Râbıta, Meditasyon ve Yoga
Son sekli ile Naksibendîlikteki râbıta uygulamasının esasen hangi düsünceden yada hangi inanıs biçiminden esinlenilelerek karakterize edildigini saptayabilmek için,Halid Bagdâdî'nin, Hindistan'a gitmeden kısa bir süre öncesinden baslayarak O'nun Irak'a dönüsüne kadar geçen zaman kesiti içinde gerek yasadıgı olayları, gerekse etki
alanına girdigi yabancı din ve kültür kaynaklarını her yönü ile çok dakik bir sekilde irdelemeye ihtiyaç vardır.
Bir kere unutmamak gerekir ki ates olmayan yerden duman çıkmaz. Madem ki Bagdâdî, çagımızda degil, daha yasadıgı günlerde yogacılıkla suçlanmıstır, o halde en azından meseleye kusku ile bakmak lazımdır. Ayrıca Müslümanların, daha o zamanlar râbıtaya karsı ne kadar siddetli tepki gösterdikleri, bizzat râbıtacıların duydugu
rahatsızlıklardan anlasılmaktadır. Bu gerçek ise râbıtanın, slâm'a bulastırılmak istenen yabancı bir düsünce ve inanıs sekli oldugunu, ayrı bir kanıt olarak ortaya koymaktadır.
Nitekim son zamanlarda bir tefsir yazmaya kalkısan gelenekçi Naksibendîler, bakınız râbıtaya karsı çıkanlara nasıl ates püskürmektedirler. Kimin ya da kimlerin râbıtaya tepki gösterdigini açıklamadan aynen su agır ifadeyi kullanmaktadırlar: «Râbıtanın haram oldugunu ve ehlinin kâfir oldugunu söyleyenlere sasılır.Bunu râbıtanın lügat manasından mı, yoksa ıstılahî manasından mı almıstır ? Yoksa bunu Allah'ın indirdigi kitapta mı görmüstür?»
«O halde kisi Allah'tan korksun. O'nun, helal ettigi bir seyi haram saymak, O'- nun haram ettigi bir seyi de helal kabul etmekten ve böylece büyük bir hataya düsüp insanları da düsürmekten ve insanları, maruf (seriatın ve aklın kabul ettigi sey) den alıkoymaktan sakınsın. Ve ehli kıbleden hiç kimseye kâfir diyerek, kendi
kâfir olmasın.»274
Demek ki her kim ya da kimler ise, birileri, (hatta belki de birçok kimseler) çıkıp bu adamlara düpedüz kâfir demis, onları açıkça küfürle suçlamıslardır. Naksibendîler de onlara böylesine sert bir cevap vermeyi kendilerince uygun bulmuslardır.
iste bu noktalardan birinin konusu Halid Bagdâdî'nin, Irak'dan Hindistan'a yaptıgı seyahattir.
Burada insan, özellikle su sorulara cevap aramadan edememektedir: Halid Bagdâdî, o gün için geçerli olan medrese gelenegine göre egitimini emsallerinden çok daha iyi düzeylerde tamamladıgı, ayrıca çevresinde sevilip sayıldıgı halde İslâm Dünyası'nın, ilim ve kültür merkezlerinin bulundugu Ortadogu'yu âdetâ elinin tersiyle itercesine terk ederek, hatta vatandası bulundugu Osmanlı Devleti'nin, dogu sınırlarının dısındaki kargasa ortamı içine kendini atarak acaba neden Hindistan'a kadar gitti?
Oralara kadar gidip de bilinmedik ve kesfedilmedik neler ögrenebildi ? Her gün biraz daha çöken Osmanlı Devleti'ne bu bilgilerle ne kadar faydalı olabildi? O günlerde slâm Dünyası'nın basına örülen çoraplara, düzenlenen komplolara ne kadar engel olabildi?
O'nu Hindistan'da yetistiren ve sözde « ki Kanatlı Halid» yapan (!) adam, Hind Müslümanlarından birinin bile derdine derman olamazken Bagdâdî'ye acaba ne kadar yardımcı olabildi?
Çünkü o dönemde gerek Osmanlı Devleti ile ilgili olarak, gerekse Hindistan'daki Müslümanlarla ilgili olarak kapıyı çalan bir düzine tehlikenin, göz açıp kırpıncaya kadar nasıl gelip her tarafı alt üst ettigi çok iyi bilinmektedir. Bütün bunlardan sırf ngilizlerin, düzenleyip uygulamaya koydugu komplolar bile bir çuval dolusu belgelerle ortadadır. Halbuki Halid Bagdâdî'nin, içini döktügü ve sayfaları üzerinde ne istemisse onu açıkça dile getirdigi divanına bakıldıgı zaman O'nun, sevdigi ve sevmedigi her seyi burada bulmak mümkün iken slâm'ın ve Müslümanların gerçek düsmanları hakkında bu divanda tek kelimeye rastlanmamaktadır.
Halid, sözde Gulâm Abdullah-ı Dehlewî'nin, manevi terbiyesini (!) almak üzere Hindistan'ın Cihânâbâd Kenti'ne varır varmaz kaleme aldıgı bir kasidesinde çesitli tehlikelerden kurtulmus olmanın sevinciyle Allah'a sükrederken bu tehlikelerin basında «Azerbaycan Alevîleri»'nin, «Anarsist Afganlılar»'ın Kabil'i Pesâver'e baglayan Hayber Geçidi'ndeki Mecûsî haydutların kötülüklerine varıncaya kadar her seyi anlatmaktadır. Buna mukabil ngilizlerin isgali altındaki Hindistan'a, âdetâ can atarcasına girerken onların Müslümanlar aleyhinde tezgahladıkları bin bir fitneden hiç birisi hakkında tek söz bile söylememektedir.
İginç olan, Bagdâdî'nin bu konuda yakayı ele verdigi su ifadeleri kullanmıs olmasıdır: «Turan ve Horasan halkı beni çok kınadılar. “Eger Müslüman isen, küfür ülkesine gitmeyi nasıl kabul ettin“ diye?!!»
«Dediler ki: “Dehli'de küfrün karanlıgı vardır.“ Ben ise içimden dedim ki: “Eger hayat suyunu aramakta isen, karanlıga gitmeyi göze almalısın..»276
Burada çok ciddi olarak su iki soru insanın kafasını ister istemez kurcalamaktadır:
1.Halid Bagdâdî, ölüm dösegindeyken yazdırdıgı vasiyetnâmesine acaba neden: «Zamanımda kurulmus olan tekkelerin sayısını benden sonra çogaltmayınız!
»277 seklinde bir cümle koydurarak yaptıklarından âdetâ derin bir pismanlık duydugunu ortaya koydu?
2. Ününden sebep kıskanmıs olsalar bile düsmanları neden O’nu ayrıca «Yogilik(yoga yapan kişi)
»'le suçladılar?
Anlasılan O'nun, durup dururken ve ortada hiç bir zorlayıcı sebep yokken, her türlü tehlikeyi göze alarak tam bir yıl boyunca en çetin sartlarda yolculuk yapmak suretiyle Hindistan'a gitmesinde hâlâ bilinmeyen çok önemli sırlar bulunmaktadır! Baska bir soru daha var: Diyelim ki Halid Bagdâdî, hemen bütün Naksî rûhânîleri gibi bastan beri zaten bir iç aydınlıga ulasmıstı (?) Peki bu ulu sahsiyet acaba neden önceki pirleri gibi “Üveysîlik“ yolu ile (henüz hayatta bulunan) Hindli seyhinin himmetinden istifade edemedi de ta oralara kadar gitmek zorunda kaldı? Ya da farz edelim ki ilk baslarda kendisi bu denli iletisimi henüz kurabilecek olgunluga erismemis idiyse, O'nu «Mânevî isaretiyle» ta Hindistan'a kadar “mıknatıs gibi çeken“ pîri neden “Himmet ve bereketiyle“ tüm evliyalık meziyetlerini O'na ısınlayamadı? Yoksa tellerde kopukluk mu vardı!
