Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Oy vermek caiz midir?

B Çevrimdışı

Bekirr

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Bu söylediklerini isbatla lütfen! Yani sana göre Turkiyenin basbakani, belediye baskanlari ve cumhur baskani ve digerleri toplu olarak müsrik ehli mi?

Sana özel olarak su soruyu sormak istiyorum: niçin kendine irhabiyyun nikini verdin?
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Öncelikle ''MÜRCİE'' nin Görüşünü elel alalım alalım.

1.Kısım
MürcieFIRKASI



'İrca' kelimesi iki anlama gelir.
ilki erteleme, tehîr etme anlamıdır. Şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "Dediler ki: Onu ve kardeşini irca et!" (A'râf, 7/111) Yani tehir et, mühlet ver anlamındadır.

İkinci anlamı ise ümit (recâ) vermedir.

Bu fırka mensuplarına ilk anlama dayanarak Mürcie demek sahihtir.
Çünkü onlar, ameli mertebe bakımından inanç ve niyetin gerisine atarlar.
İkinci anlama dayanarak Mürcie demek de yerindedir. Çünkü, küfr ile ibâdet fayda etmediği gibi iman ile günah da zarar vermez demişlerdir.
Bazıları ise şöyle der: "İrca, büyük günah sahibinin hükmünü Kıyamet gününe erteleyip dünyadaki durumu ile cennet veya cehennem ehli olduğuna hükmetmemektir." Bu anlama göre Mürcie ve Va'îdiyye fırkaları, birbirlerine zıt iki fırka olmaktadırlar.

Bir başka görüşe göre İrca, İmam Alî'yi (radıyallahu anh) birinci dereceden dördüncü dereceye ertelemektir ki bu anlama göre Mürcie ve Şîa birbirlerine zıt iki fırka olmaktadır.

Mürcie şu dört sınıftan oluşur: a. Haricî Mürciesi, b. Kaderiyye Mürci-esi, c. Cebriyye Mürciesi, d. Hâlis Mürcie. Muhammed b. Şebîb, es-Sâlihî ve el-Hâlidî Kaderiye Mürciesi'ndendir. Kader :) kulun fiillerini tam kudretle yarattığı) ve irca fikrini ilk ortaya atan Gaylân ed-Dımeşkfnin taraftarları da bu grupta yeralır. Biz ise bu bölümde Hâlis Mürcie'nin görüşlerine yer vereceğiz. Mürcie kendi İçinde altı fırkaya ayrılmıştır:

1- Tûnusitte:


Yûnus b. Avn en-Numeyrî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ona göre iman, Allah Teâlâ'yı bilmek, O'na boyun eğip bağlanmaktır. O'na karşı kibirlenmemek, O'na kalp ile sevgi beslemektir. Bu hasletleri taşıyan kimse mümindir. Bunlar dışında kalan ve taat cinsinden olan şeyler imandan değildir. İman hâlis ve sadık oldukça bunların terkinden dolayı azap da görmez.

Yine ona göre İblis, Allah Teâlâ'yı tevhid ederek bilirdi. Ama O'na karşı kibirlenmesi ve boyun eğmeyi reddetmesi sebebiyle kâfir oldu; "Reddetti ve büyüklük tasladı. Ve kâfirlerden oldu." (Bakara, 2/35).

Yûnus şöyle demiştir: "Kimin kalbinde Allah'a boyun eğiş ve muhabbet, hulûs ve yakîn ile yerleşirse, hiçbir masiyetle O'na muhalif olmaz. Ondan sâdır olabilecek masiyetler de, yakîni ve ihlâsı sebebiyle kendisine zarar vermez. Mümin cennete amel ve ibadetler sebebiyle değil, ihlâs ve muhabbet sayesinde girer."

2- Ubetdıtte:


Ubeyd el-Mükteib adında bir şahsın taraftarlarından oluşan bir fırkadır. Ubcyd'in şöyle dediği nakledilmiştir: "Şirk dışındaki her günah muhakkak bağışlanacaktır. Kul, tevhîd üzere vefat ettiğinde, işlediği günah ve kötülükler kendisine zarar vermez." el-Yemân da ondan şunu nakletmiştir: "Allah Teâlâ'nm ilmi, O'nun zâtından ayrıdır. Kelamı ve dini de böyledir. Allah Teâlâ -hâşâ- insan suretindedîr. İddiasına göre Allah Resulü de (salJallâhu aleyhi ve seüem) "Allah Teâlâ Adem'i Rahmân'ın suretinde yarattı" (Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 8/198; Taberâni, Mu'cemu'l-Kebir, 12/403) hadisi İİC buna İşaret etmiştir.

3- Gassânitte:


Gassân el-Kûfî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Kendisi iman hakkında şöyle demiştir: İman, Allah Teâlâ'yı, Peygamberini, Allah tarafından indirilen şeriatı ve Allah Resûlü'nün (salkliâhu aleyhi ve sellem) getirdiklerini tafsilen değil, genel olarak (İcmâlen) bilmektir. Ona göre iman ne artar, ne de eksilir.

İddiasına göre herhangi birî çıkıp "Allah Teâlâ'nın domuz eti yemeyi haram kıldığını biliyorum, ama haram kıldığı domuzun şu koyun mu, yoksa başka bir şey mi olduğunu bilmiyorum." dese mümin olarak kalır. Yine biri çıkıp "Allah Teâlâ'nın Kabe'yi haccetmeyi farz kıldığını biliyorum, ama Kabe'nin nerede olduğunu bilmiyorum, belki Hindistan'dadır." dese mümin olmaya devam eder. Bu misallerle anlatmak istediği, bu tür inançların imanın ötesinde hususlar oluşudur. Bu gibi ifadeler onun şüphe içinde olduğunu göstermez. Çünkü hiçbir akıl sahibi, Kabe'nin yeri hakkında şüpheye kapılmaz. Domuz ile koyun arasındaki fark da açıktır.

İşin tuhaf yanı Gassân'm Ebu Hanîfe'yi de kendi görüşünde sayıp Mürcie'den görmesidir. Bu, açık bir yalandır! Ebu Hanîfe ve taraftarlarına Ehl-i Sünnet'in Mürciesi denilmiştir. Fırka tarihçilerinden birçoğu da Ebu Hanîfe'yi Mürcie arasında zikretmiştir. Bunun sebebi olarak da iki husus zikredilir: İlkine göre İmam A'zam Ebu Hanîfe, ilk nesillerde ortaya çıkan Kaderiyye ve Mu'tezile'ye muhalefet ederdi. Mu'tezile mensupları ise, kader hususunda kendilerine muhalefet eden herkese Mürcie derlerdi.
İmam-ı A'zam ve takipçileri hakkında Mürcie tanımının kullanılması bunlardan sâdır olmuştur.

Diğerine göre İmam-ı A'zam, imanın kalp ile tasdik olduğunu söyler imanda artma ve eksilmeyi de kabul etmezdi. İşte bundan hareket edilerek İmam-ı A'zam'ın ameli imanın ardına attığı zan nedildi. Halbuki bu zan, yersiz ve fasittir. Çünkü İmam A'zam'ın bedenle yapılan ameller noktasında nasıl hassas ve titiz olduğu bilinen bir gerçektir. İbadetleri îfa noktasındaki gayreti de bütün kitaplarda yazılıdır. O halde bu tür söylentilerin Mu'tezile ve Havâric'den çıkma ihtimali çok yüksektir.

4- Sevbânîtte:


Ebu Sevbân el-Mürciî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Bunlara göre İman, Allah Teâlâ'yı, peygamberlerini ve işlenmesi aklen caiz olmayan şeyleri bilmek ve İkrar etmektir. Onlara göre terkedil-mesi aklen caiz olan fiilleri bilmek ve ikrar etmek imana dâhil değildir. Bunlar ayrıca, her türlü ameli, imanın ardına atarlar.

Ebu Sevbân'ı bu görüşlerinde izleyenlere örnek olarak şu isimleri zikredebiliriz: Ebu Mervan Gaylân b. Mervân ed-Dımeşkî, Ebu Şemr, Muveys b. Imrân, el-Fadl er-Rakkâşî, Muhammed b. Şebîb, el-Attâbî ve Salih Kubbe.
Gaylân kaderin hayır ve şerrinin kuldan olduğuna inanırdı. İmamet konusunda ise Kureyşîlik şartını kabul etmezdi. Ona göre Kitab ve Sünnet ile âmil olan herkes imamete lâyıktır. Ancak imamet, ümmetin icmâı ile sübût bulur. İşin garip yanı ümmetin, imametin Kureyşîliği üzerinde icmâ etmiş olmasıdır. Nitekim bu esasa dayanılarak Ensâr'ın "Sizden bir emir, bizden bir emir olsun" isteği geri çevrilmiştir. Sonuç itibarıyla Gaylân şu üç esası cemeden nâdir bir kişiliktir: Kader, İrca ve Hâricîlik.

Yukarıda saydığımız şahsiyetlerin tamamı, şu hususta görüş birliği etmişlerdir: Eğer Allah Teâlâ kıyamette isyankâr bir kulu affederse, onun durumunda olan bütün isyankâr mü'minleri de affeder. Şayet cehennemden herkesi çıkaracaksa, hali bunun gİbİ olan herkesi çıkaracaktır. Ancak işin tuhaf tarafı, bu grup, tevhid ehlinden olan müminlerin cehennemden muhakkak çıkacakları noktasında kesin görüş belirtmemiştir.

Mukâtil b. Süleyman'dan şu görüş nakledilmiştir: Günahlar, tevhid ve iman sahiplerine zarar vermez. Mümin olan hiç kimse cehenneme girmez. Ondan nakledilen sahih görüş ise şudur: Günahkâr mümine, Kıyamet günü cehennemin üzerinde bulunan Sırat üzerinde azap edilir. Cehennemin ateşinden yükselen sıcaklık ve alev ona gelir. Günahı miktarı acı çektikten sonra cennete girer. O bunu, kızgın tava üzerinde tutulan mısır tanelerine benzetir.
Bişr b. Gıyâs el-Merîsî'den de şu görüş nakledilmiştir: Büyük günah sahipleri cezalarını çekmek üzere cehenneme atıldıktan ve cezalarını çektikten sonra çıkacaklardır. Orada ebedî kalmaları imkânsız olup adalete aykırıdır.

Denildi ki: İrca fikrini ortaya ilk atan Hasan b. Muhammed b. Ali b. Ebi Tâlib'dir. O, değişik bölgelere gönderdiği mektuplarda bu fikri belirtirdi. Ancak o Yûnusî ve Ubeydî Mürci'îlerinin iddia ettikleri gibi ameli imanın arkasına geçirmemiş, sadece büyük günah sahibinin tekfir edilemeyeceğini söylemiştir. Zira ona göre ibadetlerde bulunma ve günahlardan kaçınma imanın aslından değildir. Dolayısıyla bunların zevali, imanın da zail olmasını gerektirmez.

5- Tûmenitte:


Ebu Muâz et-Tûmenî adında bir şahsın taraftarlarından oluşan fırkadır. Ebu Muâz'a göre iman marifet, tasdik, muhabbet, ihlâs ve Resûlul-lah'ın getirdiklerini ikrardır. Bunların tamamını, ya da bir kısmını terk etmek küfürdür. Bunların yalnız birisinin veya bazısının iman olduğu söylenemez.

Küfr olduğu hakkında icma edilmemiş küçük veya büyük bir masiyeti işleyen kimse hakkında "fısk ve isyanda bulundu" denilir ama 'fâsık' denmez. Terketmeyi helâl sayarak namaz kılmayı terk eden kimse kâfir olur. Kaza etme niyetiyle terk eden kimse ise kâfir olmaz. Ona göre bir peygamberi öldüren veya ona vuran kimse küfre düşer. Ama küfre düşmesinin sebebi, onu öldürmesi veya vurması değil, küçümseme, düşmanlık ve buğz yüzündendir.

İbnû'r-Râvendî ve Bişr el-Merîsî de bu görüşe meyletmişlerdir. Her ikisi de şöyle demişlerdir: İman, kalp ve dil ile tasdiktir. Küfür ise, inkâr ve ısrarla reddetmedir. Buna göre güneşe, aya veya bir puta tapmak bizatihi küfür değil, küfür alâmetidir.

6. Sâlihitte:


Salih b. Ömer es-Sâlihfnin taraftarlarından oluşmuş bir fırkadır. Es-Sâlihî, Muhammed b. Şebîb, Ebu Şemr ve Gaylân kader ile irca fikrini birleştirmişlerdir. Üstteki başlık altında Hâlis Mürci'îlerİ zikretmeyi şart koşmuş olmakla birlikte, bu fırkanın mensuplarının bazı meselelerde Mürcie'den ayrıldıkları bize zahir olmuştur.

