E
Çevrimdışı
Ebu & Dücane
Misafir
Müslüman Olmanın Gereği
Kaçınılmaz bir gerçektir ki, gerek maddi gerekse manevi her türden bir değere sahip olabilmek, öncelikle bu değerin gereğini yerine getirmeyi, sonra da bunun bedelini ödemeyi gerektirmektedir. Bu doğanın tabiatında var olan kesin bir gerçektir. Ne türden olursa olsun insan için bir değere sahip olabilmenin tek yolu ancak o değerin gereğini yerine getirmekle ve yine aynı değere sahip olmanın bedelini de ödemekle mümkün olabilmektedir.
İnsanoğlu için dünyadaki değerlerin en büyüğü ise hiç kuşkusuz İslam nimetidir. Zira İslam nimeti ile şereflenen ve Müslüman olarak isimlendirilen bir kul, sahip olduğu bu değer sayesinde sadece Allah’a teslim olmanın bir sonucu olarak kula kulluktan kurtulacak, gerçek hürriyet ve özgürlüğü tadacak, böylece şu kısacık dünya hayatında madden ve manen huzuru yakalayacaktır. Müslüman ferdin sahip olduğu bu değerin mükâfatı sadece dünya hayatı ile son bulmayacak, asıl hayat olan ahiret yurdunda da sahip olduğu bu değer karşılığında âlemlerin Rabbinin rızasına, altlarından ırmaklar akan cennetlere kavuşacaktır. Ancak böyle eşsiz bir mükâfata sahip olabilmenin de öncelikle belirli gerekleri, şartları olup, daha sonra da sahip olunan bu değerin bedelini ödemek de kaçınılmazdır.
İslam olabilmenin ve İslam üzere bir hayat sürebilmenin elbette ilk ve en öncelikli şartı, kişinin hayatının her alanında yüce Allah’a teslim olması, yaşamının her anını Allahü Teala’nın direktifleri doğrultusunda sürdürmesidir. İslam teslim olmaktır. Kulun kendi tercihlerini tamamen Allahü Teala’ya sevk etmesidir. Öyle ki Müslüman olan bir kul için artık hayatının her anı yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda olmak zorundadır. Diğer bir ifade ile İslam, kulun yaşamına direk olarak Alahü Teala’nın müdahil olması ve bu müdahaleye de kulun kayıtsız ve şartsız teslimiyetidir. Müslüman olduğunu iddia eden bir kimse için hayatı ile ilgili meselelerde Allahü Teala’dan başka asla bir söz sahibinin olmamasıdır İslam.
“Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Resulüne âsi olursa açık bir sapıklık etmiş olur.” (Ahzab Suresi: 33/36)
İslam olan bir kul öncelikle sosyal hayatının tamamını yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşayacaktır. Giyim kuşam, yeme ve içme, dostluk ve düşmanlık vs… gibi hayatın her alanında, ferdin karşılaştığı durumlarda tek söz sahibi Allahü Teala olacaktır. Öyle ki Müslüman kul canı ne isterse yeyip içemeyecek, istediğini giyip çıkartamayacak, istediği kişi ile arkadaş olup, bağımsız, kendi tercihi doğrultusunda istediği kişi ile düşman olamayacaktır. Günlük yaşantısında istediği zaman uyuyamayacak istediği zamanda uyanamayacaktır. Ağzına ne gelirse konuşamayacak, ticaretini kendi isteği doğrultusunda, şartlarını ve kurallarını kendisi belirleyerek yapamayacaktır. Hatta ticareti sonucunda kazandığı mal ve mülkünü dahi kendi nefsi arzusuna göre harcayamayacak, ancak Allah’ın belirlediği esaslar doğrul-tusunda bu malını ve mülkünü değerlendirebilecektir. Tüm bu dile getirdiğimiz hususlar, Allah’ın indirdiği, hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’an’ı Kerim’in de en ince detayına kadar belirlenmiştir. Müslüman bir fert yaşamında bu esaslara kayıtsız ve şartsız teslim olmak, gönül rızası ile bu esaslara itaat etmek ve boyun eğmek zorundadır. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de anlatılan ticaret hukuku ve faizin haramlığı, Müslüman bir şahsiyetin ticaret hayatına yön vermekte, zekat, infak, israftan ve cimrilikten kaçınma emirleri, ticaretinde kazandığı malı nasıl harcayacağını bildirmekte, vela (dostluk) ve bera (beri olma, uzak durma) akıdesi, Müslümanın kimlerle arkadaş, dost olacağını, kimlerden ise uzak kalacağını belirlemekte, namaz vakitleri ve bir çok ayette açık bir şekilde dile getirilen “gece kalk emri”, Müslümanın yatma ve kalkma saatlerini tayin etmektedir. Bu noktada Allah’ın kitabına baktığımız zaman örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak burada yeri gelmiş iken Müslümanın günlük hayatına yön veren direktiflerden birkaç ayeti örnek vermekte fayda vardır:
“Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir, Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekat (vazifelerini) yerine getirirler. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (cariyeleri) hariç. (Bunlarla ilişkilerinden dolayı) kınanmış değillerdir. Şu halde, kim bunun ötesine gitmeyi isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir. Yine onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler, Ve onlar ki, namazlarını muhafaza ederler, İşte asıl onlar varislerdir. Ki, Firdevs'e varis olan bu kimseler orada ebedî kalırlar.” (Mü’minun Suresi: 23/1-11)
“Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır ve sonuç itibariyle de daha güzeldir. Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar. Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin. Kötü olan bütün bu yasaklar, Rabbinizin sevmediği şeylerdir.” (İsra Suresi: 17/35-38)
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve artık faizin peşini bırakın, eğer gerçekten müminler iseniz. Eğer böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Resulü tarafından size savaş açılmış olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Haksızlık etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız.” (Bakara Suresi: 2/278-279)
“O çok merhametli Allah'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine laf attığı zaman (incitmeksizin) –selam- derler (geçerler). Ve onlar ki, Rablerine secdeler ve kıyamlar ederek yatarlar.” (Furkan Suresi: 25/63-64)
Görüleceği üzere yukarıdaki ayetler Müslüman olduğunu iddia eden bir kul için kesin ve tartışmasız uyması gereken direktiflerdir. Yine Kur’an’ı Kerim’e baktığımız zaman yukarıda örneklerini verdiğimiz direktifler doğrultusunda birçok ayete rastlamak mümkündür. Tüm bu direktiflere kayıtsız şartsız telsim olmak, hayatın her alanında bu direktiflere göre hareket etmek, ilk başta da dediğimiz gibi İslam nimetine sahip olabilmenin, Müslüman olarak isimlendirilebilmenin kaçınılmaz bir gereğidir. Bu gerekleri yerine getirmeden, daha açık bir ifadeyle yaşantıyı tamamen vahyin önderliğinde bir düzene sokmadan gerçek anlamda bir İslam’dan ve Müslümandan bahsetmek pek yerinde olmayacaktır.
Bununla beraber Müslüman olan bir kul, nasıl ki, sosyal hayatını ve yaşama biçimini Allahü Teala’dan alıyorsa, aynı şekilde ceza hukukunu da Allahü Teala’dan almalı, yine sosyal hayatın kaçınılmaz bir gereği olan idare etme ve var olan idareye itaat etme noktasında da Allah’ın direktifleri doğrultusunda bir hayat sürdürmelidir. La İlahe İllallah tevhid kelimesi ile bağlı kalmaya söz verdiği esasları asla unutmamalıdır. Zira bu noktada yapılacak küçük bir yanlış tevhid kelimesini bozacak ve yaptığı bütün fiilleri boşa çıkaracaktır. O halde Müslüman bir şahsiyet bu noktada da, yaşantısında tamamen Allah’ın indirmiş olduğu esasları gözetmek zorundadır. Müslüman bir şahsiyet idare makamında ise ancak ve ancak Allah’ın indirdikleri ile idare etmeli, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin kafir, zalim ve de fasıklardan olduğu gerçeğini devamlı hatırda tutmalıdır. Beşeri esaslı ideolojileri kabul etmemeli, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen, Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara atarak kendi yanlarından çıkarmış oldukları uyduruk kanunlarla insanları sevk ve idare etmeye çalışan azgın tağutlara asla itaat etmemeli, onlara bu noktada yetki vermemelidir. Bakınız bu noktalarda da Allahü Teala’nın emir ve direktifleri gayet açık ve de net bir şekilde bizlere bildirilmiştir.
