Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Müslümanların Tevessül Konusunda Yanlışa Düşme Sebebleri

Sena Haydali Çevrimdışı

Sena Haydali

اللهم إني أسألك حسن الخاتمة.
Frm. Yöneticisi
1 ) En önemli sebeb taklittir. Taklit , bir kimsenin herhangi bir delile dayandırmadığı bir görüşünü , kabullenmektir. Bu şer’i açıdan yanlış bir tutumdur ve yasaktır . Mukallid , delilini bilmeden taklit ettiği kimsenin görüşünü aksi sabit olsa da bağnazca savunan kimsedir. Allah bir çok ayette bu tutumdan sakındırmıştır.

“ Onlara _ “Haydi , Allah’ın indirdiğine ve Rasule gelin “ dendiğinde derler ki _ “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter.” Ya babaları bir şey bilmeyen , doğru yola ermemiş kimsele idiyse?...”(Maide 104)

Selef alimleri ve müctehid imamlar aynı şekilde taklitten sakındırmışlardır. Zira taklit , çekişme , zayıflık ve saflarda bölünme sebebidir . Bu nedenle bütün meselelerde tek bir kişiyi taklit eden bir sahabiye rastlamak mümkün değildir. Dört imam da bu görüşlerinde bağnaz bir tutum içerisine girmeyip kendilerine Allah rasulunün (s. a.v.) sahih bir hadisi ulaştığında derhal görüşlerini terk etmişlerdir. Ayrıca kullandıkları delilleri bilmeksizin kendilerini taklit etmekten başkalarını sakındırmışlar , şu ayetin manasını hakkıyla anlamış olduklarını ortaya koymuşlardır :

“ Size indirilene uyun. Ondan başkasını dost edinip de uymayın .Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz ! ..”(Araf 3)

2 ) Bir konuyu değerlendiriken ayet ve hadislerin bir kısmını alıp bir kısmını almamak. Bununla beraber , delil edindikleri ayet ve hadisler de , halbuki ne onların ispat etmek istediklerine delil olabilir , ne de görüşlerini mahiyettedir. Ancak kesin olan şu ki ; onlar nasların delalet ettiği doğru tefsiri bilmiyorlar , ya da onları delalet ettiğinden çok uzak anlamlarla tevil ediyorlar. Şu ayette olduğu gibi :

“ Ey iman edenler ! Allah’tan sakının ve ona vesile arayın “ (Maide 35)

Bu ayette “vesile” den maksat , taat ve hoşnut olduğu amellerle Allah’a yakın olmaktır. Oysa bazı kimseler bu ayeti Allah’tan başkasından meded ummaya delil getirmektedirler. Bu , Allah’ın kelamını tahrif etmektir. Allah’ın emrettiği vesile , müfessirlerin ittifak ettiği gibi Salih ameller vasıtasıyla Allah’a yakın olma talebidir.

Yine hadislerden ise bazı kimselerin bahsi geçen “Yağmur Duası“ hadisinde Hz. Ömer’in , Hz. Abbas’la yaptığı tevessülü , Allah rasulüne (s.a.v.) yakınlığı nedeniyle zatiyle yapmış bir tevessül olarak değerlendirmeleri buna örnektir. Peki o zaman , Hz. Muaviye’nin ve diğer Müslümanların Yezid b. Esved el Curaşi ile yaptıkları tevessüle ne buyrulur ? … Curaşi dua eder etmez yağmur yağmaya başlamıştır. Bu konuya örnek olarak “Ama” hadisini de verebiliriz.

Ama’nın biri Allah rasulüne (s.a.v.) gelerek _ “Bana afiyet vermesi için Allah’a dua et “ der.
Allah rasulu (s.a.v.) ona _” Dilersen dua ederim. Dilersen sabredersin. Bu senin için daha hayırlıdır“ der.
Ama' da _ “dua et” diye ısrarını bildirir.
Bunun üzerine Allah rasulu (s.a.v.) ona güzel bir şekilde abdest alıp şu duayı söylemesini emreder:
” Allah’ım sana peygamberin rahmet peygamberi Muhammed (s.a.v.) ile yöneliyorum. Ey Muhammed ! Hacetimin giderilmesi için seninle Rabbime yöneliyorum . Allah’ım ! Benim hakkımda onu şefaatçi kıl ! “

Hadiste görüldüğü gibi Allah rasulunden (s.a.v.) dua talebi vardır . Aynı zamanda Allah’ın peygamberinin duasını kabulu için “ama dua etmekte _” Allah’ım ! Benim hakkımda onu şefaatçi kıl “ demektedir .

3) Aslı astarı olmayan hatta bazen dinin asıllarıyla çelişen uydurma hadislerle ve Allah Rasulune (s.a.v.) nisbeti kesinlik kazanmamış zayıf hadislerle amel etmek. Örnek olması sebebiyle birkaç tanesini buradaki ortama aktaralım.

“ Makamımla tevessulde bulunun. Şüphesiz Allah katında makamım büyüktür “

Bu hadis (!) uydurmadır , batıldır.



“_Adem günah işleyince dedi ki _ Ya Rab ! Muhammed’in hakkı için senden beni bağışlamanı dilerim.
Bunun üzerine Allah Teala _ Ey Adem ! Henüz yaratmadığım halde Muhammed’i nasıl biliyorsun? diye sordu?
Adem _ Ya Rab ! Beni elinle yaratıp bana ruhundan üfleyince başımı kaldırdım ve arşın direkleri üzerinde şu yazıyı gördüm : La ilahe illAllah Muhammedur Rasulullah. Bildim ki Sen adının yanına ancak en sevdiğin kimsenin adını yazarsın.

Allah da şöyle buyurdu._ Seni bağışladım , Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım.”

Uydurmadır.

Râvilerinden olan Abdurrahm an b. Zeyd b. Eslem hakkında İbn Hibbân şöyle der: «Hadis uydurmakla itham olunmuş, Leys, Malik ve İbn Lehi’a üzerine hadisler uydurmuştur. Dolayısıyla imâm ez-Zehebî rivâyet hakkında uydurma ve batıl derken, İbn Hacer el-Askalânî de ona katılır.

Zehebi, bu hadis hakkında: ''Hadis uydurmadır. Abdurrahman yalancıdır. Ve Abdullah İbni Meslem el-Fahri'nin kim olduğunu bilmiyorum'' demektedir.

Mizan'ul-İtidal'de bu hadis için ''batıl bir haberdir'' denilmektedir.

Beyhaki Delail Nübüvve'de ''Abdurrahman İbni Zeyd İbni Eslem zayıf ravilerdendir'' der.

El-Elbani bu hadisi aktardıktan sonra '' Sonuç olarak ben derim ki: Bu hadisin Peygamber (sav)'den aslı yoktur. Bu hadise iki muhterem hafız -Askalani ve Zehebi- batıl hükmü vermiştir. (Zayıf Hadisler Silsilesi 1/hadis no 25) diyerek hadisi eleştirmektedir.

Şeyhul İslam İbni Teymiyye (rahimehullah): ''Hakim bu rivayeti sahihi sakimden (zayıf) ayırma babının girişinde aktarmakta ve Abdurrahman İbni Zeyd İbni Eslem'in babasından rivayet ettiği hadisler uydurmadır'' demektedir.

El-Sagani “uydurulmuş” dedi. (El-Sagani El-Hadis El-Mevzuat sy.7) Elbani de aynı şeyi söylemiştir. (Silsile el-Zayif 1/450 no 282)

El Acluni Uydurma olduğunu söylemiştir (el-Aclunî, Keşfu'l-Hafâ, II, 214.)

Şeyh Molla Aliyyul Kari "Zayıftır ama anlamı doğrudur… ” (Aliyyu'l Kari El-Esrar El-Merfuat sy 67-68)der ve şu iki hadisi bu görüşüne delil getirir:


a. İbn Esakir tarafından nakledilen hadis ”sen olmasaydın dünya yaratılmazdı.” İbni Cevzi bunu nakletti ve şöyle dedi: ”uydurulmuştur” (İbni Cevzi El-Mevzuat 1/288) ve Suyuti’de aynı şeyi söylemiştir. (Suyuti El-Laai 1/272)

b. Deylemi’den nakledilen bir hadis ”Ya Muhammed! Sen olmasaydın Bahce (cennet) yaratılmış olmazdı ve Sen olmasaydın ateş (cehennem) yaratılmış olmazdı.”

ElBani derki ”Deylemi’den hadisin sahih olduğunu ortaya koymadan gerçekliğini onaylamak doğru olmaz ki Hiç bir alimin bu konu üzerinde durmuş olmasına rastlamış değilim… Deylemi’nin bunu aktaran tek kişi olması benim için bu hadisin zayıf olduğuna inanmak için yeterlidir, dahası Musned’inde (Deylemi, Musned 1/41/2) rastladığımda zayıf olduğuna inandım. (El Elbani Silsile El-Zayıf 1/451 no.282)



Yukarıdaki sözün uydurma olduğuna bir delil de yine başka bir rivayetten ! Akıl sahiplerini çelişkiyi görmeye davet ediyorum :

Adem (a.s.)’ın Nebî (s.a.v.)’i, kendi yaratılışından sonra cennette iken yer yüzüne inmesinden bilmesidir. Halbuki zayıf, ancak daha iyi bir senedle gelen başka rivayette:

Adem (a.s.) Hindistan'a iner ve yanlızlık hisseder, bunun üzerine Cebrâil inerek; Allâhu Ekber, Allâhu Ekber, Eşhedu En Lâ İlâhe İllallâh (iki defa), Eşhedu Enne Muhammeden Rasulullâh (iki defa) deyip ezan okur.
Adem şöyle der: «Muhammed de kim»?
Cebrâil: «Peygamberlerden son oğlundur» der.
(İbn Asâkir (1/323/2).


Râvilerinden Ali b. Behrâm bilinmemekte, diğer bir râvi olan Muhammed b. Abdullâh b. Suleyman aynı şekilde bilinmemektedir.

Bir önceki rivâyette Âdem (a.s.) daha cennette iken Peygamber (s.a.v.)’i tanıyordu, bu ikinci rivayette ise, Âdem (a.s.) yer yüzüne indiği halde Muhammed (s.a.v.)’i tanımamıştır.


Bununla birlikte Allah c.c. Her şeyi bilmiyormuş gibi Hz. Adem’in Hz.Muhammed(s.a.v) adını nerden gördüğünü bilmiyor da yarattığı Adem’e sorarak cehaletini gideriyor (haşa! Summe haşa)


Son Olarak :

Muvahhid bir kula düşen , kişiyi büyük şirke , küçük şirke veya haram olan bid’ate düşüren bid’at tevessül türlerinden sakınmaktır . Zira bu , duada haddi aşmaktır , ve duanın karşılıksız kalmasını gerektirir. Çünkü Allah azze ve celle ancak şer’i ölçüler içerisindeki duaları kabul eder.Ayrıca mü’min kul ,dualarını Kur’an ve sünnetten seçmeye özen göstermelidir. Zira bu kabul edilme açısından daha güvenilirdir ve de kişiye sevap kazandırır.

Bir hadiste _ “haramlar bellidir , helaller bellidir. Birde ikisi arasında şüpheli şeyler vardır . Bunlardan sakınmayan tehlikeye girer “ manasındaki hadisi şerife göre bile en azından hareket etmenizi , görüyorsunuz ki Bid’at olan tevessulleri en azından ben bunlardan beriyim diyerek reddetmenizi bekleriz.
 
Ali Tatar Çevrimdışı

Ali Tatar

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
“Adem günah işleyince dedi ki _ Ya Rab ! Muhammed’in hakkı için senden beni bağışlamanı dilerim.
Bunun üzerine Allah Teala _ Ey Adem ! Henüz yaratmadığım halde Muhammed’i nasıl biliyorsun? diye sordu?
Adem _ Ya Rab ! Beni elinle yaratıp bana ruhundan üfleyince başımı kaldırdım ve arşın direkleri üzerinde şu yazıyı gördüm : La ilahe illAllah Muhammedur Rasulullah. Bildim ki Sen adının yanına ancak en sevdiğin kimsenin adını yazarsın.

Allah da şöyle buyurdu._ Seni bağışladım , Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım.”

Uydurmadır.

Râvilerinden olan Abdurrahm an b. Zeyd b. Eslem hakkında İbn Hibbân şöyle der: «Hadis uydurmakla itham olunmuş, Leys, Malik ve İbn Lehi’a üzerine hadisler uydurmuştur. Dolayısıyla imâm ez-Zehebî rivâyet hakkında uydurma ve batıl derken, İbn Hacer el-Askalânî de ona katılır.

Zehebi, bu hadis hakkında: ''Hadis uydurmadır. Abdurrahman yalancıdır. Ve Abdullah İbni Meslem el-Fahri'nin kim olduğunu bilmiyorum'' demektedir.

Mizan'ul-İtidal'de bu hadis için ''batıl bir haberdir'' denilmektedir.

Beyhaki Delail Nübüvve'de ''Abdurrahman İbni Zeyd İbni Eslem zayıf ravilerdendir'' der.

El-Elbani bu hadisi aktardıktan sonra '' Sonuç olarak ben derim ki: Bu hadisin Peygamber (sav)'den aslı yoktur. Bu hadise iki muhterem hafız -Askalani ve Zehebi- batıl hükmü vermiştir. (Zayıf Hadisler Silsilesi 1/hadis no 25) diyerek hadisi eleştirmektedir.

Şeyhul İslam İbni Teymiyye (rahimehullah): ''Hakim bu rivayeti sahihi sakimden (zayıf) ayırma babının girişinde aktarmakta ve Abdurrahman İbni Zeyd İbni Eslem'in babasından rivayet ettiği hadisler uydurmadır'' demektedir.

El-Sagani “uydurulmuş” dedi. (El-Sagani El-Hadis El-Mevzuat sy.7) Elbani de aynı şeyi söylemiştir. (Silsile el-Zayif 1/450 no 282)

El Acluni Uydurma olduğunu söylemiştir (el-Aclunî, Keşfu'l-Hafâ, II, 214.)

Şeyh Molla Aliyyul Kari "Zayıftır ama anlamı doğrudur… ” (Aliyyu'l Kari El-Esrar El-Merfuat sy 67-68)der ve şu iki hadisi bu görüşüne delil getirir:


a. İbn Esakir tarafından nakledilen hadis ”sen olmasaydın dünya yaratılmazdı.” İbni Cevzi bunu nakletti ve şöyle dedi: ”uydurulmuştur” (İbni Cevzi El-Mevzuat 1/288) ve Suyuti’de aynı şeyi söylemiştir. (Suyuti El-Laai 1/272)

b. Deylemi’den nakledilen bir hadis ”Ya Muhammed! Sen olmasaydın Bahce (cennet) yaratılmış olmazdı ve Sen olmasaydın ateş (cehennem) yaratılmış olmazdı.”

ElBani derki ”Deylemi’den hadisin sahih olduğunu ortaya koymadan gerçekliğini onaylamak doğru olmaz ki Hiç bir alimin bu konu üzerinde durmuş olmasına rastlamış değilim… Deylemi’nin bunu aktaran tek kişi olması benim için bu hadisin zayıf olduğuna inanmak için yeterlidir, dahası Musned’inde (Deylemi, Musned 1/41/2) rastladığımda zayıf olduğuna inandım. (El Elbani Silsile El-Zayıf 1/451 no.282)

Hz. Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Âdem hata işlediği zaman,

‘Ya Rabbi! Muhammed’in hakkı için beni affetmeni istiyorum.’ diye yalvardı. Allah,

‘Ey Âdem! Kendisini daha yaratmamışken, sen Muhammed’i nereden öğrendin?’ diye sordu. Âdem:

‘Ya Rabbi! Sen beni elinle yaratıp ruhundan bana üflediğinde, başımı yukarıya kaldırdım. Arşın sütunlarında “La ilahe illellah, Muhammedurresulüllah” yazılı olduğunu gördüm ve bundan anladım ki, ismini kendi isminin yanında yazdığın kimse yarattıkların arasında sana en sevgili olandır.’ Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu:

‘Ay Âdem, doğru söyledin; hiç şüphesiz Yarattıklarımdan bana en sevimli olan Odur. Onun hakkı için istediğinden ötürü seni bağışladım. Bilesin ki, eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım.”

Hadisi, Beyhakî, Taberanî, Hakim rivayet etmiştir. (bk. Hâkim, Mustedrek, II/615; Suyuti, ed-Dürrü'l-Mensûr, 1/116. Yusuf Nebhanî, Hucetullahi ale’l-âlemin, s. 210)

Ayrıca değişik rivayetlerde Hz. Âdem aleyhi's-selamın tövbesi ve o tevbenin kabülü anlatılırken, Hz. Âdem cennette iken, cennetin her tarafında "Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlullah" yazısını gördüğü bildirilir. (Hakim, Müstedrek, a.g.y; Kadı Iyaz, Şifa, 1/138)

Bu rivayetlerde bizce bir çelişki yoktur. Çünkü Hz. Âdem’in, Muhammed ismini hem yaratıldığında Arşın üzerinde görmesi hem de cennet kapılarında ve cennetin diğer yerlerinde görmesi, biribirine aykırı şeyler değildir. Ancak Muhammed ismini ilk olarak görmesi yaratıldığı zamanda olmuş, sonra cennette de görmüştür, denilebilir. (Bu konuda geniş bilgi için bk. Mevahibu Ledünniyye, s., 2-3./osmanlıca)

Gördüğünüz gibi, Hz. Âdem, Peygamberimiz ile tevessül ediyor ve Onun hürmetine af diliyor. Allah Teala da اُدْعُنِي بِحَقِّهِ "Onunhakkıyladuaet." diyerek, peygamberimizle tevessül etmesini emrediyor...

Bu hadis-i şerifi; Hakim "Müstedrek"te sahih olarak nakletmiştir... Yine İmamSuyuti, "Hasâis-i Nebeviye" isimli eserinde sahih olarak rivayet etmiştir... İmamBeyhaki ki, “Delail-i Nübüvve” isimli eserinin başında, mevzu hadisleri rivayet etmediğini belirtmiş ve bu eserinde mezkur hadisi rivayet etmiştir... Kastalâni ve Zürkâni bu hadisi, "Mevahib-i Leduniyye" de nakletmiştir... İmamSubki, "Şifaü-s Sikam" da; İmamTaberani, "Evsat" ta; "ŞeyhülislamBelkini "Fetavâ"sında; İbnü’l-Cevzi "Vefa" isimli eserinde; İbniKesir "Bidaye" isimli eserinde bu hadisi nakletmişlerdir...

