilir ki bu ayıplanmaz, bilâkis methedilir. Te'vil sözüyle ayrıca, Allah'ın bilgisini kendine sakladığı hakikat kastedilir ve bunu da O'ndan başkası bilmez. Bunu başka yerlerde genişçe ele aldık.
"Te'vil bâtıldır, lâfzın zahiri üzere bırakılması gerekir" diyen ve te'vilin iptali için:
"Bunun te'vilini Allah'tan başkası bilmez. (te'vilini ancak Allah bilir)" (Âl-i Imrân 3/7) âyetini delil getiren grup gibi bunu bilmeyen kimselerin sözleri çelişkili olacaktır. Bu onların bir çelişkisidir; zira bu âyet, Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir te'vilin bulunmasını gerektirir. Onlar ise te'vili mutlak olarak reddetmektedirler.
İşin hataya düşülen yönü şudur:
(Yanıldıkları husus, bunu mutlak olarak tüm te'villere teşmil etmeleridir.) Allah'ın, bilgisini kendine sakladığı te'vil, O'ndan başka kimsenin bilmediği hakikattir;
Yerilen ve bâtıl olan te'vil ise: nassı te'vil edilmesi gerekenden farklı biçimde tefsir eden tahrifçi ve bid'atçilerin yaptığı te'vildir. Bunlar, lâfzı -bunu gerektiren herhangi bir delil bulunmadığı halde- delâlet ettiği manâdan delâlet etmediği bir başka manâya çekerler. Lâfzın zahirinin, kendilerinin akılla isbat ettikleri hususta ortaya çıkan mahzura benzer bir sakınca teşkil ettiğini iddia ederek, lâfzı Allah hakkında reddettikleri manâlara benzeyen başka manâlara çekerler. Böylelikle reddettikleri şey isbat ettikleri şey cinsinden olur ve dolayısıyla şayet var olan husus gerçek ve mümkin ise, reddedilen husus da bunun gibi olur; reddedilen husus bâtıl ve imkânsız ise var olan husus için de aynı şey geçerlidir.
Te'vili mutlak olarak reddedip; "Onun te'vilini Allah'tan başkası bilmez (te'vilini ancak Allah bilir)" (Âl-i Imrân 3/7) âyetini de buna delil getiren bu kimseler, Kur'ân-ı Kerîm'de hiç kimsenin anlamadığı veya bir anlamı olmayan ya da kendisinden hiçbir şey anlaşılmayan şeylerle bize hitap olunduğunu zannetmektedirler. Bu -bâtıl olmakla birlikte- kendi içinde de çelişkilidir. Çünkü Kur'ân'dan hiçbir şey anlamıyorsak, (zahirin) doğru bir manâsının bulunması imkân dahilinde olduğundan:
"Bunun zahire uygun düşmeyen ve ona muhalif olan bir te'vili vardır" dememiz caiz olmaz. Bu doğru manâ bizce bilinen zahire muhalif değildir. Onların dediğine göre bunun zahiri yoktur ve bu manâya delâleti de ne zahire muhalif bir delâlet ne de te'vil olur. Bu durumda, bizim bilmediğimiz bir takım manâlara delâleti de caiz olmaz. Onun delâlet ettiği bu manâları biz bilemeyiz, zira lâfzı ve bunun delâlet ettiği mefhumu anlamıyorsak, lâfzın delâlet etmediği manâları haydi haydi anlayamayız. Çünkü lâfzın kendisiyle kastedilen şeyi bildirme yönü, kendisiyle kastedilmeyen bir hususu bildirme yönünden daha kuvvetlidir.
Dolayısıyla şayet lâfzın herhangi bir manâyı bildirmesi söz konusu değilse ve ondan hiçbir manâ anlaşılmıyorsa, o halde kendisiyle kastedilen mefhumu bildirmiyor demektir ve kendisiyle kastedilmeyen bir manâyı bildirmemesi ise daha kuvvetle muhtemeldir. Te'vil ile yaratılmışlara verilen zahire muhalif olan şeyin kastedilmesi hali dışında:
"Bunun te'vilini Allah'tan başkası bilmez" demek bir yana, -tercihe şâyân olan manâdan, tercih edilmeyen zayıf manâya çekildiği anlamında- "bu lâfız te'vil edilmiştir" demek bile caiz değildir. Zahir ile bunu kasteden kimsenin, zahirden farklı bir te'vilde bulunmasının gerekliliği şüphe götürmez. Ancak bunlar:
"bunun zahirden farklı bir te'vili yoktur" veya
"bu zahiren ifade ettiği manâ üzere bırakılır" dediklerinde kendi içlerinde çelişkiye düşmüş olurlar. Şayet zahir ile herhangi bir açıklamada bulunmaksızın farklı bağlamlar içinde farklı manâlar kastederlerse bu da bir aldatmaca olur.