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa Suresi: 4/59)
“Şunları görmüyor musun? Kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisa Suresi: 4/60)
“Hayır! Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa Suresi: 4/65)
“…Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir… Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir… Ve kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Maide Suresi: 5/44-45-47)
“Gerçekten doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönenlere şeytan, kötülüklerini güzel göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür. Çünkü onlar Allah'ın indirdiğini beğenmeyen kimselere: -Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz.- demişlerdi. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyordu.” (Muhammed Suresi:47/25-26)
Müslüman bir şahsiyet için sahip olmuş olduğu dinin diğer bir gerekliliği ise hiç şüphesiz iman ettiği ilkeleri en açık ve yalın hali ile dile getirmesidir. Zira İslam La İlahe İllallah kelimesine şehadet etmektir. Şehadet ise şahitlik edilen hususları devamlı surette dile getirmeyi gerekli kılmaktadır. İşte bu noktada Müslüman şahsiyet iman ettiği prensipleri dile getirmeye başladığı zaman elbette yeryüzünün azgın otoriter tağutlarının öfkesini üzerine çekecek ve sahip olduğu İslam değerinin bedelini de ödemeye başlayacaktır. Zira Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen hiçbir egemen güç, Müslümanın iman ettiği prensipleri açık bir şekilde dile getirmesine tahammül edemeyecektir. Tarih boyunca nebevi hareketlere bakıldığı zaman çok açık bir şekilde görülecektir ki, ne zaman İslam nimeti ile nimetlenen davetçiler bu değerin gereği olarak iman ettikleri esasları dile getirmeye başlamışlar, işte o zaman egemen cahiliyye ile yüz yüze gelmişler ve sahip oldukları değerin bedelini ödemek zorunda kalmışlardır. Bu dün böyle olduğu gibi bugünde böyle olacaktır. Müslüman ferdin sahip olduğu değerin bedeli, tüm dünyanın egemen güçlerini karşısına alması ve bu noktada onlardan gelebilecek baskı, zulüm, esaret, hicret ya da şehadet olacaktır. Mutlak surette tevhidi esaslara göre hareket eden Müslüman şahsiyet bu bedeli ödemek zorunda kalacaktır. Bu noktada da Allahü Teala’nın ayetleri kesin ve apaçıktır. Okuyoruz…
“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: -Allah'ın yardımı ne zaman?- derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah'ın yardımı yakındır.” (Bakara Suresi: 2/214)
“Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Yemin olsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebut Suresi: 29/1-3)
Müslüman şahsiyet bilmelidir ki, tarih boyunca kendisinden önce Allah’ın dinine davet eden ve bu yolda yürüyen tüm davetçiler, Allah’a teslim olmak gibi büyük bir nimetin bedelini birçok sıkıntı ve musibetlere uğramakla ödemişlerdir. Bu bedel ödenmeden asla kurtuluşa ermek söz konusu değildir.
Müslüman şahsiyet, aziz ve hamde layık olan yüce Allah’a iman ettiği için, Ashab-ı Uhdud davetçileri gibi ateşe atılıp yakılabileceğini (85/8), mü’min davetçilere katılıp onlara destek olduğu için, Ashab-ı Karyetin davetçisi gibi taşlanarak öldürülebileceğini (36/20-27), yüce Allah’ın uluhiyetini müşrik topluma ulaştırıp onları yalnızca alemlerin Rabb’ine kulluk etmeye çağırdığı için, Ashab-ı Kehf gibi zulüm, baskı ve tehditle öz yurdundan kovulabileceğini (18/13-16), putçu rejimlere ve putlara karşı çıktığı için, İbrahim(as) gibi ateşe atılabileceğini (21/51-70), dürüst olduğu ve inancının gereğini yaşayıp ondan asla taviz vermediği için, Yusuf(as) gibi zulümle zindana atılabileceğini (12/23-54), despot idarecilere karşı çıkıp onlara hakkı anlattığı için, Musa(as) gibi zorba idarecilerin zulmüne uğrayabileceğini (20/43-73), beşeri şirk düzenlerine karşı çıkıp Kur’an hükmünün egemen olma-sını istediği için, Muhammed (as) gibi öldürülmek istenip öz yurdunu terk etmeye zorlanabileceğini (8/30, 9/13, 28/85, 47/13) bilmeli ve ona göre hareket etmelidir
alıntı
Kaçınılmaz bir gerçektir ki, gerek maddi gerekse manevi her türden bir değere sahip olabilmek, öncelikle bu değerin gereğini yerine getirmeyi, sonra da bunun bedelini ödemeyi gerektirmektedir. Bu doğanın tabiatında var olan kesin bir gerçektir. Ne türden olursa olsun insan için bir değere sahip olabilmenin tek yolu ancak o değerin gereğini yerine getirmekle ve yine aynı değere sahip olmanın bedelini de ödemekle mümkün olabilmektedir.