Bu hadis-i şeriften dolayı, Ebu Cafer Hazretleri, Resulullahın huzurunda dua ederken Peygamberimizin kabrine yönelmenin hükmünü İmamMalik'ten sorduğunda, İmam Malik ona şöyle cevap vermiştir:

"Resulullah,seninvebabanÂdem'inkıyametgünüvesilesiiken,niçinyüzünüondandönüyorsun..."

Senedi bu kadar kuvvetli olan bu hadis-i şerif, aynı zamanda, gaibe tevessül edilebileceğine de delildir. Çünkü Hz. Âdem (as), Peygamberimizin ismiyle tevessül ettiğinde, daha Peygamberimiz yaratılmamıştı. Demek hayatta olmayan kimseyle tevessül caizdir ve bunu ilk yapan Hz. Âdem’dir...

Tevessülü inkar edenler, "Sahabeler tevessül yapmamıştır." diyorlar. Nakledeceğimiz bu İkincihadis-işerif, sahabelerin tevessül yaptığını göstermekte ve "Sahabeler tevessül yapmamıştır." sözünün ne kadar yalan olduğunu ortaya koymaktadır. Hadis-i şerifi, Osman İbni Huneyf Hazretleri nakletmiştir. O şöyle diyor:

اَنَّ رَجُلاً ضَرِيرَ الْبَصَرِ أَتَى النَّبِيَّ Kör bir adam Nebi(asm)'a geldi,فَقَالَ ve dediki,اُدْعُ اللَّهَ أَنْ يُعَافِيَنِي Allah'ın beni iyileştirmesi için dua et...Bunun üzerine Efendimiz(asm) dediki:إِنْ شِئْتَ دَعَوْتُ eğer istersen dua ederim,وَإِنْ شِئْتَ صَبَرْتَ eğer istersen sabret,فَهُوَ خَيْرٌ لَكَ bu-yani sabretmen-senin için daha hayırlıdır...Bunun üzerine adam:فَادْعُهْ "Dua et."dedi... Peygamber Efendimiz(asm) ona güzelce abdest almasını ve iki rekat namaz kıldıktan sonra şu duayı yapmasını emretti:

اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ Ey Allah'ım, şüphesiz ben senden, rahmet nebisi olan Peygamberin Muhammed ile istiyor ve onunla sana yöneliyorum.يَا مُحَمَّد Ey Muhammed,إِنِّي تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى bu ihtiyacımın yerine getirilmesi için seninle Rabbime yöneldim,اللَّهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِيَّ Ey Allah'ım, onu benim hakkımda şefaatçi kıl...”

Bir daha dikkat edin, Peygamber Efendimiz, ona nasıl dua etmesini emrediyor:

"Ey Allah'ım, şüphesiz ben senden rahmet nebisi olan Peygamberin Muhammed ile istiyor ve onunla sana yöneliyorum. Ey Muhammed, bu ihtiyacımın yerine getirilmesi için seninle Rabbime yöneldim. Ey Allah'ım, Onu benim hakkımda şefaatçi kıl..."

Bakın, âmâ sahabeye, kendisiyle tevessül etmesini bizzat Peygamber Efendimiz emrediyor. Hadis-i şerifin ravisi İbni Huneyf diyor ki:

“Bu zat gitti, biz daha Resulullahın huzurundan ayrılmamıştık ki tekrar geldi, baktık ki gözleri iyi olmuş...”

İmam Tırmizi Hazretleri bu hadis hakkında şöyle der: Bu, hasen, sahih bir hadistir. Biz onu Ebu Cafer Hatmi tarikinden bilmekteyiz... Ebuİshak, bu hadisin sahih olduğunu söylemiştir... Yine Hakim, hadisin sahih olduğunu söylemekte ve Zehebi ona muvafakat etmektedir... Buhari "Târihu’l-Kebir" eserinde bu hadisi nakleder... İbni Mace bu rivayeti sahih bulur... İmam Nesei, İbni Hibban, Ebu Nuaym, İmamBeyhaki ve Münzirî gibi birçok hadis hafızı bu rivayetin sahih olduğunu söyler. Yani bu kadar muhaddis, bu hadisin sıhhatinde ittifak etmişlerdir...

Bu hadis-i şerifteki mühim nokta, âmâ sahabeye öğretilen, "Peygamberin ile sana yöneliyorum." duasıdır. Burada, Hz. Peygamberin olmadığı bir mekandan seslenme vardır... Ayrıca hadisin açık beyanıyla, Peygamberimizin duasıyla tevessül edilmemiş, bizzat peygamberimizin zatıyla tevessül edilmiştir. Bunu delili, "Ey Muhammed, ben senin ile Rabbime yöneldim."denmiş; "Peygamberin duasıyla yöneldim" denmemiştir...

Demek bu hadiste, tevessülün iki çeşidine işaret vardır. Şöyle ki: Âmâ zat, Peygamber Efendimizin Allah katındaki değerini biliyordu. Bu sebeple ona gidip kendisi için dua etmesini isteyerek tevessülün çeşitlerinden birini yaptı. Peygamberimiz de ona öğrettiği duayla, caiz olan tevessüllerden diğerini tatbik ettirdi. Yani ona eve gidip, Peygamberimizin olmadığı o mekanda onun adını anarak dua etmesini söyledi. Bu sahabe de evinde, Resulullahın olmadığı o yerde, ona tevessül ederek dua etti ve neticede matlubuna nail oldu. Demek bu hadis, sadece tevessülün caiz olduğuna değil; aynı zamanda, gaibde olana tevessül edilebileceğine de delildir...

Ayrıca hadisin bir rivayetinde şu ziyadelik vardır:

وَ اِنْ كَانَتْ حَاجَةً فَافْعَلْ مِثْلَ ذَلِكَ "Eğer bir ihtiyaç olursa,bunun gibi yap."...

Bu ziyadeyi, İbni Ebi Heysem sahih bir senetle rivayet etmiştir. Bu ziyadeliğe göre, bu dua sadece o an için geçerli olmayıp, bütün ihtiyaçlar için, her vakit yapılabilecek bir duadır... Bu sebeple, hadisin ravisi olan Osman İbni Huneyf, Peygamberimizin vefatından sonra insanlara bu duayı öğretmiş ve ihtiyacı olanların bu duayla Peygamberimize tevessül etmesini nasihat etmiştir. İmam Taberani, Hz . Osman'ın halifeliği zamanında, İbni Huneyf'ten bu duayı öğrenen kişinin, bu duayla matlubuna nasıl nail olduğunu "Mu'cemu’l-Kebir" isimli eserinde uzunca zikreder...

Bu hadis-i şerif hakkında söylenecek daha çok söz var. Biz daha fazla uzatmamak için hadisin tahlilini burada kesiyor ve son olarak diyoruz ki: Peygamberimiz (asm), âmâ olan sahabeye kendisiyle tevessül etmesini emretmiş; bu sahabe de evine giderek Peygamberimizin zatıyla tevessül etmiştir. Hadisin sıhhati hakkında hadis alimlerinin sözlerini işittiniz, daha fazla söze hacet yoktur.

Tevessülün caiz olduğuna dair nakledeceğimiz bu Üçüncühadis-işerifte, bizzat Peygamber Efendimiz (asm)'ın, diğer peygamberle tevessül ettiğini göstereceğiz. Enes bin Malik Hazretlerinin rivayet ettiği bu hadis-i şerifi İmam Taberani "Mu'cemu’l-Kebir" ve "Evsat" da; Heysemi, "Mecmau-z Zevad" da; Ebu Nuaym da "Hilyetü’l-Enbiya"da zikretmişlerdir. Hadis-i şerif şöyledir:

Haşim oğlu Esed kızı Fatıma (ra) vefat edince, Peygamberimiz (asm) Üsame İbni Zeyd'i, Eyyüb el-Ensari'yi, Hz. Ömer'i ve bir köleyi kabrini kazdırmak için çağırttı. Onlar kabrini kazarlarken kabrin lahid denilen kısmına gelince, Peygamberimiz eliyle onun lahdini kazdı, toprağını eliyle çıkardı ve kazma işi bitince kabrin içine girerek şöyle dedi:

اَللَّهُ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ O Allah ki, diriltir ve öldürür,وَهُوَ حَيٌّ لاَ يَمُوتُ O, ölümsüz olan diridir,اِغْفِرْ لِأُمِّي فَاطِمَةَ بِنْتِ أَسَدٍ Esed'in kızı Fatıma annemi affet,وَلَقِّنْهَا حُجَّتَهَا Ona hüccetini telkin et, yani vereceği cevabı öğret,وَوَسِّعْ عَلَيْهَا مُدْخَلَهَا gireceği yeri ona genişlet...Hadisin bu bölümüne dikkat! بِحَقِّ نَبِيِّكَ وَالْأَنْبِيَاءِ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِي فِإِنَّكَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِين Nebinin ve benden önceki nebilerin hakkı için bunu yap. Şüphesiz sen, Merhamet edenlerin en merhamet edenisin...

Gördünüz mü Peygamber Efendimiz (asm) duasında ne diyor? Diyor ki: "Nebinin ve benden önceki nebilerin hakkı için..." Yani Peygamberimiz (asm), kendinden önceki peygamberlere tevessül ediyor. Hani tevessül caiz değildi...

Ayrıca bu hadis-i şerif, gaibte olana tevessül edilebileceğine de delildir. Zira Peygamberimizin, kendileriyle tevessül ettiği peygamberler vefat etmişlerdir. O halde vefat edenlerle de tevessül edilebilmektedir. Onların ölmüş olması, kendileriyle tevessül edilmesine mani değildir...

İbni Hibban ve Hakim Hazretleri, hadis-i şerifin Ravisi olan Ravh İbni Salah'ı hadiste güvenilir görür. O halde hadis, İbni Hibban ve Hakim'in görüşlerine göre sahihtir. O Hakim Hazretleri ki, hadiste zamanının insanlarının imamıydı; cerh, tadil, ilel ve hadis ilimlerinin hepsinde tam bir marifet sahibiydi. İşte bu Hakim, "Bu hadis sahihtir." diyor. Onun bu sözü yanında, zamanımızın hadis inkarcılarının sözü kaç para eder...

Ayrıca bu hadisi, İbni Abdilberr, İbni Abbas'tan; İbni Ebi Şeybe de Hz. Cabir'den nakletmişler; Deylemi ve Ebu Nuaym da ayrı ayrı rivayette bulunmuşlardır...

Tevessülü inkar edenler bu hadis karşısında söyleyecek bir söz bulamadıklarından "Hadis zayıftır." sözünü uydurmuşlardır. Biz de onlara deriz ki: Zikrettiğimiz görüşleri hadi bir kenara bırakalım ve sizin dediğiniz gibi hadis zayıf olsun, ancak Ahmed bin Hanbel ve Ebu Davud es-Sicistani'ye göre, başka hadis bulunmadığı taktirde ahkama ait meselelerde zayıf hadisle amel edilir. Kaldı ki, zikrettiğimiz hadis hafızları bu hadisin sahih olduğunu belirtmişler ve eserlerinde nakletmişlerdir...

Şimdi soruyoruz: Peygamberimiz (asm) Allah'tan isterken bazen tevessül ediyor. Ölmüş peygamberleri aracı kılıp, onların faydasını umuyor. Onun yaptığını biz niye yapmayalım ve ona caiz olan bize niye caiz olmasın?..

Konu münasebetiyle şu noktayı da izah etmek istiyoruz: Kabirlere giderek, "Bana çocuk ver, eş ve iş ver." şeklinde istekte bulunmak, kabirlere çaput bağlamak, bizzat kabrin kendisine kurban kesmek, kabre karşı secde etmek gibi işler elbette sakıncalıdırveyanlıştır. Böyle hareketler kişiyi şirke düşürür. Kişi ilk önce,tevessül ettiği kişinin, Allah'ın dilemesi olmadan hiç birşeyi yapmaya gücü olmadığını bilmelidir...

Kabirlere tevessül iki şekilde caiz olur. Birincisi: Orada yatanın hürmetine istemektir. Yani kişinin: "Ya Rabbi, şu kabirde yatan kulunun hürmetine beni affet." demesi gibi...

İkinciçeşittevessülise, kabirdeki salih zattan kendisi için dua etmesini isteyerek yardım dilemektir. Yani Kişinin, bir Allah dostunun kabri başında şöyle demesi gibi: "Ey Allah'ın velisi, benim için Allah'a dua et, Allah senin duan hürmetine matlubumu bana ihsan etsin..."Kabirdekilerin dua edebileceğine Peygamber Efendimizin şu hadis-i şerifi delildir:

"Benim hayatım sizler için hayırlıdır, siz bize anlatırsınız bizde size anlatırız. Öldüğüm zaman, ölümümde sizler için hayırlıdır. Amelleriniz bana arzolunur. Hayrı görürsem hamdederim, şerri görürsem sizler için Allah’tan mağfiret dilerim..."

Bu hadis-i şerifteki,وَاِنْ رَأَيْتُ شَرًّا اِسْتَغْفَرْتُ اللهَ لَكُمْ "eğer şerri görürsem, sizler için Allah’tan mağfiret dilerim" ifadesi, peygamberlerin ölü de olsalar dua ettiklerine delildir.

Peygamberler öldükten sonra dua edebiliyorsalar, elbette peygamberlerin varisleri olan evliya ve alimler de derecelerine göre kendisinden dua isteyenlere dua edebilmektedir. Bunda garipsenecek hiçbir şey yoktur. Ölüm bizler için bir son, bir yokluk değildir ki, bunu inkar edelim. Ölüm, kabir kapısıyla başka bir aleme geçmek için bir terhistir. Dolayısıyla, Allah dostu kulların, izni ilahi ile kabirlerinde dua etmesi son derece makuldür ve hadsiz vukuatla vakidir.

Sözü daha fazla uzatmaya gerek de yoktur.

Tevessülün caiz olduğuna dair nakledeceğimiz bu Altıncı hadis-i şerifi, Hz. Meymun'e validemiz rivayet etmiştir. Peygamber Efendimiz (asm) Hz. Meymun'e validemizin yanında geceledi. Efendimiz (asm) sonra kalkıp namaz için abdest aldı. Hz. Meymun'e validemiz diyor ki:

O'nu abdest aldığı yerde üç defa "Lebbeyk,lebbeyk,lebbeyk" ve üç defa da "Sanayardımedildi,sanayardımedildi,sanayardımedildi." derken işittim. O'na:

"Ey Allah'ın Resulü, babam sana feda olsun. Seni üç defa ‘Lebbeyk.’; üç defa da ‘Sana yardım edildi.’ derken işittim. Sanki bir insanla konuşuyordun, yanında biri mi vardı?" diye sordum. O dedi ki:

“Bu,Beni Ka'b kabilesinin şiir okuyanı...Bana seslenip yardım istedi ve Kureyş'in onlara karşı Beni Bekir kabilesine yardım ettiğini iddia etti...”

Bu hadis-i şerifi, İmam Taberani ve Ebu Nuaym Hazretleri eserlerinde rivayet etmişlerdir. Heysemi Hazretleri ve bazı hadis alimleri bu hadisi zayıf bulmuşlardır...

Şimdi burada çok önemli bir noktadan bahsetmek istiyoruz. Bu nokta, çok önemli bir noktadır. Şöyleki:

Bir hadisin zayıf veya sahih kabul edilmesi, hadisin senediyle ilgilidir. Bazı hadis alimleri, hadisin senedindeki bir ravinin hafızasını zayıf görür; ona güvenmez veya başka bir sebepten dolayı hadisi zayıf addeder. Başka bir hadis alimi ise, raviye güvenir; hafızasını kuvvetli bulur ve diğer şartlarla hadisi sahih kabul eder. Dolayısıyla bir hadisi zayıf kabul etmek, hadisin senediyle ilgili bir durumdur...

Bazı alimlerin, naklettiğimiz hadis-i şerifi zayıf kabul etmesi, bizim meselemizi zayıflatmaz. Çünkü zayıflık emaresi varsa, hadisin senediyle ilgilidir, manasıyla değil!..

Şimdi şunu bir düşünün: Eğer tevessül şirk olsaydı, bu hadisi İmam Taberani ve Ebu Nuaym Hazretleri nakleder ve kitaplarına alırlar mıydı? Ve hadis alimleri, hadisin üzerinde cerh ve tadil yaparlar mıydı? Eğer tevessül şirk olsaydı, hadise zayıf denmez; uydurma denirdi ve hadis kitaplarında nakledilmezdi... Ne yani, hadis hafızları, şirki tavsiye eden bir hadis üzerinde, sahihtir, zayıftır tartışması mı yapacak?..

Eğer hadisin manası, İslam'ın ruhuna uygun olmasaydı, hadisin senedine bakılmaksızın hadis reddedilirdi. Ama zayıf diyen dahi hadisi reddetmiyor, sadece senedindeki bazı ravileri zayıf buluyor. Eğer tevessül şirk olsaydı; zayıf diyenler, hadise zayıf demezler; "Bu hadisteki haber şirktir; bu hadis, hadis olamaz." derlerdi. Ama kimse böyle dememiş. Hatta bir kısım hadis alimleri, hadisi sahih kabul etmiş ve bu hadisi eserlerinde nakletmiş.

Bütün bunlar, tevessülün caiz olduğuna delildir. Dolayısıyla, tevessülü inkar edenler, gösterdiğimiz hadis-i şeriflere "zayıftır" diyerek, davamızı iptal edemezler. Faraza, naklettiğimiz bütün hadis-i şeriflerin zayıflığını ispat dahi edecek olsalar, yine de davamızı çürütemezler. Çünkü bir hadisin senedi üzerinde tartışma yapılması, o hadisin manasının İslam'ın ruhuna uygun olduğunu ispat eder. Eğer tevessül caiz olmasaydı, hadis alimleri bu hadislerin senetleri üzerinde tahlil yapmaz ve topyekün hadisi reddederlerdi. Zira şirki emreden bir hadise, zayıf demekle yetinilmez...