Ayrıca sunu da sormak gerekir: Halid'i iki kanatlı yapmak için Hindli Gulâm Abdullah, acaba uzak mesafeden dolayı mı himmetini Irak'a yollayamadı da O'nu, dervislerinden Mirza Rahim Allah Big aracılıgıyla yanına çagırdı; yoksa bunun baska bir nedeni mi vardı? Dogrusu Naksibendîlerin bu çeliskiyi nasıl açıklayacaklarını merak etmemek elde degil!
Sonuç olarak sunu söylemek gerekir: Bu seyahatin arka planındaki asıl önemli gerçekler belki ebediyete kadar gizli kalabilir; Müslümanlar da Bagdâdî hakkında bir önyargının sorumlulugu altına girmek istemez olabilirler. Fakat o dönemde haçlı dünyasının, İslâm Alemi'ni perisan etmeye yönelik sinsi faaliyetlerinde O'nun, sırf bu râbıta fitnesi ile bir figüran olarak çok daha tehlikeli amaçlar için kullanılmıs olabilecegi kuskusu daima zihinleri kurcalayacaktır! Unutmamak gerekir ki slâm'ı paramparça etmek için sahnelenen Kadyânîlik ve Bahâilik komplolarının senaryoları da yine oralarda ve benzer yollarla hazırlanmıstır! Onun için eger Naksibendîler, Kadyânîligin ve Bahâiligin ne oldugunu anlayabilecek kültür ve bilgiye sahip bulunsalardı. Mutlaka kendi tarîkatlarının nasıl olustugunu ve Bagdâdî gibi öncülerinin kisiligini arastıracak, bu sayede gerçeklerin büyük bir kısmını ögrenme olanagını bulacaklardı.
Nitekim râbıtayı kestirme yoldan reddetmek, Naksibendîlikle iliskisi olmayan duygusal mizaca sahip Müslümanımsı «dindarlar» üzerinde bile çogu kez ikna edici bir etki uyandırmamaktadır. Kaldı ki bu tarîkatın atmosferini soluyarak, rûhânilerinin telkinleriyle yıllarca sartlanarak, dıs dekorundan etkilenerek hayatının büyük bir bölümünü bu sekilde
geçirmis fanatik mürîd ve dervislere «Râbıtanın esin kaynagı Budizm’dir.» diye kesip atmak, onların iç dünyasında büyük depresyonlara, hatta beklenenin üstünde siddetli tepkilere yol açabilir. Çünkü onlar seyhlerinin yanılmazlıgına kesin sekilde inanmaktadırlar! Tarîkat rûhânîlerinden birinin adı anıldıgında ona «Kaddesellahusirrehu »278 diye yaptıkları lâhûtî dua sekli bile, onların, pirlerini nasıl tanrılastırdıklarını açıkça kanıtlamaktadır.
Dolayısıyla yukarıda söylendigi sekilde yapılacak fevrî açıklamalar, Yüce Kur'ân'ın öngördügü hikmete de aykırıdır. Çünkü tarîkat baglısı olan insan, mistisizmin derûnî etkilerini, gönül dünyasının derinliklerinde büyük bir cosku ile yasar. Bu bakımdan onu, önyargılarından arındırmak; engin duygularından soyutlamak; dalgaları arasında yüzdügü
hayâl âleminden onu kurtarmayı göze almak ve aklın isabetli kılavuzlugunda onu Kur'ân'ın aydınlık ortamına çekmeye çalısmak, dünyanın belki de en zor isidir.
Naksîligin tılsımlı ekseni ve agırlık merkezi sayılan râbıtanın esin kaynagını arastırırken onun olgunlasma süreci içinde tarikatı, Hind mistisizminin, slâm'a uyarlanmıs sekliyle yasayan rûhânîlerdeki hayat tarzına önce bakmakta yarar vardır. Bunların basında hiç kuskusuz Gulâm Abdullah-ı Dehlewî gelmektedir ki Halid Bagdâdî'yi iste
bu kisi yetistirmistir.
Ünlü Naksî Seyhi Kasım Kufralı, bizzat kendisinin de halkalarından biri oldugu bu tarîkatın pirlerinden Gulâm Abdullah'ı, yukarıda isaret edilen yasam tarzı içinde aynen su sözlerle anlatmaktadır.
«Hind muhitinde, zâhidlerde daima görülen sahralarda gezme, et yememe ve türlü iskenceler dolu bir riyazât hayatı geçirme gibi haller bu zatın da günlük hayatını isgal ediyordu.»280
Görüldügü üzere böyle bir yasam biçimi ne Hz. Muhammed (s)'in, ne de sahâbîlerinden herhangi birinin yasam tarzına benzemektedir. Dogrusunu söylemek gerekirse Hindli spiritüalist Budha Guatama ancak bu sekilde yasamıstır. Dolayısıyla râbıtaya son seklini veren Bagdâdî'nin Hindistan'a giderek, Budha'yı örnek almıs olan böyle bir insanın denetiminde bir yıl egzersiz yapması, râbıtanın kaynagı hakkında insanı ilk kuskulandıran bir ipucu olusturmaktadır. Halid Bagdâdî'nin divanına söyle bir göz gezdirmekle O'nun ne kadar duygusal bir kisilige sahip bulundugu hakkında yeterli bir izlenim edinmek mümkündür. Bu nedenle O'nun söhretinden yararlanan seyhler bu divanı daima mürîdlerinden gizlerler. Rabbânî'nin karmasık ve pek anlasılamayan mektuplarını hemen her münasebette ortaya koydukları halde Bagdâdî'nin açık seçik divanından onlara bir tek mısraı bile okuyup açıklamazlar. Hatta bu divanın gündeme getirilmesi ihtimallerine karsı son derece kıvrak davranır, dikkatleri dagıtırlar. Sebebine gelince, tipik Naksî mürîdlerinin, zihninde imparatorlardan çok daha heybetli, peygamberlerden daha kutsal bir kisilik içinde canlanan ve böylece anımsanması gereken Bagdâdî gibi bir tarîkat mürsidine ait divanda
asktan, meskten söz edildigi anlasılırsa bu, O'nun zincirine baglı bir halkadan ibaret olan seyhin, kendi mürîdleri nazarında basitleserek onlar üzerindeki otoritesini kaybetmesi
d;
İste buna benzer birtakım spekülasyonların arkasında gerçek yanları gizli tutulmaya çalısılan Bagdâdî'nin bu kisiligi, râbıtanın kaynagını arayan insan için yine çok önemli bir ipucu olusturmaktadır.
Aslında Bagdâdî'nin yogadan, nasıl olmus da bir râbıta yaratmıs olabildigi meselesini tam mânâsıyla aydınlatabilmek için önce Budizm'i, ondan sonra da yogayı çok iyi incelemek gerekir.