Örneğin es-Sâlihî'ye göre iman, mutlak anlamda Allah Teâlâ'yı bilmektir. Buna göre yaşadığımız âlemin bir yaratıcısı olmalıdır. Küfür, mutlak anlamda O'nu bilmemektir. Allah Teâlâ hakkında 'Üçün üçüncüsü' diyen kimsenin bu sözü bizatihi küfür değildir. Ancak böyle bir söz, sadece kâfirden sâdır olabilir.

-Ona göre Allah Teâlâ'yı bilip tanımak, muhabbet ve boyun eğişten ibarettir. Bu hususta Resûl'den gelen hüccet geçerlidir. Aklen Allah Teâlâ'ya İnanıp Resulüne İnanmamak sahihtir.

Ama Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bana inanmayan, Allah'a da inanmamış olur."(Bkz. Müslim, İman, 240) Onun iddiasına göre namaz, Allah'a kulluk değildir. Çünkü O'na kulluk, ancak O'na iman etmekle olur ki o da Allah'ı bilmektir. İman, bu hasletten ibaret olup ne artar, ne de eksilir. Küfür de aynı şekilde tek bîr haslet olup artma veya eksilme kabul etmez.

Ebu Şemr ise, Peygamberlerden bu hususta bir hüccet gelmedikçe imanın Allah Teâlâ'yı bilmek, O'nu kalpten sevmek ve boyun eğmek, O'nun gibi bir varlık olmadığını ikrar etmek olduğunu söylemiştir. Peygamberlerin hüccetleri sübût bulduğunda onları ikrar ve tasdik etmeyi de iman ve marifet kapsamında görmüştür. Onların Allah katından getirdikleri hükümleri ikrar etmekse imanın özüne dâhil değildir. İmanın hasletlerinden herhangi biri tek basma iman olmadığı gibi, bir kısmı da iman değildir. Bunlar ancak bir bütün halinde imanı ifade edebilirler. İmanın hasletleri arasında adaleti bilmeyi de şart koşmuştur. Bununla murad ettiği ise, kaderin hayır ve şerrinin kuldan kaynaklanıp Allah TeâlâVa izafe edilemeyeceğidir.

Gaylân b. Mervân hem Kaderiyye, hem de Mürcİe'dendir. O, İmanın Allah Teâlâ'yı ikinci derecede bilmek, O'nu sevip boyun eğmek, Allah katından geleni ve Peygamberdin getirdiğini ikrar etmek olduğunu söylemiştir. Ona göre birincil bilgi (marifet) fıtrî ve zarurîdir. Bilgi, aslı itibarıyla iki kısma ayrılır: Biri fıtrîdir ki bu, âlemin bir sâni'i ve kendisinin bir yaratıcısı olduğunu bilmektir. Bu, tek başına iman olarak adlandırıla-maz. İman, ikinci dereceden kazanılmış bilgiye denir.

Mürcie arasında sayılan diğer zevat şunlardır: Hasan b. Muhammed b. Ali b. Ebî Tâlib, Saîd b. Cübeyr, Talk b. Habîb, Amr b. Murra, Muhârib b. Ziyâd, Mukâtil b. Süleyman, Zerr, Amr b. Zerr, Hammâd b. Ebî Süleyman, Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasan, Kadîd b. Ca'fer.
Bunların hemen hepsi hadis imamıdır. Haricî ve kaderîlerin aksine, büyük günah sahiplerini günahları sebebiyle tekfir etmedikleri gibi cehennemde ebedî kalacakları görüşünü de reddetmişlerdir.




Kaynaklar :

Dinler ve Mezhepler Tarihi (1.Cilt) Fasıl 5. ''Mürcie 'İrca' Fırkası


2.KISIM




Ehl-i Kıble


Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur: "Kim bizim kıldığımız namazı (aynen) kılar, kıblemize yönelir ve kestiğimizi yerse işte müslüman odur. Bizim lehimize olan onun da lehinedir, bizim yükümlülüğümüz aynen onun için de söz konusudur."[1]



Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- bu sözleriyle İslam ile imanın bir olduğuna, müslüman olan bir kimsenin helal görmediği sürece herhangi bir günahı işlediğinden ötürü İslamın dışına çıkmayacağına işaret etmektedir.


"Kıblemiz ehli" ifadesinden kasıt da müslüman olmak iddiasında bulunan ve kıbleye yönelen kimselerdir. İsterse çeşitli hevâlara (yanlış fırkalara) mensup kimselerden yahut ta masiyet işleyenlerden olsun. Elverir ki rasûlün getirdiklerinden herhangi bir şeyi yalanlamasın. İleride Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin-; "Bizler kıble ehlinden herhangi bir kimseyi helal görmediği sürece herhangi bir günah dolayısıyla tekfir etmeyiz" sözleri ile "İslam ve iman aynı şeydir. İman ehli imanın aslı hususunda biribirlerine eşittirler" sözleri açıklanırken bu iki hususa dair daha geniş açıklamalar da gelecektir.

"Allah’ın zatı hakkında ileri geri konuşmayız, Allah’ın dini hakkında da tartışmalara girmeyiz."

Allah Hakkında İleri Geri Konuşmak Ve Dini Hakkında Tartışmak


Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- burada kelam’cıların batıl sözlerinden uzak durmaya, onların sahip oldukları bilginin yerilen türden olduğuna işaret etmektedir. Çünkü onlar bilgisizce ve kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın Yüce Allah hakkında konuşmaktadırlar: "Onlar ancak zanna ve nefislerin hevâsına uyarlar. Halbuki andolsun ki Rablerinden kendilerine hidayet gelmiştir." (en-Necm, 53/23)


Ebu Hanife -Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun-den şöyle dediği nakledilmektedir: Yüce Allah’ın zatı hakkında hiçbir kimsenin bir söz söylememesi gerekir. Aksine O’nu kendi zatını vasfettiği şekilde nitelendirmelidir.


"Allah’ın dini hususunda tartışmaya girişmeyiz" sözleri şudemektir: Bizler hevâ ehlinin şüphelerini öne sürerek, hak ehli ile -onları tartışmalara sokmak ve o tartışmalara yönlendirmek maksadıyla- tartışmayız. Çünkü bu bir anlamda batıl’a çağırmak, hakkı karıştırmak ve İslam dinini ifsad etmektir.

"Kur’ân hakkında mücadele etmez, onun âlemlerin Rabbinin kelamı olduğuna tanıklık ederiz. Onu er-Ruhu’l-Emin indirmiştir, Rasûllerin efendisi Muhammed -Sallallahü aleyhi ve sellem-e öğretmiştir. O, Yüce Allah’ın kelâmıdır, yaratıkların hiçbir sözü ona denk olamaz. Onun mahluk olduğunu söylemeyiz, müslüman cemaate muhalefet etmeyiz."

Kur’ân Hakkında Tartışmanın Yasaklanışı


Kendisi "Kur’ân hakkında mücadele etmeyiz" sözleri ile şunu kastetmiş olabilir: Bizler sapıkların Kur’ân hakkında söz söyleyip, anlaşmazlığa düştükleri gibi ve hakkı bertaraf etmek maksadıyla batıl’ı öne sürerek tartıştıkları gibi tartışmayız. Aksine biz şöyle deriz: "O âlemlerin Rabbinin sözüdür, onu Ruhu’l-Emin indirmiştir..."


Şunu da kastetmiş olabilir: Bizler sağlam senetlerle sabit kıraatler hakkında tartışmaya girişmeyiz. Bunun yerine Kur’ân-ı Kerîm’i sabit olmuş ve sahih yolla gelmiş bütün rivayetlerle okuyabiliriz.

Her iki mana da haktır. İkinci anlamın doğruluğuna da Abdullah b. Mes’ud -Radıyallahu anh-dan gelen şu rivayet tanıklık etmektedir: Ben bir adamın Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetini Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-den işittiğim okuyuşun hilâfına okuduğunu duydum. Onu elinden tutup Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-e götürdüm ve ona bu durumu anlattım. Yüzünden bundan hoşlanmadığını tesbit ettim. Şöyle buyurdu: "İkiniz de güzel okudunuz, ihtilâfa düşmeyiniz. Sizden öncekiler ihtilâfa düştüler de helâk oldular."[2]



Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem-, ihtilâf edip anlaşmazlığa düşenlerin her birisinin diğerinin sahip olduğu hakkı inkâr etmesi anlamındaki ihtilâfı yasaklamıştır. Çünkü o buyruğu okuyanların herbirisinin okuyuşu güzeldi. Bu tür ihtilafı yasaklamasına gerekçe olarak da bizden öncekilerin anlaşmazlığa düşüp, helâk olmalarını göstermiştir. Bundan dolayı Huzeyfe -Radıyallahu anh-, Osman -Radıyallahu anh-a şöyle demişti: Bu ümmeti yetiş, kendilerinden önceki ümmetlerin ihtilâfa düştükleri gibi ihtilâfa düşmesinler.[3]


Bunun üzerine Osman -Radıyallahu anh- da bütün insanları doğru ve uygun şekilde bir kıraat etrafında topladı. Ümmet ise sapıklık üzere bir araya gelip, söz birliği etmekten yana korunmuştur. Yapılan bu işte farz olan bir iş terkedilmediği gibi, haram olan bir iş de işlenmemiştir. Çünkü Kur’ân’ın yedi harf üzere okunması caizdi, vacib değildi. Yüce Allah’tan gelmiş bir ruhsat idi. Onları seçip beğendikleri herhangi bir kıraate uygun olarak okuma tercihini yapmakta serbest bırakmıştı.


Nitekim Kur’ân surelerini tertib ile okumak ve sıralamak onlar için nass ile vacib kılınmış bir şey değildir. Bundan dolayı Abdullah b. Mes’ud’un Mushaf’ının tertibi, Osman -Radıyallahu anh-ın emriyle tertib edilen Mushaf’ın tertibinden farklı idi. Başkalarının Mushaf’ı da bu şekildeydi. Surelerinin âyetlerinin tertibine gelince, bu nass ile tesbit edilmiş bir tertibdir. Surelerden farklı olarak bir âyeti öne almak, bir başkasını geriye bırakmak yetkileri yoktu.


Ashab-ı Kiram ümmetin tefrikaya düşüp ihtilâf edeceklerini görünce eğer belli bir kıraat etrafında toplanmayacak olurlarsa biribirleriyle savaşacaklarını tesbit edince, Ashab-ı Kiram onları belli bir kıraat etrafında bir araya getirip, topladılar. Selef’e mensub ilim adamı ve kıraat alimlerinin büyük çoğunluğunun görüşü budur. Bu açıklamayı İbn Cerir[4] ve başkaları yapmıştır.


"Biz onun âlemlerin Rabbinin kelâmı olduğuna tanıklık ederiz" sözleri ile ilgili açıklamalar bundan önce geçen": Ve şüphesiz Kur’ân Allah’ın kelam’ıdır. Söz olarak ve keyfiyetsiz bir şekilde O’ndan geldi..." sözleri açıklanırken geçmiş bulunmaktadır.


Tahavî'nin: "Onu Ruhu’l-Emin indirmiştir" sözlerinde kasıt Cibril -Aleyhisselam-dır. Ona "ruh" adının verilmesi, kalplere hayat veren vahyi insanlar arasından rasûllere taşıyanın o oluşundan dolayıdır. O emindir, hem de gerçekten ve tam anlamıyla bir emin’dir.



Allah’ın salat ve selamları üzerine olsun. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu Ruhu’l-Emin indirdi. Uyarıcılardan olasın diye kalbin üzere, apaçık bir Arapça ile." (eş-Şuara, 26/193-195); "Şüphe yok ki o çok şerefli bir elçinin (getirdiği) sözüdür. Büyük bir güç sahibi, 'Arş’ın sahibinin nezdinde yüksek bir mevki sahibi olan elçinin sözü hem orada kendisine itaat edilendir, oldukça emindir." (et-Tekvir, 81/19-21)


Buradaki buyruklar Cibril -Aleyhisselam-ın vasfı ile ilgilidir. Ancak: "Muhakkak ki o şerefli bir elçinin (okuduğu) sözüdür. O bir şair sözü de değildir." (el-Hakka, 69/40-41) buyruklarından farklıdır, çünkü burada geçen "elçi: rasûl"den kasıt, Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-dir.


"Onu Rasûllerin efendisine öğretmiştir" ifadesi açıkça Cibril’in Kur’ân’ı Peygamber efendimize öğrettiğini ifade etmektedir. Bu sözleriyle Karmati’lerin ve onların dışındaki çeşitli fırkaların "peygamber Kur’ân’ı kendi nefsinde bir ilham olarak tasavvur etmiştir" şeklindeki vehmi kanaatlerini çürütmek kastıyla dile getirmiştir.


"Onun mahluk olduğunu söylemez ve müslüman cemaate muhalefet etmeyiz" sözlerinde de Kur’ân-ı Kerîm’in mahluk olduğunu söyleyenlerin müslüman cemaate muhalefet ettiklerine dikkat çekmektedir. Ümmetin selef’inin tamamı Kur’ân-ı Kerîm’in mahluk olmayıp, hakikat manasıyla Allah’ın kelamı olduğunu ittifakla kabul etmektedirler.