İnsanoğlu için dünyadaki değerlerin en büyüğü ise hiç kuşkusuz İslam nimetidir. Zira İslam nimeti ile şereflenen ve Müslüman olarak isimlendirilen bir kul, sahip olduğu bu değer sayesinde sadece Allah’a teslim olmanın bir sonucu olarak kula kulluktan kurtulacak, gerçek hürriyet ve özgürlüğü tadacak, böylece şu kısacık dünya hayatında madden ve manen huzuru yakalayacaktır. Müslüman ferdin sahip olduğu bu değerin mükâfatı sadece dünya hayatı ile son bulmayacak, asıl hayat olan ahiret yurdunda da sahip olduğu bu değer karşılığında âlemlerin Rabbinin rızasına, altlarından ırmaklar akan cennetlere kavuşacaktır. Ancak böyle eşsiz bir mükâfata sahip olabilmenin de öncelikle belirli gerekleri, şartları olup, daha sonra da sahip olunan bu değerin bedelini ödemek de kaçınılmazdır.
İslam olabilmenin ve İslam üzere bir hayat sürebilmenin elbette ilk ve en öncelikli şartı, kişinin hayatının her alanında yüce Allah’a teslim olması, yaşamının her anını Allahü Teala’nın direktifleri doğrultusunda sürdürmesidir. İslam teslim olmaktır. Kulun kendi tercihlerini tamamen Allahü Teala’ya sevk etmesidir. Öyle ki Müslüman olan bir kul için artık hayatının her anı yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda olmak zorundadır. Diğer bir ifade ile İslam, kulun yaşamına direk olarak Alahü Teala’nın müdahil olması ve bu müdahaleye de kulun kayıtsız ve şartsız teslimiyetidir. Müslüman olduğunu iddia eden bir kimse için hayatı ile ilgili meselelerde Allahü Teala’dan başka asla bir söz sahibinin olmamasıdır İslam.
“Bununla beraber Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Resulüne âsi olursa açık bir sapıklık etmiş olur.” (Ahzab Suresi: 33/36)
İslam olan bir kul öncelikle sosyal hayatının tamamını yüce Allah’ın emirleri doğrultusunda yaşayacaktır. Giyim kuşam, yeme ve içme, dostluk ve düşmanlık vs… gibi hayatın her alanında, ferdin karşılaştığı durumlarda tek söz sahibi Allahü Teala olacaktır. Öyle ki Müslüman kul canı ne isterse yeyip içemeyecek, istediğini giyip çıkartamayacak, istediği kişi ile arkadaş olup, bağımsız, kendi tercihi doğrultusunda istediği kişi ile düşman olamayacaktır. Günlük yaşantısında istediği zaman uyuyamayacak istediği zamanda uyanamayacaktır. Ağzına ne gelirse konuşamayacak, ticaretini kendi isteği doğrultusunda, şartlarını ve kurallarını kendisi belirleyerek yapamayacaktır. Hatta ticareti sonucunda kazandığı mal ve mülkünü dahi kendi nefsi arzusuna göre harcayamayacak, ancak Allah’ın belirlediği esaslar doğrul-tusunda bu malını ve mülkünü değerlendirebilecektir. Tüm bu dile getirdiğimiz hususlar, Allah’ın indirdiği, hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’an’ı Kerim’in de en ince detayına kadar belirlenmiştir. Müslüman bir fert yaşamında bu esaslara kayıtsız ve şartsız teslim olmak, gönül rızası ile bu esaslara itaat etmek ve boyun eğmek zorundadır. Nitekim Kur’an’ı Kerim’de anlatılan ticaret hukuku ve faizin haramlığı, Müslüman bir şahsiyetin ticaret hayatına yön vermekte, zekat, infak, israftan ve cimrilikten kaçınma emirleri, ticaretinde kazandığı malı nasıl harcayacağını bildirmekte, vela (dostluk) ve bera (beri olma, uzak durma) akıdesi, Müslümanın kimlerle arkadaş, dost olacağını, kimlerden ise uzak kalacağını belirlemekte, namaz vakitleri ve bir çok ayette açık bir şekilde dile getirilen “gece kalk emri”, Müslümanın yatma ve kalkma saatlerini tayin etmektedir. Bu noktada Allah’ın kitabına baktığımız zaman örnekleri daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak burada yeri gelmiş iken Müslümanın günlük hayatına yön veren direktiflerden birkaç ayeti örnek vermekte fayda vardır:
“Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir, Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler. Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler. Onlar ki, zekat (vazifelerini) yerine getirirler. Ve onlar ki, iffetlerini korurlar. Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (cariyeleri) hariç. (Bunlarla ilişkilerinden dolayı) kınanmış değillerdir. Şu halde, kim bunun ötesine gitmeyi isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir. Yine onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler, Ve onlar ki, namazlarını muhafaza ederler, İşte asıl onlar varislerdir. Ki, Firdevs'e varis olan bu kimseler orada ebedî kalırlar.” (Mü’minun Suresi: 23/1-11)
“Ölçtüğünüz zaman tam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu hem daha hayırlıdır ve sonuç itibariyle de daha güzeldir. Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar. Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin. Kötü olan bütün bu yasaklar, Rabbinizin sevmediği şeylerdir.” (İsra Suresi: 17/35-38)
“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve artık faizin peşini bırakın, eğer gerçekten müminler iseniz. Eğer böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve Resulü tarafından size savaş açılmış olduğunu bilin. Eğer tevbe ederseniz, sermayeleriniz sizindir. Haksızlık etmezsiniz, haksızlığa da uğramazsınız.” (Bakara Suresi: 2/278-279)
“O çok merhametli Allah'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve cahil kimseler kendilerine laf attığı zaman (incitmeksizin) –selam- derler (geçerler). Ve onlar ki, Rablerine secdeler ve kıyamlar ederek yatarlar.” (Furkan Suresi: 25/63-64)
Görüleceği üzere yukarıdaki ayetler Müslüman olduğunu iddia eden bir kul için kesin ve tartışmasız uyması gereken direktiflerdir. Yine Kur’an’ı Kerim’e baktığımız zaman yukarıda örneklerini verdiğimiz direktifler doğrultusunda birçok ayete rastlamak mümkündür. Tüm bu direktiflere kayıtsız şartsız telsim olmak, hayatın her alanında bu direktiflere göre hareket etmek, ilk başta da dediğimiz gibi İslam nimetine sahip olabilmenin, Müslüman olarak isimlendirilebilmenin kaçınılmaz bir gereğidir. Bu gerekleri yerine getirmeden, daha açık bir ifadeyle yaşantıyı tamamen vahyin önderliğinde bir düzene sokmadan gerçek anlamda bir İslam’dan ve Müslümandan bahsetmek pek yerinde olmayacaktır.
Bununla beraber Müslüman olan bir kul, nasıl ki, sosyal hayatını ve yaşama biçimini Allahü Teala’dan alıyorsa, aynı şekilde ceza hukukunu da Allahü Teala’dan almalı, yine sosyal hayatın kaçınılmaz bir gereği olan idare etme ve var olan idareye itaat etme noktasında da Allah’ın direktifleri doğrultusunda bir hayat sürdürmelidir. La İlahe İllallah tevhid kelimesi ile bağlı kalmaya söz verdiği esasları asla unutmamalıdır. Zira bu noktada yapılacak küçük bir yanlış tevhid kelimesini bozacak ve yaptığı bütün fiilleri boşa çıkaracaktır. O halde Müslüman bir şahsiyet bu noktada da, yaşantısında tamamen Allah’ın indirmiş olduğu esasları gözetmek zorundadır. Müslüman bir şahsiyet idare makamında ise ancak ve ancak Allah’ın indirdikleri ile idare etmeli, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin kafir, zalim ve de fasıklardan olduğu gerçeğini devamlı hatırda tutmalıdır. Beşeri esaslı ideolojileri kabul etmemeli, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen, Allah’ın indirdiği hükümleri bir kenara atarak kendi yanlarından çıkarmış oldukları uyduruk kanunlarla insanları sevk ve idare etmeye çalışan azgın tağutlara asla itaat etmemeli, onlara bu noktada yetki vermemelidir. Bakınız bu noktalarda da Allahü Teala’nın emir ve direktifleri gayet açık ve de net bir şekilde bizlere bildirilmiştir.