Çünkü surası açık bir gerçektir ki Naksibendî seyhlerinin çogu ilim ve kültürden yoksundurlar. Onlardaki bilgi fukaralıgı eskiden beri bilinmektedir. Bu nedenledir ki bir Naksî cemaati arasında seyhin çevresini olusturan cahil kalabalıkları, ona yakın olan üst düzey bir klik yönetir ve yönlendirir. Dogrusunu söylemek gerekirse seyhin bizzat
kendisi de yine bu kurnaz bendegân takımı tarafından yönetilir ve yönlendirilir. Kasım Kufralı gibi esine çok ender rastlanabilecek sahsiyetler hariç, bu seyhler hayat ve kainat gerçeklerinden o kadar habersiz, o kadar çok karanlık bir dünyada yasamaktadırlar ki kendi tarîkatlarının geçmisi hakkında bile efsanelerden öte bir malumat sahibi
degildirler.
Onun için Naksibendî Tarîkatı'nın, yakın geçmisinden bir kesitin gerçeklerini bile onlara anlatmak ve çesitli din ve felsefelerden, birtakım inanıs biçimlerinin bu tarîkata sızmıs bulunduguna iliskin onları kısa yoldan ikna etmek ne yazık ki mümkün degildir. Bu nedenle önce Budizm'i, ondan sonra da yogayı bir nebze tanıtmakta ve yoga ile
râbıta arasındaki benzerlikleri gözler önüne sermekte sadece yarar degil, -gerçeklerin daha net ve rahat bir sekilde ortaya çıkması bakımından- belki kesin bir zorunluluk
vardır.
Bu ilgi ile suna büyük bir ihtimal vermek gerekir ki, yaklasık 170 yıl önce Bagdâdî'yi açık bir sekilde yogacılıkla suçlayan Ma'ruf el-Berzenjî, eger Budizm ve yoga hakkında genis bir bilgiye sahip olsaydı Bagdâdî'nin savunucuları karsısında pes etmeyecek ve O'ndan özür dilemek gibi bir durumda kalmayacaktı. Çünkü Bagdâdî hakkında:
«O, Hindistan'a gitti, sihirbaz yogacılardan ders aldı ve İngiliz Hristiyanlardan bir din ögrendi. (...)»281 diyebilecek kadar az çok bazı gizli seyleri sezebilmis oldugu anlasılan el-Berzenjî, eger bu konuda genis bir bilgiye sahip olmus bulunsaydı râbıta ile yoga arasındaki inanılmaz benzerlikleri derhal saptayabilecek ve sonuç ne olursa
olsun, (ilim kisvesini tasıyan bir sahsiyet olarak) slâm'ın tahrip edilmesine karsı asla susmak ve teslim olmak zorunda kalmayacak, aksine direnisini sürdürecekti. Dolayısıyla Berzenjî örnegi, o dönemde yasayan ve büyük çogunlugu, Naksibendîlerin tuzagına düsen mollaların, kül rel durumunu açıkça yansıtmaktadır. Çünkü birer İslâm âlimi ve evliya diye sonraki kusaklara tanıtılan bu adamlar da eger Berzenjî gibi yoga hakkında (veya daha kapsamlı bir ifade ile) İslâm'ın dısındaki diger din ve felsefeler hakkında yeterli bilgilerden yoksun olmasalardı Budizm'i slâm'a uyarlamaya çalısan Naksibendîlere alet olmayacaklardı.
Su halde madem ki basta tarîkatçılar olmak üzere râbıtanın asıl kaynagı hakkında çogunluk hemen hemen bir sey bilmemektedir, öyle ise meseleyi kökünden ele almak gerekir. Yani önce Budizm'in, keza onun disiplinlerinden biri olan yoganın ve meditasyonun ne oldugunu çok iyi ögrenmek icap eder.
Bu konudaki tarihi bilgiler eselendiginde Budizm'in ana yurdu olan Hindistan'ın, âdetâ baslı basına bir âlem oldugu görülür. Ilıman muson ikliminin egemen oldugu yagmurlu, kesif ormanlarla kaplı, uçsuz bucaksız yemyesil ovalarıyla, bitek ve bereketli topraklarıyla, kalabalık sehirleriyle, efsanevi mimarisiyle son derece ilginç ve insan
psikolojisini derinden etkileyen bu cografyaya, tarihöncesi devirlerden baslamak üzere yüzyıllar boyu, çesitli ırklar, ya saldırarak, ya da usul usul göç ederek gelip yerlesmislerdir. Mundallar'dan, Santallar'a, Bhiller'den Gondlar'a, zenci Darvitler'den, Hind Ârîleri'ne ve Melanezya Irkı'na kadar çesitli insan toplulukları önce gelip buraları senlendirmis,
arkalarında derin izler bırakmıslardır. Bu bakımdan Hindistan, epeyce farklı bir antropolojiye sahiptir.
Bu topraklara sonraları akın eden Persler'in, Mogollar'ın, Afganlar'ın, hatta Helenler’in ve Anadolu kökenli milletlerin, zaman içinde Hind potasında eridikleri de bir gerçektir. Dolayısıyla Hindistan, sosyal mozaik bakımından o kadar renkli, o kadar kozmopolit bir ülkedir ki tarih boyunca bu nitelige sahip bulunmus baska bir yer, hemen
hemen yoktur.
Hayranlık uyandıran müzigi, göz alıcı sanatları, rengârenk giysiler ve takılar içindeki allı pullu kadınları ve bin bir türlü adetleriyle; Büyücülerin, falcıların, Hint fakirlerinin, dilenci rahiplerin gösteri kıyâmeti içinde cirit attıgı cadde ve meydanlarıyla; Yoginlerin rüyalar âleminde uçarcasına tefekküre daldıkları parklarıyla baslı basına birer dünya
olan Hind sehirleri son derece büyüleyicidir.
Hindistan'ın ilginç yanları sadece bunlarla da sınırlı degildir. Bilakis buraya tarih boyunca gelip yerlesmis olan milletler, insanın hayâl sınırlarını zorlayan o kadar çok din, felsefe, düsünce ve inanıs biçimi türetmislerdir ki bunları, ayrıntılarıyla yazıya dökmek, ilim adamlarını ve arastırmacıları yıllarca ugrastırmıstır.
İste bunların basında Budizm gelmektedir. Budizm, M.Ö. VI. yüzyılda Pers mparatoru Dârâ'nın yönetimi sırasında
Sakyamuni adında bir rûhânî tarafından yeni bir dinsel anlayıs olarak ortaya kondu. Bir diger adının da Siddharta Guatama oldugu söylenen ve genelde Budha diye literatüre geçen bu kisinin, pek kesin olmamakla beraber M. Ö. 563 yılında Kapilavastu'da dogdugu ve 482 yılında 81 yasındayken Kusinaga'ra yakınlarında öldügü sanılmaktadır.
Uzakdogu'da ve özellikle Hindistan'da yüz milyonlarca insan tarafından ermis ve kutsal bir bilge olarak kendisine inanılan ve ögretilerine baglılık gösterilen bu sahsiyetin kurdugu dine ait metinler O'nun ölümünden sonra düzenlenmistir.
Budizm'in çesitli kültleri, dogmaları, ülkelere ve bölgelere göre farklı uygulama sekilleri, egzotik törenleri, karmasık ögretileri, türlü türlü tapınma biçimleri ve kalabalık sembolleri vardır.
Acının, aslında yasamın bölünmez bir parçası oldugu, dolayısıyla acıdan kurtulmanın ya da onu yenmenin, kisiligi, aklı ve ahlâkı arındırmakla ancak gerçeklesebilecegi şeklinde Budizm, temel bir doktrine sahiptir. Bu dogrultuda yapılan uygulamalar, genellikle gönül dünyasında yasanır ve salt düsünce yoluyla olgunlasmayı ögütler. slâm'ın,
ilâhî vahye dayanan; temelde evrensel; dünya hayatı bakımından ise hem kisiye, hem de topluma hitap eden sosyal bir din ve hayat düzeni olmasına karsın, Budizm, insan tarafından düzenlenmis; sosyal ve toplumsal yasamdan çok, birinci derecede kisisel yasamı yönlendiren içsel bir terbiye sistemidir.