Eğer zahir ile manâsı anlaşılmaksızın görünen mücerred lâfzı kastederlerse, te'vili iptal veya isbat etmeleri bir çelişki olur, zira te'vili isbat veya inkâr eden kimse muhtemel manâlardan birisini anlamış demektir.
Bu taksim ile sıfatları inkâr veya isbat eden pek çok kimsenin tenakuzları (çelişkileri) ortaya çıkmıştır.
Bunu açıklayan başka bir misal de şudur:
Allah Kur'ân'ın tamamını muhkem ve müteşabih olarak vasıflamıştır. Başka bir yerde ise, Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih olan kısımlarının bulunduğunu bildirmiştir. Bu durumda Kur'ân'ın tamamına şamil olan ihkâm ve teşabüh ile bazı kısımlarına mahsus olan mezkûr sıfatların bilinmesi gerekir. Allah Te'âlâ,
"Elif. Lâm. Râ. (Bu sana indirilen) ... âyetleri sağlamlaştırılmış / muhkem kılınmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır" (Hûd 11/1) buyurarak tüm âyetleri muhkem kıldığını haber verdiği gibi,
"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ( مُّتَشَابِهاً ) ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi." (Zümer 39/23) buyurarak Kur'ân'ın tamamının müteşabih olduğunu haber vermiştir.
"Hüküm": iki şeyin arasını ayırmak demektir;
"Hâkim" de: iki hasmı birbirinden ayıran (iki hasım arasında karar veren) kimsedir.
Müteşabihleri ilim ve amel bakımından birbirinden ayırmak, hak ve bâtılı, doğru ve yalanı, yararlı ve zararlıyı birbirinden ayırmak da "hükümdür."
Yararlı olanı yapıp, zararlı olanı terk etmek de "hüküm" kapsamındadır.
Fiilde bulunmaktan men ettiğin zaman (Saçıp savuran, dengesiz (sefih) kişiyi bu davranışlarından alıkoyup onu kontrol altına aldığın zaman): "(حكمة السفيه و احكمته) sefîhe hükmettim";
Yine hayvana gem vurduğunda: " (حكمة الدابة و احكمتها) hayvana hükmettim" denir.
"İhkâm", "bir şeyi mükemmel ve eksiksiz (sağlam) yapma" demektir.
Sözün muhkem olması ise: haber söz konusu olduğunda doğruyu yalandan, emir söz konusu olduğunda da isabetli olanı yanlıştan ayırması suretiyle sağlam ve mükemmel olmasıdır. Kur'ân'ın tamamı bu manâda muhkemdir. Allah:
"Elif. Lâm. Râ. işte bunlar hikmet dolu Kitâb'ın âyetleridir" (Yûnus 10/1) âyetinde Kur'ân'ı "hakîm" olarak isimlendirmiştir.
"Hakîm", hâkim anlamındadır. Benzer şekilde O'nu:
"Doğrusu bu Kur'ân, İsrailoğulları'na, hakkında ihtilâf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır." (Neml 27/76) âyetinde "anlatmak" la:
"De ki, onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta ... size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır)" (Nisa 4/127) âyetinde de "hükmü ortaya koymak (müftî olmak)" la tavsif etmektedir.
"Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir (hidâyet ettirir) ; iyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler" (İsrâ 17/9) âyetinde ise Kur'ân'ı "doğru yola ileten (hidâyet ettiren)" ve "müjdeci" olarak nitelemektedir.
Kur'ân'ın tamamına şamil olan teşabühe (müteşâbih olduğu mes'elesine) gelince bu:
"Eğer O (Kur'an), Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı O'nda bir çok tutarsızlık (biribirini tutmaz çok şey) bulurlardı." (Nisa 4/82) âyetinde reddedilen "tutarsızlığın (biribirini tutmamanın)" zıddıdır. Söz konusu olan,
"Siz çelişkili (biribirini tutmayan) sözler söylüyorsunuz. Ondan ancak döndürülebilen döndürülür." (Zâriyât 51/8-9) âyetinde zikredilen "tutarsızlık (biribirini tutmama)"tır.