Hatta onun "ve biz müslüman cemaate muhalefet etmeyiz" sözleri mutlak olarak kabul edilir yani bizler müslüman cemaatin üzerinde ittifak etmiş olduğu bütün hususlarda onlara muhalefet etmeyiz, çünkü müslüman cemaate muhalefet etmek bir haktan sapıştır, bir delalettir ve bir bid’attir.

"Kıble ehlinden hiçbir kimseyi bir günah sebebiyle -helâl kabul etmediği sürece- tekfir etmez ve: İman ile birlikte günah işleyene günahı zarar vermez, demeyiz."

Tekfir Meselesi


Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- "Kıble Ehli" ifadesiyle daha önce "biz kıblemiz ehline, müslümanlar ve mü’minler deriz" sözlerinde anılan kimseleri kastetmektedir. Tahâvî -Allah ona rahmet etsin- bu sözleriyle ne olursa olsun herbir günah sebebiyle günahkârı tekfir eden Haricilerin kanaatlerinin reddine işaret etmektedir.

Şunu bilelim ki tekfir edip etmemek meselesi fitne ve mihnetin pek büyük olduğu bir bahistir. Burada çokça tefrikaya düşülmüş, hevâlar ve görüşler farklılaşmıştır. Tarafların konu ile ilgili delilleri birbiriyle çatışmaktadır.



Allah’ın rasûlü ile göndermiş olduğu hatta gerçek anlamda ya da kendi kanaatlerine göre muhalefet eden değişik görüş ve bozuk inanca sahip kesimlerin tekfiri hususunda insanlar iki uç nokta ile orta yoldadırlar. Bu konuda da tıpkı amelî büyük günah işleyenlerin tekfiri hususundaki ihtilaf gibi ihtilâf etmişlerdir.


Bir kesim: Biz kıble ehline mensup hiçbir kimseyi tekfir etmeyiz deyip genel olarak tekfir’i kabul etmemektedir. Bununla birlikte Kıble Ehli arasında münafıklar da vardır ve onlar arasında Kitabı, sünneti ve icmaı yahudi ve hristiyanlardan daha ileri derecede inkâr eden daha şiddetli kâfirler vardır. Onlar arasında imkan bulduğu takdirde, bu küfürlerini kısmen açığa vuranlar da bulunur. Buna rağmen onlar kelime-i şehadet’i söylediklerini de izhar ederler.


Yine müslümanlar arasında görüş ayrılığı söz konusu olmaksızın kabul edilen bir gerçek de şudur: Kişi açık ve mütevatir farzları, açık ve mütevatir haramları ve buna benzer kat’î hükümleri açıktan açığa inkâr edecek olursa tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse kabul edilir, aksi takdirde kâfir ve mürted olarak öldürülür. Münafıklık ve mürted’lik ise bid’at ve günah işleyen kimseler arasında bulunma ihtimali yüksektir.


Nitekim el-Hallâl "es-Sünne" adlı eserinde senedini kaydederek Muhammed b. Sîrin’in şöyle dediğini zikretmektedir: İnsanlar arasında en çabuk irtidad edenler, hevâlarının peşinden giden kimselerdir. Onun görüşüne göre şu âyet-i kerîme bu gibi kimseler hakkında inmiştir: "Âyetlerimize dalanları gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar kendilerinden yüz çevir..." (el-En’âm, 6/68)


İşte bu sebebten dolayı önder ilim adamlarından pek çok kimse mutlak olarak bizler hiçbir günah sebebiyle kimseyi tekfir etmeyiz, demekten kaçınmış, bunun yerine şöyle demek yolunu tercih etmişlerdir: Biz Haricilerin yaptıkları gibi her günah sebebiyle, günahkarları tekfir etmeyiz.


Umumi nefy ile umumun nefyi arasında ise fark vardır. Yapılması gereken ise her günah dolayısıyla tekfir eden haricilerin sözlerinin aksine umumu nefyetmektir. İşte -doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ya- Tahâvî bu ifadelerinde "helal görmedikçe" sözü ile bundan dolayı bir kayıt getirmiştir.


Tahâvî’nin: "Bununla birlikte bizler iman ile birlikte hiçbir günah, işleyenine zarar vermez... demeyiz" sözlerine gelince, o bu sözleriyle Mürcie’nin kanaatlerini reddetmektedir. Çünkü onlar: Küfür ile beraber hiçbir itaatın faydası olmadığı gibi, iman ile birlikte hiçbir günahın da zararı olmaz demektedirler.


İşte bunlar (Mürcie) bir tarafta, Hariciler ise bir taraftadırlar. Hariciler de biz her günah yahut ta büyük her günah dolayısıyla müslümanın kâfir olduğuna hükmederiz, derler. Büyük günah dolayısıyla imanı boşa çıkar ve beraberinde iman namına birşey kalmaz, diyen Mutezile de aynı kanaati paylaşmaktadır. Ancak Hariciler imandan çıkan küfre girer derken, Mutezile imandan çıkar ancak küfre girmez. İşte, el-Menziletu Beyne’l-Menzileteyn (iman ile küfür arası) bu demektir. Onlar imandan çıktığını söylemekle böyle bir kimsenin cehennemde ebedi kalacağını da söylemiş olmaktadırlar.


Kelam, fıkıh ve hadis ehlinin pek çoğu ameller ile ilgili olarak bu kanaati paylaşmamaktadırlar. Ancak onlar bid’at özelliğini taşıyan, itikadî meselelerde -bu görüşlerin sahipleri te’vilci olsalar dahi- şöyle derler: Bu görüşe sahip herkes kâfir olur.Onlar bunu söylerken hata eden müçtehid ile başkası arasında da fark gözetmezler. Ya da bu kesimlere mensup olanlar bid’atçı olan herkesin kâfir olduğunu da söylerler.


Ancak böyleleri umumi isbat hususunda pek büyük bir durumla karşı karşıya kalırlar. Çünkü mütevatir nasslar açıkça şunu göstermektedir.:Kalbinde zerre kadar imandan eser bulunan herkes cehennem ateşinden çıkacaktır. İşte bu delilleri kabul eden vaadedici nasslar berikilerin delil olarak ileri sürdükleri tehdit edici nasslarla çatışmaktadır.


Burada maksat şudur: Bid’atler bu türdendirler. Kişi zahiren ve batınen mü’min olmakla birlikte ya içtihad ederek yahut kusurlu davranıp günaha girmek suretiyle hataya düştüğü bir te’vilde bulunur. Böyle bir kimse hakkında sırf bundan ötürü imanı boşa çıkmıştır, denilemez. Ancak buna (küfrüne) dair şer’î bir delilin bulunması hali müstesnadır.


Hatta bu tür iddia Hariciler’le Mutezili’lerin görüşleri türündendir. Bizler bununla birlikte böyle bir kimse kâfir olmaz da demeyiz. Aksine adil olan yol orta ve mutedil olan yoldur. O da şudur: Allah Rasûlünün sabit olduğunu belirttiği bir hususu nefyetmeyi yahut nefyettiği hususu sabit kabul etmeyi yahut yasakladığını emri ya da emrettiği hususu yasaklamayı ihtiva eden batıl bid’at ve haram olan görüşler ile ilgili olarak hak olan ne ise o söylenir ve nassların bu hususta delalet ettiği tehdit ne ise o tesbit edilir.



Bunların da küfür olduğu beyan edilir ve: Bu (peygamberin bildirdiklerinin tam aksini belirten) görüşleri kabul eden kâfirdir denilir ve benzeri şeyler söylenir. Tıpkı can ve mal hususlarında zulmün söz konusu olduğu hallerde tehdidin söz konusu edildiği gibi.
Diğer taraftan ehl-i sünnetin meşhur bir çok ilim adamı Kur’ân-ı Kerîm’in yaratılmış olduğunu, Allah’ın âhirette görülmeyeceğini, Allah’ın eşya’yı meydana gelmeden önce bilmeyeceğini söyleyenlerin kâfir olduğunu belirtmişlerdir.



Ebu Yusuf -Allah’ın rahmeti üzerine olsun-dan şöyle dediği nakledilmiştir: Bir süre Ebu Hanife -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- ile tartıştım, sonunda ikimiz şu kanaate vardık: Kur’ân yaratılmıştır, diyen kimse kâfirdir.[5]

Belli Bir Kimsenin Tekfir’i


Belli kimsenin tekfir edilmesine gelince, şâyet: Siz o kimsenin tehdide maruz kalan kimselerden olduğuna ve kâfir olduğuna şahidlik eder misiniz? diye sorulacak olursa, böyle bir kimse hakkında ancak şahitliğin yapılabileceği belli bir husus bulunması halinde şahitlik ederiz. Çünkü muayyen bir kimseye Yüce Allah’ın mağfiret etmeyip ona merhamet etmeyeceğine, aksine onu cehennemde ebediyyen bırakacağına dair şahitlikte bulunmak, haddi aşmanın en büyük bir şeklidir. Çünkü böyle bir hüküm kâfir olarak ölenin, ölümden sonraki hükmüdür.


Bundan dolayı Ebu Davud Sünen’inde Edeb bölümünde:



"Bağyin yasaklanışı bahsi" diye bir başlık açmış ve bu başlık altında Ebu Hureyre -Radıyallahu anh-dan gelen şu rivayeti kaydetmiştir:

Ben Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i şöyle buyururken dinledim:

"İsrailoğulları arasında kardeş olmuş iki kişi vardı. Onlardan birisi günah işlerdi, diğeri ise olanca gayretiyle ibadet ederdi. Gayretle ibadet eden kişi diğerini sürekli günah üzere görür dururdu. Ona bu işten vazgeç, derdi. Yine bir gün bir günah işlemekte olduğunu gördü ve ona:


Vazgeç, dediği halde bu sefer adam: Beni Rabbimle başbaşa bırak, sen benim üzerime bir bekçi mi gönderildin? Bu sefer öbürü şöyle dedi: Allah’a yemin ederim, Allah sana mağfiret etmeyecektir yahut ta seni cennete sokmayacaktır. Yüce Allah ruhlarını kabzetti, her ikisi de âlemlerin Rabbinin huzurunda bir araya geldiler. Gayretle ibadet eden bu kimseye: Sen Beni biliyor muydun, yoksa sen Benim elimde bulunana kadir miydin?



Günah işleyene de: Haydi git rahmetimle cennete gir, dedi. İbadet eden kimse hakkında da: Bunu alın cehenneme götürün, diye buyurdu. Ebu Hureyre dedi ki: Nefsim elinde olana yemin olsun ki o dünyasını da ahiretini de mahveden bir söz söylemişti." Bu hasen bir hadistir.[6]



Çünkü muayyen şahsın hata eden, günahı bağışlanmış bir müctehid olması mümkün olabildiği gibi, elindeki nassların dışında bulunan bir takım nassların kendisine ulaşmamış kimselerden olması da mümkündür. Onun pek büyük bir imanı ve Allah’ın rahmetine mazhar olmasını gerektiren bir çok iyilikleri de bulunabilir.



Nitekim Yüce Allah:"Ölecek olursam (beni yakınız) ve öğütünüz, sonra külümü savurunuz" diyen kimseye de mağfirette bulunmuştur. Allah’ın buna mağfiret etmesinin sebebi onun sahip olduğu Allah korkusu idi.[7]



O bununla birlikte Yüce Allah’ın tekrar kendisinin azalarını bir araya getirip yeniden dirilteceğine kadir olmayacağını zannediyor yahut bu hususta şüphe ediyordu. Ancak onun ahiret hakkındaki bu belirgin olmayan kanaati böyle bir kimseyi bizim dünya hayatında -onu bid’atinden engellemek ve tevbe etmesini istemek maksadıyla- cezalandırmamıza mani değildir.


Diğer taraftan herhangi bir söz bizatihi küfür ise; bu söz küfürdür denilir. O sözü söyleyen kimsenin kâfir olması ise bir takım şartların bulunmasına ve bir takım engellerin olmamasına bağlıdır. Bunların bu şekilde olabilmesi ise ancak o kimsenin münafık ve zındık olması halindedir. Müslüman olduğunu açığa vuran kıble ehlinden herhangi bir kimsenin kâfir olması ancak münafık ve zındık olması halinde düşünülebilir.


Yüce Allah’ın Kitabı da bunu açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü Allah insanları üç kısma ayırmıştır. Bir kısım müşriklerden ve kitap ehlinden olan kâfirlerdir, bunlar şehadet kelimesini ikrar ve kabul etmezler. Bir kısım içte de, dışta da mü’min olanlardır, üçüncü kısım ise zahiren imanı ikrar edip, batınen kabul etmeyenlerdir.


İşte bu üç kısım el-Bakara suresinin baş tarafında söz konusu edilmiştir. Bizzat kâfir olmakla birlikte şehadet kelimesini ikrar eden kimse, ancak zındık olur. Zındık da münafığın ta kendisidir.