Onun için slâm'la bu açıdan karsılastırıldıgı zaman ikisi arasında büyük bir uçurumun varlıgı hemen sezilmektedir. Dolayısıyladır ki Budizm'den oldukça etkilenmis olan
Naksibendî Tarîkatı'nın da esas itibariyle konusu toplum ve hayat degil, kisinin iç dünyasıdır; râbıta gibi -Budizm'den mülhem- «âdâb ve erkân» la onu seyhe baglayarak kendi ölçüleri içinde disipline eder.
Budizm'in rûhânî egitiminde kisinin, belli kurallara uyarak inanısları sindirebilmesinin yolu, aynen Sakyamuni'nin yaptıgı gibi uzun uzun düsünmek ve çile çekmektir. Bu ilgiyle hemen belirtmek gerekir ki, bir Naksî tekkesinde seyhleri ile birlikte topluca sessiz sedasız oturan kalabalıgın, içinde bulundugu rûhânî atmosfer ile tefekkür halindeki
Budist bir topluluk arasında bulunan tıpatıp benzerligi görüp sasmamak mümkün degildir. Bu her iki manzara da, bir İslâm âliminin sohbetinde bulunan cıvıl cıvıl Müslümanların yansıttıgı tabloya kesinlikle benzemez.
Budizm'in temelini «meditasyon» olusturmaktadır. Meditasyon ise, belli kurallara baglı ve bilinçli bir düsünme ve davranma biçimidir. Meditasyon (Méditation) deyimi esasen Avrupa kaynaklıdır. Latince «meditatio» kökünden gelmektedir. Soyut bir sözlük anlam olarak düsünmek demek ise de,ingilizcedeki “thinking", ya da Fransızca'daki “penser“ ve “réfléchir“'den farklıdır. Meditasyon, esas itibariyle, Bir hedefi gerçeklestirmek üzere belli bir süje üzerinde bilinçle ve derinden düsünmek anlamına gelir.
Aslında bu kavramla ifade edilmek istenen seyin Budizm'deki orijinal adı «yoga»'dır. «Yoga» terimi ise Sanskritçidir ve Arapça’daki tam karsılıgı «râbıta»'dır. Bu noktada, Naksîlikteki râbıtanın ilham kaynagı hakkında böylece ilk kez dogrudan bir isaret almıs bulunuyoruz! Fakat acele etmemekte yarar vardır. Çünkü râbıtayı her bakımdan meditasyonla karsılastırabilmemiz için önce yogayı çok iyi tanımamız gerekir. Evet Kur'ânî bir kavram olan tefekkürden yola çıkılarak, slâm'a ait anlamlarla karakterize edilen ve Naksîlige bir ibadet biçimi olarak yerlestirilmis bulunan râbıtanın, yoga üzerinde temellendirildigine dair pesin ve kesin bir hüküm vermeden önce yoga hakkında
kendimize üç soru yönelterek bunları cevaplandırmalıyız. Bu soruları yanıtlamaya çalısırken her defasında yogayı râbıta ile karsılastırmayı da unutmamalıyız ki aralarında eger bastan sona kadar tıpatıp benzerlikler bulursak bütün bunların rastlantıyla açıklanabilir olup olmadıgını aklımıza ve vicdanımıza soralım. Simdi kendimize bu konuda yöneltecegimiz sorulara gelelim:
274. Ruhu'l-Furkan: 2/78
276. Halid Bagdâdî Divanı, Beyit: 46, 47
277. Bk. Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizâr Abaza, Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha
1/334. Dâr'ul-Fikr'il-Muâsır, Beyrut-Lübnan.
278. «Kaddesellahu Sırrehu (Kaddes'el-Lah'u Sirr'e-h'u)»: Bütün tarîkat baglılarının,
kendi uluları için kullandıgı özel ve yüceltici bir dua seklidir. Ayrıca «Kaddesellahu
Sırrehul Azîz (Kaddes'el-Lah'u Sirr'e-h'ul-Azîz)» ve «Kaddesellahu Rûhahu (Kaddes'el-
Lah'u Rûh'a-h'u)» seklinde de dua ederler.
Bu duanın kaynagı Hristiyanlıktır. Çünkü Rûhânî kisilik Hristiyanlıkta vardır ve onlara
göre rûhânîler kutsal kisilerdir. Hristiyanlıkta, -sözde- günahlardan münezzeh sayılan
velîlere, özel bir sıfat verilir. Bunlara, Hristiyan Araplar «Qıddîs» derler. Bu sözcük: «Mukaddes
sahsiyet» demektir. Nitekim Papa’dan söz ettikleri zaman O’nu, «Qadâse'tul-
Bâba» seklinde özel bir unvanla anarlar ki bu, Mukaddes Papa Hazretleri demektir. Batı
dillerinde bunun karsılıgı «Saint=sen» ve «San» dır. Saint Benoit (Sen Benua) ve San
Marco (San Marko) gibi...
«Kaddesellahu Sirrehu» duasının anlamına gelince «Allah onun sırrını takdîs
etsin» demektir.
Bu dua seklinden öyle anlasılıyor ki tarîkat baglıları, büyükleri hakkında söyle düsünmektedirler.:
“Onlar, (yani evliyâlar), artık Allah'ın rahmetine muhtaç degildirler. Ancak O'nun iltifat
ve övgüsüne muhataptırlar.»
Bu ilgiyle açıklanması gereken üç önemli nokta vardır:
Birincisi sudur: Peygamberler (aleyhimusselâm) hazerâtı da dahil, her kes ve her
sey, istisnasız Allah Teâlâ'nın rahmetine muhtaçtır. Hiç kimse O'nun merhametinden müstagnî
degildir.
ikincisi: slâm'da mümin kisinin duası Kur’ân ve sünnetten rûhunu almalıdır. Bu
her iki yüce kaynakta da «Kaddesellahu Surrehu » gibi bir dua sekline rastlamak mümkün
degildir. Ne Hz. Peygamber (s), ne ashâbından biri, ne de tabiîn hazerâtından hiç
kimse, müminleri böyle bir dua ile anmamıstır. Bilakis ümmetin bu büyükleri birbirlerine su
ifadelerle dua etmislerdir:
«Rahimekellah; rahimekillâh»: Allah sana rahmet eylesin.
«Yerhamukellah; yerhamukillâh»: Allah sana rahmet eylesin.
«Rahimehullah - Rahimehallah-...» : Allah ona rahmet eylesin.
«Rahmetullahi Aleyhi; Aleyha...»: Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.
«Radiyallahu Anhu –Anha – Anhuma – Anhum -...»: Allah ondan (onlardan…) razı
olsun, vs.
Üçüncüsü: «Tenzîh» ve «Takdîs» edilmeye gelince, bu ancak Allah Teâlâ'ya yarasır.
Nitekim meleklerin: «... Biz Seni, överek tüm eksikliklerden tenzih ediyor ve Seni
takdîs ediyoruz.» seklinde Yüce Allah'a cevap verdiklerini Kur’ân-ı Kerîm kaydetmektedir.
(2/30)
280. Kasım Kufralı, Naksibendîligin Kurulus ve Yayılısı s. 93 Türkiyat Enstitüsü
No. 337 ist.