Şimdi, tevessüle şirk diyenlere soruyoruz: İmam Taberani gibi bir hadis hafızı, bu hadisi "el-Kebir" isimli eserinde rivayet etmiş. Acaba İmam Taberani, manasında şirk olan bir sözü, hadis diye nakleder mi? O koca imam, tevessülün şirk olup olmadığını sizin kadar bilmiyor mu? Eğer tevessül şirk olsaydı, İmam Taberani bu hadisi eserine alır mıydı? Ebu Nuaym kitabında nakleder miydi? Onların bu hadisi eserlerine alması, tevessülün caiz olduğuna dair kati bir delil değil midir? Daha ne arıyorsunuz?..

Sevgili kardeşlerim, tevessüle dair yazımızda yaklaşık otuz sayfadır konuyu inceliyoruz. Önce tevessülün caiz olduğuna dair Kur'an ayetlerini naklettik. Sonra da tevessülü hadis-i şeriflerle ispat ettik. Daha nakledebileceğimiz çokça hadis-i şerif de var. Hepsini nakletmeye kalksak saatler sürer. Bu sebeple hadis-i şerifler bölümünü burada tamamlamak istiyoruz.

Şimdi sorulacak soru şu: Eğer tevessül caiz olsaydı, sahabeler bunu uygulardı. Acaba sahabe efendilerimiz tevessül etmiş midir?..

Sahabe Efendilerimizin tevessül ettiğine dair vereceğimiz örnek, Malik ed-Dar tarafından nakledilmiştir. O şöyle anlatıyor:

Hz. Ömer devrinde halk şiddetli bir kuraklığa maruz kalmıştı. Derken bir adam Peygamber Efendimiz (asm)'ın kabrine gelerek:

"Ya Resulallah! Ümmetin için yağmur yağmasını iste. Zira onlar helak oldular." dedi. Bunun üzerine rüyasında o adama şöyle denildi:

"Ömer'e git, ona selam götür, halkın suya kavuşacağını haber ver ve ona şöyle de: Senin vazifen, iyi muamelede bulunmak, adil olmak ve güzel hareket etmektir...”


Adam derhal giderek durumu Hz. Ömer'e bildirdi. Bunun üzerine Hz. Ömer ağladı ve sonra şöyle dedi:

"Rabbim, üstesinden gelemediğim şeyler hariç, çaba sarfetmekten geri durmuyor ve elimden geleni yapıyorum.
"

Şimdi, bu rivayeti nakleden hadis imamlarına bakalım. Bu haberi bu şekliyle nakleden hadis imamları şunlarıdır:

1. İmam Buhari,
2. İmam Beyhaki,
3. İmam Subki,
4. İbni Ebu Heysemi,
5. İbni Ebi Şeybe,
6. İbni Asakir,
7. İbni Hacer
8. Büyük müfessir İbni Kesir...

Bütün bu hadis imamları, haberin senedinin sahih olduğunda ittifak etmişler ve eserlerinde bu hadiseyi nakletmişlerdir. Hadisin senedi; İbnü Ebi Şeybe, Ebu Muaviye, A'meş, Ebu Salih Zekvan ve Malik ed-Dar yoluyla gelmiştir. Senedi sahihtir. İbni Hacer Hazretleri, yağmur isteyen kişinin Bilal İbni Haris olduğunu nakletmiştir.

Bu hadisede, Hz.Ömer'in tavrına da dikkat çekmek istiyoruz:

Peygamberimize yağmur için tevessül eden Bilal İbni Haris, olayı Hz. Ömer'e anlattığında, Hz. Ömer onun tevessül etmesine karşı çıkmamış; aksine ağlayarak Cenab-ı Hakka dua etmiştir. Hz. Ömer ve diğer sahabelerin, şirk olan bir hususta sessiz kalmaları düşünülemez. Eğer tevessül şirk olsaydı, Hz. Ömer, tevessül eden Bilal İbni Haris'e şiddetli bir şekilde kızar ve onu bu amelinden men ederdi. Ancak gördüğünüz gibi men etmemiştir. Bu da Hz. Ömer'in tevessüle sükutî olarak cevaz vermesidir.

Şimdi,“Tevessül şirktir.”diyenlere şunu soruyorum:

Hz. Ömer ve Bilal İbni Haris, tevessülün şirk olduğunu anlayamadılar ve şirke girdiler; ama siz sivri zekanızla bunun şirk olduğunu hemen anladınız, öyle mi?.. Yine İmam Buhari, İbni Hacer, İmam Beyhaki ve diğer allameler, şirk olan bir ameli, halis tevhid zannetti; ama siz bunun şirk olduğunu hemen anlayıverdiniz; eee, tabi siz onlardan daha üstünsünüz, daha zekisiniz, öyle mi?.. Yani ezberlerinde yüz binlerce hadis-i şerif olan hadis hafızları tevessülün şirk olduğunu fark edemiyor, ama sizler gibi ezberinden yüz hadis bile olmayanlar, bunun farkına hemen varabiliyor...

Aklınızı başınıza alın; siz tevessüle “şirk" dediğinizde, bütün bu hadis alimlerini müşrik olmakla, şirkle tevhidin arasını ayırt edemeyecek kadar cahil olmakla itham ediyorsunuz... Bu cinayeti işleyen kişiye ne denilir ve ben ne diyeyim... Ancak sizleri Allah'a havale ederim...

Ayrıca size şunuda sormak istiyorum: Hep diyorsunuz ki: "Sahabeler tevessül etmemiştir, bize ulaşan bir haber yoktur..." İşte haber, işte sahabe, işte bu haberi nakleden hadis imamları... Hani yoktu... Hadis ilmi okumazsanız, tabi size yok olur.

Bakın, imamınız İbni Teymiye bile, zikrettiğimiz bu hadiseyi inkar edememekte ve "İktizâu-s sırati-l müstakim" isimli eserinde şöyle demektedir:

"Kuraklık olduğu zaman birisi Peygamberimizin kabrine geldi ve kuraklık hakkında şikayet etti. Daha sonra Peygamberimizi rüyasında gördü. Peygamberimiz ona: ‘Ömer'e git ve yağmur namazı kılmasını söyle.’buyurdu.”

“Buna benzeyen birçok sahih rivayet mevcuttur. Bazı kimseler Resulullah'tan veya ümmetine mensub salih bir şahsiyetten dilemişler ve bu dilekleri yerine gelmiştir. Bu da çok görülen bir olaydır. Şunu bilmek gerekir ki, Resulullah'tan ve onun ümmetinden olan salih bir şahsiyetten bu dileklerin karşılanmış olması, söz konusu dileklerde bulunmanın müstehab olduğunu göstermez. Böyle bir dileğin yerine gelmesi, başında dua edilen mezardaki ölünün kerameti olarak sayılabilir..."

Gördüğünüz gibi, İmamınız olan İbni Teymiye bile bu hadiseyi inkar edemiyor, hatta Peygamber Efendimize ve salih kişilere yapılan tevessül neticesinden, istenilen şeye ulaşmanın çok görülen bir şey olduğunu ve bunun kabirde yatan zatın bir kerameti olduğunu kabul ediyor. Ancak daha sonra yanılarak, böyle çokça tevessül edilmesi, bu işin müstehab olduğunu göstermez, diyerek yanlış bir hükme varıyor. Yani Hz. Ömer'e ve sahabelere "Yaptığınız yanlıştır!.." diyecek kadar ileri gidiyor...

Demek, naklettiğimiz olayın vukuunda hiçbir şüphe yoktur. İbni Teymiye dahi bunu kabul etmek zorunda kalmıştır.

Şimdi, bu yazımızı okuyanların karar vermesi gereken bir mesele var. O mesele şudur:

Bir yerde hem Peygamberimize tevessül eden, hem de tevessül edeni kınamayan sahabeler var. O sahabeler ki, şirk olan bir amel karşısında aslan kesilirler... Diğer yanda ise, sahabeyi şirke düşmekle itham eden ve tevessüle şirk diyen sizler var...

Ey “Tevessül yoktur, şirktir.” diyenlere tabi olanlar, siz kimlerin yolunu terk ettiğinizin ve kimlerin peşinden gittiğinizin farkında mısınız? Artık seçim size ait; bizden sadece uyarmak var. Yarın mahşer günü, “Kimse bizi uyarmadı.” demeyesiniz, bizim yakamıza yapışmayasınız...

Sahabe efendilerimizin tevessül ettiğine dair vereceğimiz Üçüncü örneği İmam Darimi Hazretleri Sünen'inde şöyle nakletmektedir:

Ebu Numan, Said İbni Zeyd'den; O, Amr İbni Malik en-Nekri'den; O da, Ebu'l Cevza Evs b. Abdullah'tan şöyle rivayet etmiştir:

“Bir ara Medine'ye çok şiddetli bir kıtlık isabet etmişti. Herkes bu durumdan Hz. Aişe'ye şikayetçi olmuşlardı. Bunun üzerine Hz. Aişe şöyle dedi:

‘Peygamberimiz(asm)'in kabrine gidin ve gökyüzü ile arasında bir engel kalmayacak şekilde çatısına bir pencere açın...’

Bizler gidip aynen dediğini yaptık. Akabinde otlar yetişip, hayvanlar semizleşinceye kadar yağmur yağmıştı."

Bu hadiseyi İmam Darimi Sünen'inde naklettiği gibi; İbnü'l-Cevzi, İmam Suyuti,İmam Zürkani,İbni Esir ve daha birçok hadis alimi eserlerinde nakletmişlerdir. Hadisin ravilerinden olan Said İbni Zeyd, İbni Hacer'in beyanına göre güvenilir bir hadisçidir. Yine İmam Buhari, İmam İcli, Ebu Cafer ed- Darimi, Ahmed İbni Hanbel, Ebu Züra, İbni Sa'd ve İbni Main de Said İbni Zeyd'i güvenilir, hafız ve sadûk görmüşlerdir. İmam Nesei dışındaki Kütüb-ü Sittenin bütün imamları ondan hadis nakletmişlerdir... Hadisin senedindeki diğer ravi olan Ebu'l Cevza da Buhari ve Müslim'in güvenilir ravilerindendir... Bir diğer ravi olan Ebu Numan ise İmam Buhari'nin hocalarındandır. İmam Darakutni onun hakkında: "Buhari ondan yüzden fazla hadis rivayet etmiştir." der. Ahmed İbni Hanbel ve Abd b. Humeyd gibi birçok zatlar da ondan hadis rivayet etmişlerdir. İşte hadisin ravileri bu kadar güvenilirdir.

Şimdi bu hadise üzerinde biraz tefekkür yapalım:

Hz. Aişe gibi, sahabe kadınlarının en alimi ve en fakihi; ömrünü, Peygamber Efendimiz (asm) ile birlikte geçirmiş ve tevhidi bizzat Peygamberimizden öğrenmiş bir zat, kıtlıktan dolayı kendisine fikir soranlara, Peygamber Efendimizin kabrine tevessül etmelerini nasihat ediyor. Ve o sahabeler de Hz. Aişe'nin sözünü dinleyerek bu tevessülü yapıyor.

Acaba, Hz. Aişe'yle birlikte, bütün o sahabelerin hatada ittifak etmesi ve şirk olan bir ameli irtikap etmesi mümkün müdür?

Eğer tevessüle şirk derseniz, Hz. Aişe'yi, onun sözünü dinleyerek Peygamberimizin kabrine tevessül eden sahabeleri ve bu hadiseyi kitaplarında nakleden hadis imamlarını şirke düşmekle, yani müşrik olmakla itham etmeniz gerekecektir.

Hz. Aişe, kendisine müracaat eden sahabeleri, Peygamber Efendimiz (asm)'ın kabrine yollarken şu hakikati bilmekteydi: Hem Peygamberimiz hem de yanında yatan iki arkadaşı, yanlarına gelenlerin kim olduğunu bilmekte ve seslerini işitmekteydiler. Bu sırdan dolayı Hz. Aişe şöyle demiştir:

"Ben, Allah'ın Resulünün ve babamın-yani Hz. Ebu Bekir'in-meftun olduğu evime ne zaman girecek olsam örtümü rahatça çıkarırdım. Çünkü biri benim eşim, diğeride babamdı. AmaHz.Ömer oraya defnedilince Allah'a yemin olsunki, ondan utancımdan evime girince örtümü açmaz oldum."

İşte Hz. Aişe, kabirde yatanların kendisini duyduğunu ve gördüğünü iman ile bilmiş, bu sebeple, Hz. Ömer defnedildikten sonra evinde bir daha cilbabını açmamıştır. Kıtlıktan dolayı kendisine gelen sahabelere de Peygamberimizin kabrine tevessül etmelerini nasihat etmiştir...

Şu noktaya da dikkat çekmek istiyoruz: Hz. Aişe içtihadında yanılıyor olsaydı, yani tevessül şirk olmasına rağmen onlara tevessülü nasihat etseydi, ona müracaat eden sahabeler ona karşı çıkar ve kabre tevessül etmezlerdi. Lakin hiçbiri karşı çıkmamış ve kabre tevessül etmişlerdir. Bu tevessülün neticesinde de yağmura mazhar olmuşlardır...

Siz, ey tevessülü inkar edenler! Sahabeler tevessül etmemiştir, diyorsunuz... Naklettiğimiz bu hadiseyi hiç mi okumadınız, hiç mi duymadınız? Hem bakın, bir sahabe de değil, onlarca sahabe tevessül ediyor...

Hem bu nasihati, küçük bir sahabe değil, Hz. Aişe gibi fakih ve muhaddis bir sahabe veriyor. Onların bu tevessülüne karşı ne diyeceksiniz... Hem hadisin ravilerindeki kuvveti işittiniz, bu hadise nasıl karşı koyacaksınız?..

Önünüzde iki yol var. Bu iki yoldan birini tercih etmek zorundasın. Ya, hem Hz. Aişe hem de diğer sahabeler yanlış yaptı, hepsi birden şirke düştü; bu hadiseyi kitaplarında naklederek kabul eden hadis imamları da müşriktir, diyeceksiniz ya da tevessülü kabul edeceksiniz. Başka bir yolunuz yok...

Bizler tevessülü caiz kabul ediyor ve başta sahabeler olarak bu ümmetin alimlerini şirkten tenzih ediyoruz. Artık siz ne isterseniz onu yapın... Kırk sayfaya yakın size delil gösteriyoruz. Önce Kur’an'ın ayetlerini gösterdik, sonra Peygamber Efendimizin hadislerini naklettik. Şimdi de sahabe uygulamalarından Üçüncü örneği verdik. Daha başak örnekler de verecek ve sonra da icmayı göstereceğiz. Artık bu kadar delilden sonra birisi hâlâ tevessülün şirk olduğunda ısrar ederse, biz de ona şu ayeti okuruz: من يضلل الله "Allah kimi saptırırsa",فلا هادي له "artık ona hidayete edecek yoktur."

Sahabe Efendilerimizin tevessül ettiğine dair bir örneği İmam Taberani Hazretleri “Mu'cemu-l Sagir”de şöyle zikretmiştir:

Bir adam, halifeliği döneminde Hz. Osman'a bir ihtiyacı için gidip geliyordu. Hz. Osman ise ona iltifat etmiyor, hacetine bakmıyordu. Adam, İbnu Huneyf ile karşılaştı ve Hz. Osman'ı ona şikayet etti. İbnu Huneyf ona şöyle dedi:

"Abdest yerine git, abdest al, sonra mescide gidip hemen iki rekat namaz kıl, sonra da şöyle dua et:

'Ey Allah'ım, ben rahmet nebisi olan Nebin Muhammed ile sana yöneldim ve senden istiyorum. Ey Muhammed! Ben ihtiyacımın görülmesi için seninle Rabbime yöneliyorum...'

Böyle dedikten sonra da hacetini söyle..."

Adam gitti ve hemen dediğini yaptı. Sonra da Hz. Osman'ın kapısına geldi. Kapıcı geldi, onun elinden tuttu ve Hz. Osman'ın yanına soktu. Hz. Osman onu yaygı üzerine oturttu ve"Hacetinnedir?" dedi. O da hacetini söyledi. Hz. Osman da hacetini yerine getirdi ve: "Hacetin işim diye kadar neden anlatmadın, hangi ihtiyacın olursa bize gel."dedi. Sonra adam onun yanından çıktı ve İbnu Huneyf ile karşılaştı. Ona: "Allah hayırlı mükafat versin. Ne ihtiyacımı görüyor ne de bana iltifat ediyordu. Nihayet sen onunla benim hakkımda konuştun." dedi. Bunun üzerine İbnu Huneyf şöyle dedi:

Vallahi ben onunla konuşmadım. Fakat bir vakit Resulullah'ın yanına varmıştım, ona kör bir adam gelip körlüğünden şikayet etmişti. Bunun üzerine Resulullah (asm) ona: "Sabredermisin?" buyurdu. Âmâ: "Ya Resulallah, Benim çekip götürecek adamım yok. Körlük bana meşakkat verdi." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (asm): "Abdest haneye gidip abdest al,sonra iki rekat namaz kıl,sonrada bu duaları oku." dedi. İbnu Huneyf şöyle davam etti: "Vallahi ayrılmamıştık ve sözümüz uzamamıştı ki, adam yanımıza geldi. Onda sanki hiçbir zarar ve keder yoktu..."

Bu hadisi, Ravh İbnu'l-Kasım'dan Şebib İbnu Said el-Mekki rivayet etmiştir ki, O, hadiste sika, yani güvenilir bir ravidir... Yine bu hadisi, Hz. Şu'be de Ebu Cafer el-Hatmi'den rivayet etmiştir. O da hadis ilminde güvenilir kabul edilmiştir. Yine bu hadisi, Hâkim ve Heysemi gibi hadis hafızları da sahih kabul etmişlerdir. İmam Beyhaki "Delailü-n Nübuvve”de; İmam Taberani "el-Kebir”de bu hadisi rivayet etmişlerdir. İmam Taberani'nin, bu hadisi sahih bulmasından sonra artık söylenecek bir söz yoktur.

Bu hadisten çıkan netice şudur: Sahabe Efendilerimiz açıkça tevessül etmiş ve tevessülü şirk görmemiştir. Sahabelerin şirk görmediği bir şey, şirk değildir. Tevhidin ve şirkin ne olduğunu onlardan daha iyi kimse bilemez, zira onlar tevhidi, bizzat Peygamber Efendimiz (asm)'dan öğrenmişler ve Efendimizin rahle-i tedrisinde yetişmişlerdir. Tevessülü şirk kabul etmek, Sahabeleri şirke düşmekle itham etmektir. Resulullah'ın o güzide sahabelerine şirki isnad eden, ne bu dünyada ne de ahirette felah bular...