İşte burada her iki kesimin de yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. İçten içe bid’at olan bir görüşü kabul eden herkesin kâfir olduğunu söyleyen kimse, batınen münafık olmayan bir takım kimselerin de kâfir olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Bu gibi kimseler halbuki batında Allah’ı ve Rasûlünü severler. Allah’a ve Rasûlüne -günahkâr olsalar dahi- iman ederler.

Nitekim Sahih-i Buharî’de sabit olan rivayete göre Ömer -Radıyallahu anh-ın azadlısı Eslem ondan şunu rivayet etmektedir:

Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- döneminde Abdullah adında bir adam vardı. Bu kimsenin lakabı (eşşek anlamına):

Himar idi. Bu Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem-i güldürürdü. Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- de içki içtiğinden dolayı ona sopa cezası vurmuştu. Yine bir gün getirildi, tekrar peygamber ona sopa vurulmasını emretti. Orada bulunanlardan birisi: Allah’ım ona lanet et, bu adam (bundan dolayı) ne kadar da çok buraya getiriliyor, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurdu: "Hayır, ona lanet etme; çünkü o Allah’ı ve Rasûlünü seven birisidir."[8]



İşte bu pek çok taife ve ilim ve din önderleri hakkında kesin olarak bilinen bir husustur. Buna rağmen bunlar Cehmiye, Mürcie, Kaderiye, Şia ya da Harici’lerin bir takım görüşlerini de kabul edebilmektedirler. Fakat ilim ve dinde imam olan kimseler bütünüyle bu bid’ati işlememektedirler. Aksine bunun sadece bir bölümünü işlemektedirler.


Bid’at ehlinin kusurlarından birisi de biribirlerini tekfir etmeleridir. İlim ehlinin övülmeye değer özelliklerinden birisi de; onların hata ettiklerini söylemekle birlikte tekfir’e yanaşmamalarıdır.

Bazı Nass’larda Bir Takım Günahlara "Küfür" Denilmesinin Açıklaması


Burada Tahâvî’nin -Allah ona rahmet etsin- sözleri ile ilgili olarak açıklanması gereken bir husus vardır. O da şudur:



Şari’ bir takım günahları "küfür" diye adlandırmıştır. Mesela, Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenler onlar kâfirlerin ta kendileridir." (el-Maide, 5/44)


Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- de şöyle buyurmuştur:



"Müslümana sövmek fasıklıktır. Onunla (öldürmek kastıyla) çarpışmak da küfürdür." Bu hadisi İbn Mes’ud -Radıyallahu anh- rivayet etmiş, Buharî ve Müslim’de kitaplarında ittifakla kaydetmişlerdir.[9]

Yine Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmaktadır:

"Benden sonra biriniz diğerinizin boynunu vuran kâfirler olarak gerisin geri dönmeyiniz."[10];
"Bir adam kardeşine Ey kâfir! diyecek olursa, onlardan birisi bu ünvanı alır."[11] Bu iki hadis de İbn Ömer -Radıyallahu anh-dan gelmekte olup Buharî ve Müslim tarafından ittifakla rivayet edilmişlerdir.


Yine Peygamber şöyle buyurmaktadır:

"Dört husus vardır ki bunlar kimde bulunursa o halis münafık olur. Bunlardan birisine sahip olan kimsede de onu terkedinceye kadar münafıklık özelliklerinden birisi bulunur: Konuşursa yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, ahdettiği vakit yerine getirmez ve tartışırsa haddi aşar." Abdullah b. Amr -Radıyallahu anh- yoluyla gelen bu hadis de Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilmiştir.[12]



Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- bir başka hadiste şöyle buyurmaktadır:



"Zina eden, zina ettiği vakit mü’min olarak zina etmez. Hırsızlık yapan, hırsızlık yaptığında mü’min olarak hırsızlık yapmaz. İçki içen, içki içtiğinde mü’min olarak içmez. Bundan sonra da tevbe arz olunur."[13]



Bir başka hadiste de şöyle buyurulmaktadır:



"Müslüman ile küfür arasındaki sınır namazı terketmektir." Bu hadisi de Müslim, Câbir -Radıyallahu anh- yoluyla gelen rivayetle kaydetmektedir.[14]


Peygamber buyuruyor ki:

"Kim bir kâhine gider de onu tasdik ederse yahut bir kadına arkadan yaklaşırsa Muhammed -Sallallahu aleyhi vesellem-e indirilene küfretmiş olur."[15]

Bir başka hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah’tan başkasının adı ile yemin eden küfretmiş olur." Bu lafzıyla bu hadisi Hakim rivayet etmiştir.[16]

Bir diğer hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Ümmetim arasında iki hususiyet vardır ki bunlar küfürdür: Neseb’lere dil uzatmak ve ölüye ağıt yakmak."[17] ve buna benzer daha bir çok nass.


Buna verilecek cevaba gelince;

Ehl-i sünnetin tümü büyük günah işleyen kimsenin -Hariciler gibi- bütünüyle dinden çıkartacak şekilde kâfir olmayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. Çünkü kişiyi dinden çıkartacak şekilde kâfir olursa, o takdirde her durumda öldürülmesi gereken bir mürted olur. Kısas hakkına sahip kimsenin, onu affetmesi de kabul edilmez. Zina, hırsızlık ve içki içmek hallerinde de hadlerin uygulanması diye bir şey söz konusu olmaz. Ancak böyle bir görüşün batıl ve fasit olduğu İslam dininin ihtiva ettiği hükümlerden kesin olarak bilinmektedir.

Yine ehl-i sünnet ittifakla şunu kabul ederler: Büyük günah işleyen bir kimse Mutezile’nin dediği gibi iman ve islam’dan çıkmaz küfre de girmez, kâfirlerle birlikte cehennemde ebedi kalmayı da hakketmez. Çünkü Mutezile’nin de bu husustaki görüşü batıldır. Zira Yüce Allah büyük günah işleyen kimseleri mü’minler arasında saymıştır.


Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı... fakat kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa artık örfe uyarak istesin..." (el-Bakara, 2/178)



Görüldüğü gibi burada katili iman edenler arasından çıkartmamış, onu kısas talep etme hakkına sahip olan kimsenin kardeşi olarak nitelendirmiştir. Burdaki kardeşlikten kasıt ta hiç şüphesiz din kardeşliğidir.


Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri ile çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin... mü’minler ancak kardeştirler, o halde iki kardeşinizin arasını düzeltin." (el-Hucurat, 49/9-10)


Kitap ve sünnetin nassları ile icma, zina eden, hırsızlık yapan, zina iftirasında bulunan kimsenin öldürülmeyeceğine delalet etmektedir. Bilakis bunlara had uygulanır. Bu da bu günahları işleyen kimselerin mürted olmadıklarının delilidir.


Sahih(i Buharî) de sabit olduğuna göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:



"Her kimin yanında bir dünya malı yahut bir şey dolayısı ile bir haksızlık bulunmakta ise dirhem ve dinar’ın bulunmayacağı bir vakit gelmeden önce bugün o kimseden helallık dilesin. (Çünkü o gün haksızlık yapanın) şayet salih bir ameli varsa yaptığı haksızlık kadarıyla ondan alınır. Eğer hasenâtı yoksa bu sefer haksızlık yaptığı kimsenin kötülüklerinden alınır, ona bırakılır, sonra da cehenneme atılır."[18]

Bununla zalim bir kimsenin bir takım hasenatının bulunduğu ve mazlum’un hakkını o hasenattan alacağı sabit olmaktadır.


Aynı şekilde Sahih(i Müslim) de sabit olduğuna göre Peygamber -Sallallahu aleyhi vesellem- şöyle buyurmuştur:


"Siz kendi aranızda müflis diye kime dersiniz, onlar: Aramızda müflis dirhemi, dinarı bulunmayan kimsedir. Şöyle buyurdu: Müflis Kıyamet günü dağlar gibi iyilikleri olduğu halde gelip de şuna sövmüş, ötekinin malını almış, berikinin kanını akıtmış, bir diğerine iftirada bulunmuş, ötekini döğmüş olarak gelen bundan dolayı da onun iyiliklerinden (öbürünün lehine) eksiltilip, yine onun iyiliklerinden (başkasının hakkı karşılığında) alınan kimselerdir. Nihayet iyilikleri üzerindeki haklar bitmeden tükenecek olursa, öbürlerinin günahlarından alınır, onun üzerine bırakılır, sonra da cehenneme atılır." Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[19]



Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir." (Hud, 11/114) İşte bu şuna delildir: Mü’min kimse kötülük işlemekle birlikte o günahlarını silecek iyilikler de yapar.


Burada ahiretteki hüküm itibariyle Mutezile’nin görüşü Harici’lerinkine uygundur. Onlar da büyük günah işleyen kimsenin cehennemde ebedi kalacağını kabul etmektedirler. Ancak Hariciler büyük günah işleyene kâfir deriz derken, Mutezile biz buna fasık deriz, demektedirler. Aralarındaki görüş ayrılığı sadece lafızdadır.


Ehl-i sünnet de büyük günah işleyen kimsenin o günah hakkındaki tehdidi -bu hususta varid olmuş nasslar’da olduğu üzere- hakkettiğini ittifakla kabul ederler. Yoksa Mürcie’nin belirttiği gibi iman ile birlikte hiçbir günahın zararı yoktur, küfür ile birlikte de hiçbir itaatın faydası yoktur demezler. Mürcie’nin delil diye kullandığı vaad nassları ile Hariciler’le Mutezile’nin delil olarak kullandıkları vaid (tehdit) nassları bir araya getirilecek olursa, her iki görüşün de yanlışlığı ortaya çıkar. Bu kesimlerin sözlerinde hiçbir fayda yoktur. Tek fayda, her bir kesimin açıklamasından, karşı görüşü savunan diğer kesimin izlediği yolun yanlışlığını açıkça anlayabiliyor olmamızdır.

Bir Takım Ameller Hakkında Küfür Lafzını Kullanmak Lafzi Bir İhtilaftan İbarettir


Ehl-i sünnet arasında bu hususta ittifak bulunmakla birlikte bir yanlışlık doğurmayacak şekilde kendi aralarında lafzi bir ayrılık içerisindedirler.

O da şudur: Küfrün mertebeleri var mıdır, bir küfür diğerine göre daha aşağıda olabilir mi? Nitekim imanın da mertebeleri var mıdır? Bir iman diğerine göre daha aşağıda olabilir mi, hususunda da görüş ayrılıkları vardır.
Bu husustaki görüş ayrılıkları neye iman denileceği hususundaki ayrılıklarından ortaya çıkmıştır. İman söz ve amel olup artar ve eksilir mi, yoksa eksilmez mi?

Ancak kendi aralarında Yüce Allah’ın ve Rasûlünün kâfir diye adlandırdığı kimseye bizim de kâfir diyeceğimizi ittifakla kabul etmektedirler. Zira Yüce Allah, Allah’ın indirdiğinden başkasıyla hükmeden kimseye kâfir derken az önce sözü edilenlere de Rasûlü kâfir demişken, bizim bu kimseler hakkında kâfir demememiz imkansız bir şeydir.


Ancak iman, söz ve amel’dir, artar ve eksilir diyenler; böyle bir küfür itikadî bir küfür olmayıp amelî bir küfürdür derler ve bunlara göre küfrün çeşitli mertebeleri vardır. Kimi küfür, kimisine göre daha aşağıdadır. Nitekim bunlara göre imanda da aynı durum söz konusudur.


İman tasdik’ten ibarettir. Ameller imanın kapsamı içerisine girmez, küfür de inkar demek olup her ikisi de ne artarlar, ne eksilirler, diyenler ise bu hususta şöyle derler: Bu gibi küfürler hakiki değil, mecazi küfürdür. Çünkü hakiki küfür kişiyi dinden çıkartan küfürdür.


Aynı şekilde bir takım amellere iman adının verilmesi hakkında da bu tür açıklamalarda bulunurlar. Yüce Allah’ın: "Allah sizin imanınızı boşa çıkartacak değildir" (el-Bakara, 2/143) buyruğundaki "iman, beytu’l-makdis’e doğru dönerek kıldıkları namaz" demektir.[20]



Namaza iman adı mecazen verilmiştir. Çünkü namazın sahih olabilmesi imana bağlıdır. Yahutta namaz imanın delili olduğundan dolayı bu ismi almıştır. Zira namaz, namazı edâ eden kimsenin mü’min olduğuna delildir. İşte bundan dolayı kâfir bizim namaz kıldığımız gibi namaz kılarsa müslüman olduğuna hüküm verilir.


Günahkar kimseler eğer zahiren ve batınen Allah Rasûlünün getirdiklerini ikrar ile kabul ediyorlarsa -onlardan tevâtüren nakledilene göre- tehdide maruz kimseler olduklarında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Fakat yanlış görüşler, Haricî ve Mutezile mensupları gibi -bunların cehennemde ebedi kalacaklarını söyleyenlerin görüşleridir. Bundan da daha kötüsü karşılıklı taassubları ve kendi kanaatlerine muhalefet eden kimseler hakkında söylenemeyecek şeyleri söylemeleri, onları kötü bir şekilde ayıplamalarıdır.


