Senedi bende yok Sahih mi bilmiyorum ama ''Kötü söz sahibine aiddir'' diye bir ata sözümüz var ..Neyse...Biz form ziyaretçilerini bilgilendirmeye ve bilgilenmeye devam edelim ki,bu form sitesinin kuruluş amacına uygun olsun...
Ebû Katâde radıyallahu anh şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e pazartesi günü oruç tutmanın fazileti soruldu. O da şöyle buyurdu:
"O gün, benim doğduğum, peygamber olduğum (veya bana vahiy geldiği) gündür." .
Müslim, Sıyâm 197, 198
el-Maliki Mefahim adlı eserinde derki;
İhya edilmesi için teşvik ettiğimiz Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in doğduğu gün olan Mevlidin anlamı, bazıları tarafından yanlış algılanmaktadır. Bu kimseler, kendilerinin ve okuyanların vakitlerini zayi eden, ne kadar tutarsız olduklarını ortaya koyan gereksiz münakaşalarla birçok eser kaleme almışlardır. Mevlid-i Nebi hakkında birçok şey yazdık, Mevlid’den ne anladığımıza dair birçok açık oturum ve programa katıldık.
Daha önce de söylediklerimizi burada tekrar söyleyelim: “Mevlidi Nebi bir ibadet değildir, sadece bir gelenektir. Biz bu şekilde inanıyoruz. İnsan birçok şey düşünür ama sadece inandığını ikrar eder. Her toplantıda ve her münasebetle söylüyoruz; Mevlid münasebetiyle bir araya gelmek bir ibadet değil, bir gelenektir. Bunu açıkça ifade etmemize rağmen, hala birilerinin itiraz etmesinin anlamı ne olabilir ki?
Başımızda gerçek bir musibet varsa o da anlamamaktır. Bu yüzden İmam Şafii: “Ne zaman bir âlim ile tartıştıysam onu ikna etmiş, ne zaman bir cahille tartıştıysam o bana baskın çıkmıştır” demektedir.
Sıradan bir talebe dahi, adet ve ibadet arasındaki basit farkı bilir. Buna rağmen hala birisi çıkıyor: “siz mevlid günü toplantılarını ibadet olarak benimsemişsiniz” diyorsa, biz de ona “delilin nedir?” diye sormak durumundayız. Yok, eğer “tamam bu toplantılar ibadet değil bir gelenektir ” diyerek dediklerimizi kabullenecek olsa, biz de ona: “bu durumda istediğini yapmakta serbestsin” deriz.
Hepimizin korktuğu asıl büyük musibet, gayrı meşru bir bidatin ya da birisinin içtihadının ibadet olarak kabul benimsenmesidir. Bu asla razı olmadığımız, insanları sakındırdığımız ve mücadele ettiğimiz bir sorundur.
Evet, Mevlidi Nebi bir gelenektir. İnsanlar için büyük faziletlere sebep olur. Zira o gün münasebetiyle yapılan her şey dinin asıl hedefleri arasında bulunmaktadır.
Buna rağmen bazılarının zihininde tutarsız bir anlayış oluşmuştur. Mevlidi Nebi için toplanmaya diğer günlerde değil de neden sürekli belli bir günde davette bulunuyormuşuz.
Senenin her günü, Mekke ve Medine’de Nebi ve onun doğumu için her fırsatta toplanan insanları görmezlikten gelerek sadece Mevlid günü toplanıldığını iddia eden bu adamlar ne demek istiyorlar acaba. İnsanların bu toplantılarını bilenler bilir, bilmeyenler bilmez. Bizim Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’i sadece bir gece hatırlayıp senenin diğer günlerinde onu bırakıp gafil olduğumuzu düşünen varsa büyük bir iftira atarak açıkça yalan söylemektedir. Mevlidi Nebi için Allah’ın lütfu ile her gün ve gece toplanılmaktadır. Bir gün ve gece geçmesin ki, bu hususta bir yerde meclis ve toplantı olmasın.
Buradan sesleniyoruz. Herkes duysun. Böyle toplantıları sadece bir güne tahsis etmek, Allah Resulü
-sallallahu aleyhi ve sellem-’e büyük bir cefadır. Zaten insanlar bunu bildikleri için bu çağrıya bütün kalpleriyle her zaman iştirak etmektedirler.