Burada teşabüh (benzeme), sözün bir kısmı diğerlerini tasdik edecek (doğrulayacak) biçimde ahenkli ve birbirinin benzeri olmasıdır.
Dolayısıyla, bir şeyi emrettiğinde bir başka yerde onun zıddını emretmez, bilâkis aynı hususu, benzerini veya bunun gereği bir başka hususu emreder. Bir şeyi yasakladığında da başka bir yerde bunu emretmez, (Birşeyi reddediyorsa başka bir yerde onu kabul etmez) aksine -nesih söz konusu olmadığı müddetçe- aynı hususu, benzerini veya buna bağlı diğer hususları yasaklar.
Aynı şekilde bir şeyin varlığını haber verdiğinde, başka bir yerde bunun zıddını haber vermez, ancak yine bunun veya bunun gereği olan sair şeylerin varlığını haber verir. Bir şeyi reddettiğinde bunu isbat etmez, yine aynı hususu veya buna bağlı başka hususları reddeder. Kendi kendini nakzeden tutarsız sözde ise bunun aksi geçerlidir; bir şeyi bazen isbat bazen de reddeder ya da bir şeyi aynı anda hem emreder hem de yasaklar; birbirinin benzeri olan iki hususu ayrı tutup birini methederken diğerini kötüler.
Burada bahsi geçen tutarsız sözler birbirinin zıddı olanlar, müteşabih sözler ise birbirine uygunluk arz edenlerdir. Bu teşabüh, lâfızlar farklı olsa bile manâda carîdir. Şayet manâlar birbirine uygunluk sergiliyor, birbirini destekliyor, birbiriyle tutarlılık arz ediyor, birbirini tasdik ediyor ve birbirini gerektiriyorsa kendi içinde tezat gösteren tutarsız sözün aksine söz müteşabihtir.
Bu genel teşabüh, genel muhkemliğe ters değildir, bilâkis onu destekler. Zira muhkem ve eksiksiz söz, parçaları birbirini tasdik eden ve birbirini nakzetmeyen sözdür. Bundan farklı olarak özel muhkemlik ise özel teşabühün zıddıdır. Özel teşabüh, bir şeyin bir başka şeye bir yönden benzeyip diğer yönlerden farklı olmasıdır. Bazı insanlara bu ikisi aynıymış veya birbirinin benzeri imiş gibi gelir ki aslında böyle değildir. Muhkemlik, bu iki şeyi, ikisi birbirine karışmayacak biçimde birbirinden ayırmaktır.
Söz konusu teşabüh bazen iki şeyi birbirinden ayıracak bir husus var olmasına rağmen başka bir noktada birbirine benzemeleriyle olur. İnsanlardan bir kısmı bu ayırımı fark edemez ve bu ikisini birbirine karıştırır. Bir kısmı da bu ayırımın farkına varır.
İki şeyin ayırt edilemediği bu teşabüh bazen de nisbî ve izafî olur ki bazı kimseler için (iki husus) benzerlik arz ederken başkaları için böyle değildir, ilim sahipleri bu benzeşmeyi izale edecek şeyi bilirler. Meselâ bazı insanlara ahirette vaat edilen şeyler dünyada gördüklerinin benzeri gibi gelir ve onların bunlara benzediğini zannederler. Oysa, bazı yönlerden benzerlik sergileseler bile bu ikisinin birbirinin benzeri olmadığını âlimler bilirler.
Bazı insanları yanlışa düşüren şüpheler de yine bu kabildendir. Zira bu gibi hususlarda hak ile bâtıl birbirine karışmıştır. Bu yüzden de bazı insanlar bunları ayırt edemezler. Bu ikisi arasındaki ayırımın bilgisine sahip olanlar için ise hak ile bâtıl birbirine karışmaz.
Kıyas-ı fasit de bu tür şüphelerdendir. Zira bu, bir şeyin bazı yönlerden, aslında kendisine benzemeyen başka bir şeye benzetilmesidir. İki şey arasındaki farkı bilen kimse, bu benzerlik ve kıyas-ı fasidi ortadan kaldıran ayrımı bulabilir. Bir hususta birleşip bir başka hususta birbirinden ayrılan iki şey arasında bir yönden benzerlik bir yönden de ayrılık vardır, iki şey arasındaki bu benzerlik insan için yanıltıcı olabilmektedir. Zaten kıyas-ı fasit de sağlam ve düzgün bir kıyas değildir.
Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel demiştir ki:
"İnsanlar en çok te'vil ve kıyas açısından hataya düşerler. Te'vil naklî delillerde, kıyas ise aklî delillerde olur."
Aslında dediği doğrudur. Hatalı te'vil müteşabih (benzeşen) lâfızlarda, hatalı kıyas ise müteşabih manâlarda söz konusu olur.
İnsanlar burada söz konusu olan yanlışlıklara (hatalı te'vil ve fasit kıyas) düşmüşlerdir. Hattâ tahkik, tevhîd ve irfan iddiasında bulunan bazılarının durumu öyle bir noktaya varmıştır ki, bunlar Rabb'in varlığını diğer bütün varlıkların varlığıyla karıştırmış ve ikisinin aynı olduğunu zannetmişler, yaratılmışların varlığını Yaratıcının varlığıyla bir ve aynı görmüşlerdir. Oysa, Yaratıcı'nın yaratılmışa benzemesi, o olması, onunla birleşmiş veya ona hulul etmiş olması kadar imkânsız bir şey yoktur.
Yaratıcının varlığıyla tüm yaratılmışların varlığını birbirine karıştıran -ve hattâ onların varlığını Yaratıcının varlığı zanneden- kimseler, insanların bu benzerlik yönünden en büyük yanlışlığa sapanlarıdır. (karıştırma yönünden insanların en sapıklarıdır.)
Bunlar, varlıkların varlık ismini taşımakta müşterek olmaları sebebiyle varlığı bir zannetmişler ve bizâtihî bir ve aynı olan (vâhid bi'l-'ayn, özdeş) ile nevi bakımından bir ve aynı olanı (vâhid bi'n-nev', türdeş) birbirinden ayırmamışlardır.
Diğer bazı insanlar, "Varlıklar müşterek olarak varlık ismini taşırlar" denildiğinde, teşbih ve terkîb (Bir şeyin bir başkasına katılıp görünüş itibariyle bir ve aynı hale gelmeleri.) ortaya çıkacağı vehmine kapıldılar ve "varlık" lâfzının bir müşterek lâfız (İki veya daha fazla birbirinden farklı hakiki (mecazî olmayan) manâya delâlet eden tek lâfız.) olarak kullanıldığını söyleyerek, -her ne kadar bir kısmı karşı çıksa da- akıl sahiplerinin ittifak ettiği "Varlığın kadîm ve hadis (sonradan olma) gibi kısımlara ayrıldığı" hususuna muhalefet ettiler.
Bir başka grup, varlıklar müşterek olarak "varlık" ismini aldığında, zihnin dışındaki haricî âlemde müşterek bir varlık bulunması lâzım geldiğini zannetmişler ve zihinde bulunan külli mefhumların haricî âlemde de aynen var olacağını, meselâ "mutlak bir varlık", "mutlak bir hayvan", "mutlak bir cismin" var olacağını iddia etmişlerdir. Bu şekilde, hem duyulara, hem akla hem de nassa aykırı düşmüşlerdir. Zihinde var olan hususları görülür âlemde de (dış dünyada, a'yanda) var kabul etmişlerdir. Bunların tamamı kafa karışıklığına sebep olan şeyler nev'indendir. (Bütün bunlar bir nevi karıştırma (iştibah) dır.)
Allah'ın doğruya ulaştırdığı (hidâyet bahşettiği) kimseler ise: her ne kadar bazı yönlerden müşterek olsalar da bu hususları birbirinden ayırırlar ve ikisi arasındaki müştereklik ve ayrılığı, benzerlik ve farklılığı bilirler. Bunlar müteşabih ifadelerle hataya da düşmezler. Çünkü onlar, müteşabih ifadelerle, iki husus arasındaki farklılık ve ayrılığı açıklayan muhkem ifadeleri bir arada mütalâa ederler.