Bizler kâfirlerle tartışma halinde bile adaletle emrolunduğumuza, onlarla en güzel yol hangisi ise o şekilde mücadele etmemiz istendiğine göre böyle bir ayrılık dolayısıyla birbirimize karşı nasıl adaletli olmayız? Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: "Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adil olun. Çünkü o takvaya daha yakın olandır." (el-Maide, 5/8)


Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. O da şudur:



Allah’ın indirdiklerinden başkası ile hükmetmek, bazen kişiyi dinden çıkartan bir küfür olabilir. Bazen de küçük ya da büyük bir masiyet olabilir. Küfür olması halinde ya az önce sözü edilen görüşlere göre ya mecazi ya da küçük bir küfür olur. Bu da hükmedenin durumuna göre değişir.


Eğer o Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin gereksiz olduğuna inanır ve bu konuda serbest olduğu kanaatini taşıyorsa, yahut o hükmün Allah’ın hükmü olduğuna kesin inanmakla birlikte onu küçümsüyor ise bu büyük küfürdür.


Şâyet Allah’ın indirdikleriyle hükmetmenin farziyetine inanmakla ve o olay ile ilgili Allah’ın hükmünü bilmekle birlikte -cezayı hakkettiğini itiraf etmekle beraber- Allah’ın hükmünü terkederse böyle bir kimse asi günahkardır ve buna mecazi küfür yahut küçük küfür ile kâfir olmuş denilir.


Şâyet o muayyen meselede Allah’ın hükmünü -bütün gayretini ortaya koymak ve Allah’ın hükmünü bilmek maksadıyla bütün çabası ile çalışmakla birlikte- bilemeceyek olup da bu hususta hata ederse; böyle bir kimse hata etmiş ve yanılmış bir kimse demektir. İçtihadı dolayısıyla bir ecir alır, hatası da bağışlanır.


Tahâvî -Allah ona rahmet etsin-; "Biz iman ile birlikte hiçbir günahın onu işleyen kimseye zarar vermeyeceğini söylemeyiz" sözünden kasıt, Mürcie’nin kanaatine muhalefeti ortaya koymaktır. Onların bu husustaki şüpheleri daha önceden geçmiş bir takım kimselere de arız olmuştur. Sahabe bu kanaatlerinden vazgeçmedikleri takdirde bu görüşe sahip olanların öldürüleceğini ittifakla kabul etmişlerdir.


Kudame b. Maz’un ve bir topluluk haram kılınmasından sonra içki içmişler ve Yüce Allah’ın: "İman edip, salih amel işleyenlere sakınır, iman eder ve salih amel işledikleri, sonra da sakınıp iman ettikleri, sonra yine sakınıp ihsanda bulundukları takdirde tattıklarından dolayı bir vebal yoktur." (el-Maide, 5/93) âyetini te’vil ile içki içmişlerdi.



Ömer b. el-Hattab -Radıyallahu anh-a bu husus anlatılınca Ali b. Ebi Talib ve sair ashab ile birlikte eğer içkinin haram olduğunu kabul edecek olurlarsa onlara sopa cezası verileceğini, helal olduğu üzerinde ısrar ettikleri takdirde ise öldürüleceklerini ittifakla kabul etmişlerdi. Ömer -Radıyallahu anh- da Kudame’ye şöyle demişti: Sen tamamiyle yanlış bir kanaattesin, eğer gerçekten sakınan ve iman eden, salih amel işleyen bir kimse olsaydın, hiç içki içmezdin.

Çünkü bu âyet-i kerîme’nin nüzul sebebi şudur: Yüce Allah içkiyi haram kıldığında -ki bu Uhud’dan sonra olmuştu- kimi ashab şöyle demişti: İçki içmeye devam ederken (önceden) vefat etmiş arkadaşlarımızın durumu ne olacak? Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerîme’yi indirdi.[21]


Bu âyet’le de haram kılınmamış olduğu o halde bir şeyler içmiş olanın durumunu açıklayarak eğer mü’min, takva sahibi ve salih amel işleyenlerden birisi ise bundan dolayı vebal altında olmayacağını belirtti. Nitekim Beytu’l-Makdis’e yönelerek namaz kılmakla emrolunanların hali de buydu.


Diğer taraftan bu yanlış te’vil ile içki içmiş bulunanlar yaptıkları işten pişman oldular, hata ettiklerini öğrendiler ve tevbelerinin kabul edilip, edilmeyeceğinden yana ümitsizliğe düştüler.

Ömer -Radıyallahu anh- da Kudame’ye şu mektubu yazdı: "Ha, Mim. Kitabın indirilmesi hükmünde galip, en iyi bilen Allah’tandır. O günahları bağışlayan, tevbeleri kabul edendir." (el-Mu’min, 40/1-3) Bilemiyorum senin iki günahından hangisi daha büyük? Önce haram kılınmış bir şeyi helal kabul etmen mi, yoksa daha sonra Allah’ın rahmetinden ümit kesmen mi?


İşte Ashab-ı Kiram’ın ittifakla kabul ettiği bu husus, İslamın önder ilim adamları tarafından da ittifakla kabul edilmiştir.


"Mü’minler arasından ihsan edicileri (yüce Allah’ın) affedeceğini, onları rahmetiyle cennete girdireceğini ümit ederiz. Bununla birlikte onlar hakkında (azab görmeyeceklerine dair) emin olmayız. Onların cennetlik olduklarına şahitlik etmeyiz. Günahkârlarına mağfiret diler ve onlar için korkarız, hiçbir ümitlerinin olmadığını söylemeyiz."


KAYNAKLAR:


KİTAP:

''El-Akidetü't Tahaviye''




Şerh:
İbn Ebi’l-İzz ed-Dımeşkî el-Hanefî
Çeviri:


M. Beşir ERYARSOY


DİPNOTLAR;



[1] Buhârî 391

[2] Buhârî 2410, 3476, 5062; Müsned, I, 393.

[3] Buhârî 4987.

[4] Câmiu'l-Beyân, I, 56-59.

[5] ez-Zehebî, el-Uluvv, s. 140.

[6] Ebû Dâvûd 4901.

[7] Buhârî 3481, 7506; Müslim 2756.

[8] Buhârî 6780.

[9] Buhârî 48, 6044, 7076; Müslim 64.

[10] Buhârî 4403, 6166, 6785, 7077; Müslim 66, 120.

[11] Buhârî 6103.

[12] Buhârî 34, 2459, 3178; Müslim 58.

[13] Buhârî 2475, 5578, 6772, 6810; Müslim 57.

[14] Müslim 82.

[15] Ebû Dâvûd 3904; Tirmizî 135.

[16] Müsned, II, 69, 87, 125; Ebû Dâvûd 3251; Tirmizî 1535; Hâkim, el-Müstedrek, I, 18.

[17] Müslim 67; Müsned, II, 377, 441, 496.

[18] Buhârî 2449, 6534; Tirmizî 2419.

[19] Müslim 2581.

[20] Bk. Buhârî 40, 4486.

[21] Tirmizi 3050, 3051.
[22] Buhârî 6103.

[23] Buhârî 34, 2459, 3178; Müslim 58.

[24] Buhârî 2475, 5578, 6772, 6810; Müslim 57.

[25] Müslim 82.

[26] Ebû Dâvûd 3904; Tirmizî 135.

[27] Müsned, II, 69, 87, 125; Ebû Dâvûd 3251; Tirmizî 1535; Hâkim, el-Müstedrek, I, 18.

[28] Müslim 67; Müsned, II, 377, 441, 496.

[29] Buhârî 2449, 6534; Tirmizî 2419.

[30] Müslim 2581.

[31] Bk. Buhârî 40, 4486.

[32] Tirmizi 3050, 3051.


ALLAH -Subhanehu ve Teala- Okuyup Amel Edenlerden Kılsın.Allahumme Amin.


ŞEYH EBU MUHAMMED ASIM EL MAKDİSİ rh ‘’TEKFİRDE AŞIRILIĞA KARŞI OTUZ RİSALE’’ KİTABINDAN :
SEÇİMLERE KATILAN HERKESİ AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK


Tekfirde yapılan hatalardan biri de, parlamento veya belediye seçimlerine katılarak oy kullanan herkesin, amaç ve hata dikkate alınmadan ve huccet ikamesi yapılmadan tekfir edilmesidir.

Hamasetli gençlerden birçoğu, tekfirde muteber olan kastın şekillenmesinde etkili olan cehalet özrünü dikkate almadan, bu seçimlerde oy kullanan herkesi muayyen olarak tekfir etmektedirler.

Halkın çoğu için, belediye seçimlerindeki küfür açık değildir. Çünkü çoğu kişi, vakıadan haberdar olan insanlarda olduğu gibi, tekel bayiliği, meyhane ve genelevi gibi bir takım yerlere belediyeler tarafından işlem yapıldığını ve ruhsat verildiğini bilmemektedir.
Ayrıca belediye seçimlerine aday olarak katılan ve Müslüman olduğunu söyleyen bir çok kişi, bu tür yerler hakkında olumlu düşünmemekte ve buraların açılmasına yönelik işlem yapmadığı gibi eski verilen ruhsatları da yenilememektedir.

Onların bu durumları ise birçok kişinin aldanmasına ve seçimlere katılmasına sebep olmaktadır. Bu tür seçmenleri, yasama meclisi üyesi olacak parlamenterlerin seçimine katılanlarla eşit tutmak haksızlıktır.

Parlamento seçimleri konusunda da, seçmenlere insaf gözü ile bakan herkes, bu kişilerin çoğunun, kendilerine milletvekilli olarak seçecekleri kişinin sebebi ile elde edecekleri dünyevi hizmeti amaçladığını ve bu parlamentoların hakikatının ne olduğunu bilmediğini görür.

Seçmenlerin çoğu, parlamentoya da, belediye meclisi veya encümen üyeliği gibi bakarlar. Çoğu zaman felçli veya sandalyeye mahkum hastaların sedye üzerinde oy kullanması için taşındıklarını, seçimlerin hakikatı hakkında bir bilgilerinin olmadığını, köy, mahalle veya semtlerine gelecek hizmette rol almak veya uğradıkları haksızlığı gidermek ve zulümden kurtulmak ya da tutuklu yakınlarının cezaevinden çıkmasına sebep olacak af çıkarılmasına sebep olmak veya bu seçimlere aday olarak katılan ve akrabalarından olan kişileri desteklemek için oy kullanıldığını görmekteyiz.
Kimileri ise her şeyden habersiz, üzerinde “Tek çözüm İslam’dır” gibi yazıların bulunduğu ve bu parlamentolarda tağuti kanunların çıkmasında ortak olan müşrikler tarafından hazırlanan afişlere bakarak, İslam’ı sevmeleri ve destek olmak istemeleri sebebi ile bu seçimlere katılırlar. Bu tür insanlar, seçtikleri bu parlamenterlerin, şeriatın hükümlerini uygulama yolunu kapatacak yasalar çıkarmak için çalışacaklarını bilmemektedir.

Yasama işlerine bulaşmayan, küfür kanunlarına saygılı olacağına ve koruyacağına dair anayasa üzerinde yemin etmeyen ve buna benzer kişiyi küfre götüren söz ve fiillerde bulunmayan kişiler ile, durumu bu olmayanlar arasında ayırım yapmak gerekir.