Toplantılarımızı sadece Medineyi Münevvere’de yaptığımızı iddia edenler, ya hakikaten yaptıklarımızı bilmiyorlar ya da kasten bilmezlikten gelmektedirler. Toplantılarımızı sadece Medine’ye, ya da belli bir ayın belli bir gününe tahsis etmediğimizi görebilmeleri için, Allah’tan onların cehalet perdelerini kaldırarak gözlerinin açılmasını dilemekten başka yapabileceğim bir şey yoktur. Biz her zamanda, her mekânda bu gibi toplantılar tertiplemek için her fırsatı değerlendiririz. Şairin dediği gibi:
Eğer gün ışığı bile delile muhtaç ise
O zihinde hiçbir şey kabul görmez
Netice olarak Mevlid gecesinde toplanmanın diğer günlerde toplanmaktan daha faziletli olduğunu iddia etmiyoruz. Zaten böyle bir iddiayı ileri sürmek bid’attir. Zira Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’i her zaman hatırlamalı, kalpler daima onunla meşgul olmalıdır.
Evet, Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in doğduğu gün vesilesiyle toplanmaya daha fazla teşvik edildiğini görmekteyiz. Bunun sebebi, o gün sebebiyle şimdi ile geçmiş arasında daha kolay bağ kurulabiliyor olmasıdır.
Biz şunun farkında olmalıyız ki; bu günler vesilesiyle insanların bir araya gelmeleri, onları Allah’a davet edebilmek için kaçırılmaması gereken bir fırsattır. Bizce bu gecelerde ulema ve davet ehline düşen vazife; Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-‘in ahlakı, adabı ve hayatını anlatarak, insanları hayra teşvik etmek, bid’at, şer ve fitneden sakındırmaktır.
Bizler Allah’ın lütfu ile bu hayra ortak olmaya çalışıyoruz. İnsanlara, bu gecede bir araya gelmelerinin sadece bir vesile olduğunu, asıl maksadın bu toplantılar olmadığını, fırsattan istifade edip asıl maksattan nasibini alamamış birisinin, Mevlid gününün hayırlarından mahrum kalmış olduğunu hatırlatırız.
Bu husustaki delilleri burada zikrederek sözü uzatmaya gerek görmüyoruz. Bu meseleyi yeterince izah eden
“Havle’l-ihtifal bi Mevlidi’n-Nebi” adıyla müstakil bir eserimiz vardır.
Burada sadece konuyla alakası olduğu ve üzerinde çok konuşulduğu için, Allah resulü’nün doğduğu gün Ebu Leheb’in, kölesi Süveybe’yi âzad etmesi hadisesi ve çevresindeki tartışmalara değineceğiz.
b. Ebû Cehil’in kölesi Süveybe’yi âzad etmesi
Hadis ve siyer kitaplarımız Ebû Leheb’in, Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in doğumunu haber verdiği için kölesi Süveybe’yi âzad ettiğini anlatmaktadırlar. Abbas bin Abdulmuttalib, ölümünden sonra Ebû Leheb’i rüyasında görmüş ve ona halinden sual etmiştir. O da şöyle cevap vermiştir: “Sizden sonra hiçbir iyilik görmedim. Ancak Süveybe’yi âzad etmem sebebi ile hayra nail oldum. Her pazartesi günü azabım hafifletilmektedir.”
İmam Abdürrezzak es-Sen’ani, İmam Buhari, Hafız İbni Hacer, Hafız İbni Kesir, Hafız Beyhaki, İbni Hişam, es-Süheyli, Hafız Begavi, Muhammed bin Ömer Buhruk el-Hadrami, el-Eşhar, el-Amiri gibi birçok hadis ve siyer âlimi, bu hadiseyi rivayet etmektedir. Tafsilatını ileride vereceğiz.
Bu rivayeti Abdürrezzak es-Senani
“Musannef” te aktarmış, Buhari
“Sahih” inde Urve bin Zübeyr’den
‘mürsel’ sened ile nakletmiştir.