Hafız İbni Kesir'in naklettiğine göre;

Yemame savaşında Müslümanların şiarı, يَا مُحَمَّدَاهُ sözü idi. Bu söz,"Ey Muhammed, imdadımıza yetiş" manasındadır. Halid İbni Velid de bu sözü söyleyenlerdendir. Bu söz, hem tevessüldür, hem de istigase, yani "doğrudan yardım istemek"tir...

Tevessülü inkar edenler, "Sahabeler tevessül etmemiştir." diyorlar. Alın size sahabe tevessülü... Hem de bir kişi değil, bir ordu tevessül ediyor... Bu ordunun içinde Halid b. Velid de var... Hem sadece tevessül de değil, aynı anda istigase, yani doğrudan yardım isteme... Bu haberi nakleden zat da sizin en çok kabul ettiğiniz alimlerden İbniKesir.İmamınız olan İbni Teymiye'nin talebesi Hafız İbni Kesir...

Biraz Arapça bilenler için, Yemame savaşında Müslümanların söylediği يَا مُحَمَّدَاهُ sözünü tahlil etmek istiyorum: يَا مُحَمَّدَاهُ sözündekiيَا nida olup, "ey" demektir."Muhammed" kelimesi münadadır. Yani kendisine seslenilen kişidir. Münadadan sonra gelen elif, elif-i istigase, yani yardım isteme elifidir. Buna göre, يَا مُحَمَّدَاهُ sözünden çıkan mana "Ey Muhammed imdadımıza yetiş, bize yardım et." şeklinde olur.

Sizleri biraz tebessüm ettirecek bir şey nakledeyim:

Tevessülü inkar edenler, Yemame savaşına katılan Müslümanların, "İmdadımıza yetiş ey Muhammed." manasındaki يَا مُحَمَّدَاهُ sözleri karşısında söyleyecek bir şey bulamayınca saçmalamaya başladılar ve dediler ki: يَا مُحَمَّدَاهُ sözünü sahabeler parola olarak kullanıyorlardı, yoksa Resulullah'tan yardım istemiyorlardı...

Şimdi onların bu komik sözlerine cevap olarak deriz ki: Size göre şirk olan bir kelimeyi, sahabeler parola olarak mı kullanıyordu? Sahabe, şirk olan bir kelimeyi nasıl parola olarak kullanır... Hem bunun parolayla ne ilgisi var. Parola karşılıklıdır. Mesela, birisi "güneş" der, diğeri "ay"... İnsanlar parolayı, birbirlerini tanımak için kullanırlar... "Yetiş Ey Muhammed" manasındakiيَا مُحَمَّدَاهُ sözünü nasıl parola kabul edersiniz?..

Yahu sizin hadi hiç ilminiz yok, iyi de aklınızda mı yok... Sahabelerin birbirlerini tanımak için, şirk olan bir sözü kullanabileceğine nasıl ihtimal veriyorsunuz?.. O halde size göre, yine parola olarak "Yetiş ya Uzza, yetiş ye Menat" gibi sözler de söylenebilir ve putlardan medet istenebilir. Bunu kabul ediyor musunuz?.. Aklınızı başınıza alın, "Yetiş Ey Muhammed" manasındaki يَا مُحَمَّدَاهُ sözü, bir parola değil, bir tevessül ve istigasedir. Ve bu sözü bütün bir ordu söylemiştir...

Şimdi, tevessülü inkar edenlere soruyorum: Halid b. Velid dahil, Yemame savaşına katılan bütün müslümanlar şirke mi düştü, müşrik mi oldu?.. Onlar nasıl olur da bütün ömürlerini Peygamber Efendimiz (asm) ile geçirmelerine rağmen tevessülün şirk olduğunu öğrenememişler?.. Halid b. Velid gibi bir İslam kahramanı nasıl müşrik olur?.. Onlar mı müşrik oldu, yoksa siz mi yanılıyorsunuz?..

Gelin, sahabeye müşrik demekten vazgeçin! Bizden uyarması, hidayet ve tevfik Allah'tandır.

Sevgili kardeşlerim, Tevessülün caiz olduğunu, ispat ettik.

.,.

Şimdi İslam alimlerinin tevessül hakkındaki sözlerine kulak verelim:

Hanefi Mezhebinin kurucusu olan İmam-ıAzam Hazretleri tevessülü caiz kabul eder. İmam-ı Azam Hazretlerinin görüşünü bir sonraki bölümde detaylı bir şekilde tahlil edeceğimizden dolayı; burada görüşünün detayına girmiyor ve sadece caiz kabul ettiğini beyanla yetiniyoruz.

Şafi Mezhebinin kurucusu olan İmam Şafi Hazretleri bizzat kendi yaptığı tevessüllerden bahsederek şöyle der:

“Ehl-iBeyt, yani Peygamberimizin ailesi, benim aracım ve onunla aramdaki vesilemdir. Onların vesilesiyle yarın amel defterimin sağelimden verileceğini umuyorum.” (İmam Şafi, Divan, Beyrut: Daru'l-fikir, 2005)

Yine İmam Şafi Hazretleri şöyle der: “

Bir ihtiyacım olduğunda iki rekat namaz kılar ve İmam-ı Azam'ın mezarına gidip orada dua ederdim. Onun bereketiyle ihtiyacım hemen karşılanırdı.” (El-Heysemi, el-Hayratü’l-Hisan, s. 94)

Yine İmam Şafi Hazretleri şöyle der:

“Ben, İmam-ıAzam'ın kabrini ziyarette çok bereket buldum. Her gün onun kabrini ziyaret etmek itikadındaydım. Kendime bir ihtiyaç arızolunca hemen menzilimde iki rekat namaz kılıp onun kabrine giderdim. Onun kabri yanında hacetimi AllahTeala'dan dilerdim. Aradan çok zaman geçmeden hacetim kaza olurdu.”(Sahih-i Buhari Mustasarı Tecrid-i sarih tercümesi, IV, 197)

İmam Şafi'nin talebelerinden Rebib. Süleyman şöyle anlatır:

“Bir gün İmam Şafi bana; ‘Rebi, bu mektubu al, Ahmed b.Hanbel'e götür.’ dedi. Ben mektubu Ahmed b. Hanbel'e götürdüm. Ahmed b. Hanbel mektubu okuduktan sonra çok sevindi. Üzerindeki gömleği çıkarıp bana hediye etti. Mektubun cevabını İmam Şafi'ye getirdim. İmam Şafi bana: ‘Sana hediye edilen gömleği alıp seni üzmek istemeyiz. Ancak hiç olmazsa onu bir suya batır ve o suyu bize verki, bizde o gömleğin bereketine böylece ortak olalım.’ dedi." (İbnu’l-Cevzi, Menakibu’l-İmam Hanbel, s. 609)

Dikkat edilecek bir husus, bu kıssayı eserine alıp bize nakleden İbnu'l-Cevzi, tevessülü kabul etmeyenlerin en çok itibar ettiği alimlerdendir.

Şimdi de Maliki mezhebinin kurucusu İmamMalikHazretlerinintevessüle bakışını nakledelim:

İbni Humeyd'in bildirdiğine göre, Abbasi Halifesi Ebu Cafer hac ziyaretinde Medine'ye gittiği zaman Hz. Peygamberin kabrine vardığında orada bulunan İmamMalik'e: "Ya Eba Abdillah, yönümü kıbleye mi dönüp dua edeyim?" dediğinde, İmam Malik:

"Niçin yönünü Peygamberimizden çevireceksin? Halbuki O, senin baban Âdem(as)'ın vesilesidir. Bilakis Resulullah'a dön. Onun şefaatini iste." demiştir.

Hanbeli mezhebinin kurucusu AhmedİbniHanbel Hazretleri de tevessül hakkında şöyle der:

“Yağmur kesilince dua edene, Peygamber Efendimiz’le tevessülde bulunması müstehaptır.” (İmam Mirdavi,el-insaf marifeti'r racih mine-l hilaf)

Ahmed İbni Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının Peygamber Efendimizin saçıyla tevessülde bulunduğunu, onu öptüğünü ve suyun içine daldırdığını, kaptaki suyu şifa niyetiyle içtiğini söylemiştir. (ez-Zehebi, Siyeru'l alemi'n-nübela, XI / 212)

Ebubekir el-Marvazi der ki: Ahmed İbni Hanbel her ibadet ettiğinde Peygamber Efendimize tevessül ederek şu sözleri söylerdi: “Ey Allah'ım, ben sana senin peygamberinle, rahmet Peygamberin Muhammed(asm)'la dönüyorum.” (Mensek)

Gördüğünüz gibi, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri, hayatta olmayan Peygamberimize tevessül ediyor.

İbni Teymiye, tevessülü inkar edenlerin imamıdır ve tevessülü inkar onunla başlamıştır. İşte bu İbni Teymiye'nin çokça övdüğü büyük alim İmamSubki, tevessülün müstehab olduğuna dair dört mezhebin naslarını "Şifaü-s sikam fî ziyaret-i hayri-l enam" adlı kitabında geniş olarak açıklayıp kendisi de tevessülü caiz görmüştür. İmam Subki Hazretleri bu makamda şöyle der:

“Şunu bil ki, Peygamber Efendimiz (asm) ile tevessül etmek, ondan istigasede bulunmak ve Onu Allah'a karşı aracı koymak hem caizdir, hem güzeldir. Ve bunun caiz olması her dindar kimse için bilinen hususlardandır. Tüm dinler arasından da hiç kimse bunu inkar etmemiştir. Bunu inkar İbni Teymiye ile başlamıştır.”

Gördüğünüz gibi, İmam Subki'nin beyanına göre, İbni Teymiye'ye kadar hiçbir alim tevessülü inkar etmemiştir. İbni Teymiye Hicri 661'de doğmuştur. Demek Peygamber Efendimizin asrı dahil, yaklaşık 700 sene, tevessülü inkar eden tek bir zat olmamıştır.

Yani şimdi bu din, 700 sene -hem de en iyi anlaşıldığı, en mümtaz allamelerin yaşadığı 700 sene- yanlış mı yaşanmış? 700 sene boyunca haram olan bir amel, helal mi kabul edilmiş? Şirk olan bir iş, iman mı zannedilmiş? Ve başta sahabeler, dört mezhep imamı ve diğer müçtehitler bunun farkına varamamışlar mı? Bu ihtimali kim kabul edebilir...

Buraya kadar yaptığımız izahtan, dört mezhebin kurucu alimlerinin tevessülü kabul ettiği ve bizzat kendilerinin uyguladığı anlaşılmış oldu. Şimdi başka alimlerin sözlerinden nakiller yapalım:

İbni Hacer el-Heytemi şöyle diyor: İbni Teymiye'nin kötü eyleminden önce bu dünyada hiç kimse Resulullah'la tevessül ve istigaseye karşı gelmemiştir. (Cevher el münezzem fi ziyaretul kavril mükerrem, s. 171)

Yine İbni Hacer el-Heytemi "el-Cevheru’l-munazzam" isimli eserinde, ölülerden yardım istemekten bahsediyor ve bunun caiz olduğunu söylüyor ve şöyle diyor: Peygamber Efendimizden hayatında olduğu gibi vefatından sonra da ihtiyaçların giderilmesi için dua istenebilir. Bu, hakkında icma olan mütevatir haberlerin bulunduğu bir husustur.

İbniAbidin Hazretleri şöyle diyor: Ben Allah Teala'ya; Peygamber Efendimiz (asm) ile itaat ehlinden her muazzam makam sahibiyle ve İmamımız İmam-ı Azam ile tevessül ederek, lütuf ve kereminden bu işi bana kolay eylemesini, doğru ilham buyurmasını, kusurlarımı bağışlamasını, hatalarımı af etmesini niyaz eylerim. (Reddül Muhtar, V/540)

Vehhabilere Vehhabi denilmesi, görüşlerinin kaynaklarından birinin de Muhammed b.Abdulvahhab olmasından dolayıdır. Muhammed b. Abdulvahhab, Vehhabilerin itikatta imamlarından biridir. İşte bu zat, "Mecmûatü’l-Müellefat" isimli eserinde şöyle diyor:

“Birisi dua ederken, ‘Allah'ım, ben senden peygamberlerin yada salih kullarının vesilesiile şunu şunu istiyorum.’ diye dua ederse, sadece Allah'a dua ettikten sonra, herhangi bir kabrin yanında dua ediyor olsa bile, bu bizim reddettiğimiz bir şey değildir..."

Muhammed b. Abdulvahhab'ın bu sözleri, tevessülün ona göre de caiz olduğunu göstermektedir. (Mecmûatü’l-Müellefat, III. Kısım, s. 68)

İmam Kudame Hazretleri, Peygamberi ziyaret adabında şöyle diyor: Kabrin yanına giderek şöyle söylenir: Günahlarımdan tövbe ederek sana geldim ve seni Allah katında vesile ve şefaatçi kıldım. (el-Muğni, Maa-iş Şerh, 3/258)

Tevessülü kabul etmeyenlerin de itibar ettikleri büyük alimlerden Ferecb.El-Cevzi ki, “İbnü’l-Cevzi” ismiyle meşhur olmuştur. -Bu zat, İbni Teymiye'nin talebesi olan “İbnu'l-Kayyim el-Cevziyye”den bir asır önce yaşamıştır, bu zat ile karıştırılmasın- Ferec b. el-Cevzi der ki: Nefsimi terbiye edemedim. Bazı salih kişilerin kabrine gidip onları aracı yapıp düzelmem için dua ettim. (Ebu'l Ferec el-Cevzi, Saydu’l-Hatır)

İmamŞekvani şöyle diyor: Allah Teala'ya fazilet ve ilim sahibi zatlarla tevessül etmek, hakikatte onların salih amelleri, faziletleri ve meziyetleriyle tevessül etmektir. Zira fâzıl zat, ancak yaptığı amellerle faziletli olur. (ed-Dürrü'n-Nedide, s. 5-6)

Vehhabilerin en büyük İmamlarından İbnu'l-Kayyum, "Kitabu'r-Ruh” isimli eserinde,"Artık gözü Allah ile görür, kulağı Allah ile işitir." hadisini izah ederken şöyle diyor:

“Yüce Allah, bu kudsi hadiste, kendisine yaklaşan kuluna olan sevgisinin faydalı olacağını belirtmiştir. Allah, kulunu sevince; kulağına, gözüne, eline ve ayağına yaklaşır. Artık gözü Allah ile görür. Kulağı Allah ile duyar. Onunla tutar, onunla yürür. Kalbi, eşyaların gerçeklerinin belirtildiği saf ayna gibi olur. Ferasetinde oldukça az yanılır. Çünkü kul Allah ile varlığa bakınca, onu olduğu gibi görür. Allah ile işitince, onu olduğu gibi işitir.”

“İşte kamil bir veli, darda kalıp kendisinden yardım isteyen bir mümine, ilahi izinden sonra, mesafe ne olursa olsun, Allah'ın izni ve dilemesiyle, dünyanın en uzak mesafesindeki bir insanı görebilir. Uzaktakinin sesini işitip Allah izin ve güç verirse yardım da edebilir. Bu, Allah'ın dilediği kullar için kolay ve mümkündür...”


İbnu'l-Kayyum yine aynı eserinde ölülerin bir takım tasarruflarda bulanabileceklerini ve dirilere yardım edebileceklerini söylemektedir... Bunu söyleyen, tevessülü inkar edenlerin imamı olan İbnu'l-Kayyum... İmamınız böyle diyor, siz imamınıza bile muhalefet ediyorsunuz. Daha size ne söylenir...

Bu dersimizde, başta dört mezhep imamı olarak alimlerin bir kısım sözlerini işittiniz. Bir kısım alimlerin sözlerini de hadislerin izahında nakletmiştik. Daha fazla nakil yapmaya herhalde gerek yok. Zaten hicri ilk 700 senede tevessülü hiçbir alimin reddetmediğini ve tevessülü inkarın İbni Teymiye ile başladığına da belirttik.

Şimdi bizim yazımızı okuyanların önünde iki yol var;

Birinci Yolşudur: Tevessülü inkar edenlerin sözlerini kabul ederek, tevessülü şirk kabul etmeye devam edecekler. Ancak bilsinler ki, bunu yaptıklarında, başta dört mezhep imamı olarak, sahabeler de dahil, ilk yedi asırda yaşamış bütün alimlerin müşrik olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklar. Zira İbni Teymiye'ye kadar 700 sene tevessülü bütün alimler caiz kabul etmiştir. Sadece ilk yedi asırda değil, o asırdan sonra bu zamana kadar da bütün Ehl-i sünnet alimleri tevessülü caiz görmüştür.

Şimdi tek bir İbni Teymiye'nin sözünü, bu kadar allame ve müçtehide tercih edebiliyorsanız ve onların tamamını şirke düşmekle itham edebiliyorsanız, tevessülün şirk olduğu görüşünüze devam edebilirsiniz. Bunu yapabilene bizim daha söyleyecek bir sözümüz yoktur...

İkinci Yolunuz ise şudur: Bütün İslam alimlerinin isabet ettiğini ve İbni Teymiye'nin yanıldığını kabul etmektir. Bizler bu seçeneği kabul ediyor ve Ehl-i sünnet alimlerinin peşinden gidiyoruz. Ve inanıyoruz ki, onların peşinden giden zarar etmez...

Sözü daha fazla uzatmayalım ........,.

Diyorlar ki:

“İmam Azam Hazretleri tevessülü mekruh görmüştür. Yine İmam Alusi Hazretleri de tevessülü caiz görmemiştir. Bu iki büyük İmamın tevessülü caiz görmemesi, tevessülün caiz olmaması için kâfi bir delildir...”

İşte onlar böyle diyorlar. Onlara göre hem İmam-ı Azam Hazretleri hem de İmam Alusi Hazretleri tevessülü çirkin görmüş. Onların bu sözlerine cevap verdiğimizde, onların hakikatleri gizledikleri ve delil göstermedeki acizlikleri ayan beyan ortaya çıkacaktır. Çünkü mesele, hiç de onların dediği gibi değildir. Dilerseniz önce meseleyi izah edelim, sonra konuyu nasıl çarpıttıkları üzerinde konuşalım.