Bilindiği gibi her seçmen, küfür olan bu söz ve fiilleri işlememektedir. Ancak kişinin kastının, küfür olduğu açık olan bu tür söz ve fiiller için kendisine vekil atamak olması halinde, kendisinin hükmü de atadığı bu vekilin hükmü gibi olur. Çünkü küfür olan bu işe destek veren ile, bunu bizzat uygulayan arasında fark yoktur. Dolayısıyla küfre giren o parlamenteri destekleyen kişinin kastı, bu küfür kanunlarının çıkarılması, küfür olan anayasa ve sistemin varlığını devam ettirmesi ise, bu kişinin hükmü de, bu işi bizzat yapanın hükmü ile aynıdır.
Ancak parlamenterlerin işledikleri küfür olan söz ve fiiller hakkında gerçekler çokça örtbas ediliyorsa ve seçmen bunu bilmiyor veya anlamıyorsa ve seçtiği kişiyi sadece köyüne, kasabasına, mahallesine veya şehrine hizmet götürmesi amacıyla seçiyorsa, bu kişi diğeri ile aynı konumda değildir.
Bu seçmen hata etmektedir ve bu parlamenterleri, küfür yasalarını çıkarmaları maksadı ile seçmiş değildir. Bu nedenle böylelerini, kendilerine hüccet ikamesi yapılmadan ve parlamenterlerin yaptıkları yasama işinin mahiyeti açıklanmadan, İslam’a ve Allahu Teala’nın dinine aykırı olan işler ile uğraştıkları belirtilmeden tekfir etmek doğru değildir.
Bu durum kendilerine açıklanıp, gerekli hüccet ikamesi yapılmasına rağmen, seçimlere katılma konusunda hala ısrar ederlerse, bu hükmü hak etmiş olurlar. Dolayısıyla bu tür seçmen arasında mutlaka ayırım yapmak gerekir.
Küfür kanunlarını yapması veya buna benzer açık küfür olan başka bir işi gerçekleştirmesi kastı olmadan bu seçimlere katılan kişiler, zahirde kendilerini küfre götüren bir iş yapmışlarsa da, hüccet ikamesi yapılmadan önce tekfir edilmezler.
Çünkü işler ve durumların birbirine karışmış olması, demokrasi ve parlamento gibi terimlerin yabancı terimler olup mahiyetinin birçok kişi tarafından bilinmemesi, birtakım insanların, hakikatını bilmedikleri bu tür işlere girişmesine sebep olmuştur. Bu, anlamını bilmediği bir sözü söyleyen veya işi yapan kişi kabilindendir. Alimler, anlamını bilmediği ve kendisine (113 ) Bu fark, seçmenler ile parlamentoda yasama yapan parlamenterler arasında ayırım yapmaya bizi götürdü. Yoksa mesele kişinin mizacına ve tercihine kalmış yahut delilsiz istihsandan ibaret bir mesele değildir.hüccet ikame edilmediği sürece, böylelerinin sorumlu olmadıklarını söylemektedir.

İzz bin Abdusselam Rahimehullah, “Kavaidu’l-Ahkam fi Mesalihi’l- En’am” isimli kitabında, “Anlamını bilmediği sözden dolayı kişi cezalandırılmaz” başlığı altında şöyle der:
“Arap olmayan kişi küfür, talak, iman, köle azadı, satış, alış, sulh gibi anlamını bilmediği kelimeler kullanacak olursa, onun için bağlayıcı olmaz ve cezalandırılmaz. Çünkü bu kelimelerin gereklerini kabullenmiş veya kastetmiş değildir. Aynı şekilde Arap olan bir kişi, anlamını bilmeden bu manalara delalet eden yabancı kelimeler söylerse, o da kendisi için bağlayıcı olmaz ve cezalandırılmaz. Çünkü kullanırken, bunların gereklerini kastetmemiştir.
İrade, ancak bilinen veya zannedilen şeye yönelir. Arap olan bir kişi, anlamını bilerek bu kelimeleri söylüyorsa, söylediği yerine gelmiş olur. Ancak Arap olan bir kişi, karısına sünnet veya bid’at olan bir yöntem ile “sen boşsun” derse, ve her iki kelimenin anlamını da bilmiyorsa veya hul’, ricat, nikah, i’tak gibi arap olduğu halde anlamını bilmediği kelimeleri kullanırsa, bunlardan hiçbiri sebebi ile sorumlu olmaz ve söylediği geçerli kabul edilmez.
Çünkü manasını bilmiyor ki delalet ettiği şeyi kastetmiş sayılsın.”114

Günümüzde, demokrasi terimini bilmeyen ve ondan maksadın ne olduğunu anlamayıp baskı, zulüm, tahakkum, hak ve hürriyetlerin yok edilmesi gibi uygulamaların zıddı anlamına geldiğini düşünen veya zanneden kişilerin durumu bu kabildendir.
Demokrasinin hakikatinin, Allahu Teala’nın hakkı olan hakimiyeti halkın eline vermek ve halkın kendi kendisine hakimiyet kurması veya kanunlar yapması anlamına geldiği bu tür kişilere anlatılmadıkçave bunun küfür olduğu hakkında kendilerine hüccet ikamesi yapılmadıkça, tekfir edilmezler. Bu tür insanlar, demokrasinin hakikatini bilmediği için ne işe yaradığını da bilmez, dolayısıyla demokrasi ile hakiki manası olan küfür yapısını de kastetmiş sayılmazlar.

İbnu’l-Kayyim Rahimehullah şöyle der: “Kadın, Arapça bilmeyen kocasına, “bana üç defa ‘boşsun’ de” derse ve kocası da bu sözlerin ne anlama geldiğini bilmeyerek bunu söylerse, Allahu Teala ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem hükmüne göre bu kadın boş olmaz. Yine bir kişi, diğerine, halk arasında saygı ifadesi olarak kullanılan manası ile, “Ben senin kulun kölenim” derse, o kişinin kölesi olarak sayılmaz. Sözlerin örfte kullanımlarını, niyet ve maksatlarını gözönünde bulundurmayanlara göre ikinci misaldeki adam, kendisine bu şekilde ifadede bulunan diğerine köle olarak sahip olabilir veya onu satabilir.
Bu, cahil müftünün hata edebileceği büyük bir alandır. Bunu bilmeyen müftü insanları aldatır, Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne Kavaidu’l-Ahkam fi Mesalihi’l-En’am, 2/102iftira eder, dinini değiştirir, Allahu Teala’nın haram etmediğini haram ve helal etmediğini de helal yapar.
Allahu Teala bundan bizi korusun.”(İlamu’l-Muvakkıin, 4/229)
Yine şöyle der: “Allahu Teala, insanların içindekilerine delalet etmesi için kelimeleri vazetmiştir. Biri diğerinden bir şey istediği zaman kelimeler ile ne istediğini ve maksadını ona anlatır. Bu isteklere de kelimeler vasıtasıyla hükümleri bina edilir. Söz veya fiilin delaleti olmaksızın insanların içlerinde olan şeylere ve yine kişinin anlamını bilmeden söylediği ve anlamını kastetmediği kelimelere hükümler bina edilmemiştir.
Aksine kişi, içinden geçirip işlemediği, söylemediği, hata ederek, unutarak, ikrah altında kalarak, anlamını bilmeyerek veya söylediğinin anlamını kastetmeyerek yaptıklarından dolayı sorumlu tutulmamıştır.
Kasıt ve sözlü ya da fiili delalet bir araya gelirse, hüküm terettüp eder. Bu şer’i bir kuraldır. Allahu Teala’nın adalet, hikmet ve rahmetinin gereklerindendir" (İlamu’l-Muvakkıin, 3/117.”)
İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Mu’min bir kişi, kullandığı kelimelerin anlamını bilmeden Allahu Teala ve Rasulu Sallallahu Aleyhi veSellem hakkında bir şeyi belirtmek için, söz söyler ve o sözün kasdettiği anlama delalet ettiğini zanneder, ancak o söz başka şeye delalet ederse, o mü’min kafir olmaz.
Allahu Teala şöyle buyurur: “Ey iman edenler, ‘Râina’ demeyin..”Bakara/104
Bu kelime ile Yahudiler, Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet etmek ister, ancak Müslümanlar ise bunu kastetmezlerdi. Allahu Teala onu kullanmalarını yasakladı, ancak bu sözü kullanmalarından dolayı onları tekfir etmedi.” (Er-Reddu ala’l-Bekri, 341-342 )

İbn-i Teymiye’nin Rahimehullah, İfk olayında Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem eziyet ve hakaret etmek isteyenler ile bu olaydan böyle bir hakaret ve eziyet amacı taşımayan Hassan, Mistah, Himne gibileri arasında ayırım yaptığına ilişkin söyledikleri, Allahu Teala’nın izni ile yirmi dokuzuncu bölümde gelecektir.
Eziyet ve hakeret amacı taşımayanlar için şöyle der:
“Onlar bunu kastetmediler ve buna delalet eden bir şey de söylemediler.”(Es-Sarimu’l-Meslul, 180)
Burada, maksadın kelimelerin delaletinden anlaşılacağı belirtilmektedir.
Yukarıda söylenenlerden şu sonuca varmaktayız:
Tekfirin sebepleri, daha önce belirttiğimiz gibi, dünya ahkamına göre söz ve fiil ile sınırlı ise de, ahvalin ve manaların karışması, insanların cehaletleri, iş ve sözlerin anlamlarının hakikatini bilmemek gibi sebepler ile ihtimallerin birden fazla olması durumunda kişinin kastını araştırmak ve kesin olarak tesbit etmek gerekir.
“Delaleti ihtimalli olan söz ve fiiller ile insanların tekfir edilmesi” bölümünde, kişinin söylediklerinin, örfüne göre değerlendirilmesi ve gerekli karinelere bakılması gerektiğini açıklamıştık.
Biz, kişinin kastının söylediği sözlerde ve işlediği fiillerde önemli olduğunu sözlerken, Cehmiyye ve Mürcie mensuplarının küfre götüren söz ve fiillerde bile, kişinin itikadını ve helali haram kılmasını şart koşmaları gibi bir şartı koşmuyoruz. Kişinin, söylediklerinde veya işlediklerinde kafir olmayı kastetmesi gerektiğini de söylemiyoruz. Küfre girenler arasında zaten böyle bir kastı olan neredeyse yok gibidir.

İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der:
“Bir kimse küfür olan bir söz söyler ya da bir amel işlerse, kafir olmayı kastetmemiş olsa bile, bu nedenle kafir olur. Zira Allah’ın dilediği kimseler dışında hiç kimse küfrü kastetmez.”(Es-Sarimu’l-Meslul, 177-178)
Bizim kasıt konusundaki amacımız bir çok defa tekrar ettiğimiz gibi, kişinin söylemiş olduğu küfür sözünü veya işlemiş olduğu küfür amelini kendi iradesi ile ve manasını bilerek işlemiş olmasıdır. Yoksa bu sözü veya ameli küfre girmek için yapmış olması ile bunu kastetmemiş olması arasında fark yoktur.
Şari’, şer’i ahkamı (tekfir gibi) sebeplerine bağlamış ve bu konuda mükellefe hükmü ve sebeplerini birbirinden ayırma serbestisi tanımamıştır. Aksine ne zaman sebepler mevcut olur, şartlar yerine gelir ve engeller ortadan kalkarsa, kişi bu sebeplere binaen verilecek olan hükmü amaçlamasa da, hüküm meydana gelir. Çünkü önemli olan, söylenen söz veya yapılan iş ile kafir olmayı amaçlamak değil, küfür olan bu sözü söylemeyi veya işi yapmayı amaçlamaktır.
Tekrar belirtmek isteriz ki, anayasaya yemin etmek, ona ve kanunlarına saygılı olmak ve anayasaya uygun kanunlar yapmak gibi bizzat küfür olan işler için parlamenterleri seçen kişileri cehaletlerinden dolayı mazur görmüyoruz. Bu konuda cehalet özrü muteber değildir.
Çünkü bu, bütün peygamberlerin gönderiliş amacı olan Tevhid ilkesine açık bir küfürdür. Bunu bilmemek, öğrenme imkanı ve kolaylığı bulunduğu halde dinin temeli olan bir şeyi öğrenmeyi reddetmek demektir. Kaldı ki aklı başında bir insanın yasama hakkının Allahu Teala’nın hakkı olduğunu bilmemesi mümkün değildir.
Özellikle tağutların kendi ve parlamentolarının hakkı olarak gördükleri ve genel olarak bütün din ve dünya işlerini kapsayan yasama konusundan insanın habersiz olması söz konusu değildir.
Alimler, helal ve haram kılma veya kanunlar belirleme iddiasında bulunan kişinin, rablık iddiasında bulunmuş olacağını belirtmişler, Allahu Teala’nın helal kıldığını haram veya haram kıldığını helal yapan, Allahu Teala’nın izin vermediği kanun koyma işine girişen alimlere, yöneticilere veya hükümdarlara itaat edenlerin, onları rabler edinmiş olacaklarını söylemişlerdir. Çünkü yasama konusunda itaat, ibadettir ve Allahu Teala’ya hükümde ve ibadette ortak koşmaktır. Bu konuda bir çok delil bulunmaktadır.
Allahu Teala şöyle buyurur: “Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Çünkü onu yemek günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmeleri için telkin ederler. Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz.”En’am/121

Ebu Davud, İbn-i Mace, Hakim ve İbn-i Cerir, İbn-i Abbas’tan Radıyallahu Anhuma şöyle rivayet ederler: “Müşrikler, ölü hayvanın eti hakkında
Müslümanlarla tartışır ve, “Allah’ın kestiğini yemiyorsunuz, ama kendi kestiklerinizi yiyorsunuz
” derlerdi.
Bunun üzerine Allahu Teala, “Eğer onlara uyarsanız şüphesiz siz de Allah’a ortak koşanlardan olursunuz”En’am/121 ayetini indirdi.”
Bu ise Allahu Teala’nın helal kıldığını haram ve haram kıldığını helal kılan veya Allahu Teala’nın izin vermediği yasama işini yapan kişilerin Allahu Teala’ya ortak koşmuş olduklarını göstermektedir. Allahu Teala’nın, “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.
Halbuki hepsine de tek İlah’a kulluk etmekten başka bir şey emrolunmadı. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden münezzehtir” Tevbe/31 ayeti de bu kabildendir.
Rivayet yollarının toplamı ile hasen derecesinde olan Tirmizi ve diğerlerinin Adiy bin Hatim’den Radıyallahu Anhu rivayet ettikleri hadiste şöyle geçer:
“Boynumda altından bir haç olduğu halde Allah Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanına geldim. Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem bana: “Ey Adiy, şu putu boynundan at” dedi.
Ben onu boynumdan attım. Yanından ayrıldığım esnada Allah Rasûlü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem şu ayeti okuduğunu duydum:
“(Yahudiler) Allah’ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler edindiler.”Tevbe/31-70

Bunun üzerine ben: “Biz onlara ibadet etmiyorduk” dedim.
Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “Allah’ın helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını ise helal sayıyorlar ve siz de bunları helal ya da haram kabul etmiyor muydunuz?” dedi.
Ben: “Evet” dedim.
Allah Rasûlü Sallallahu Aleyhi ve Sellem: “İşte ibadetiniz budur” diye buyurdu.”