İbni Hacer bu hadis hakkında
“Fethü’l-Bari” de şunları söylemektedir:
“Bu hadisi, El-İsmaili, ez-Züheli yoluyla Ebü’l-Yeman’dan. Abdürrezzak’ta Ma’mer’den nakletmişlerdir: Bu hadiste, salih amellerin kâfirlere de fayda vereceğine dair delil vardır. Fakat bu Kur’an’ın
وَقَدِمْنَا إِلَى مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ فَجَعَلْنَاهُ هَبَاء مَّنثُوراً
“Dünyada hayır namına) yaptıkları her bir işi ele alacağız ve onu dağılmış toz zerresi yapacağız. (Çünkü, iman olmaksızın hiç bir işin değeri yoktur.)” (Furkan 23) ayeti kerimesinin zahirine muhaliftir. Bu ihtilaf şöyle giderilebilir:
İlk olarak; hadisin Urve bin Zübeyr’den
‘mürsel’ olarak rivayet edildiği söylenmekte fakat kimin rivayet ettiği zikredilmemektedir. Diyelim ki hadis, senedinde bir kopukluk olmadan ona ulaşmıştır. Rivayette anlatılan sadece bir rüyadır ve rüyalar delil olarak kullanılamaz. Hz. Abbas’ın bu rüyayı Müslüman olmadan önce görmüş olması da mümkündür. Bu durumda görülen bu rüya bir delil olamaz.
İkinci olarak; anlatılan hadise kabul edilse bile, bu olayın Ebû Talib kıssasında olduğu gibi sadece Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’e mahsus bir hadise olduğu düşünülebilir. Bilindiği gibi, Ebû Talib’in azabı hafifletilmiştir. Bu durum engin dalgalar arasından sığ sulara nakledilmek gibi bir şeydir,
El-Beyhaki şöyle demektedir: “Ahirette kâfirlere hayır yapmanın bir faydası yoktur demek, ateşten çıkıp cennete giremeyecekleri anlamına gelir. Yoksa kâfirlikten başka işlemiş olduğu diğer cürümlerden hak edilen azap, işledikleri hayır ameller sebebi ile hafifletilebilir.”
Kadı İyaz, bu hususta şunları şöyler: “Kâfirlere amellerinin fayda vermeyeceği, yaptıkları iyilikler yüzünden sevap kazanmayacakları ve azaplarının hafifletilmeyeceğine dair ümmetin icması vardır. Kâfirler birbirleri arasında farklı derecelerde azaba maruz kalırlar. Bu, onlardan daha az azap görenlerin azaplarının hafifletildiği anlamına gelmez.”
Bize göre, Kadı İyaz’ın bu sözleri Beyhaki’nin dedikleri ile çelişmemektedir. Zira Kadı İyaz’ın dedikleri küfür günahı ile alakalıdır. Ama küfrün dışında kalan günahların azabının hafifletilmesine ne engel olabilir ki?
Kurtubi şöyle der: “Azabın hafifletilmesi, Ebû Leheb gibi hakkında nas varid olmuş kimseler için söz konusudur.”
İbni’l-Müneyyir ise
“el-Haşiye” adlı eserinde şöyle demektedir: “Burada anlaşılması gereken iki mesele vardır.
Birincisi; kâfirin amellerine Allah katında bir değer verilip verilmiyor olmasıdır ki bu söz konusu olamaz. Zira amellere itibar olunabilmesi ancak sahih bir niyet ile söz konusu olabilir. Bu niyet kâfir için asla söz konusu değildir.
İkincisi; Allah’ın, fazlu kereminden dolayı –yani gerekli olduğu için değil- kâfirlerin bazı amellerinden dolayı sevaba nail olması durumudur ki akıl bunu imkânsız görmemektedir. Bu söylediklerimizden şu anlaşılır: Ebû Leheb’in Süveybe’yi âzad etmesi Allah indinde muteber bir amel olmasa da, fazlu kereminden Ebû Leheb’e ikram etmiş olması mümkün olabilir. Aynı Ebû Talib’e yaptığı gibi. Bizce burada yapılması gereken, olumlu ya da olumsuz herhangi bir hüküm vermeden tevekkuf etmektir.”
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: “Allah, fazlu keremi ile Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’e iyiliği dokunan bir kâfirin azabını hafifletmiştir. Allah en doğrusunu bilir.”