Önce İmamı Azam Hazretlerinin böyle bir sözü var mıdır, ona bakalım. Evet, İmam-ı Azam Hazretleri şöyle der: "Dua eden kimsenin, 'filanın hakkıiçin veya nebilerin ve resullerin hakkıiçin veya Beytü’l-Haram'ın ve Meş'ari’l-Haram'ın hakkıiçin senden istiyorum.' demesi mekruhtur..."

Demek İmamı Azam Hazretleri, "hakkıiçin" denilerek yapılan duaya mekruh görmüştür. İyi ama bunun sebebi nedir? Niçin "hakkı için"denilerek yapılan duayı mekruh kabul etmiştir?..

Bunun sebebi, İmam Azam Hazretlerinin Mutezileyi reddetme niyetidir. Zira Mutezileye göre, bir kişinin yaptığı hayırlı bir işten dolayı, Allah'ın o kişiyi sevap vermesi vaciptir. Mutezile, mükafat vermeyi Allah'a vacip görür. İşte İmam Azam Hazretleri, Mutezilenin bu görüşüne reddiye olarak, "hakkıiçin"denilmesini mekruh görmüştür. ZirahiçbirmahlukunAllahüzerindebirhakkıyoktur...

Ama İmamı Azam Hazretlerine göre, "hürmetineveyahatırına"denilerek istemek caizdir. Yine "hakkı için" derken, "hürmetine" manası kastediliyorsa, bu da caizdir.

Demek İmamı Azam Hazretleri tevessülü reddetmiyor, sadece Mutezilenin, "İyiliğe karşı Allah'ın mükafat vermesi vaciptir." sözüne reddiye olarak, Allah'a hiçbir şey vacip değildir, hiçir varlığın Allah üzerinde bir hakkı olamaz diyor. Ve Mutezilenin bu yanlış görüşünü vehmettirebilir zannıyla, tevessülde "hakkıiçin" demeyin, "hürmetine"deyin diyor. Ve yine diyor ki, ameller niyete göredir, eğer "hakkı için" derken, "hürmetine" manasını kastediyorsanız, bu da caizdir...

Yaptığımız bu izahın aynısını Hanefi alimlerinden Aliyyü’l-KariHazretleri yapar ve "Fethu'l babi'l inaye" isimli eserinde şöyle der:

"İmam-ı Azam'ın 'hakkı için' sözüne mekruh demesi, ‘hak’ sözüne vaciplik ve mecburiyet manası yüklendiği takdirdedir. Zira vaciplik ve mecburiyet manasında, hiç kimsenin Allah üzerinde bir hakkı yoktur. Eğer‘hakkıiçin’ sözü, ‘hürmet’ manasında olursa, bunu kullanmak caizdir." (Fethu'l babi'l inaye, II/30)

Aliyyü’l-KariHazretleri böyle derken, aynı izahı İbniAbidinHazretleri de yapmıştır. Hanefi uleması, İmam-ıAzam'ın sözünü bu şekilde izah etmişlerdir. Bir Hanefi'ye düşen, mezhep imamının sözünü, Hanefi mezhebin alimlerinin izah ettiği şekilde anlamaktır, yoksa mezhepsizlerin izah ettiği gibi anlamak değildir...

Sözün özü, İmam-ıAzamHazretleri tevessülü değil; mecburiyet manasına atfedilen "hakkıiçin" özünü kerih görmüştür. "Hatırı ve hürmeti" kastıyla yapılan duayı ya da "hakkı için" derken, “hürmetin” kastedildiği duayı caiz görmüştür...

Şimdi gördünüz mü, bu mezhepsizler sözleri nasıl çarpıtıyor, alimlere nasıl iftira ediyor ve hakikatlerin üzerini nasıl örtüyor... Eğer yaptığımız bu izahı bilmiyorsanız, onların iftira olan sözlerini doğru kabul eder ve: "Vay be İmam-ı Azam da tevessüle caiz değil demiş." dersiniz. Halbuki gördüğünüz gibi, İmam-ı Azam Hazretleri başka bir şeyden bahsediyor ve Mutezileye reddiye yapıyor...

Bu izahla iki şey öğrenmiş oluyoruz:

1. İmam-ı Azam Hazretlerinin tevessülü caiz gördüğünü,
2. Bu mezhepsizlerin, sözlerini ispatlayabilmek için her türlü yalanı söyleyebileceğini...

Bu iki maddeyi de iyi kavrayalım ki, onların her sözüne itimat etmeyelim.

Şimdi de İmam Alusi Hazretlerinin tevessülü kabul etmediği sözlerine geçelim. İmam Alusi Hazretleri, “Ruhu'l-Meani” isimle eserinde, Peygamber Efendimizin zatı ve makamı ile tevessül edilebileceğini beyan ediyor. (Alusi, Ruhu’l- Meani, VI/128) Yine aynı eserde, Allah katında üstün bir yeri olduğu kesin bilinen kimse ile de tevessül edilebileceğini söylüyor. Yani İmam Alusi'ye göre, "dostlarının hatırına" denilebilir, ancak "dostun Ahmed Efendi hatırına" denilemez. Çünkü Ahmed Efendinin Allah katında rütbesi var mı yok mu bilinmiyor. Bu yüzden onunla tevessül Allah'a karşı bir cürettir...

İmam Alusi böyle diyor. İmam Alusi'ye şöyle cevap verilebilir: "Burada hüsnüzan asıldır. Müminin cenaze namazında mümine şahitlik etmesi de bu hüsnüzanna binaendir. En fazla, olsa olsa kişi yanılmış olur, yanılmış olsa da bir zarar yoktur ve endişe yersizdir..."

Gördüğünüz gibi, İmam Alusi Hazretleri tevessülü inkar etmiyor, Allah katında makamı belli olmayan kişiyle tevessülü reddediyor. Bunun da cevabını verdik...

Yine İmam Alusi Hazretleri, “Ruhu'l- Meani” isimle eserinde şöyle demektedir:

"Allah-u Teala bazen dostlarından dilediklerine, ölmeden önce olduğu gibi öldükten sonra da dilediği kerameti verir. Allah-u Teala hastayı iyileştirir, boğulmakta olanı kurtarır, düşmana karşı yardım eder, yağmuru yağdırır ve bunu o kula keramet olarak verir." (Ruhu'l-Meani, VI/128)

İşte İmam Alusi Hazretleri böyle diyor. Hani İmam Alusi tevessülü inkar ediyordu?.. Bu yaptığımız nakiller, Hazretin kendi eserinden yapıldı. Ne dediği ayan beyan bellidir... Eğer İmam Alusi Hazretlerinin tevessülü reddettiğine dair bir sözü varsa, muhtemelen bunun manası; “Allah hatıra getirilmeksizin ve yapılan yardımın Allah'tan değil de kuldan bilindiği tevessüldür.” Zaten böyle bir tevessül, diğer alimlere göre de caiz değildir. Bu bahsi, bir sonraki bölümde detaylı bir şekilde işleyeceğiz. Bu yüzden bu bahsi burada açmıyoruz.

Sözünözü, ne İmam-ı Azam, ne İmam Alusi ve ne de İbni Teymiye'ye kadar, yedi asır boyunca hiçbir alim tevessülü reddetmemiş ve caizliği konusunda en ufak bir tereddüt oluşmamıştır. Selefin hiçbir kitabında, tevessülün caiz olmadığına dair bir beyan bulamazsınız...

Dilerseniz, Birincisorunun cevabına burada noktayı koyalım ve şimdi tevessülü reddedenlerin İkincideliline geçelim.

Tevessülü inkar edenlerin en çok dillendirdikleri söz, “Allah'tan başkasından yardım istenmez.” sözüdür. Delillerini şöyle sunarlar ve derler ki:

Fatiha suresinde "Ancak senden yardım dileriz." buyrulmuştur. Tevessül ise, Allah'tan başkasından yardım dilemektir... Yine Âl-i İmran suresinde, “yardımın ancak Allah katından olduğu” beyan buyrulmuştur. Tevessül ise, yardımı Allah'tan başkasının katında aramaktır... Yine hadis-i şerifte, "İstediğin zaman Allah'tan iste,yardım dileyeceğin zamanda Allah'tan yardım dile." buyrulmuştur. Tevessül ise, Allah'ın gayrından istemek ve Allah'ın gayrından yardım dilemektir...

İşte bu misaller gibi, tevessülü inkar edenler, Kur'an ve hadislerde geçen,“yardımın sadece Allah'tan isteneceği” ve ancak onun tarafından edilebileceğini beyan eden nasları delil getirirler ve tevessülün bu naslara zıt olduğunu beyanla, tevessülün caiz olmadığını söylerler...

Bizler bu derste, tevessülün, mezkur ayet ve hadislere zıt olmadığını kati bir şekilde ispat edeceğiz. Cevabımıza, "Yardım sadece Allah'tan istenir, başkasından istemek şirktir." diyenlere birkaç soru sorarak başlamak istiyoruz:

Birinci soru şu: Siz hasta olup doktora gittiğinizde, "Yardım et doktor, çok hastayım." demiyor musunuz?.. Hatta acı içinde hastaneye yetiştirilseniz, hastaneye girer girmez, "Yetiş doktor, yardım et doktor."diye bağırmaz mısınız?.. Şimdi siz, Allah'tan başkasından yardım istediğiniz için müşrik mi oldunuz?..

Yada şöyle düşünelim: Siz: "Yardım et doktor." dediğinizde, doktor size: "Yardım ancak Allah'tandır, benden değil, Allah'tan yardım iste, benden yardım istemekle şirke giriyorsun." dese, ne dersiniz?..

Yada mesela: Doktor size bir ilaç yazsa, doktora: "İlaç kullanmak, şifayı Allah'tan başkasında istemek demektir. Şifa ancak Allah'tan gelir, ben ilaç içmem." mi diyeceksiniz?..

Ya da mesela arabanız bozuldu ve yolda kaldınız. Oradan geçenlere: "Arkadaşlar, şu arabayı itmemde bana yardım eder misiniz?" dediğinizde, Allah'tan başkasından yardım istediğiniz için müşrik mi oldunuz?... Ya da siz böyle dediğinizde, oradan birisi: "Yardım sadece Allah'tan istenir, Allah'tan yardım iste, bizden değil."dese, ne diyeceksiniz?.. Ya da mesela denizde boğulmak üzeresiniz. Bu durumda, "İmdat imdat!.. Kurtarın beni, yardım edin!.." diyerek sahildekilerden yardım istemeyecek misiniz? Ve yardım istediğinizde, Allah'tan başkasından yardım istediğiniz için şirke mi düşeceksiniz?.. Ya da yardım istediğinizde, oradan birisi: "Çok ayıp, Allah'la arana bizi sokma, direkt Allah'tan yardım dile, Allah'tan başkasından yardım dilemek şirktir." dese, ona ne diyeceksiniz?..

Misalleri çoğaltmak mümkündür. Eğer davanıza delil olarak gösterdiğiniz, "Yardım sadece Allah'tan istenir." mealindeki ayetleri mutlak kabul ederseniz; doktora gitmek, ilaç kullanmak ya da darda kaldığınızda birisinden yardım istemek şirk olacaktır. Bu mantıkla yola çıkıldığınında da dünyada şirke düşmeyen kimse kalmayacaktır... Çünkü insan, hayatının her safhasında, neredeyse her gün başkalarından yardım istemektedir ve buna mecburdur. Bir insandan yardım istemek şirk ise, dünyada tek bir tevhid ehli yoktur. Siz Kur'an'ı böyle mi anlıyorsunuz?

Şimdi de meseleye başka bir pencereden bakalım...

Acaba,yardımın Allah katından olması hakikati, sebeplere yapışmaya engel midir?..

Mesela, sütü veren Allah'tır, öyleyse ineğe ne ihtiyaç var, keselim gitsin... Meyveyi yaratan yine Allah'tır, o halde ağaca ne ihtiyaç var, keselim ağacı gitsin... Yumurtayı veren de Allah'tır, öyleyse tavuğa ne ihtiyaç var, keselim tavuğu gitsin... Peki, sebepleri yok sayarak ineği, ağacı ve tavuğu kestiğimizde, sütümüz, meyvemiz ve yumurtamız olacak mıdır?.. Elbette olmayacaktır... Evet, sütü de meyveyi de yumurtayı da yaratan Allah'tır; ancak Allah sebepler ile iş görmektedir, hikmeti böyle iktiza etmektedir. Tevhid namına sebepleri inkar etmek, neticeden mahrum kalmanın sebebidir... Tevessül de sadece sebebe yapışmaktır. Yoksa neticeyi sebepten istemek değildir.

Tevessüleden, hakikatte yardımı Allah'tan ister; tevessül ettiği zatı ise, o yardıma ulaşmak için bir vesile ve sebep kabul eder. Tevessülün, bundan başka hiçbir manası yoktur. Sebeplere yapışmak caiz ise, tevessül de caiz olmalıdır.

Şimdi meseleye daha farklı bir pencereden bakalım:

Eğer Kur'an ve hadislerdeki "Sadece Allah'tan yardım dileyiniz." hükmünü mutlak kabul ederseniz, benim şu sorularıma nasıl cevap vereceksiniz:

Âl-i İmran suresi 52. ayet-i kerimede, Hz. İsa, havarilerine, من انصاريالى الله

"Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?" diyerek, onlardan yardım istemiştir. Şimdi Hz. İsa başkasından yardım istedi diye müşrik mi oldu?.. Ya da bu durumda havariler şöyle mi demeliydi: "Ya İsa! Yardım ancak Allah'tan istenir, bizden yardım isteyerek müşrik olma..." Böyle mi demeliydiler?..

Ya da Neml suresinin 38. ayet-i kerimesinde Hz. Süleyman,

يَا أَيُّهَا المَلَأُ "Ey ileri gelenler!"أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا "sizden hanginiz onun tahtını bana getirir?" diyerek, Belkıs'ın tahtını uzak mesafeden getirmeleri için adamlarından yardım istemiştir. Şimdi Hz. Süleyman, Allah'tan başkasından yardım istedi diye müşrik mi oldu?.. Ya da adamları şöyle mi cevap vermeliydi: "Ey Süleyman, bir şey isteyeceğin zaman sadece Allah'tan iste, bizden istersen şirke düşersin..." Ama böyle dememişler. Kur'an'ın ifadesiyle "Yanında kitabın ilmi olan zat: Gözünü açıp kapatıncaya kadar onu getiririm." demiş ve o anda tahtı getirivermiş...

Misalleri çoğaltmamız mümkün, Kur'an bunun onlarca misaliyle dolu...

İşinözüşu: Peygamberler dahil, bütün insanlar başkasından yardım istemiştir ve bu, hayatın tabi akışıdır. Bunun zıddını düşünmek, yani kimseden yardım istenilmeyeceğini iddia etmek, önce akla muhalefettir. Mesele, başkasından yardım istememek değildir; mesele, yardım eden zatın başı üzerinde Allah'ın rahmetinin elini görmektir. Bu sırdandır ki, Hz. Süleyman: "Belkıs'ın tahtını kim getirebilir?" dediğinde, Kitabın ilmini bilen zat, onu bir anda getirmiş; bunu gören Hz. Süleyman da: هَذَا مِن فَضْلِ رَبِّي "Bu, Rabbimin fazlındandır." demiştir. Yani tahtı getiren zata minnet etmemiş, onun başı üzerinde rahmet-i İlahiyyenin elini görmüştür... Demek mesele, başkasından yardım istememek değildir; mesele, gelen her yardımın üzerinde Allah'ın izini görmektir. Yardımı ondan bilip, sadece ona minnet etmektir. Sebebe ve vesileye minnettar olmayıp, onlara sadece dua etmektir. Bunu yaptığınızda, kimden isterseniz isteyin, hakikatte Allah'tan istemiş ve yardımı ondan bilmişsinizdir. Bu caiz değildir de nedir?

Şimdi konuya daha farklı bir pencereden bakacağız. Şöyleki:

Dua iki kısımdır. Birisi kavli, diğeri fiili... Kavli dua, dil ile yapılan duadır. Fiili dua ise, kişinin sebeplere yapışarak lisan-ı hali ile yaptığı duadır. Mesela, bir çiftçinin tarlayı kazması fiili bir duadır ve lisanıhâl ile Allah'tan mahsul istemektir...

Bir öğrencinin ders çalışması fiili bir duadır. Öğrenci, ders çalışmanın lisanıhâliyle Allah'tan muvaffakiyet ister...

Yine doktora gitmek, ilaç içmek birer fiili duadır ve lisanıhâl ile Allah'tan şifa istemektir...

Bunlar gibi, bütün sebeplere yapışmak, fiili bir duadır ve neticeyi yaratmasını Allah'tan talep etmektir...

İşte tevessül de böyle fiili bir duadır ve neticeyi Allah'tan istemektir. Nasıl ki sebeplere yapışmak kişiyi şirke düşürmüyorsa, tevessül de kişiyi şirke düşürmeyecektir. Çünkü tevessül eden, hakikatte matlubunu tevessül ettiği kişiden istemez. Ve eğer istediği verilirse, bunu ondan bilmez. Tevessül ettiği zatı sadece bir sebep, tevessülü de fiili bir dua bilir...

Biraz daha açacak olursak, mesela bir kişi darda kalsa ve "YetişYaHamza!.." dese, bu sözüyle şunu kasteder:

"Ya Rabbi, kulun dardadır ki bunu en iyi bilen sensin. Kuluna yardım et. Ya Rab, senin âdetin, bu imtihan dünyasında sebepler ile iş görmektir. Bazen meleklerini, bazen ruhanilerini, bazen de ordularından başka birisini yardım etmesi için gönderirsin. Ya Rab, benim yardımıma Hz. Hamza'yı gönder. Bu sesimi ona işittir, halimi ona bildir, havlin ve kuvvetinle onu bana yardımcı gönder." demektir.

Demek, "Yetiş Ya Hamza!.." diyen, sesini Hz. Hamza'ya duyuracak olanın Allah olduğunu bilir... Perdeyi kaldırıp halini ona gösterecek olanın Allah olduğunu bilir... Onun, ancak Allah'ın izin vermesiyle gelebileceğini de bilir. Demek o, "Yetiş Ya Hamza!.." sözüyle; yardımı yine Allah'tan ister; ve bu yardımı, Hz. Hamza kuluyla, yani onun eliyle kendisine ulaştırmasını talep eder... Yoksa "Yetiş Ya Hamza." dediğinde, Hz. Hamza'nın kendi kabiliyetiyle duyduğunu, Allah göstermeksizin gördüğünü, Allah'ın haberi olmadan bizatihi yardıma koştuğuna itikat etmez. Eğer böyle itikat ederse, bu şirktir, bunda şüphe de yoktur.