İbn-i Teymiye Rahimehullah, el-Fetava’sında, bu hadisin hasen olduğunu söylemiştir. Hadisten anlaşılmaktadır ki onlar, helaller ve haramlar konusunda kişilere yapılan itaatin ibadet olduğunu bilmemekteydiler. Ancak buna rağmen bu cehaletleri sebebi ile mazur olarak kabul edilmemişlerdir.

İbn-i Cerir Rahimehullah, Huzeyfe’den Radıyallahu Anhu şöyle rivayet eder: “Onlar bu haham veya rahipleri için oruç tutmuyorlardı ve namaz da kılmıyorlardı.
Ancak onların helal kıldıklarını helal ve Allahu Teala’nın kendileri için helal kıldığı bir şeyi haram kıldıklarında da haram olarak kabul ediyorlardı.

Onları Rab olarak benimsemeleri bu yöndendir.”

Denilebilir ki; “İçerisinde bir takım mueyyide ve cezalar içeren kanunlar yapmak, helal ve haramlar kılmak gibi tevhide ve şeriata aykırılıkta açık olan kanunlar yapmak niteliğinde değildir.
Günümüzde yapılan kanunlar genelde bu tür cezaları kapsamakta ve helal ya da haramlar konusuna girmemektedir.
Bu bakımdan günümüzdeki kanun yapanlara itaat edenleri mazur saymamak için bu deliller yeterli değildir. Çünkü bu ayetler, zina, içki ve faiz gibi dinden zaruri olarak haram olduğu bilinen şeyler ile ilgilidir. Bu nedenle kendilerine uyulan kanunların türü konusunda onların cehaletine itibar etmek ve hüccet ikame etmedikçe tekfir etmemek gerekir.”
Ancak anayasa gereği yasama yetkisinin parlamenterlere ve tağutlara kayıtsız şartsız mutlak olarak verilmiş olması, bu itirazı geçersiz kılmaktadır.
Çünkü bu yetkinin kapsamına helal ve haram kılma veya buna benzer diğer hükümler de girmektedir. Parlamenterlere bu mutlak yetkinin verilmesi ve bu yetkinin onun hakkı olduğunu kabul etmek, tek başına o parlamenterin ve o parlamenteri seçen kişinin tekfiri için yeterlidir.
Helal veya haram ilan etsin veya etmesin, cezalar ve hadler alanında kanun yapsın veya yapmasın, hüküm koyma hakkını kullara veren küfür anayasası üzerine yemin etsin veya etmesin, farketmez. Çünkü mutlak yasama hakkı sadece Allahu Teala’ya mahsustur ve sadece O’na verilmesi gerekir. Kim bu hakkı, Allahu Teala’dan başkasına verirse, Allahu Teala’dan başka ilah, rab ve hakem aramış olur ve İslam’dan çıkmış sayılır.
İslam’ın, kitap ehli alimlerini ve onlara uyanları tekfir eden hükmünün sadece helal ve haram kılma sebebine dayandığını kim iddia edebilir ki? Onların ortaya koydukları hükümlerin çoğunun hadler ve cezalar ile ilgili olduğu sabittir. “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir”Maide/44 ayetinin nüzul sebebi ile ilgili olarak gelen rivayetlerin birinde şöyle belirtilmektedir:
Bu ayetler Beni Nadir ve Beni Kureyza Yahudileri hakkında inmiştir. Beni Nadir’in öldürülenleri şerefli sayılıyor ve diyetleri tam olarak veriliyordu. Ancak Beni Kureyza’nın öldürülenleri zelil sayılıyor ve diyetleri de yarım veriliyordu. Bunun üzerine Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem aralarında hakem yaptılar.
Rasulullah’da Sallallahu Aleyhi ve Sellem diyetlerini eşitledi. Bunu İman Ahmed Rahimehullah rivayet etmiştir. Ayrıca İbn-i Cerir de Rahimehullah bunu tefsirinde belirtmektedir. Yine, zina eden Yahudi ile ilgili olarak, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem recm cezasını ona tatbik ettiğini bildiren rivayet Müslim’de aktarılmaktadır. Onların, bu hadiste aktarılan ve Maide Suresi’ndeki ayetin iniş sebebi olan suçları zinayı kendilerine helal kılmaları değil, zina konusundaki cezayı değiştirerek atalarına uymalarıdır.
Eğer zinayı kendilerine helal etmiş olsalardı, herhangi bir ceza belirlemezlerdi. Çünkü helal veya mübah olan bir işten dolayı kimse cezalandırılmaz. Ayrıca gerek çokca konuşulması ve gerekse kafir ve mürtedlerin hemen her platformda sık sık suçlama maksadıyla gündeme getirmeleri sebebi ile, İslam şeriatındaki hadler, Müslümanlar bir yana, kafirler için bile meşhur hale gelmiştir. Bugün herkes tarafından bilinmektedir ki, tağutlar İslam’ın bu hükümlerini yürürlükten kaldırmış ve küfür devletlerinden ithal ettikleri aşağılık uydurma cezalar ile bunları değiştirmişlerdir.
Bilindiği gibi İslam’ın hükümlerine bedel olarak getirilen hükümleri yasalaştırmak, zorlaştırmak veya basitleştirmek, parlamento üyeleri ve onların başında bulunan diğer tağutların görevidir.
Bu tağuti sistemlerin düzen ve kanunlarını incelediğimiz zaman, değişik şekillerde helal ve haram kıldıklarını da görürüz.
Mesela İslam dininde haramlığı zorunlu olarak bilinen faiz ve buna benzer diğer büyük günahlar bu tağutların kanunlarında mübahtır. Hatta bu tür günahların düzenli olarak uygulandığı ve bu kanunlar tarafından korunduğu kurumlar da bulunmaktadır.
Aynı şekilde, Allahu Teala’nın haram kıldığı içki de böyledir. İçkinin üretildiği, satıldığı ve içildiği yerler bu sistemlerde açıkça bulunmaktadır ve hatta bizzat bunlar tarafından kurulmaktadır. Bu kurumlara ruhsat verilmekte ve hem bu kurumlar hem de içenler kanun ve uygulayıcıları tarafından korunmaktadır. Kanunlarının mübah kıldığı ve koruma altına aldığı fuhuş da böyledir. Bunlardan da önemlisi, bu sistemlerde, bütün şekilleriyle küfür ve riddet mübahtır. Kanunları ve uygulayıcıları tarafından, inanç hürriyeti adı ile her türlü küfür ve riddet korunmakta ve insani bir hak olarak savunulmaktadır.
Kanunlarının hiçbir yerinde küfrü veya riddeti yasaklayan ve cezalandıran bir hüküm yoktur. Bu kanunlara göre riddet, cezası olan bir suç değildir. Aksine bu küfür kanunlarının tanıdığı ve koruduğu kişisel bir hak ve özgürlüktür. Bu konuları burada ayrıntılı olarak anlatmamız uzun sürer. Bunlar üzerinde daha geniş olarak başka kitaplarımızda durduk.
Özet olarak, Allahu Teala’nın hükümlerinden başka hüküm ve kanun koyanları seçenleri veya yaptıkları bu işlerinde onlara itaat edenleri mazur olarak saymıyoruz. Aksi halde papaz ve hahamlara ibadet eden Yahudi ve Hristiyanları da mazur görmemiz gerekir.
Çünkü şeriatta benzerler arasında ayırımın yapılması yoktur. Allahu Teala şöyle buyurur: “Şimdi sizin kafirleriniz, onlardan daha mı iyidirler? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?”Kamer/43

Bu konuda avamdan olan Müslümanları mazur görmemezin sebebi, tekfirin kurallarında muteber bir şart niteliğinde olan, kişinin küfre götürücü olan ameli kastetmesi yani ameli bilinçli olarak yapması konusudur. Ki bu insanlarda, tekfirin şartlarından olan muteber kasıt bulunmamaktadır.
Bizler, seçtiği insanları, kanun koyan, anayasaya saygı yemini eden, kanunlara muhakeme olan ve parlamento üyelerinin işlediği, kişiyi küfre götüren diğer söz ve fiilleri işleyen olarak seçmeyen ve bu maksatla seçmeyi de kastetmeyen kişileri mazur görmekteyiz.
Mazur gördüğümüz bu insanların, parlamenterlerin işledikleri bu suçlar hakkında bilgileri yoktur. Dolayısıyla bu işleri yapmalarını kastetmeleri de imkansızdır.
Aksine Müslüman olduğunu iddia etmeleri ve Allahu Teala’nın şeriatını egemen kılmayı vaadetmeleri sebebi ile onlara oy vermektedirler.
Ya da bu insanlardan bazılarını, dünyevi hizmetler için seçmektedirler. Böyle kişiler, ancak kendilerine hüccet ikamesi yapıldıktan sonra hala inat etmeleri halinde tekfir edilebilir.
Çünkü bugün insanlar hak ile batılı karıştırmakta ve batıl şeylere hak süsü verilerek halk kandırılmaktadır.

Bu nedenle İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der:
“Bazı yerlerde ve zamanlarda heva sahipleri çok olabilir ve söyledikleri sözler, cahiller tarafından ilim ve sünnet erbabının sözleri derecesinde görülebilir. Öyleki bunları yöneten kişiler de ne yapacağını bilmez olur ve Allahu Teala’nın hüccetini ortaya koyacak kişilere ihtiyaç duyalabilir.”Mecmuu’l-Fetava, 3/152

Hüccetin ikame edilmiş olması, sadece Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem, o konudaki kelamını insanlara ulaştırmaktan ibaret değildir. Özellikle İslam yayıldıktan, Allahu Teala’nın koruduğu Kitap’ı uzak ve yakın herkese ulaştıktan sonra hücceti ikame etmek, tebliğden ibaret de değildir. Aksine çoğu zaman şüpheleri gidermek, karışıklıkları ortadan kaldırmak, vakıayı, yani sözün hakikatini, sözün anlamını ve işin mahiyetini ortaya koymaktır.

Sözü anlamamak ve nereye varacağını bilememek veya şiddetli korku ya da sevinçten dolayı kişinin ne dediğini bilememesi sebebi ile kişinin mazur sayılacağına ilişkin açıklamayı yukarıda yapmıştık. Mükellefin, hakikatını ve manasını bilmediği bir işi yapması da bu kabildendir. Çünkü böyle bir kişi, işin, bilmediği hakikatını kastedemez.
Bineğini kaybedip sonra tekrar bulduğunda “Allah’ım, sen benim kulumsun ben de senin rabbinim” diyen adamın anlatıldığı hadis de bunun delillerindendir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu, “Sevincinin şiddetinden hata etti” diye nitelendirmiştir. Bu delillerden biri de, kendi nefsine yazık edip; ailesine, öldüğü zaman kendisinin yakılmasını ve külünün yarısını karaya diğer yarısını ise denize savurulmasını isteyen adamın kıssasıdır.
Bu şekilde, Allah’ın tekrar kendisini diriltmeye güç yetirme kudretine sahip olmadığını zannetti. Bu ise küfürdür. Ancak bu adam cahil olduğu ve Allah’tan korktuğu için Allah onu affetti. Bunun üzerinde, Allahu Teala’nın izni ile, ileride de duracağız.
Dolayısıyla parlamento seçimlerinde tafsilata inmeden ve ayırıma tabi tutmadan, bu seçimlere katılan bütün herkesi tekfir etmek, yapılan açık hatalardandır. Özellikle bu parlamentoların ve parlamenterlerin hakikatinin bilinmediği, bu konuda kasıtların ve durumların farklı olması mutlaka gözönünde bulundurulması gerekenlerdendir.
Bununla beraber bu şirk parlamentolarının hakikatini ve parlamenterlerin nasıl bir şirk içinde görev yaptıklarını bilen birisi olarak şunu da rahatlıkla söyleyebiliriz ki, yasama yapan parlamento seçimlerine katılma işi açık bir küfürdür. (Bu mesele için, “ed-Demokratiyye Dinun” ve “Feteva Sicni’s-Sivaga” isimli kitaplarımıza bakınız )

Bu hüküm, bu tür seçimlere katılma işi hakkında verilmiş olan mutlak bir hükümdür. Bu parlamentolardan sakındırmak ve insanların onlardan uzak durmasını sağlamaya çalışmak için bu hükmü mutlak olarak vermekteyiz. Ancak mutlak olan bu hükmü muayyen bir şahsa indirgemek istediğimizde, gerekli araştırmayı yapıp, kişilerin kasıt ve bilgi seviyelerine göre hüküm vermekteyiz.
Kanun çıkarması veya buna benzer, kişiyi küfre götüren işleri yapması için milletvekili seçimlerine katılanların kafir olduğunu söylüyoruz. Çünkü küfrün sebeplerinden birini işlemiştir. Bu iş ile kafir olmayı veya dinden çıkmayı kastetmese bile, hakkında verilen bu hüküm değişmez.
Parlamentonun hakikatini ve üyelerinin çalışmasının tabiatını bilmeyenlere, hüccet ikame edilmesi ve parlamento ve milletvekillerinin yaptığı işlerin mahiyetinin açıklanması gerekir. Buna rağmen bu işte ısrar ederse tekfir edilir. Ancak hüccet ikamesi yapılmadan ve kendisine gerekli açıklamada bulunulmadan tekfir etmekten kaçınmak gerekir.

İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der: “Kendisine delil gösterilmeden ve doğru açıklanmadan, kimsenin, hata ve yanlıştan dolayı bir Müslümanı tekfir etmeye hakkı yoktur. Kişinin İslam’ı kesin olarak sabit olduktan sonra, şüphe ile yok olmaz. Ancak şüphe giderildikten ve gerekli hüccet ikamesi yapıldıktan sonra hala ısrar etmesi halinde, onun İslam’ı yok olur.”


TEKFİR KONUSU

Kaynak;

''TEKFİRDE AŞIRILIĞA KARŞI OTUZ RİSALE’’ KİTABINDAN
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
EBU HANZALA -Allah-Subhanahu ve Teala- Onu Korusun ve Esaretten kurtarsın.

EBU HANZALA BU KONUYU TAMAMI İLE DELİLLERİ İLE ANLATMAKTADIR BU KONUYU İYİ BİR DİNLEMENEZİ İSTERİM İNŞALLAH.

Bismillahirrahmanirrahim

Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız O, size iyi ile kötüyü ayırdedecek bir anlayış verir, suç*larınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.
(ENFAL 29.AYET)


EBU HANZALA ''HAKİMİYET MEFHUMU'' ( Ses kayıt )

1.Bölüm.

http://ia331430.us.archive.org/2/items/SiyerDersi/16-hakimiyetMefhumuEtrafndakipheler.mp3

2.Bölüm

http://ia331430.us.archive.org/2/items/SiyerDersi/17-hakimiyetMefhumuEtrafndakipheler2.mp3

KAYNAK : http://darultevhid.page.tl/SIYER-DERSLERI.htm

TEVHİD DERSLERİ ( İman'ın Esasları )

1.Kısım ( RUBUBİYET TEVHİDİ )

http://ia360603.us.archive.org/3/items/dersler_975/2.RUBUBiYET-TEVHiDi.MP3

2.Kısım ( ULUHİYET TEVHİDİ )

http://ia360603.us.archive.org/3/items/dersler_975/3.ULUHiYYET-TEVHiDi.MP3

3.Kısım ( İSİM VE SIFAT TEVHİDİ )

http://ia360603.us.archive.org/3/items/dersler_975/4.iSiM-VE-siFAT-TEVHiDi.MP3

KAYNAK : http://darultevhid.page.tl/IMAN-ESASLARI.htm


KARDEŞİM İNŞALLAH DİNLEMENİZİ TAVSİYE EDERİM BİR KARDEŞİN OLARAK.
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
İnşallah Şehit Abdullah Azzam

''İrhabiyyun''lar Kimlerdir ? Kendi Görüntüsünden.

izle : http://www.youtube.com/watch?v=TXvVIE-8a1M



Şöyle der Şehit:

-Bizler Terörüstleriz ( Korkutanlarız) (1)
-Kitap ve Sünnette Terörüzm (Korkutmak) Farzdır.
-Doğuda Batıda Bilsin ki,
-Bizler Terörüstleriz (İrhabiyyun larız) ''korkutanlarız,
-Bizler Korkutan Kimseleriz,
-Sizde gücünüzün yettiği kadar onlara karşı her çeşitten kuvvet biriktirin ve cihad için atlar hazırlayın ki,onlarla hem Allah'ın düşmanlarını,hemde kendi düşmanlarınızı...korkutasınız...'' (Enfal 60.Ayet)

-ÖYLEYSE ALLAH'IN DİNİNDE TERÖRÜZM(KORKUTMAK)FARZDIR !

Dipnot: Terörüzm; -Arapça Lugat: İrhabiyyun -Korkutmaktır.

Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp belenen atlar hazırlayın, onlarla Allah'ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin bilmediğiniz, Allah'ın bildiği düşman kimseleri korku*tursunuz ( İrhabiyyun ). Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. (Enfal 60.Ayet)

Ayetin Arapçasından anlaşılacağı üzere ''Korkutanlar'' -''İRHABİYYUNLAR''- olarak geçer.

60. Düşmanlarınızla savaşmak için her türlü maddî ve manevî kuvveti hazırlayın, Eş-Şihab şöyle der: Müslümanlar Be*dir savaşma tam hazırlıklı gelmedikleri için burada kuvvet hazırlamaları emredildi ve hazırlıksız olarak her zaman zafer kazanılmayacağına dair uyarıldılar.[1] Allah yolunda bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.


Bu kuvvetle Allah'ın ve sizin düşmanlarınız olan kafirleri korkutursunuz. Yine bu kuvvetle onlardan başka diğerlerini de kokutursunuz, İbn Zeyd. "onlar münafıklardır" der. Mücâhid ise "onlar Kurayza oğullarıdır" der. Birici görüş daha doğrudur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyuruyor: siz onların münafıklığını bil*mezsiniz fakat Allah onları bilir. Cihad ve diğer hayır yollarında ne harcarsanız onun karşılığı kıyamet gününde size eksiksiz ödenektir. Bu mükafaatınızdan hiçbir şey eksik veril*mez... [2]



Kaynaklar


[1]KâsimL Mehâ; inu't-te'vil, 8/3024
[2]Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 2/432.


TABERİ TEFSİRİNDEN ''ENFAL 60 AYETİ KERİME'' - ''Korkutanlar -irhabiyyun''-lar..




Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş atları ha*zırlayın ki bununla, Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınız ve daha bundan başka, sizin bilmediğiniz fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutası-nız. Allah yolunda ne harcarsanız, karşılığı size eksiksiz ödenir ve siz, asla haksızlığa uğratılmazsınız.


Ey, Allaha ve peygamberine iman edenler, kendileriyle muahede yaptığı*nız ve muhadeyi bozup size ihanet edeceklerinden korluğunuz kafirler ve diğer bütün inkarcılar için gücünüzün yeniği kadar savaş araçları hazırlayın. Besili at-lar yetiştirin ki bu araçlarla sizin de Allanın da düşmanı oian kâfirleri korku ta*sınız. Böylece size karşı savaşma cesaretini bulamasınlar, yine bu savaş araçla sizin bilmediğiniz ve Allah'ın bildiği münafıklar ve cinler gibi düşmanları*nızdan da korkmaksınız. Allah yolunda savaşmak için mallarınızı harcayarak silah almanız halinde bu harcamalarınız boşa gitmeyecek, Allah, bunların karşılığını dünyada verecek, sevaplarını da âhirete saklayacak ve size hiçbir haksizlik ya*pılmayacaktır.


Ayei-i kerime'de, Müslümanlara, kâfirlere karşı güçlerinin yettiği kadar kuvvet hazırlamaları emredilmiştir.



Peygamber efendimiz bu kuvvet hakkın*da şöyle buyurmuştur: Ukbe b. Âmir diyorki:


"Ben Resulullah'ın, minberin üzerinde: "Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın." âyetini okuduktan sonra şöyle buyurduğunu işittim. "Dikkat edin, şüphesiz ki kuvvet, atmak'tır. Dikkat edin şüphesiz ki kuvvet at-maktır.Dikkat edin şüphesiz ki kuvvet atmaktır. [1]
ada99:008.htm#_ftn82


Taberi diyor ki: " Resulullah'tan rivayet edilen bu hadis-i şerifte, âyet-i kerimede zikredilen kuvvet, "Atmak" olarakizah edilmiş ise de bu izahtan, kuv*vetin sadece "Atmak"tan ibaret olduğu anlaşılmamalıdır. Çünkü Rasululah-Sallalahu aleyhi ve Sellem-: "Kuvvet, sadece atmaktır, başka bir şey değildir." buyurmamaştır. Bu nedenle, kılıç, ok, mızrak ve düşmana karşı savaşmakta kullanılan her türlü silah âyettte geçen "Kuvvet" kavramı içine girmektedir. Kaldı ki Resulullah'tan zikredilen bu haberin senedi gevşektir."


Âyet-i kerimede; "Bundan başka, sizin bilmediğiniz fakat Allahın bildiği diğer düşmanları korkutasınız" buyurulmaktadır.


Müfessirler, Allahın bildiği, müminlerin İşe bilmediği bu düşmanlardan kimlerin kastedildiği hususunda dört görüş zikretmişlerdir.


a- Mücahide göre bunlardan maksat, Yahudi Kureyza oğullarıdır. Bedir savaşı yapıldığında onların düşmanlığı henüz ortaya çıkmamıştı.


b- Suddiye göre bu düşmanlardan maksat, Farslar'dır. Müslümanlar, Pars*larla savaşacaklarını o sırada tahmin etmiyorlardı.


c- Ibn-i Zeyde göre ise, müminlerin bilmediği bu düşmanlardan maksat, münafıklardır. Çünkü onlar, kelime-i şehadet getiriyorlar, hatta müminlerle bir*likte savaşlara katılıyorlardı. Bu nedenle düşmanlıkları bilinmiyordu,


d- Diğer bir kısım âlimlere göre ise burada zikredilen düşmanlardan mak*sat, cinlerdir.


Taberi bu son gomşüa tercihe düğünü söylemidir. Çünkü
Müminler, Kureyza oğlu Yahudilerin ve Farslarm müşrik olmaları hasebiyle kendilerine düşman olduklarını ve onlara karşı savaşabileceklerini biliyorlardı. Bu itibarla, âyette zikredilen bilinmeyen düşmanlar değillerdi.


Münafıklara gelince, her ne kadar bunlar düşmanlıkları bilinmeyen kim*seler idiyseler de müminlerin güçlerinin artması yüzünden korkacak kimseler de değillerdi. Münafıklar, müminlerin, kendilerinin iç yüzlerim bilmelerinden kor*kuyorlardı. Bu nedenle âyette zikredilen güç hazırlamadan dolayı korkmaları düşünülemezdi. O halde, âyette, müminlerin bilmedikleri zikredilen düşmanlar, insanların dışındaki düşmanlardır ki onlar da cinlerden olan düşmanlardır. Ni*tekim, atlarının kişnemelerinin cinleri korkuttuğu ve atın bulunduğu yere cinle*rin yakşalamadığı rivayet edilmiştir. [2]
ada99:008.htm#_ftn83
ada99:008.htm#_ftn83


KAYNAKLAR


Taberi Tefsiri Enfal 60. Ayet.



[1] Müslim, K. cl-îmara, hab: 167, UN: 1917 /F>" ^avud fc. el-C:haJ bab: ?.\ UN; 2514

[2] Buradan anlaşılıyor ki, Müslümanlar her halükârda savaşa hazırlıklı olacaklardır. Fiilen savaş hayatının yaşanması şart değildir. Daima savaşa hazırlıklı olmak gerekir. * Hiçbir hazırlığa girişmediği halde "Ben, cihad ederim" iddiası boş bir iddiadır. Zira gerçeklen savaşmak niyetinde olanlar, her an savaş hazırlığı içinde olurlar. Nitekim di*ğer bir âyet-i kerime'de şöyle buyuruluyor: "Eğer bunlar cihada çıkmak isteselerdi, onun için hazırlık yaparlardi."(9/146)
Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar Yayınevi: 4/234-236.







 
B Çevrimdışı

benim

Üyeliği İptal Edildi
Banned
ALLAH VE RESULU HERHANGİ BİR DURUMDA HÜKÜM BEYAN ETMİŞSE MÜMİN ERKEK VE MÜMİN KADIN İÇİN SEÇME HAKKI YOKTUR.ahsab 36 ayet.şimdi size soruyorum seçtiğiniz fravunlar örtünme,eğitim v.s.konularında Allah ın hükmü ilemi yoksa beşeri sistemin hükmü ile mi hükmediliyor.karar sizin
 
Üst Ana Sayfa Alt