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu Allah ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa Suresi: 4/59)
“Şunları görmüyor musun? Kendilerinin, sana indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa düşürmek istiyor.” (Nisa Suresi: 4/60)
“Hayır! Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisa Suresi: 4/65)
“…Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir… Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir… Ve kim, Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Maide Suresi: 5/44-45-47)
“Gerçekten doğru yol kendilerine açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfre dönenlere şeytan, kötülüklerini güzel göstermiş ve onları uzun emellere düşürmüştür. Çünkü onlar Allah'ın indirdiğini beğenmeyen kimselere: -Bazı işlerde biz size itaat edeceğiz.- demişlerdi. Oysa Allah onların gizlediklerini biliyordu.” (Muhammed Suresi:47/25-26)
Müslüman bir şahsiyet için sahip olmuş olduğu dinin diğer bir gerekliliği ise hiç şüphesiz iman ettiği ilkeleri en açık ve yalın hali ile dile getirmesidir. Zira İslam La İlahe İllallah kelimesine şehadet etmektir. Şehadet ise şahitlik edilen hususları devamlı surette dile getirmeyi gerekli kılmaktadır. İşte bu noktada Müslüman şahsiyet iman ettiği prensipleri dile getirmeye başladığı zaman elbette yeryüzünün azgın otoriter tağutlarının öfkesini üzerine çekecek ve sahip olduğu İslam değerinin bedelini de ödemeye başlayacaktır. Zira Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen hiçbir egemen güç, Müslümanın iman ettiği prensipleri açık bir şekilde dile getirmesine tahammül edemeyecektir. Tarih boyunca nebevi hareketlere bakıldığı zaman çok açık bir şekilde görülecektir ki, ne zaman İslam nimeti ile nimetlenen davetçiler bu değerin gereği olarak iman ettikleri esasları dile getirmeye başlamışlar, işte o zaman egemen cahiliyye ile yüz yüze gelmişler ve sahip oldukları değerin bedelini ödemek zorunda kalmışlardır. Bu dün böyle olduğu gibi bugünde böyle olacaktır. Müslüman ferdin sahip olduğu değerin bedeli, tüm dünyanın egemen güçlerini karşısına alması ve bu noktada onlardan gelebilecek baskı, zulüm, esaret, hicret ya da şehadet olacaktır. Mutlak surette tevhidi esaslara göre hareket eden Müslüman şahsiyet bu bedeli ödemek zorunda kalacaktır. Bu noktada da Allahü Teala’nın ayetleri kesin ve apaçıktır. Okuyoruz…
“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hali (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hatta peygamber ve beraberinde iman edenler: -Allah'ın yardımı ne zaman?- derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allah'ın yardımı yakındır.” (Bakara Suresi: 2/214)
“Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "İman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Yemin olsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebut Suresi: 29/1-3)
Müslüman şahsiyet bilmelidir ki, tarih boyunca kendisinden önce Allah’ın dinine davet eden ve bu yolda yürüyen tüm davetçiler, Allah’a teslim olmak gibi büyük bir nimetin bedelini birçok sıkıntı ve musibetlere uğramakla ödemişlerdir. Bu bedel ödenmeden asla kurtuluşa ermek söz konusu değildir.
Müslüman şahsiyet, aziz ve hamde layık olan yüce Allah’a iman ettiği için, Ashab-ı Uhdud davetçileri gibi ateşe atılıp yakılabileceğini (85/8), mü’min davetçilere katılıp onlara destek olduğu için, Ashab-ı Karyetin davetçisi gibi taşlanarak öldürülebileceğini (36/20-27), yüce Allah’ın uluhiyetini müşrik topluma ulaştırıp onları yalnızca alemlerin Rabb’ine kulluk etmeye çağırdığı için, Ashab-ı Kehf gibi zulüm, baskı ve tehditle öz yurdundan kovulabileceğini (18/13-16), putçu rejimlere ve putlara karşı çıktığı için, İbrahim(as) gibi ateşe atılabileceğini (21/51-70), dürüst olduğu ve inancının gereğini yaşayıp ondan asla taviz vermediği için, Yusuf(as) gibi zulümle zindana atılabileceğini (12/23-54), despot idarecilere karşı çıkıp onlara hakkı anlattığı için, Musa(as) gibi zorba idarecilerin zulmüne uğrayabileceğini (20/43-73), beşeri şirk düzenlerine karşı çıkıp Kur’an hükmünün egemen olma-sını istediği için, Muhammed (as) gibi öldürülmek istenip öz yurdunu terk etmeye zorlanabileceğini (8/30, 9/13, 28/85, 47/13) bilmeli ve ona göre hareket etmelidir
alıntı