Lakin Allah'ı tanıyan kim böyle tevessül eder?.. İlla, vardır derseniz, biz de: "O kimse şirke düşmüştür." deriz. Ancak o kişinin tevessül ve istigaseyi yanlış yapması, bunların haram olmasını gerektirmez. Burada yapılması gereken, o kişiye işin doğrusunu öğretmektir...

Şimdi konuya daha farklı, başka bir pencereden bakacağız. Bu pencere, Büyük Allame İmamSubki'nin tevessüle bakış penceresidir.

İmam Subki tevessül ve istigaseyi, belagat ilmindeki mecaz-i akliye benzetmektedir. Mecaziakli: Fiilin, hakiki faile ve müessirine değil de o fiilin, mekan, zaman ve sebep gibi alakası olduğu şeye isnat edilmesidir.

Bir daha tekrar edelim: Mecaziakli; fiilin, hakiki faile ve müessirine değil de o fiilin, mekan, zaman ve sebep gibi alakası olduğu şeye isnat edilmesidir. Mesela:

Zilzal suresindeki, وَأَخْرَجَتِ الْأَرْضُ أَثْقَالَهَا "Yeryüzü ağırlıklarını çıkardığı zaman" ayetinde, ağırlıkları çıkaran Allah olduğu halde, fiil hakiki failine değil, fiilin mekanına isnat edilmiş ve ağırlıkları çıkarma fiili yeryüzüne nispet edilmiştir. Ancak herkes bilir ki, yeryüzünün bunu yapacak ne ilmi ne de kudreti vardır. Bu fiilin hakiki faili Allah'tır. Fiilin yeryüzüne isnadı ise, mecazi aklidir. Mecazi akli, belagatta bir sanattır.

İşteistigase, yani Allah'tan başkasından yardım dilemek de böyledir. İstigase eden kişi, yardıma çağırdığı zatın hakiki fail olmadığını ve hakiki failin Allah olduğunu bilir. Yardımı Allah'a değil de şahsa isnadı, mecazi akli nevindendir...

Hz. İsa'nın "Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir?"; Hz. Süleyman'ın: "Bana onun tahtını kim getirebilir?" sözleri de bu manadadır.

Demek, hakiki tevhid, başkasından yardım istememe değildir. Mecazi akli yoluyla başkasından yardım istenebilir. Hakikitevhid, yardım ve inayeti, yardım istediği zattan ve tevessül ettiği kişiden değil, Allah'tan bilmektir. Tevessülü, sadece fiili bir dua görmektir. Sesini, yardıma çağırdığı zata duyuranın Allah olduğunu bilmektir. Halini ona gösterenin Allah olduğunu bilmektir. Onu yardıma gönderenin Allah olduğunu bilmektir. Allah izin vermezse, hiçbir kimsenin kendisine yardım edemeyeceğine inanmaktır.

Burada bir öz eleştiri de yapmak istiyorum: Maalesef bazı kardeşlerimiz tevessül ve istigaseyi, şeriatın müsaade ettiği sınırlar içinde yapmamakta ve tevessül ettiği zatı bizatihi mutasarrıf zannetmektedir. Bu büyük bir hatadır.

Evet, tevessül ve istigase caizdir, ancak bazı şartlar dahilinde caizdir. Belki de bu Vehhabi zihniyeti, Ehl-i sünnete musallat eden ve kadere bu hususta fetva verdiren, bazı sofi meşreb kardeşlerimizin, tevessülü yanlış uygulamalarıdır. Burada bir daha açıkça ifade ediyoruz ki: Allah'ın izni ve iradesi olmadan bir yaprak dahi kıpırdayamaz. Bütün fiillerin faili, bütün yardımların Nâsırı, bütün işlerin müdebbiri yalnız ve yalnız Allah'tır. Tevessül edilen zat, sadece Allah'ın kulu ve sevgilisidir.

Tevessüleden, tevessül ettiği zat hürmetine istemeli; onu yardıma gönderecek olanın ancak ve ancak Allah olduğunu bilmeli ve matlubuna nail olmuşsa, bunu da Allah'tan bilmelidir.

Buşunabenzer: Elinizde bir aynanın olduğunu farz edin... Gökteki Güneş, o ayna vasıtasıyla sizde tecelli ediyor olsun. Yani Güneşin ışığı ve sıcaklığı, o ayna vasıtasıyla size ulaşıyor olsun... Bu durumda size sorsak: Aynada gözüken ışık ve sıcaklık, aynanın malı mıdır?.. Hayır, değildir... "O halde kır aynayı at." desem... Bu da olmaz... Evet, ışık ve sıcaklık aynanın malı değildir, ancak Güneş, bu ayna ile bende tecelli ediyor. Aynayı kırsam, Güneşten mahrum kalırım... O halde ne yapmalı?..

Yapılacak iş şu:

1. Işık ve sıcaklık Güneşten bilinmeli,
2. Ayna muhafaza edilmeli,
3. Güneşe ait vasıflar, asla aynaya verilmemeli...

İşte bu misalde olduğu gibi, Şems-i Ezel ve Ebed olan Rabbimiz de bazen lütuflarını ayna hükmündeki sebeplerle bize ulaştırır. Meyvenin, ağaçla; sütün koyunla, şifanın ilaçla ulaşması gibi... Ayna hükmündeki sebepleri muhafaza edeceğiz, ancak neticeyi asla onlara vermeyeceğiz. Eğer verirsek, aynada Güneşin aksini görüp, aynayı Güneş zanneden kişiye benzeriz. Hayır, ayna güneş değildir, sadece güneşin aksini yansıtan bir sebeptir...

Şualemdeki bütün ihsanlar,Allah'aaittir. O ihsanın bize ulaşmasına vesile olan maddi ve manevi sebepler ise birer aynadır. Aynayı muhafaza edelim, yani sebebe yapışalım, ancak ihsanı asla sebepten bilmeyelim; her sebep üzerinde, müsebbibu-l esbab olan, yani sebepleri yaratan Rabbimizin rahmet elini görelim. Tevessül ederken de bu kaideyi unutmayalım...

Sözü biraz uzattık. Dağılan sözü bir daha toparlayacak olursak:

"Ancak senden yardım dileriz."
"Yardım ancak Allah katındandır."

ayetleri ve emsali naslar, başkasından yardım dilemeyi değil, yardımı onlardan bilmeyi yasaklamaktadır. Tevessül eden, sadece Allah'tan yardım ister; tevessül ettiği zatı, o yardıma ulaşmak için bir sebep yapar... "Yetiş Ya Hazret!.." diyen de yine Allah'tan ister. Allah'tan, o zatı yardımına göndermesini talep eder. Tevessül ve istigasenin manası işte budur...

Bu yazıyı birkaç defa okumanızı tavsiye ediyorum. Çünkü bu yazıda hem bir iman dersi yapılmış hem de tevessül ve istigasenin nasıl yapılması gerektiği anlatılmıştır. Bu ders, bu işin bel kemiğidir. Bu dersi anlayan, tevessülün şirk olmayacağını kolayca kavrar. Bu dersi bilmeyen, tevessülü şirke benzetir. Halbuki aralarında yerle gök arası kadar mesafe vardır... Her ne ise...
 
Ali Tatar Çevrimdışı

Ali Tatar

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
1 ) En önemli sebeb taklittir. Taklit , bir kimsenin herhangi bir delile dayandırmadığı bir görüşünü , kabullenmektir. Bu şer’i açıdan yanlış bir tutumdur ve yasaktır . Mukallid , delilini bilmeden taklit ettiği kimsenin görüşünü aksi sabit olsa da bağnazca savunan kimsedir. Allah bir çok ayette bu tutumdan sakındırmıştır.

“ Onlara _ “Haydi , Allah’ın indirdiğine ve Rasule gelin “ dendiğinde derler ki _ “Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter.” Ya babaları bir şey bilmeyen , doğru yola ermemiş kimsele idiyse?...”(Maide 104)

Selef alimleri ve müctehid imamlar aynı şekilde taklitten sakındırmışlardır. Zira taklit , çekişme , zayıflık ve saflarda bölünme sebebidir . Bu nedenle bütün meselelerde tek bir kişiyi taklit eden bir sahabiye rastlamak mümkün değildir. Dört imam da bu görüşlerinde bağnaz bir tutum içerisine girmeyip kendilerine Allah rasulunün (s. a.v.) sahih bir hadisi ulaştığında derhal görüşlerini terk etmişlerdir. Ayrıca kullandıkları delilleri bilmeksizin kendilerini taklit etmekten başkalarını sakındırmışlar , şu ayetin manasını hakkıyla anlamış olduklarını ortaya koymuşlardır :

“ Size indirilene uyun. Ondan başkasını dost edinip de uymayın .Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz ! ..”(Araf 3)

2 ) Bir konuyu değerlendiriken ayet ve hadislerin bir kısmını alıp bir kısmını almamak. Bununla beraber , delil edindikleri ayet ve hadisler de , halbuki ne onların ispat etmek istediklerine delil olabilir , ne de görüşlerini mahiyettedir. Ancak kesin olan şu ki ; onlar nasların delalet ettiği doğru tefsiri bilmiyorlar , ya da onları delalet ettiğinden çok uzak anlamlarla tevil ediyorlar. Şu ayette olduğu gibi :

“ Ey iman edenler ! Allah’tan sakının ve ona vesile arayın “ (Maide 35)

Bu ayette “vesile” den maksat , taat ve hoşnut olduğu amellerle Allah’a yakın olmaktır. Oysa bazı kimseler bu ayeti Allah’tan başkasından meded ummaya delil getirmektedirler. Bu , Allah’ın kelamını tahrif etmektir. Allah’ın emrettiği vesile , müfessirlerin ittifak ettiği gibi Salih ameller vasıtasıyla Allah’a yakın olma talebidir.

Yine hadislerden ise bazı kimselerin bahsi geçen “Yağmur Duası“ hadisinde Hz. Ömer’in , Hz. Abbas’la yaptığı tevessülü , Allah rasulüne (s.a.v.) yakınlığı nedeniyle zatiyle yapmış bir tevessül olarak değerlendirmeleri buna örnektir. Peki o zaman , Hz. Muaviye’nin ve diğer Müslümanların Yezid b. Esved el Curaşi ile yaptıkları tevessüle ne buyrulur ? … Curaşi dua eder etmez yağmur yağmaya başlamıştır. Bu konuya örnek olarak “Ama” hadisini de verebiliriz.

Ama’nın biri Allah rasulüne (s.a.v.) gelerek _ “Bana afiyet vermesi için Allah’a dua et “ der.
Allah rasulu (s.a.v.) ona _” Dilersen dua ederim. Dilersen sabredersin. Bu senin için daha hayırlıdır“ der.
Ama' da _ “dua et” diye ısrarını bildirir.
Bunun üzerine Allah rasulu (s.a.v.) ona güzel bir şekilde abdest alıp şu duayı söylemesini emreder:
” Allah’ım sana peygamberin rahmet peygamberi Muhammed (s.a.v.) ile yöneliyorum. Ey Muhammed ! Hacetimin giderilmesi için seninle Rabbime yöneliyorum . Allah’ım ! Benim hakkımda onu şefaatçi kıl ! “

Hadiste görüldüğü gibi Allah rasulunden (s.a.v.) dua talebi vardır . Aynı zamanda Allah’ın peygamberinin duasını kabulu için “ama dua etmekte _” Allah’ım ! Benim hakkımda onu şefaatçi kıl “ demektedir .

3) Aslı astarı olmayan hatta bazen dinin asıllarıyla çelişen uydurma hadislerle ve Allah Rasulune (s.a.v.) nisbeti kesinlik kazanmamış zayıf hadislerle amel etmek. Örnek olması sebebiyle birkaç tanesini buradaki ortama aktaralım.

“ Makamımla tevessulde bulunun. Şüphesiz Allah katında makamım büyüktür “

Bu hadis (!) uydurmadır , batıldır.



“_Adem günah işleyince dedi ki _ Ya Rab ! Muhammed’in hakkı için senden beni bağışlamanı dilerim.
Bunun üzerine Allah Teala _ Ey Adem ! Henüz yaratmadığım halde Muhammed’i nasıl biliyorsun? diye sordu?
Adem _ Ya Rab ! Beni elinle yaratıp bana ruhundan üfleyince başımı kaldırdım ve arşın direkleri üzerinde şu yazıyı gördüm : La ilahe illAllah Muhammedur Rasulullah. Bildim ki Sen adının yanına ancak en sevdiğin kimsenin adını yazarsın.

Allah da şöyle buyurdu._ Seni bağışladım , Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım.”

Uydurmadır.

Râvilerinden olan Abdurrahm an b. Zeyd b. Eslem hakkında İbn Hibbân şöyle der: «Hadis uydurmakla itham olunmuş, Leys, Malik ve İbn Lehi’a üzerine hadisler uydurmuştur. Dolayısıyla imâm ez-Zehebî rivâyet hakkında uydurma ve batıl derken, İbn Hacer el-Askalânî de ona katılır.

Zehebi, bu hadis hakkında: ''Hadis uydurmadır. Abdurrahman yalancıdır. Ve Abdullah İbni Meslem el-Fahri'nin kim olduğunu bilmiyorum'' demektedir.

Mizan'ul-İtidal'de bu hadis için ''batıl bir haberdir'' denilmektedir.

Beyhaki Delail Nübüvve'de ''Abdurrahman İbni Zeyd İbni Eslem zayıf ravilerdendir'' der.

El-Elbani bu hadisi aktardıktan sonra '' Sonuç olarak ben derim ki: Bu hadisin Peygamber (sav)'den aslı yoktur. Bu hadise iki muhterem hafız -Askalani ve Zehebi- batıl hükmü vermiştir. (Zayıf Hadisler Silsilesi 1/hadis no 25) diyerek hadisi eleştirmektedir.

Şeyhul İslam İbni Teymiyye (rahimehullah): ''Hakim bu rivayeti sahihi sakimden (zayıf) ayırma babının girişinde aktarmakta ve Abdurrahman İbni Zeyd İbni Eslem'in babasından rivayet ettiği hadisler uydurmadır'' demektedir.

El-Sagani “uydurulmuş” dedi. (El-Sagani El-Hadis El-Mevzuat sy.7) Elbani de aynı şeyi söylemiştir. (Silsile el-Zayif 1/450 no 282)

El Acluni Uydurma olduğunu söylemiştir (el-Aclunî, Keşfu'l-Hafâ, II, 214.)

Şeyh Molla Aliyyul Kari "Zayıftır ama anlamı doğrudur… ” (Aliyyu'l Kari El-Esrar El-Merfuat sy 67-68)der ve şu iki hadisi bu görüşüne delil getirir:


a. İbn Esakir tarafından nakledilen hadis ”sen olmasaydın dünya yaratılmazdı.” İbni Cevzi bunu nakletti ve şöyle dedi: ”uydurulmuştur” (İbni Cevzi El-Mevzuat 1/288) ve Suyuti’de aynı şeyi söylemiştir. (Suyuti El-Laai 1/272)

b. Deylemi’den nakledilen bir hadis ”Ya Muhammed! Sen olmasaydın Bahce (cennet) yaratılmış olmazdı ve Sen olmasaydın ateş (cehennem) yaratılmış olmazdı.”

ElBani derki ”Deylemi’den hadisin sahih olduğunu ortaya koymadan gerçekliğini onaylamak doğru olmaz ki Hiç bir alimin bu konu üzerinde durmuş olmasına rastlamış değilim… Deylemi’nin bunu aktaran tek kişi olması benim için bu hadisin zayıf olduğuna inanmak için yeterlidir, dahası Musned’inde (Deylemi, Musned 1/41/2) rastladığımda zayıf olduğuna inandım. (El Elbani Silsile El-Zayıf 1/451 no.282)



Yukarıdaki sözün uydurma olduğuna bir delil de yine başka bir rivayetten ! Akıl sahiplerini çelişkiyi görmeye davet ediyorum :

Adem (a.s.)’ın Nebî (s.a.v.)’i, kendi yaratılışından sonra cennette iken yer yüzüne inmesinden bilmesidir. Halbuki zayıf, ancak daha iyi bir senedle gelen başka rivayette:

Adem (a.s.) Hindistan'a iner ve yanlızlık hisseder, bunun üzerine Cebrâil inerek; Allâhu Ekber, Allâhu Ekber, Eşhedu En Lâ İlâhe İllallâh (iki defa), Eşhedu Enne Muhammeden Rasulullâh (iki defa) deyip ezan okur.
Adem şöyle der: «Muhammed de kim»?
Cebrâil: «Peygamberlerden son oğlundur» der.
(İbn Asâkir (1/323/2).


Râvilerinden Ali b. Behrâm bilinmemekte, diğer bir râvi olan Muhammed b. Abdullâh b. Suleyman aynı şekilde bilinmemektedir.

Bir önceki rivâyette Âdem (a.s.) daha cennette iken Peygamber (s.a.v.)’i tanıyordu, bu ikinci rivayette ise, Âdem (a.s.) yer yüzüne indiği halde Muhammed (s.a.v.)’i tanımamıştır.


Bununla birlikte Allah c.c. Her şeyi bilmiyormuş gibi Hz. Adem’in Hz.Muhammed(s.a.v) adını nerden gördüğünü bilmiyor da yarattığı Adem’e sorarak cehaletini gideriyor (haşa! Summe haşa)


Son Olarak :

Muvahhid bir kula düşen , kişiyi büyük şirke , küçük şirke veya haram olan bid’ate düşüren bid’at tevessül türlerinden sakınmaktır . Zira bu , duada haddi aşmaktır , ve duanın karşılıksız kalmasını gerektirir. Çünkü Allah azze ve celle ancak şer’i ölçüler içerisindeki duaları kabul eder.Ayrıca mü’min kul ,dualarını Kur’an ve sünnetten seçmeye özen göstermelidir. Zira bu kabul edilme açısından daha güvenilirdir ve de kişiye sevap kazandırır.