Meselâ (biz anlamına gelen) "innâ" ve "nahnü" gibi çoğul sıygaları hem yaptığı işte ortakları olan tek kişi tarafından hem de her sıfatı bir diğerinin yerine kaim olan sıfatlara sahip yüce zât tarafından kullanılır; bunun ise ortaklan değil kendisine tâbi olan yardımcıları vardır. Bir Hristiyan, ilâhların birden fazla olduğu hususunda Allah Te'âlâ'nın:
"O Zikri (Kur'ân'ı) kesinlikle biz indirdik" (Hicr 15/9) sözüne dayandığında, ancak tek anlama ihtimali bulunan:
"İlâhınız bir tek Allah'tır" (Bakara 2/163) gibi muhkem âyetler buradaki müteşabihliği ortadan kaldırır. Söz konusu çoğul sıygası da, O'na lâyık olan azamet, isim ve sıfatlar ile melekler ve diğer yaratılmışların O'na itaatinin bir açıklaması olur. Bunun delâlet ettiği isim ve sıfatlar ile fiillerinde kullandığı yardımcılarının hakikatini ise ancak Allah'ın kendisi bilir:
"Rabbin'in ordularını / askerlerini ancak kendisi bilir." (Müddessir 74/31)
Bu, te'vilini Allah'tan başka kimsenin bilmediği müteşabihat nev'indendir. Bunun aksine, insan olan bir hükümdar "Sana bir ihsan (da bulunulmasını) emrettik" dediğinde, onun ve kâtibi, hâcibi, hizmetkârı gibi yardımcılarının emrettiği bilinir. Bu fiilin ortaya çıkmasına sebep olan kanaatler, istekler vs. de bilinir.
Allah Te'âlâ, haber verdiği sıfatlarının ve ahiret gününe dair hususların hakikatini kullarına bildirmez; onlar da Allah'ın bu yaratması ve emriyle gözettiği hikmetin ve bu fiilin ortaya çıkmasına sebep olan irade ve kudretin hakikatini bilmezler.
Böylece ortaya çıkmaktadır ki, müteşabihlik, aynı anlamı taşımayan müşterek lâfızlarda olabileceği gibi, mütevâtı' (şekil ve manâ bakımından bir ve aynı olan) lâfızlarda da olabilir. Şu kadarı var ki, iki husustan birini diğerinden ayıran izafet veya ta'rîf (marife kılma) gibi bir şeyle müteşabihlik ortadan kalkmamış olsun. Meselâ:
"İçinde sudan ırmaklar vardır." (Muhammed 47/15) sözünde Allah Te'âlâ bu suyu Cennet'e mahsus kılmış ve bununla dünyadaki su arasındaki fark ortaya çıkmıştır. Ancak bu suyu diğerinden ayıran hususların hakikati bizim tarafımızdan bilinmez. Bu, Allah'ın sâlih kulları için hazırladığı hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiç kimsenin aklına gelmeyen (hiçbir insanın tahayyül edemediği) diğer şeylerle birlikte ancak Allah'ın bildiği te'vil kabîlindendir.
Allah'ın, kendisine mahsus ve hakikatini ancak O'nun bildiği isim ve sıfatlarının delâlet ettiği anlam da bunun gibidir.
Bu sebeple İmam Ahmed b. Hanbel gibi imamlar, sözü tahrif eden Cehmiyye ve diğerlerinin, Kur'ân'da kendilerine müteşabih görünen hususları yanlış biçimde te'villerini reddetmişlerdir.
Nitekim, Ahmed b. Hanbel, zındıklar ve Cehmiyye'yi, Kur'ân'ın şüpheye düşüp yanlış biçimde te'vil ettikleri müteşabih âyetleri hususunda red amacıyla yazdığı (er-Red 'ale'z-zenâdıka ve'l-Cehmiyye.) eserinde bunu dile getirmiş ve onları yanlış tefsirler yapmakla eleştirmiştir.
Bu eserde, başkalarına öyle gelmese bile kendilerine manâsı müteşabih görünen hususları zikretmiş, mutlak "te'vil" lâfzını reddetmeyerek, onları yanlış tefsirlerde bulunmakla eleştirmiştir. Oysa daha önce geçtiği üzere "te'vil" lafzıyla Allah'ın maksadını açıklayan tefsir kastedilir ki bu ayıplanmaz, bilâkis methedilir. Te'vil sözüyle ayrıca, Allah'ın bilgisini kendine sakladığı hakikat kastedilir ve bunu da O'ndan başkası bilmez. Bunu başka yerlerde genişçe ele aldık.
"Te'vil bâtıldır, lâfzın zahiri üzere bırakılması gerekir" diyen ve te'vilin iptali için:
"Bunun te'vilini Allah'tan başkası bilmez. (te'vilini ancak Allah bilir)" (Âl-i Imrân 3/7) âyetini delil getiren grup gibi bunu bilmeyen kimselerin sözleri çelişkili olacaktır. Bu onların bir çelişkisidir; zira bu âyet, Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir te'vilin bulunmasını gerektirir. Onlar ise te'vili mutlak olarak reddetmektedirler.