[1]
Allame Muhammed bin Ömer el-Buhruk
“Siret” adlı eserinde bu rivayeti naklettikten sonra şöyle demiştir:
“Ben diyorum ki burada azabın hafifletilmesi Ebû Talib’te olduğu gibi sadece Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in değer ve hürmetine binaendir. Yoksa Ebû Leheb’in onu âzad etmesi ile alakası yoktur. Zira Allah
-celle celâluhu- şöyle buyurur:
وَحَبِطَ مَا صَنَعُواْ فِيهَا وَبَاطِلٌ مَّا كَانُواْ يَعْمَلُونَ
Onların yaptıkları mahvolmuştur. Amelleri de boşa çıkmıştır” (Hud 16)
[4]
İmam el-Amiri
“Behcetü’l-Mehafil” adlı eserinde hadisi rivayet etmiştir. Bu eserin şarihi el-Eşhar şöyle demiştir:
“Bu olay Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in değer ve hürmetine binaendir. Tıpkı Ebû Talib’e yapıldığı gibi. Hayırlı amel işleyen herhangi bir kâfirin azabının hafifletilmesi mümkündür.”
[5]
Es-Süheyli, İbni Hişam’ın
“es-Siyerü’n-Nebevîyye” adlı eserine yazdığı
“Revdü’l-Enf” adlı şerhinde rivayeti naklettikten sonra şöyle söylemektedir:
“Köleyi âzad etmesi cehennemde Ebu Leheb’e fayda vermiştir. Nasıl ki, kardeşi Ebû Talib’in Allah Resulü
-sallallahu aleyhi ve sellem-’i müdafaa etmesi ona fayda vermişse. Ebû Talib şimdi cehennemliklerin en az azaba maruz kalanıdır. Burada faydalanma derken sadece azabın hafifletilmesini kastetmekteyiz. Zira kâfirlerin hiçbir amelinin mizanda değeri olmayıp bunlar sayesinde cennete giremeyecekleri hususunda kimsenin ihtilafı yoktur.”
[6]
Bu kıssa, muteber hadis hafızlarının hadis ve siyer kitaplarında naklettiği bir rivayettir. Güvenilirliği hususunda ittifak edilmiş olan Buhari’nin,
“Sahih” adlı eserinde bunu zikretmiş olması hadisin sağlamlığını anlamaya yeterlidir. Hadis edebiyatı ile meşgul olan herkesin bileceği üzere
“Sahih-i Buhari”de yapılan
‘müsned’ rivayetler ihtilafsız
‘sahih’ kabul edilip,
‘Muallâk’ ve
‘Mürsel’ rivayetler
‘Makbul’ derecesinde olup
‘Merdut’ seviyesinde kabul edilmezler.
İsteyen bu meseleyle alakalı Suyuti ve Iraki’nin
“Elfiye”leri ve şerhlerine ve
“Tedrivü’r-Ravi”ye bakabilir. Onlar, Buhari’nin
“Sahih” inde geçen
‘Mürsel’ ve
‘Muallâk’ rivayetlerin değerinin ne olduğuna değinmişlerdir. Bu rivayetler muhakkık ulemaya göre makbul kabul edilmektedirler.
Tüm bunların yanında, bu kıssa bir menkıbedir. Ulema, ‘Peygamberimizin özellikleri’ ve ‘siyer’ tarzı kitaplarda, fezaili amal kabilinden olan bu gibi kıssaların naklinde ıstılahi anlamındaki
‘sahih’ şartını aramamışlardır. Sahih rivayetlerde aranan istisnai şartları bu kabil rivayetlerde arayacak olsak, Nebi -
sallallahu aleyhi ve sellem-’in peygamberliğinden öncesi ya da sonrasına dair hiçbir şey nakletmemiz mümkün olmazdı. Hâlbuki alanındaki uzmanlığına güvenilen nice hadis hafızları, Allah Resulü
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in hasletleri ile alakalı, kimisinin zikri bile caiz olmayacak derecede
‘zayıf’,
‘Maktu’ ve
‘Mürsel’ birçok rivayete, hatta kâhinlerden alınan haberlere dahi kitaplarında yer vermişlerdir. Çünkü bu tarz rivayetleri bu mahalde zikretmek caiz görülmüştür.
Süveybe kıssasının içerdiği anlam,
وَقَدِمْنَا إِلَى مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ فَجَعَلْنَاهُ هَبَاء مَّنثُوراً
“Dünyada hayır namına) yaptıkları her bir işi ele alacağız ve onu dağılmış toz zerresi yapacağız. (Çünkü, iman olmaksızın hiç bir işin değeri yoktur.)”(Furkan 23) ayeti kerimesiyle çelişir diyenlerin iddiaları, ulemanın geride naklettiğimiz mütalaaları ile geçerliliğini yitirmiştir.