Bir hadiste _ “haramlar bellidir , helaller bellidir. Birde ikisi arasında şüpheli şeyler vardır . Bunlardan sakınmayan tehlikeye girer “ manasındaki hadisi şerife göre bile en azından hareket etmenizi , görüyorsunuz ki Bid’at olan tevessulleri en azından ben bunlardan beriyim diyerek reddetmenizi bekleriz.

Hz. Cabir anlatıyor:

“Ey Allah’ın Resulü! Anam-babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz?” diye sordum. Şöyle buyurdu,

“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş/cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ve ne de insan vardı."

"Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levh’i (Levh-i mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı. Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı. Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı. Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu/iman şuurunu, ikinci parçadan -marifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedu’rresulüllah nurunu) yarattı.”(bk. İmâm Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Kastalanî, Mevahibü'l-Ledünniye: 1/6; Krş. Aclunî, I/262-6)

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadisi kudsîde:

"Allah, seni kendi nurumdan, diğer şeyleri de senin nurundan yarattım, buyurdu."buyurmuştur. (Îmân Ahmed, Müsned IV-127; Hâkim, Müstedrek II-600/4175; İbni Hibban, El İhsân XIV-312/6404; Aclûnî, Keşfü'l-Hâfâ I-265/827)

Kâinatta en büyük hâdise hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (a.s.m.) dünyaya teşrifleri hâdisesidir.

Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur. Kâdir-i Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı. Dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı.

"Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir: Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur."

İşte, "Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri (kâinatı) yaratmazdım" kudsî hadisi, bu sırra işaret etmektedir.

"Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım." hadisi nasıl anlaşılmalıdır ve Hakikat-ı Muhammediye nedir?

Tasavvufi anlayışa göre, Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakikat-i Muhammediye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halkedilmiştir. Alemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir.

Tasavvuftaki ilk yaratılışa dair bu bilgiler, Risale-i Nur’daki bilgilerle büyük benzerlikler göstermektedir. İlk yaratılan Hz. Peygamberin temsil ettiği nübüvvet nurudur. Kainat onun nurundan yaratılmıştır. Varlığın mebde ve müntehası Hz. Muhammed (asm)’dir.

“Hem o melek, cin ve beşerin seyyidi olan zat, şu kâinat ağacının en münevver ve mükemmel meyvesi ve rahmet-i İlâhiyenin timsali ve muhabbet-i Rabbâniyenin misali ve Hakkın en münevver bürhanı ve hakikatin en parlak sirâcı ve tılsım-ı kâinatın miftahı ve muammâ-yı hilkatin keşşafı ve hikmet-i âlemin şârihi ve saltanat-ı İlâhiyenin dellâlı ve mehâsin-i san'at-ı Rabbâniyenin vassâfı; ve câmiiyet-i istidat cihetiyle, o zat mevcudattaki kemâlâtın en mükemmel enmuzecidir. Öyleyse, o zâtın şu evsâfı ve şahsiyet-i mâneviyesi işaret eder, belki gösterir ki, o zat kâinatın illet-i gaiyesidir. Yani, "O zâta şu kâinatın Hâlıkı bakmış, kâinatı halk etmiştir. Eğer onu icad etmeseydi, kâinatı dahi icad etmezdi" denilebilir. Evet, cin ve inse getirdiği hakaik-i Kur'âniye ve envâr-ı imaniye ve zâtında görünen ahlâk-ı âliye ve kemâlât-ı sâmiye, şu hakikate şahid-i kat'idir.”

"Levlake” Hadisi

“Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsi hadis olarak da rivayet edilen, ‘Sen olmasaydın ben kainatı yaratmazdım’ (Levlake...)(Acluni, II: 164; Hakim el Müstedrek, II: 615) ifadesiyle” varlığın Hz. Muhammed (a.s.m.) için yaratıldığı anlatılır.

Çekirdek ve Meyve

Tasavvufi anlayışta, “Rasül-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan, Peygamber insanlığın manevi babasıdır. Hz. Âdem insanların maddeten babası (ebul beşer) Hz. Peygamber ruhların babası” olduğu söylenir.

Risale-i Nur’da da Hz. Peygamber, yaratılmışların çekirdeği ve en mükemmel meyvesi olarak ifade edilir. Bu hakikat aşağıdaki alıntıda şöyle izah edilir:

“Ve herhalde, zîhayat içinde o fert zîşuurdan olacaktır. Çünkü, zîhayatın envâı içinde en mükemmeli zîşuurdur. Ve herhalde, o ferd-i ferid, insandan olacaktır. Çünkü, zîşuur içinde hadsiz terakkiyâta müstaid, insandır. Ve insanlar içinde, herhalde o fert Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm olacaktır. Çünkü, zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar hiçbir tarih, onun gibi bir ferdi gösteremiyor ve gösteremez. Zira, o zat, küre-i arzın yarısını ve nev-i beşerin beşten birisini saltanat-ı mâneviyesi altına alarak, bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle saltanat-ı mâneviyesini devam ettirip, bütün ehl-i kemâle, bütün envâ-ı hakaikte bir üstâd-ı küll hükmüne geçmiş. Dost ve düşmanın ittifakıyla, ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş; bidâyet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş; her dakikada yüz milyondan ziyade insanların vird-i zebânı olan Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânı göstermiş bir zat, elbette o ferd-i mümtazdır, ondan başkası olamaz. Bu âlemin hem çekirdeği, hem meyvesi odur.”

“Evet, nasıl ki hayat bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır. Ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır. Akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır. Ve ruh dahi, hayatın hâlis ve sâfi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü'l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.), kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.), âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.), şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur. Ve vahy-i Kur'ân dahi, hayattar hakaikinin şehadetiyle, hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır."

"Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur'ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak."

"Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nur-u Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-ı Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur. Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur. Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur. Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, Nur-ı Muhammedî onun andelîbi olur. Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, Nur-ı Muhammedî o Sultan-ı Ezelî'nin makarr-ı saltanat (saltanat merkezi) ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemaliyesiyle âsâr-ı san'atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münadi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları davet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san'atları, hârikaları ve mucizeleri tarif ediyor. Halkı o saray sahibine, sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayret-efza davet ediyor. Binaenaleyh İncil'de "Ahmed", Tevrat'ta "Ahyed" ve Kur’ân’da "Muhammed" ismiyle müsemma, iki cihanın güneşidir."

"İnsanlardan bir çekirdek var ki, Cenâb-ı Hak şecere-i hilkati o çekirdekten inbat etmiştir. O çekirdek de ancak ve ancak bütün ehl-i kemâlin ve belki nev'-i beşerin nısfının ittifakıyla efdal-ül halk, seyyid-ül enâm (herkesin efendisi) Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır."

"Bu kâinat sahibinin tezahür-ü rubûbiyetine ve sermedî (ebedî) ulûhiyetine ve nihayetsiz ihsanatına küllî bir ubudiyet ve tanıttırmakla mukabele eden Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, bu kâinatta güneş lüzumu gibi elzemdir ki; nev'-i beşerin üstad-ı ekberi ve büyük peygamberi ve Fahr-i Âlem ve hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem sebeb-i hilkat-i âlem, hem neticesi ve en mükemmel meyvesi olduğu gibi, bu kâinatın hakikî kemalâtı ve sermedî Cemîl-i Zülcelâl'in bâki âyineleri ve sıfatlarının cilveleri ve hikmetli ef'alinin vazifedar eserleri ve çok manidar mektupları olması ve bâki bir âlemi taşıması ve bütün zîşuurların müştak oldukları bir dâr-ı saadet ve âhireti netice vermesi gibi hakikatları, hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Risalet-i Ahmediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile tahakkuk ettiğinden, nasıl bu kâinat O’nun risaletine gayet kuvvetli ve kat'î şehadet eder."

Hakikat-ı Muhammediye (sallallâhu aleyhi ve sellem) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A'zam'ın tecelli-i a'zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya O’na bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete O’nun hesabına nazar eder.Efendimiz’in temsil ettiği bir Hakikat-ı Ahmediye var, bir de Hakikat-ı Muhammediye var. Dünyayı teşriflerinden önce O, Hakikat-ı Ahmediyesi ile vardır ve Kâ’be hakikatı ile tev’emdir. Bu sebeple O, İncil’de Ahmed ismiyle anılmıştır; Kur’an’da da geçtiği üzere, Hz. İsa (as) O’nu, Ahmed ismiyle müjdelemiştir. O, dünyayı teşrifleri ve risaletleriyle birlikte Hakikat-ı Muhammediye’yi temsil etmiştir. Vefatından sonra da, yine Hakikat-ı Ahmediye’nin tecellisi söz konusudur.

Meselenin bir diğer yönü de şudur: Hz. Peygamber'in (asm) risâlet ve nübüvveti temelde, diğer bütün peygamberlerden önce idi. Nitekim O, bir hadislerinde: "Allah'ın ilk yarattığı şey, benim nûrumdur." buyurmaktadır. Diğer bir hadislerinde de; "Hz. Adem henüz çamur ve balçık arasında debelenirken, Ben peygamber idim" ferman etmektedir. Demek ki, O'nun peygamber olarak planlanması, herkesten önceydi. Bu mesele, tasavvufçularca "hakikat-ı Ahmediyye" ünvanıyla ele alınmış ve uzun uzun üzerinde durulmuştur. Onların bu mevzudaki mülahazalarında, hakikat-ı Ahmediyye, aynı zamanda kainatın da hakikatı olarak işlenmiştir ki, bununla da, Hz. Peygamber'in (asm) büyüklüğü ve en büyük risâlete mazhariyeti anlatılmak istenmiştir.

Necip Fazıl, O’nu ifade için “O ki, o yüzden varız.” derdi. Bu yaklaşım, hadis kriterleri açısından tenkid edilse de, mânâsı doğru olan “Sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsinden mülhemdir. Evet Allah, kâinatı O’nun için yaratmıştır. Kâinat, Allah’ı anlatan bir kitapsa -ki, öyledir- bu kitabın tercümanı Hz. Muhammed (s.a.s)’dir. O olmasaydı, kâinat kitabı okunamayan, anlaşılamayan bir sır olarak kalacaktı. Dolayısıyla onun içinde yaşayacak ama, onunla Allah’ı tanıyamayacak ve O’na ulaşamayacaktık. Oysa ki, Allah, Kur’ân-ı Kerim’de beyan ettiği üzere, varlığı, kendisine ibadet etsinler, İbn Abbas’ın tefsirine göre de, kendisini tanısınlar diye yaratmıştır. Bu itibarla denebilir ki, Hz. Muhammed olmasaydı, varlık bilinmeyecek ve dolayısıyla Allah da tanınmayacaktı. Öyle ise O’na varlığın ille-i gaiyesi, yani, yaratılış sebebi denebilir.

O’nu, kendinden önce gelen her peygamber, misyonu ölçüsünde ve çerçevesinde anlatmış ve haber vermiştir. Meselâ, Endülüslü büyük alim Kadı Iyaz’ın Şifa-i Şerif’inde geçtiği üzere, Hz. Âdem, kendisine yasaklanan meyveden yedikten sonra Cenâb-ı Allah’a O’nu şefaatçi ederek yalvarmış; “Muhammed hürmetine beni affet!” demiştir. Cenâb-ı Allah’ın, “Sen Muhammed’i nereden biliyorsun?” sorusuna karşılık da, “Ben, Cennet’in kapısında ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün rasûlüllah’ yazısını gördüm. İsmi, senin İsm-i Şerifi’nin yanında anılan biri, Sen’in yanında en kıymetli olmalıdır.” şeklinde cevap vermiştir. En son Hz. İsa da O’ndan çok bahsetmiş, İncillerin eldeki nüshalarında

“Size daha çok söyleyeceklerim var; fakat, şimdi siz bunları kaldıramazsınız. Ben gideyim, ta ki, dünyanın Efendisi, gerçeğin ruhu, hakkı bâtıldan ayıran Zât gelsin ve size bütün hakikatleri anlatsın.” (Yuhanna, Bab 16/12-14) demiştir.

Hz. İsa, O’nu Ahmed olarak haber vermiştir. İlâhî bir tevafuktur ki, dedesi Abdülmüttalib, “Gökte ve yerdekiler O’nu övsün” diyerek, O’na Muhammed ismini koymuştur. İmam-ı Rabbanî gibi büyük zatlar, önemle Hakikat-ı Ahmediye ve Hakikat-ı Muhammediye üzerinde dururlar. O, yeryüzüne gelmeden önce “Hakikat-ı Ahmediye”nin sahibiydi. Dolayısıyla Hz. İsa, O’nu Ahmed ismiyle müjdelemiştir. Dünyadaki misyonu itibarıyla de O “Hakikat-ı Muhammediye”yi temsil etmiştir. Nebiler Serveri bu temsil sonunda Hakikat-ı Ahmediye’ye bi’l-fiil ulaşarak veya Hakikat-ı Ahmediye’yi bilfiil gerçekleştirerek, yine “Hz. Ahmed” ünvanıyla işaret buyurulan varlığın ruhu olma âlemine dönmüştür.

O, en çok eza ve cefaya maruz bırakıldığı bir zamanda Mirac’la şereflendirilmişti. Bu, kâinat içinden kâinat ötesine yolculukla, kendisine rehberlik eden Cibril’i bile bir noktadan sonra geride bırakmış, yoluna devam etmişti de, kendisine “Top senin, çevkan senin bu gece” denmişti. Mahzen-i Esrâr sahibi Nizamî’nin engin ve renkli ifadeleri içinde, “Yıldızlar, yolunda kaldırım taşları gibi dizilmiş, melekler kendisine teşrifatçılık yapmış, yarım ay atının ayakları altında bir nal gibi kalmış, Güneş O’nun ışık kaynağına sığınmıştı.” O, Kur’ân’da ifade buyurulan “Kâbe kavseyni ev ednâ”nın mânâsına göre, imkânla vücub arası bir noktaya gelmişti. Bu şu demekti: Bir kere O da, bir insandı ve yerdi, içerdi, uyurdu, sokaklarda dolaşırdı. Fakat, Buseyrî’nin ifadesiyle, “bir beşerdi, ama herhangi bir beşer gibi değildi; taşlar arasında bir yakut gibiydi.” Bunu avâmî bir benzetmeyle şöyle izah edebiliriz:

Meselâ; Selimiye’nin önünden geçen herkes, kendince, bir şeyler hisseder: İyi ve zevk-i selim sahibi bir mimar, ondaki sanat karşısında zevkten zevke girer. Bir çoban da kendine göre onun karşısında bir şeyler hisseder. Bir diğer misal verecek olursak, mesela; iyi gelişmiş damak zevki olanlar, yemekleri çok iyi ayırırlar ve onlar sıradan insanlardan farklıdırlar. Bunun gibi, onun her şeyi hissedişi bir başka idi. Dış görünümü ve yapısıyla bizim gibi bir beşer görünümündeydi ama bambaşka buudlarda yaşıyordu. Namaza durunca bazen, O’nun önünde cennet temessül eder, ona doğru adım attığı olurdu. Bazen de, bir başka şeyin temessülü karşısında geri çekilirdi. İşte, Mirac’la beşeriyetin en son sınırına varmıştı ki; ondan sonra sonsuzluk başlıyordu. Hiçbir şekilde Allah olunamayacağına göre, şüphesiz o Allah değildi ve olamazdı da. Bu yüzden, O’nun ulaştığı makama “imkânla-vücub” arası mânâsına “Kâb-ı kavseyni ev ednâ” dendi. O makamdaki, durumu itibarıyla kelamcılar, hadisçiler başka türlü değerlendirmelerde bulunsalar da, sufîler, O’nun Mirac’da zaman, mekân hususiyet ve kayıtlarından, müberra olarak Allah’ı gördüğünü söylerler. İşte bu makamda iken bile O, yeryüzüne aramıza geri dönmek istemiş ve dönmüştü. Büyük velilerden Abdü’l-Kuddüs: “Eğer ben, o makama varıp, orada kalmak ile geriye dönmek arasında muhayyer bırakılsa idim, vallahi dönmez, orada kalırdım.” der. Ama O, geri gelmiş ve kendilerinden eza-cefa gördüğü insanların arasına inerek, onları da, bizi de, kaybettiğimiz cennete taşımıştı. Hiç olmazsa hepimizi o duyguya uyarmıştı. Mevlâna’nın ifadesiyle, bir ayağı hakikatte, diğer ayağı da 72 milletin arasında, ömrünün bakiyesini, halkın içinde Hakk’la beraber sürdürmüştü.

.,.,,

Meded dilemek, yardım istemek demektir. Her türlü yardımın kaynağı ve başvurulacak mercii Allah Teâlâ'dır. Allah Teâlâ'dan başkasından yardım dilemek söz konusu olamaz. Tasavvufta Hz. Peygamber (asm), şeyh veya benzeri maneviyat büyüklerinden istimdad, doğrudan onların şahıslarından bir talab demek değildir. Belki onların indi ilahideki itibar ve derecelerinden yararlanmak için bir tevessüldür."Meded ya şeyh", "Meded ya Abdelkadir", "Meded ya Gavs-ı Azam" gibi lafızlar ve levhalar, bu şahıslara duyulan manevi sevginin bir ifadesidir.

İnsan, beşer olmanın gereği sığınma duygusu taşır. Çocuk anne babasına, talebe hocasına, mürid şeyhine sığınmak ve yakın olmak ister. İstimdad bu sığınma duygusunun tezahürüdür. Vahdet-i vücud inancındaki "insan-ı kamil", Allah Rasülü'nün ahlakıyla ahlaklanmış, Hakk'ın mazharına nail olan demek olduğu için, ruhani bir tasarrufa da mazhardır. Mazhardır diyoruz çünkü gerçek tasarruf Allah'ındır. Kul veya kişi bu tasarrufun görüntüsüdür. Bu itibarla salik ve derviş, insan-ı kamil olarak gördüğü şeyhinden tarikat piri ve pirlerinden birinden istimdad ve istiane ettiğinde, aslında talebini Allah'a arzetmiştir. Kudret ve kudret sadece O'na aittir. Konuya bu açıdan bakıldığında şer'i bir tehlike söz konusu değildir. Ancak istimdad edilen kişinin bizzat kendisinde bir güç ve kudret görüp taleb ondan olacak olursa, elbetteki caiz olmaz. (Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikat, Prof. Dr. H. Kamil Yılmaz, s. 323)

İstiğase ayrı, vesile ayrı bir şeydir. İstiğase yardım istemek anlamını ifade eder. Vesile ise gayeye vasıta olan şeydir.