281. Bk. Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizâr Abaza, Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha
1/304. Dâr'ul-Fikr'il-Muâsır, Beyrut-Lübnan;
Ferid Aydın
Son sekli ile Naksibendîlikteki râbıta uygulamasının esasen hangi düsünceden yada hangi inanıs biçiminden esinlenilelerek karakterize edildigini saptayabilmek için,Halid Bagdâdî'nin, Hindistan'a gitmeden kısa bir süre öncesinden baslayarak O'nun Irak'a dönüsüne kadar geçen zaman kesiti içinde gerek yasadıgı olayları, gerekse etki
alanına girdigi yabancı din ve kültür kaynaklarını her yönü ile çok dakik bir sekilde irdelemeye ihtiyaç vardır.
Bir kere unutmamak gerekir ki ates olmayan yerden duman çıkmaz. Madem ki Bagdâdî, çagımızda degil, daha yasadıgı günlerde yogacılıkla suçlanmıstır, o halde en azından meseleye kusku ile bakmak lazımdır. Ayrıca Müslümanların, daha o zamanlar râbıtaya karsı ne kadar siddetli tepki gösterdikleri, bizzat râbıtacıların duydugu
rahatsızlıklardan anlasılmaktadır. Bu gerçek ise râbıtanın, slâm'a bulastırılmak istenen yabancı bir düsünce ve inanıs sekli oldugunu, ayrı bir kanıt olarak ortaya koymaktadır.
Nitekim son zamanlarda bir tefsir yazmaya kalkısan gelenekçi Naksibendîler, bakınız râbıtaya karsı çıkanlara nasıl ates püskürmektedirler. Kimin ya da kimlerin râbıtaya tepki gösterdigini açıklamadan aynen su agır ifadeyi kullanmaktadırlar: «Râbıtanın haram oldugunu ve ehlinin kâfir oldugunu söyleyenlere sasılır.Bunu râbıtanın lügat manasından mı, yoksa ıstılahî manasından mı almıstır ? Yoksa bunu Allah'ın indirdigi kitapta mı görmüstür?»
«O halde kisi Allah'tan korksun. O'nun, helal ettigi bir seyi haram saymak, O'- nun haram ettigi bir seyi de helal kabul etmekten ve böylece büyük bir hataya düsüp insanları da düsürmekten ve insanları, maruf (seriatın ve aklın kabul ettigi sey) den alıkoymaktan sakınsın. Ve ehli kıbleden hiç kimseye kâfir diyerek, kendi
kâfir olmasın.»274
Demek ki her kim ya da kimler ise, birileri, (hatta belki de birçok kimseler) çıkıp bu adamlara düpedüz kâfir demis, onları açıkça küfürle suçlamıslardır. Naksibendîler de onlara böylesine sert bir cevap vermeyi kendilerince uygun bulmuslardır.
iste bu noktalardan birinin konusu Halid Bagdâdî'nin, Irak'dan Hindistan'a yaptıgı seyahattir.
Burada insan, özellikle su sorulara cevap aramadan edememektedir: Halid Bagdâdî, o gün için geçerli olan medrese gelenegine göre egitimini emsallerinden çok daha iyi düzeylerde tamamladıgı, ayrıca çevresinde sevilip sayıldıgı halde İslâm Dünyası'nın, ilim ve kültür merkezlerinin bulundugu Ortadogu'yu âdetâ elinin tersiyle itercesine terk ederek, hatta vatandası bulundugu Osmanlı Devleti'nin, dogu sınırlarının dısındaki kargasa ortamı içine kendini atarak acaba neden Hindistan'a kadar gitti?
Oralara kadar gidip de bilinmedik ve kesfedilmedik neler ögrenebildi ? Her gün biraz daha çöken Osmanlı Devleti'ne bu bilgilerle ne kadar faydalı olabildi? O günlerde slâm Dünyası'nın basına örülen çoraplara, düzenlenen komplolara ne kadar engel olabildi?
O'nu Hindistan'da yetistiren ve sözde « ki Kanatlı Halid» yapan (!) adam, Hind Müslümanlarından birinin bile derdine derman olamazken Bagdâdî'ye acaba ne kadar yardımcı olabildi?
Çünkü o dönemde gerek Osmanlı Devleti ile ilgili olarak, gerekse Hindistan'daki Müslümanlarla ilgili olarak kapıyı çalan bir düzine tehlikenin, göz açıp kırpıncaya kadar nasıl gelip her tarafı alt üst ettigi çok iyi bilinmektedir. Bütün bunlardan sırf ngilizlerin, düzenleyip uygulamaya koydugu komplolar bile bir çuval dolusu belgelerle ortadadır. Halbuki Halid Bagdâdî'nin, içini döktügü ve sayfaları üzerinde ne istemisse onu açıkça dile getirdigi divanına bakıldıgı zaman O'nun, sevdigi ve sevmedigi her seyi burada bulmak mümkün iken slâm'ın ve Müslümanların gerçek düsmanları hakkında bu divanda tek kelimeye rastlanmamaktadır.
Halid, sözde Gulâm Abdullah-ı Dehlewî'nin, manevi terbiyesini (!) almak üzere Hindistan'ın Cihânâbâd Kenti'ne varır varmaz kaleme aldıgı bir kasidesinde çesitli tehlikelerden kurtulmus olmanın sevinciyle Allah'a sükrederken bu tehlikelerin basında «Azerbaycan Alevîleri»'nin, «Anarsist Afganlılar»'ın Kabil'i Pesâver'e baglayan Hayber Geçidi'ndeki Mecûsî haydutların kötülüklerine varıncaya kadar her seyi anlatmaktadır. Buna mukabil ngilizlerin isgali altındaki Hindistan'a, âdetâ can atarcasına girerken onların Müslümanlar aleyhinde tezgahladıkları bin bir fitneden hiç birisi hakkında tek söz bile söylememektedir.
İginç olan, Bagdâdî'nin bu konuda yakayı ele verdigi su ifadeleri kullanmıs olmasıdır: «Turan ve Horasan halkı beni çok kınadılar. “Eger Müslüman isen, küfür ülkesine gitmeyi nasıl kabul ettin“ diye?!!»
«Dediler ki: “Dehli'de küfrün karanlıgı vardır.“ Ben ise içimden dedim ki: “Eger hayat suyunu aramakta isen, karanlıga gitmeyi göze almalısın..»276
Burada çok ciddi olarak su iki soru insanın kafasını ister istemez kurcalamaktadır:
1.Halid Bagdâdî, ölüm dösegindeyken yazdırdıgı vasiyetnâmesine acaba neden: «Zamanımda kurulmus olan tekkelerin sayısını benden sonra çogaltmayınız!
»277 seklinde bir cümle koydurarak yaptıklarından âdetâ derin bir pismanlık duydugunu ortaya koydu?
2. Ününden sebep kıskanmıs olsalar bile düsmanları neden O’nu ayrıca «Yogilik(yoga yapan kişi)
»'le suçladılar?
Anlasılan O'nun, durup dururken ve ortada hiç bir zorlayıcı sebep yokken, her türlü tehlikeyi göze alarak tam bir yıl boyunca en çetin sartlarda yolculuk yapmak suretiyle Hindistan'a gitmesinde hâlâ bilinmeyen çok önemli sırlar bulunmaktadır! Baska bir soru daha var: Diyelim ki Halid Bagdâdî, hemen bütün Naksî rûhânîleri gibi bastan beri zaten bir iç aydınlıga ulasmıstı (?) Peki bu ulu sahsiyet acaba neden önceki pirleri gibi “Üveysîlik“ yolu ile (henüz hayatta bulunan) Hindli seyhinin himmetinden istifade edemedi de ta oralara kadar gitmek zorunda kaldı? Ya da farz edelim ki ilk baslarda kendisi bu denli iletisimi henüz kurabilecek olgunluga erismemis idiyse, O'nu «Mânevî isaretiyle» ta Hindistan'a kadar “mıknatıs gibi çeken“ pîri neden “Himmet ve bereketiyle“ tüm evliyalık meziyetlerini O'na ısınlayamadı? Yoksa tellerde kopukluk mu vardı!