Ayeti kerimede kastedilen mana kâfirlerin amellerine bakılmayacağıdır. Hepsi aynı azabı görecek anlamında değildir. Âlimlerin de kabul ettiği üzere bazılarından azap hiç hafifletilmeyecektir. Kadı İyaz’ın zikrettiği icma da bu şekilde anlaşılmalıdır. Zira bu hüküm kâfirlerin geneli için söylenmiştir. Yoksa Allah, kâfirlerin işlediği ameller sebebiyle azaplarının hafifletilmeyeceğini söylememiştir. Zaten bu yüzden Allah, cehennemi derece derece yapmış ve münafıkları en alt tabakaya koymuştur. Eğer iddia edildiği manada bir icma olsaydı bile, sahih bir nassa muhalif olduğu için makbul olmayacaktı. Zira
“Sahih-i Buhari” de geçtiğine göre, Allah Resulü
-sallallahu aleyhi ve sellem-’e: “Ebû Talib seni çok gözetti ve müdafaa etti, senin ona bir faydan dokundu mu?” diye soran bir kimseye,
وجدته في غمرات من النار فأخرجته إلى ضحضاح منها
“Onu derin ateş çukurlarında buldum ve en sığ bölgesine çıkarttım” diye cevap vermiştir.
Görüldüğü gibi Ebû Talib’in Allah Resulü
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in müdafaa etmesi, Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in onu ateşin derinliklerinden sığ bölgelere çıkarmasına sebep olmuştur. Ebû Leheb’in de aynı şekilde azabının hafifletilmiş olmasını inkâr edecek bir sebep yoktur. Ayeti kerime, hakkında azabın hafifletilmesini gerektirecek bir amel işlememiş kimseler hakkındadır. İcma da bu şekilde terettüp etmiştir.
Ebû Talib ile alakalı hadisi şerif, Nebi
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in kıyamet gününden önce ahiret işlerinde tasarruf sahibi olduğu ve kendisiyle bir şekilde alakası olan ve onu müdafaa eden herkese şefaat edebileceği anlamına gelmez elbette.
Bu bir rüya olduğu için bununla bir hüküm sabit olmaz diyen kimseler –Allah onları doğru yola ulaştırsın- maalesef şer’i ahkâm olan ve olmayan şeyleri birbirinden ayıramamaktadırlar. Evet, ahkâm-ı şer’iyye ile alakalı olduğu zaman, Allah Resulü
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in görüldüğü rüyaları sahih kabul edip bu rüyalardan hükümler çıkarmak fukaha arasında ihtilaflı bir meseledir. Şer’i hüküm ortaya koymayan yerlerde bu rüyalara itimad etmekte bir beis yoktur. Hadis hafızları bu şekilde birçok şey nakletmişlerdir.
Allah Resulü
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in gönderilmesinden önce, cahiliye ehli, onun zuhurunu haber veren rüyalar görmüşlerdir. Hem de bu rüyayı görenler, şirk ve fesat üzerine yaşayıp ölmüşlerdir. Hadis kitapları bu gibi rivayetlerle doludur.
“Delailü’n-Nübüvve”nin mukaddimesinde bu tarz rüyaların irhasat
[7] kabilinden görülerek delil kabul edilmelerinin caiz olduğu zikredilmiştir. Hz. Abbas’ın rüyası ile delil getirilmesi doğru değildir demek, hadis imamlarının dedikleriyle çelişmektedir. Bu iddia sahipleri kasıtlı olarak meseleyi abartarak karşı tarafı korkutmak istemektedirler. Bu tavır, hakikat peşinde olduğunu iddia eden bir kimsenin tavrı olamaz. Her şey Allah’ın tasarrufundadır.