İşin hataya düşülen yönü şudur:
(Yanıldıkları husus, bunu mutlak olarak tüm te'villere teşmil etmeleridir.) Allah'ın, bilgisini kendine sakladığı te'vil, O'ndan başka kimsenin bilmediği hakikattir;
Yerilen ve bâtıl olan te'vil ise: nassı te'vil edilmesi gerekenden farklı biçimde tefsir eden tahrifçi ve bid'atçilerin yaptığı te'vildir. Bunlar, lâfzı -bunu gerektiren herhangi bir delil bulunmadığı halde- delâlet ettiği manâdan delâlet etmediği bir başka manâya çekerler. Lâfzın zahirinin, kendilerinin akılla isbat ettikleri hususta ortaya çıkan mahzura benzer bir sakınca teşkil ettiğini iddia ederek, lâfzı Allah hakkında reddettikleri manâlara benzeyen başka manâlara çekerler. Böylelikle reddettikleri şey isbat ettikleri şey cinsinden olur ve dolayısıyla şayet var olan husus gerçek ve mümkin ise, reddedilen husus da bunun gibi olur; reddedilen husus bâtıl ve imkânsız ise var olan husus için de aynı şey geçerlidir.
Te'vili mutlak olarak reddedip; "Onun te'vilini Allah'tan başkası bilmez (te'vilini ancak Allah bilir)" (Âl-i Imrân 3/7) âyetini de buna delil getiren bu kimseler, Kur'ân-ı Kerîm'de hiç kimsenin anlamadığı veya bir anlamı olmayan ya da kendisinden hiçbir şey anlaşılmayan şeylerle bize hitap olunduğunu zannetmektedirler. Bu -bâtıl olmakla birlikte- kendi içinde de çelişkilidir. Çünkü Kur'ân'dan hiçbir şey anlamıyorsak, (zahirin) doğru bir manâsının bulunması imkân dahilinde olduğundan:
"Bunun zahire uygun düşmeyen ve ona muhalif olan bir te'vili vardır" dememiz caiz olmaz. Bu doğru manâ bizce bilinen zahire muhalif değildir. Onların dediğine göre bunun zahiri yoktur ve bu manâya delâleti de ne zahire muhalif bir delâlet ne de te'vil olur. Bu durumda, bizim bilmediğimiz bir takım manâlara delâleti de caiz olmaz. Onun delâlet ettiği bu manâları biz bilemeyiz, zira lâfzı ve bunun delâlet ettiği mefhumu anlamıyorsak, lâfzın delâlet etmediği manâları haydi haydi anlayamayız. Çünkü lâfzın kendisiyle kastedilen şeyi bildirme yönü, kendisiyle kastedilmeyen bir hususu bildirme yönünden daha kuvvetlidir.
Dolayısıyla şayet lâfzın herhangi bir manâyı bildirmesi söz konusu değilse ve ondan hiçbir manâ anlaşılmıyorsa, o halde kendisiyle kastedilen mefhumu bildirmiyor demektir ve kendisiyle kastedilmeyen bir manâyı bildirmemesi ise daha kuvvetle muhtemeldir. Te'vil ile yaratılmışlara verilen zahire muhalif olan şeyin kastedilmesi hali dışında:
"Bunun te'vilini Allah'tan başkası bilmez" demek bir yana, -tercihe şâyân olan manâdan, tercih edilmeyen zayıf manâya çekildiği anlamında- "bu lâfız te'vil edilmiştir" demek bile caiz değildir. Zahir ile bunu kasteden kimsenin, zahirden farklı bir te'vilde bulunmasının gerekliliği şüphe götürmez. Ancak bunlar:
"bunun zahirden farklı bir te'vili yoktur" veya
"bu zahiren ifade ettiği manâ üzere bırakılır" dediklerinde kendi içlerinde çelişkiye düşmüş olurlar. Şayet zahir ile herhangi bir açıklamada bulunmaksızın farklı bağlamlar içinde farklı manâlar kastederlerse bu da bir aldatmaca olur.
Eğer zahir ile manâsı anlaşılmaksızın görünen mücerred lâfzı kastederlerse, te'vili iptal veya isbat etmeleri bir çelişki olur, zira te'vili isbat veya inkâr eden kimse muhtemel manâlardan birisini anlamış demektir.
Bu taksim ile sıfatları inkâr veya isbat eden pek çok kimsenin tenakuzları (çelişkileri) ortaya çıkmıştır.