Ayrıca sunu da sormak gerekir: Halid'i iki kanatlı yapmak için Hindli Gulâm Abdullah, acaba uzak mesafeden dolayı mı himmetini Irak'a yollayamadı da O'nu, dervislerinden Mirza Rahim Allah Big aracılıgıyla yanına çagırdı; yoksa bunun baska bir nedeni mi vardı? Dogrusu Naksibendîlerin bu çeliskiyi nasıl açıklayacaklarını merak etmemek elde degil!
Sonuç olarak sunu söylemek gerekir: Bu seyahatin arka planındaki asıl önemli gerçekler belki ebediyete kadar gizli kalabilir; Müslümanlar da Bagdâdî hakkında bir önyargının sorumlulugu altına girmek istemez olabilirler. Fakat o dönemde haçlı dünyasının, İslâm Alemi'ni perisan etmeye yönelik sinsi faaliyetlerinde O'nun, sırf bu râbıta fitnesi ile bir figüran olarak çok daha tehlikeli amaçlar için kullanılmıs olabilecegi kuskusu daima zihinleri kurcalayacaktır! Unutmamak gerekir ki slâm'ı paramparça etmek için sahnelenen Kadyânîlik ve Bahâilik komplolarının senaryoları da yine oralarda ve benzer yollarla hazırlanmıstır! Onun için eger Naksibendîler, Kadyânîligin ve Bahâiligin ne oldugunu anlayabilecek kültür ve bilgiye sahip bulunsalardı. Mutlaka kendi tarîkatlarının nasıl olustugunu ve Bagdâdî gibi öncülerinin kisiligini arastıracak, bu sayede gerçeklerin büyük bir kısmını ögrenme olanagını bulacaklardı.
Nitekim râbıtayı kestirme yoldan reddetmek, Naksibendîlikle iliskisi olmayan duygusal mizaca sahip Müslümanımsı «dindarlar» üzerinde bile çogu kez ikna edici bir etki uyandırmamaktadır. Kaldı ki bu tarîkatın atmosferini soluyarak, rûhânilerinin telkinleriyle yıllarca sartlanarak, dıs dekorundan etkilenerek hayatının büyük bir bölümünü bu sekilde
geçirmis fanatik mürîd ve dervislere «Râbıtanın esin kaynagı Budizm’dir.» diye kesip atmak, onların iç dünyasında büyük depresyonlara, hatta beklenenin üstünde siddetli tepkilere yol açabilir. Çünkü onlar seyhlerinin yanılmazlıgına kesin sekilde inanmaktadırlar! Tarîkat rûhânîlerinden birinin adı anıldıgında ona «Kaddesellahusirrehu »278 diye yaptıkları lâhûtî dua sekli bile, onların, pirlerini nasıl tanrılastırdıklarını açıkça kanıtlamaktadır.
Dolayısıyla yukarıda söylendigi sekilde yapılacak fevrî açıklamalar, Yüce Kur'ân'ın öngördügü hikmete de aykırıdır. Çünkü tarîkat baglısı olan insan, mistisizmin derûnî etkilerini, gönül dünyasının derinliklerinde büyük bir cosku ile yasar. Bu bakımdan onu, önyargılarından arındırmak; engin duygularından soyutlamak; dalgaları arasında yüzdügü
hayâl âleminden onu kurtarmayı göze almak ve aklın isabetli kılavuzlugunda onu Kur'ân'ın aydınlık ortamına çekmeye çalısmak, dünyanın belki de en zor isidir.
Naksîligin tılsımlı ekseni ve agırlık merkezi sayılan râbıtanın esin kaynagını arastırırken onun olgunlasma süreci içinde tarikatı, Hind mistisizminin, slâm'a uyarlanmıs sekliyle yasayan rûhânîlerdeki hayat tarzına önce bakmakta yarar vardır. Bunların basında hiç kuskusuz Gulâm Abdullah-ı Dehlewî gelmektedir ki Halid Bagdâdî'yi iste
bu kisi yetistirmistir.
Ünlü Naksî Seyhi Kasım Kufralı, bizzat kendisinin de halkalarından biri oldugu bu tarîkatın pirlerinden Gulâm Abdullah'ı, yukarıda isaret edilen yasam tarzı içinde aynen su sözlerle anlatmaktadır.
«Hind muhitinde, zâhidlerde daima görülen sahralarda gezme, et yememe ve türlü iskenceler dolu bir riyazât hayatı geçirme gibi haller bu zatın da günlük hayatını isgal ediyordu.»280
Görüldügü üzere böyle bir yasam biçimi ne Hz. Muhammed (s)'in, ne de sahâbîlerinden herhangi birinin yasam tarzına benzemektedir. Dogrusunu söylemek gerekirse Hindli spiritüalist Budha Guatama ancak bu sekilde yasamıstır. Dolayısıyla râbıtaya son seklini veren Bagdâdî'nin Hindistan'a giderek, Budha'yı örnek almıs olan böyle bir insanın denetiminde bir yıl egzersiz yapması, râbıtanın kaynagı hakkında insanı ilk kuskulandıran bir ipucu olusturmaktadır. Halid Bagdâdî'nin divanına söyle bir göz gezdirmekle O'nun ne kadar duygusal bir kisilige sahip bulundugu hakkında yeterli bir izlenim edinmek mümkündür. Bu nedenle O'nun söhretinden yararlanan seyhler bu divanı daima mürîdlerinden gizlerler. Rabbânî'nin karmasık ve pek anlasılamayan mektuplarını hemen her münasebette ortaya koydukları halde Bagdâdî'nin açık seçik divanından onlara bir tek mısraı bile okuyup açıklamazlar. Hatta bu divanın gündeme getirilmesi ihtimallerine karsı son derece kıvrak davranır, dikkatleri dagıtırlar. Sebebine gelince, tipik Naksî mürîdlerinin, zihninde imparatorlardan çok daha heybetli, peygamberlerden daha kutsal bir kisilik içinde canlanan ve böylece anımsanması gereken Bagdâdî gibi bir tarîkat mürsidine ait divanda
asktan, meskten söz edildigi anlasılırsa bu, O'nun zincirine baglı bir halkadan ibaret olan seyhin, kendi mürîdleri nazarında basitleserek onlar üzerindeki otoritesini kaybetmesi
d;
İste buna benzer birtakım spekülasyonların arkasında gerçek yanları gizli tutulmaya çalısılan Bagdâdî'nin bu kisiligi, râbıtanın kaynagını arayan insan için yine çok önemli bir ipucu olusturmaktadır.
Aslında Bagdâdî'nin yogadan, nasıl olmus da bir râbıta yaratmıs olabildigi meselesini tam mânâsıyla aydınlatabilmek için önce Budizm'i, ondan sonra da yogayı çok iyi incelemek gerekir.