“Rüyayı gören ve nakleden Abbas
-radıyallâhu anh- o esnada kâfir idi. Kâfirlerin şahitliği de rivayetleri de kabul edilmez” diye iddia etmek tamamen batıl olup, ilme sadakatin kokusunu bile taşımamaktadır. Rüya sadece bir ilahi müjde olup onu görmek için din ve iman şartı aranmaz. Onu nakletmek ise şahitlik yapmak değildir. Allah Kur’an’da, herhangi semavi bir dine inanmamış putperest kralın rüyasını tabir eden Yusuf
-aleyhisselâm-’ın mucizesinin nakleder. Allah, o kralın gördüğü rüyayı, Yusuf
-aleyhisselâm-’ın peygamberliğine ve faziletine işaret sayarak kıssayı Kur’an’da zikretmiştir. Putperest kralın bu rüyası herhangi bir şeye delalet etmeseydi Allah elbette ki onu Kuran’da zikretmezdi.
Âlimler bu yüzden, hakikati göstermek ya da hayrete düşürmek için, kâfire rüyada Allah’ın dahi görülebileceğini söylemişlerdir.
Ayrıca, “Abbas
-radıyallâhu anh- o esnada kâfir idi. Kâfirlerin ise şahitliği ve rivayetleri kabul edilmez” iddiasını ortaya atan kimsenin hadis ilmini hiç bilmediği anlaşılmaktadır. Hadis ilminde sabit olan bir şey vardır. Sahabe olsun ya da olmasın bir ravi kâfirken bir hadisi bellemiş ve onu İslam’a girdikten sonra rivayet etmişse, o rivayet alınırak onunla amel edilir.
Bu sözlerin sahibinin hadis ilminden ne kadar uzak olduğunu anlamak için her hangi bir usulu hadis kitabına alıp bakmak yeterli olacaktır.
Heva, insanı işte böyle beceremediği işlerin altına girmeye zorlar. Kendi kavramlarımızı izah etmek için değinmek istediğimiz meseleler bunlardan ibarettir. Eğer doğruya isabet etmişsek Allah’a hamdü senalar olsun. Eğer ki hata etmiş isek bizler beşeriz; yanılabilir ya da doğruya isabet edebiliriz. Böyle olmayan sadece masum olan Peygamber Efendimiz
-sallallahu aleyhi ve sellem-’dir. O ki asla hevasından konuşmaz. Konuştuğu şeyler ona vahyolunanlardır.
Çekişmekten ve cedelleşme peşinde koşmaktan Allah’a sığınırım. Fayda vermeyen ilim, kabul görmeyen dua ve ürpermeyen kalpten Allah’a sığınırım. Her kötülük, bela, şirk ve bid’atten Allah’a sığınırım. Allah Resulü
-sallallahu aleyhi ve sellem-’in reddettiğini reddeder ve ikrar ettiğini ikrar ederim.
Allah’tan, beni bu hal üzere sabit kılmasını ve ölene kadar Müslüman, muvahhid ve mümin olarak yaşatmasını niyaz ederim. Muhammed bin Abdullah
-sallallahu aleyhi ve sellem-‘in getirdiği, ashabının, tabiin ve tabei tabiinin
-radıyallâhu anhum- takip ettiği “La ilahe illallah Muhammedün resulüllah” hükmünü ikrar eden müminlerden ve bu mübarek beldelerden bizleri ayırmasın.
Hamd âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. Efendimiz Muhammed’e, onun âline ve bütün ashabına salâtü selam olsun.
Hafız İbni Kesir
“el-Bidaye ve’n-Nihaye” adlı eserinde bu hadisi rivayet ettikten sonra şöyle demiştir:
“Ebu Leheb kardeşinin oğlu olan Muhammed bin Abdullah’ın doğum müjdesini verdiği zaman, kölesi Süveybe’yi hemen âzad etmiş, bu yüzden bu şekilde karşılık almıştır.”
[2]
Hafız Begavi
“Şerhü’s-Sünne” adlı eserinde bu hadisi rivayet etmiştir.
[3]
[1] İbni Hacer
“Fethu’l-Bari” 9/145
[2] İbni Kesir
“el-Bidaye ven’n-Nihaye” 2/273
[3] Begavi
“Şerhü’s-Sünne” 5/60
[4] El-Buhruk
“Hedaiku’l-Envar” 1/134
[5] El-Eşhar
“Şerhü Behceti’l-Mehafil” 1/41
[6] Es-Süheyli
“er-Revdu’l-Enf”
[7] Peygamberimize peygamberlik gelmeden önce sadır olan olağanüstü halleri. (Ç)