Zevilukul olan kimseden istiğase etmek meselesine gelince,bakılır, kendisinden istiğase edilen kimse salih ve mü'min değilse, ister gaib olsun kendisinden istiğase etmek caiz değildir. Fakat salih bir kul olursa, huzurunda veya kabri başında olursa, şefaat dilemek maksadıyla ondan istiğase etmek caizdir.

Çünkü ölü olan kimse her ne kadar berzah alemine intikal etmiş ise de kendisine has bir hayatı vardır. Peygamberimiz (asm) şöyle buyurmuştur:

"Peygamberler kabirlerinde diridirler." (İbn Mâce, Cenâiz 65)

Peygamberlerin, mezarlarında diri olduklarına bir delil de, Hz. Peygamber (asm), mir'ac sırasında Mescid-i Aksa’da bütün peygamberlerin ruhlarıyla buluşması ve semada karşılaştığı her peygambere selam verdikçe, Peygamberimiz (asm)’in selamını almasıdır. Yine Bedir savaşında ölmüş müşrikler hakkında da şöyle buyurdular:

"Siz bunlardan fazla işitmezsiniz; ancak cevap veremezler."

Ehli tasavvufa göre makam sahibi olan bir veli, ister ölü ister uzakta olsun ondan istiğase edilir. O yardım etme yetkisine sahiptir. Özellikle ehli tasarrufun yardımı dünyada olduğu gibi dünyadan göç ettikten sonra da vardır, devam eder.

Vesile ise, demin dediğimiz gibi, gayeye yetişmek için vasıta olarak kullanıları şeydir. Bunların çeşitleri vardır:

1. Cenab-ı Allah'ın isimlerini vesile kılıp tevessül etmek: İbni Mace, Hz. Aişe'den şunu rivayet etmiştir: Hz Peygamber bir duasında şöyle buyurdular:

"Allah'ım, temiz, hoş ve mübarek ismin hakkı için senden istiyorum.”

2. Kendisiyle tevessül edilen zatın duasını vesile kılıp istemek.

3. Büyük ve salih kimsenin zatını vesile kılmak suretiyle tevessül etmek: Mesela, "Allah'ım şu dileğim yerine gelmesi için Peygamberi veya Ebu Bekir'i vesile kılıyorum." demek gibi, Hz. Ömer (ra) yağmur duasında Hz. Abbas'ı (Peygamberimizin amcası) vesile kılarak şöyle dua etti:

"Allah'ım, biz Peygamber'in amcasını sana vesile kılıyoruz, bunun için bize yağmur yağdır.” (Buhari).

4. İşlenen salih amelleri vesile kılarak tevessül etme: Mesela, "Allah'ım, senin için eda ettiğim şu hac veya şu ibadeti sana vesile kılıyorum; şu musibetten veya şu beladan beni kurtar." demek gibi.

Yukarıda saydığımız vesile çeşitleri İslam'da mevcuttur. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. Vesile edinilen kimsenin vesile edenden üstün olması gerekmez. Hz. Peygamber (asm) Umre'ye gitmek için izin isteyen Hz. Ömer'e: ”Kardeşim, bizi duadan unutma.” (Ebu Davud, Vitir 23) dedi. Hem de Veysel-Karani'nin kendisine dua etmesi için Hz. Ömer'e emir verdi.

Yalnız peygamberi veya herhangi bir zatı bağımsız olarak tasavvur edip istiğase etmek, küfre kadar götürebilir. Buna dikkat etmek lazımdır. Yani Allah’ın sevgili kulu ve Allah’ın izniyle bu işleri yapıyor diye bilmek ve istemek caizdir. Ehl-i sünnet âlimlerine göre, vesilelikten öteye geçmemek şartıyla, tevessül etmek caizdir.

Tevessülü tamamen haram sayanlar, Haricîler ve onları taklit eden zihniyetlerdir.

Meleklerin insanları koruduğu bilgisi bizzat Kur’an’da vardır:

“O insanın önünde ve ardında devamlı sûretle nöbetleşerek görevlendirilen melekler vardır. Bunlar, Allah’ın emrinden ötürü, onu koruyup kollarlar.”(Rad, 13/11)

mealindeki âyette bu gerçeğe işaret edilmiştir.

Meleklerin koruması şirk olmadığı gibi, başka mahlukların yardımları da korumaları da şirk olmaması gerekir. Yeter ki, bunları vesilelikten, sebeplikten, yaratıcılık vasfına çıkarmayalım. Çünkü, “kâinatta Allah’tan başka hakikî müessirin olmadığı” gerçeği, imanımızın gereğidir.

Dinde vasıta, vesile var mıdır?

Hikmet; hayatta ve başarıda vazgeçilmez unsurlardan biri olduğu gibi, bütün varlıkların sevk ve idaresinde de bir maya ve önemli bir kanundur. İnsanlar; varlıklarını ve başarılarını, bu hikmet denen kaide ve kurala, riayet ve itibarla paralel olarak elde ederler ve koruyabilirler.

Hikmet: Yaratıcı ve yaratılanlar arasında; sebebi, vesileyi ve vasıtayı zorunlu kılmaktadır. Zira yaratıcının izzet ve büyüklüğü, kendisi ile varlıklar arasındaki münasebet ve denge, hikmetle ilgilidir.

Ayrıca varlıkların, yaratıcısına delil ve burhan olması ve onların bir kitap gibi ehil insanlarca mütalaa edilip araştırılması ve en önemlisi de, insanların kendilerinin imtihan ve test edilerek dünyada ve ahirette başarılarının esası, temeli ve alt yapısı; hikmettir ve hikmetle ciddi münasebettir.

Hikmetin nasip olduğu insanlar ise, varlıkların en şereflisi ve kıymetlisidir. Bu esasa binaen varlıklar, eşya ve insan ile Yaratıcı arasındaki münasebet olgusunun genel adı, hikmettir.

- Cansızlar ve canlılar arasındaki irtibatlar,
- Yaratılma ve yaratma arasındaki perdeler,
- Hastalık ve afiyet arasındaki sebepler,
- Kulluk ve ona bağlı neticeler,
- Tebligat ve hidayet arasındaki ilişkiler,
- Ziraat, ticaret, sanat ve ibadetlerin, neticeleri ile münasebetlerinde hikmet esas olup, onun gereği olan sebepler, vesileler ve vasıtalar, işin mahiyeti icabı olacaktır ve vardır.

Burada vasıtaların olması, hikmet açısından kudret ve izzeti ilahiyece lüzumlu olmakla beraber, Cenab-ı Hakk’ın birliği ve celali de bu vasıtaları müessiriyetten azletmektedir. Sadece ve sadece vesile olarak kalmasını, hikmet icap ettirmektedir.

Demek ki vasıtalar, Allah’ın Hakim ismi iktizasınca yaratılışın bir esasıdır.

İşte bu manadaki vasıtalar; mahiyeti icabı dinimizde de vardır ve gereklidir. Mesela:

- Hidayetin vasıtası, peygamberlerdir.
- Allah’ın peygamberlerine emirlerinin vasıtaları, meleklerdir.
- Kelam-ı ezelinin vasıtaları, kitaplar ve suhuflardır.
- Tecelliyatın ve tezahüratın vasıtaları, mucizeler ve sanatlardır.
- Affın ve mükafatın vasıtası, ikramlar ve cennettir.
- Kahrın ve cezanın vasıtası, hadler ve cehennemdir.
- Ubudiyetin ve kulluğun vasıtası, ibadetlerdir.
- Allah’a yaklaşmanın vasıtası ise, marifet ve takvadır.

O halde; vasıtanın olmadığı hiçbir yer, durum ve zaman yoktur. Vasıtasız olan şeylerin idraki, anlaşılması ve münasebetleri bilinmez.

Buraya kadar anlattıklarımızda önemli olan nokta şudur: Bu vasıtaların; sadece vesileden ileri geçmemesi, şeffaf ve nezih olması, hakikatleri perdelememesi ve örtmemesi, özellikle de, kul ile Allah arasındaki münasebete kuvvet vermesi ve kesmemesidir.

Hakikatler ile muhatapları arasındaki, hikmet icabı olan vasıtalar; kesif olup irtibatı keser ise, o zaman hikmet ortadan kalkar ve mahsurlar meydana gelir. O vasıta, vasıta olma özelliğini kaybeder.

Mesela; bir matematik kitabı ile, talebelerin arasına öğretmenlerin girmesi, talebe ile kitabı kaynaştırır. Muhabbeti artırır. İlme de kuvvet verir. Öğretmenler bu anlamda vasıta olarak bir yekun teşkil etmektedirler.

Sanatkârlar; sanatlarla çıraklar arasında, maharetin intikalinde vasıtadırlar. Aksi halde sanatların ve maharetlerin nesli kesilir ve güdük kalır.

Aynen öyle de maneviyat büyükleri de Allah ile kul arasında, kulun rabbi ile münasebetini teminde ve muhafazasında şeffaf vasıtadırlar. Bunların aradan çekilmesi kul ile Allah münasebetini bozar ve irtibatı keser.

Ancak, vasıta olmak da kolay bir şey değildir. Bu işe ehil olmak ve erbabı olmak meselenin önemli noktasıdır. Yani matematik kitabı ile öğrenci arasına vasıta olarak, öğretmen girmelidir. Ancak bu, müzik öğretmeni olursa, o işten hayır gelmez.

Hasta ile hastalık arasına hikmet icabı şeffaf vasıta olan doktor girmelidir. Ancak, doktor yerine mühendis girer ise, ölüm meleğine hizmetten başka bir şeye yaramaz.

Nasıl ki göz ile eşya arasına, gözlükler giriyor. Kulak ile seslerin arasına duyma cihazları giriyor. Ve bunlar vasıta olarak, gözleri ve kulakları avam olanların, daha iyi görmesini ve işitmesini temin ediyor.

Aynen öyle de, aklı ve kalbi avam olanların, hakikatlerle aralarına vasıflı ve ehil insanların girmeleri onların marifetlerini ve faziletlerini artırır ve inkişaf ettirir. Manevi hayatlar nizam ve intizam altına girer. Çünkü avam-ı nas çıplak hakikatleri göremezler ve idrak edemezler. Ancak vasıtalarla hakikatleri algılayabilirler.

Kur’an-ı Kerim’deki teşbihler, temsiller ve alışıla gelmiş misaller ve örnekler; insanlar ile zorlanacakları hakikatler arasında bir çeşit numaralı gözlük ve dürbün gibi kutsi ve şeffaf vasıtalardır. Buna binaen vasıtayı inkÂr; hikmeti, yardımı, faydayı, nizamı, iyiliği ve maslahatı inkÂr ve yalanlama demektir. Fıtrata ve hakikate zıt bir davranıştır.

Fakat her şeyin istisnası ve suistimali olduğu gibi; vasıtalar da zamanla deforme olmuş, yanlış kullanılmış ve çirkin örnekleri maalesef zamanımıza kadar gelmiştir. Bunların düzeltilmesi ve nizama sokulması veya tadil edilmesi icab ederken, vasıtalık müessesesini toptan ve kökten yıpratmak ve inkâr etmek vicdana sığmaz.

Islahı mümkün iken, ifnasını tercih etmek azim bir hata olur.

Demek ki vasıtalık; şeffaf cam gibi, hakikatle irtibatı sağlayan, münasebetleri nizam ve intizam altına alan bir tensib-i İlahî’dir.

Her yerde olduğu gibi, dinimizde de vasıta vardır ve olacaktır. Ancak ruhbanlık tarzında kesif olan; ilgiyi, alakayı ve hürmeti sadece kendine hasredip, hakikatler ve Cenab-ı Hak ile münasebeti kıracak ve kesecek tarzda olan vasıtalar, bir nevi gizli şirktir. Bu anlamda vasıta, fıtratta ve yaratılışta olmadığı gibi, dinimizde de yoktur ve olamaz.

İşte vasıtalara yukarıdaki değerlendirmeler açısından bakmak,bizleri hem fikir hem de muamelat açısından ifrat ve tefritten korur, bütün duygu ve düşüncelerimizi sırat-ı müstakim olan orta yola çeker, hayata istikamet, huzur ve saadet verir.
 
Ömer2 Çevrimdışı

Ömer2

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Ben burada baştakı harıc sonradan yazılan uzunca yazıyı anlamadım acıkcası.

Yanı ne demek ıstedıgınızı bır kac kelıme ıle anlatabılırmısınız.
 
E Çevrimdışı

Ebu SILA

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Ali tatar ,bu hadis uydurma olduğu halde nasıl oluyor da tevessül konusunda delil oluyor.?

Hz. Ömer anlatıyor: Hz. Peygamber (a.s.m) şöyle buyurdu:

“Âdem hata işlediği zaman,

‘Ya Rabbi! Muhammed’in hakkı için beni affetmeni istiyorum.’ diye yalvardı. Allah,

‘Ey Âdem! Kendisini daha yaratmamışken, sen Muhammed’i nereden öğrendin?’ diye sordu. Âdem:

‘Ya Rabbi! Sen beni elinle yaratıp ruhundan bana üflediğinde, başımı yukarıya kaldırdım. Arşın sütunlarında “La ilahe illellah, Muhammedurresulüllah” yazılı olduğunu gördüm ve bundan anladım ki, ismini kendi isminin yanında yazdığın kimse yarattıkların arasında sana en sevgili olandır.’ Bunun üzerine Allah şöyle buyurdu:

‘Ay Âdem, doğru söyledin; hiç şüphesiz Yarattıklarımdan bana en sevimli olan Odur. Onun hakkı için istediğinden ötürü seni bağışladım. Bilesin ki, eğer o olmasaydı, seni yaratmazdım.”

Hadisi, Beyhakî, Taberanî, Hakim rivayet etmiştir. (bk. Hâkim, Mustedrek, II/615; Suyuti, ed-Dürrü'l-Mensûr, 1/116. Yusuf Nebhanî, Hucetullahi ale’l-âlemin, s. 210)
..............................................................................
Râvilerinden olan Abdurrahm an b. Zeyd b. Eslem hakkında İbn Hibbân şöyle der: «Hadis uydurmakla itham olunmuş, Leys, Malik ve İbn Lehi’a üzerine hadisler uydurmuştur. Dolayısıyla imâm ez-Zehebî rivâyet hakkında uydurma ve batıl derken, İbn Hacer el-Askalânî de ona katılır.

Zehebi, bu hadis hakkında: ''Hadis uydurmadır. Abdurrahman yalancıdır. Ve Abdullah İbni Meslem el-Fahri'nin kim olduğunu bilmiyorum'' demektedir.

Mizan'ul-İtidal'de bu hadis için ''batıl bir haberdir'' denilmektedir.

Beyhaki Delail Nübüvve'de ''Abdurrahman İbni Zeyd İbni Eslem zayıf ravilerdendir'' der.

El-Elbani bu hadisi aktardıktan sonra '' Sonuç olarak ben derim ki: Bu hadisin Peygamber (sav)'den aslı yoktur. Bu hadise iki muhterem hafız -Askalani ve Zehebi- batıl hükmü vermiştir. (Zayıf Hadisler Silsilesi 1/hadis no 25) diyerek hadisi eleştirmektedir.
 
Pangea Çevrimdışı

Pangea

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
bu konuda söylenecek o kadar çok şey var ki, kimileri RasulAllah sallAllahu aleyhi ve sellemin icraatlerini, sahih hadislerde geçen tavırlarını es geçip sadece tevessül yoluyla kurtuluşa erebileceklerini düşünmekte ısrarcı. kolaya kaçmak işlerine geliyor.

onu geçtim tevessüle getirdikleri delilleri, "demek ki gaibden vesile aranır, ölülerden ve -zatı muhterem kişilerden de" vesile olunması istenebilir şeklinde yorumlayıp(!) hacı hocalarını şeyh falan filanlarına tevessül edip şirke batıyorlar göz göre göre.

kör kimse direkt Peygamberimiz sallAllahu aleyhi ve sellemden dua istemiş o da sabredersen daha hayırlıdır demiş!! bir kere hadis zayıf olarak kategorize edilsin edilmesin burada uyacağın şey SABRETMEKTİR. ama o akıllarına da işlerine de gelmez illa tevessül edecekler ya.

hepimiz ahirette Peygamber efendimiz salLAllahu aleyhi ve sellemin şefaatine muhtacız ancak bunu onun sahih sünnetine uyarak desteklemek burada kilit noktadır.


bu hadisi de eklemeden geçemeyeceğim;

“Ey Resulullah’ın kızı Fatıma! Sen de kendini Allah’tan satın almaya çalış; zira senin için de bir şey yapamam.”

Buharî, Vesâyâ 11; Tefsir (26) 2; Müslim, İman 348-352.

Bakara 186. ayette Allah subhanehu ve teala diyor ki;
Kullarım sana beni sordukları zaman, benim kendilerine daima yakın olduğumu söyle. Bana dua ettiği vakit, dua edenin duasını kabul ederim, dileğini yerine getiririm. O halde kullarım da benim davetime uysunlar, bana imân etsinler. Umulur ki, doğru, huzurlu ve aydınlık yolu bulurlar.

bu ayete dikkat çekmek isterim çünkü diyanet mealinde yanlış tercüme olduğuna inanıyorum (dinlediğim bir dersten ötürü.) burada kullarım sorarlarSA şeklinde çevirenler olmuş ancak bu se sa eki belirsiz bir duruma işaret ediyor halbuki (arapça bilenler teyit ederse) burda olumlu yönde bir beklenti var. yani olursa ederse degil oldugunda ettiginde seklinde ceviri daha makbul. Yani Allah subhanehu ve teala önce RasulAllah sallAllahu aleyhi ve selleme kullarim beni sorduğunda diyor ve aniden konuşmanın adresi değişiyor. "ben yakınım"ı kula hitaben söylüyor. yani onlara yakın olduğumu söyle şeklinde dolambaç yok. senin duanı Allah direkt dolaysız şekilde duyarken sen onu bunu vesile kılarak neyi amaçlıyorsun ki Allah ıslah etsin hep bu cemaat tarikat tayfasının sapıklıkları bunlar.
 
Son düzenleme:
Üst Ana Sayfa Alt