Çünkü surası açık bir gerçektir ki Naksibendî seyhlerinin çogu ilim ve kültürden yoksundurlar. Onlardaki bilgi fukaralıgı eskiden beri bilinmektedir. Bu nedenledir ki bir Naksî cemaati arasında seyhin çevresini olusturan cahil kalabalıkları, ona yakın olan üst düzey bir klik yönetir ve yönlendirir. Dogrusunu söylemek gerekirse seyhin bizzat
kendisi de yine bu kurnaz bendegân takımı tarafından yönetilir ve yönlendirilir. Kasım Kufralı gibi esine çok ender rastlanabilecek sahsiyetler hariç, bu seyhler hayat ve kainat gerçeklerinden o kadar habersiz, o kadar çok karanlık bir dünyada yasamaktadırlar ki kendi tarîkatlarının geçmisi hakkında bile efsanelerden öte bir malumat sahibi
degildirler.
Onun için Naksibendî Tarîkatı'nın, yakın geçmisinden bir kesitin gerçeklerini bile onlara anlatmak ve çesitli din ve felsefelerden, birtakım inanıs biçimlerinin bu tarîkata sızmıs bulunduguna iliskin onları kısa yoldan ikna etmek ne yazık ki mümkün degildir. Bu nedenle önce Budizm'i, ondan sonra da yogayı bir nebze tanıtmakta ve yoga ile
râbıta arasındaki benzerlikleri gözler önüne sermekte sadece yarar degil, -gerçeklerin daha net ve rahat bir sekilde ortaya çıkması bakımından- belki kesin bir zorunluluk
vardır.
Bu ilgi ile suna büyük bir ihtimal vermek gerekir ki, yaklasık 170 yıl önce Bagdâdî'yi açık bir sekilde yogacılıkla suçlayan Ma'ruf el-Berzenjî, eger Budizm ve yoga hakkında genis bir bilgiye sahip olsaydı Bagdâdî'nin savunucuları karsısında pes etmeyecek ve O'ndan özür dilemek gibi bir durumda kalmayacaktı. Çünkü Bagdâdî hakkında:
«O, Hindistan'a gitti, sihirbaz yogacılardan ders aldı ve İngiliz Hristiyanlardan bir din ögrendi. (...)»281 diyebilecek kadar az çok bazı gizli seyleri sezebilmis oldugu anlasılan el-Berzenjî, eger bu konuda genis bir bilgiye sahip olmus bulunsaydı râbıta ile yoga arasındaki inanılmaz benzerlikleri derhal saptayabilecek ve sonuç ne olursa
olsun, (ilim kisvesini tasıyan bir sahsiyet olarak) slâm'ın tahrip edilmesine karsı asla susmak ve teslim olmak zorunda kalmayacak, aksine direnisini sürdürecekti. Dolayısıyla Berzenjî örnegi, o dönemde yasayan ve büyük çogunlugu, Naksibendîlerin tuzagına düsen mollaların, kül rel durumunu açıkça yansıtmaktadır. Çünkü birer İslâm âlimi ve evliya diye sonraki kusaklara tanıtılan bu adamlar da eger Berzenjî gibi yoga hakkında (veya daha kapsamlı bir ifade ile) İslâm'ın dısındaki diger din ve felsefeler hakkında yeterli bilgilerden yoksun olmasalardı Budizm'i slâm'a uyarlamaya çalısan Naksibendîlere alet olmayacaklardı.
Su halde madem ki basta tarîkatçılar olmak üzere râbıtanın asıl kaynagı hakkında çogunluk hemen hemen bir sey bilmemektedir, öyle ise meseleyi kökünden ele almak gerekir. Yani önce Budizm'in, keza onun disiplinlerinden biri olan yoganın ve meditasyonun ne oldugunu çok iyi ögrenmek icap eder.
Bu konudaki tarihi bilgiler eselendiginde Budizm'in ana yurdu olan Hindistan'ın, âdetâ baslı basına bir âlem oldugu görülür. Ilıman muson ikliminin egemen oldugu yagmurlu, kesif ormanlarla kaplı, uçsuz bucaksız yemyesil ovalarıyla, bitek ve bereketli topraklarıyla, kalabalık sehirleriyle, efsanevi mimarisiyle son derece ilginç ve insan
psikolojisini derinden etkileyen bu cografyaya, tarihöncesi devirlerden baslamak üzere yüzyıllar boyu, çesitli ırklar, ya saldırarak, ya da usul usul göç ederek gelip yerlesmislerdir. Mundallar'dan, Santallar'a, Bhiller'den Gondlar'a, zenci Darvitler'den, Hind Ârîleri'ne ve Melanezya Irkı'na kadar çesitli insan toplulukları önce gelip buraları senlendirmis,
arkalarında derin izler bırakmıslardır. Bu bakımdan Hindistan, epeyce farklı bir antropolojiye sahiptir.
Bu topraklara sonraları akın eden Persler'in, Mogollar'ın, Afganlar'ın, hatta Helenler’in ve Anadolu kökenli milletlerin, zaman içinde Hind potasında eridikleri de bir gerçektir. Dolayısıyla Hindistan, sosyal mozaik bakımından o kadar renkli, o kadar kozmopolit bir ülkedir ki tarih boyunca bu nitelige sahip bulunmus baska bir yer, hemen
hemen yoktur.
Hayranlık uyandıran müzigi, göz alıcı sanatları, rengârenk giysiler ve takılar içindeki allı pullu kadınları ve bin bir türlü adetleriyle; Büyücülerin, falcıların, Hint fakirlerinin, dilenci rahiplerin gösteri kıyâmeti içinde cirit attıgı cadde ve meydanlarıyla; Yoginlerin rüyalar âleminde uçarcasına tefekküre daldıkları parklarıyla baslı basına birer dünya
olan Hind sehirleri son derece büyüleyicidir.
Hindistan'ın ilginç yanları sadece bunlarla da sınırlı degildir. Bilakis buraya tarih boyunca gelip yerlesmis olan milletler, insanın hayâl sınırlarını zorlayan o kadar çok din, felsefe, düsünce ve inanıs biçimi türetmislerdir ki bunları, ayrıntılarıyla yazıya dökmek, ilim adamlarını ve arastırmacıları yıllarca ugrastırmıstır.
İste bunların basında Budizm gelmektedir. Budizm, M.Ö. VI. yüzyılda Pers mparatoru Dârâ'nın yönetimi sırasında
Sakyamuni adında bir rûhânî tarafından yeni bir dinsel anlayıs olarak ortaya kondu. Bir diger adının da Siddharta Guatama oldugu söylenen ve genelde Budha diye literatüre geçen bu kisinin, pek kesin olmamakla beraber M. Ö. 563 yılında Kapilavastu'da dogdugu ve 482 yılında 81 yasındayken Kusinaga'ra yakınlarında öldügü sanılmaktadır.
Uzakdogu'da ve özellikle Hindistan'da yüz milyonlarca insan tarafından ermis ve kutsal bir bilge olarak kendisine inanılan ve ögretilerine baglılık gösterilen bu sahsiyetin kurdugu dine ait metinler O'nun ölümünden sonra düzenlenmistir.
Budizm'in çesitli kültleri, dogmaları, ülkelere ve bölgelere göre farklı uygulama sekilleri, egzotik törenleri, karmasık ögretileri, türlü türlü tapınma biçimleri ve kalabalık sembolleri vardır.
Acının, aslında yasamın bölünmez bir parçası oldugu, dolayısıyla acıdan kurtulmanın ya da onu yenmenin, kisiligi, aklı ve ahlâkı arındırmakla ancak gerçeklesebilecegi şeklinde Budizm, temel bir doktrine sahiptir. Bu dogrultuda yapılan uygulamalar, genellikle gönül dünyasında yasanır ve salt düsünce yoluyla olgunlasmayı ögütler. slâm'ın,
ilâhî vahye dayanan; temelde evrensel; dünya hayatı bakımından ise hem kisiye, hem de topluma hitap eden sosyal bir din ve hayat düzeni olmasına karsın, Budizm, insan tarafından düzenlenmis; sosyal ve toplumsal yasamdan çok, birinci derecede kisisel yasamı yönlendiren içsel bir terbiye sistemidir.
Onun için slâm'la bu açıdan karsılastırıldıgı zaman ikisi arasında büyük bir uçurumun varlıgı hemen sezilmektedir. Dolayısıyladır ki Budizm'den oldukça etkilenmis olan
Naksibendî Tarîkatı'nın da esas itibariyle konusu toplum ve hayat degil, kisinin iç dünyasıdır; râbıta gibi -Budizm'den mülhem- «âdâb ve erkân» la onu seyhe baglayarak kendi ölçüleri içinde disipline eder.
Budizm'in rûhânî egitiminde kisinin, belli kurallara uyarak inanısları sindirebilmesinin yolu, aynen Sakyamuni'nin yaptıgı gibi uzun uzun düsünmek ve çile çekmektir. Bu ilgiyle hemen belirtmek gerekir ki, bir Naksî tekkesinde seyhleri ile birlikte topluca sessiz sedasız oturan kalabalıgın, içinde bulundugu rûhânî atmosfer ile tefekkür halindeki
Budist bir topluluk arasında bulunan tıpatıp benzerligi görüp sasmamak mümkün degildir. Bu her iki manzara da, bir İslâm âliminin sohbetinde bulunan cıvıl cıvıl Müslümanların yansıttıgı tabloya kesinlikle benzemez.
Budizm'in temelini «meditasyon» olusturmaktadır. Meditasyon ise, belli kurallara baglı ve bilinçli bir düsünme ve davranma biçimidir. Meditasyon (Méditation) deyimi esasen Avrupa kaynaklıdır. Latince «meditatio» kökünden gelmektedir. Soyut bir sözlük anlam olarak düsünmek demek ise de,ingilizcedeki “thinking", ya da Fransızca'daki “penser“ ve “réfléchir“'den farklıdır. Meditasyon, esas itibariyle, Bir hedefi gerçeklestirmek üzere belli bir süje üzerinde bilinçle ve derinden düsünmek anlamına gelir.
Aslında bu kavramla ifade edilmek istenen seyin Budizm'deki orijinal adı «yoga»'dır. «Yoga» terimi ise Sanskritçidir ve Arapça’daki tam karsılıgı «râbıta»'dır. Bu noktada, Naksîlikteki râbıtanın ilham kaynagı hakkında böylece ilk kez dogrudan bir isaret almıs bulunuyoruz! Fakat acele etmemekte yarar vardır. Çünkü râbıtayı her bakımdan meditasyonla karsılastırabilmemiz için önce yogayı çok iyi tanımamız gerekir. Evet Kur'ânî bir kavram olan tefekkürden yola çıkılarak, slâm'a ait anlamlarla karakterize edilen ve Naksîlige bir ibadet biçimi olarak yerlestirilmis bulunan râbıtanın, yoga üzerinde temellendirildigine dair pesin ve kesin bir hüküm vermeden önce yoga hakkında
kendimize üç soru yönelterek bunları cevaplandırmalıyız. Bu soruları yanıtlamaya çalısırken her defasında yogayı râbıta ile karsılastırmayı da unutmamalıyız ki aralarında eger bastan sona kadar tıpatıp benzerlikler bulursak bütün bunların rastlantıyla açıklanabilir olup olmadıgını aklımıza ve vicdanımıza soralım. Simdi kendimize bu konuda yöneltecegimiz sorulara gelelim:
274. Ruhu'l-Furkan: 2/78
276. Halid Bagdâdî Divanı, Beyit: 46, 47
277. Bk. Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizâr Abaza, Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha
1/334. Dâr'ul-Fikr'il-Muâsır, Beyrut-Lübnan.
278. «Kaddesellahu Sırrehu (Kaddes'el-Lah'u Sirr'e-h'u)»: Bütün tarîkat baglılarının,
kendi uluları için kullandıgı özel ve yüceltici bir dua seklidir. Ayrıca «Kaddesellahu
Sırrehul Azîz (Kaddes'el-Lah'u Sirr'e-h'ul-Azîz)» ve «Kaddesellahu Rûhahu (Kaddes'el-
Lah'u Rûh'a-h'u)» seklinde de dua ederler.
Bu duanın kaynagı Hristiyanlıktır. Çünkü Rûhânî kisilik Hristiyanlıkta vardır ve onlara
göre rûhânîler kutsal kisilerdir. Hristiyanlıkta, -sözde- günahlardan münezzeh sayılan
velîlere, özel bir sıfat verilir. Bunlara, Hristiyan Araplar «Qıddîs» derler. Bu sözcük: «Mukaddes
sahsiyet» demektir. Nitekim Papa’dan söz ettikleri zaman O’nu, «Qadâse'tul-
Bâba» seklinde özel bir unvanla anarlar ki bu, Mukaddes Papa Hazretleri demektir. Batı
dillerinde bunun karsılıgı «Saint=sen» ve «San» dır. Saint Benoit (Sen Benua) ve San
Marco (San Marko) gibi...
«Kaddesellahu Sirrehu» duasının anlamına gelince «Allah onun sırrını takdîs
etsin» demektir.
Bu dua seklinden öyle anlasılıyor ki tarîkat baglıları, büyükleri hakkında söyle düsünmektedirler.:
“Onlar, (yani evliyâlar), artık Allah'ın rahmetine muhtaç degildirler. Ancak O'nun iltifat
ve övgüsüne muhataptırlar.»
Bu ilgiyle açıklanması gereken üç önemli nokta vardır:
Birincisi sudur: Peygamberler (aleyhimusselâm) hazerâtı da dahil, her kes ve her
sey, istisnasız Allah Teâlâ'nın rahmetine muhtaçtır. Hiç kimse O'nun merhametinden müstagnî
degildir.
ikincisi: slâm'da mümin kisinin duası Kur’ân ve sünnetten rûhunu almalıdır. Bu
her iki yüce kaynakta da «Kaddesellahu Surrehu » gibi bir dua sekline rastlamak mümkün
degildir. Ne Hz. Peygamber (s), ne ashâbından biri, ne de tabiîn hazerâtından hiç
kimse, müminleri böyle bir dua ile anmamıstır. Bilakis ümmetin bu büyükleri birbirlerine su
ifadelerle dua etmislerdir:
«Rahimekellah; rahimekillâh»: Allah sana rahmet eylesin.
«Yerhamukellah; yerhamukillâh»: Allah sana rahmet eylesin.
«Rahimehullah - Rahimehallah-...» : Allah ona rahmet eylesin.
«Rahmetullahi Aleyhi; Aleyha...»: Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.
«Radiyallahu Anhu –Anha – Anhuma – Anhum -...»: Allah ondan (onlardan…) razı
olsun, vs.
Üçüncüsü: «Tenzîh» ve «Takdîs» edilmeye gelince, bu ancak Allah Teâlâ'ya yarasır.
Nitekim meleklerin: «... Biz Seni, överek tüm eksikliklerden tenzih ediyor ve Seni
takdîs ediyoruz.» seklinde Yüce Allah'a cevap verdiklerini Kur’ân-ı Kerîm kaydetmektedir.
(2/30)
280. Kasım Kufralı, Naksibendîligin Kurulus ve Yayılısı s. 93 Türkiyat Enstitüsü
No. 337 ist.
281. Bk. Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizâr Abaza, Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha
1/304. Dâr'ul-Fikr'il-Muâsır, Beyrut-Lübnan;
Ferid Aydın