Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Rabita, Meditasyon,yoga Ve Halid Bağdadi

M Çevrimdışı

muaz_1

Üye
İslam-TR Üyesi
Râbıta, Meditasyon ve Yoga

Son sekli ile Naksibendîlikteki râbıta uygulamasının esasen hangi düsünceden yada hangi inanıs biçiminden esinlenilelerek karakterize edildigini saptayabilmek için,Halid Bagdâdî'nin, Hindistan'a gitmeden kısa bir süre öncesinden baslayarak O'nun Irak'a dönüsüne kadar geçen zaman kesiti içinde gerek yasadıgı olayları, gerekse etki
alanına girdigi yabancı din ve kültür kaynaklarını her yönü ile çok dakik bir sekilde irdelemeye ihtiyaç vardır.

Bir kere unutmamak gerekir ki ates olmayan yerden duman çıkmaz. Madem ki Bagdâdî, çagımızda degil, daha yasadıgı günlerde yogacılıkla suçlanmıstır, o halde en azından meseleye kusku ile bakmak lazımdır. Ayrıca Müslümanların, daha o zamanlar râbıtaya karsı ne kadar siddetli tepki gösterdikleri, bizzat râbıtacıların duydugu
rahatsızlıklardan anlasılmaktadır. Bu gerçek ise râbıtanın, slâm'a bulastırılmak istenen yabancı bir düsünce ve inanıs sekli oldugunu, ayrı bir kanıt olarak ortaya koymaktadır.

Nitekim son zamanlarda bir tefsir yazmaya kalkısan gelenekçi Naksibendîler, bakınız râbıtaya karsı çıkanlara nasıl ates püskürmektedirler. Kimin ya da kimlerin râbıtaya tepki gösterdigini açıklamadan aynen su agır ifadeyi kullanmaktadırlar: «Râbıtanın haram oldugunu ve ehlinin kâfir oldugunu söyleyenlere sasılır.Bunu râbıtanın lügat manasından mı, yoksa ıstılahî manasından mı almıstır ? Yoksa bunu Allah'ın indirdigi kitapta mı görmüstür?»
«O halde kisi Allah'tan korksun. O'nun, helal ettigi bir seyi haram saymak, O'- nun haram ettigi bir seyi de helal kabul etmekten ve böylece büyük bir hataya düsüp insanları da düsürmekten ve insanları, maruf (seriatın ve aklın kabul ettigi sey) den alıkoymaktan sakınsın. Ve ehli kıbleden hiç kimseye kâfir diyerek, kendi
kâfir olmasın.»274

Demek ki her kim ya da kimler ise, birileri, (hatta belki de birçok kimseler) çıkıp bu adamlara düpedüz kâfir demis, onları açıkça küfürle suçlamıslardır. Naksibendîler de onlara böylesine sert bir cevap vermeyi kendilerince uygun bulmuslardır.

iste bu noktalardan birinin konusu Halid Bagdâdî'nin, Irak'dan Hindistan'a yaptıgı seyahattir.

Burada insan, özellikle su sorulara cevap aramadan edememektedir: Halid Bagdâdî, o gün için geçerli olan medrese gelenegine göre egitimini emsallerinden çok daha iyi düzeylerde tamamladıgı, ayrıca çevresinde sevilip sayıldıgı halde İslâm Dünyası'nın, ilim ve kültür merkezlerinin bulundugu Ortadogu'yu âdetâ elinin tersiyle itercesine terk ederek, hatta vatandası bulundugu Osmanlı Devleti'nin, dogu sınırlarının dısındaki kargasa ortamı içine kendini atarak acaba neden Hindistan'a kadar gitti?

Oralara kadar gidip de bilinmedik ve kesfedilmedik neler ögrenebildi ? Her gün biraz daha çöken Osmanlı Devleti'ne bu bilgilerle ne kadar faydalı olabildi? O günlerde slâm Dünyası'nın basına örülen çoraplara, düzenlenen komplolara ne kadar engel olabildi?

O'nu Hindistan'da yetistiren ve sözde « ki Kanatlı Halid» yapan (!) adam, Hind Müslümanlarından birinin bile derdine derman olamazken Bagdâdî'ye acaba ne kadar yardımcı olabildi?

Çünkü o dönemde gerek Osmanlı Devleti ile ilgili olarak, gerekse Hindistan'daki Müslümanlarla ilgili olarak kapıyı çalan bir düzine tehlikenin, göz açıp kırpıncaya kadar nasıl gelip her tarafı alt üst ettigi çok iyi bilinmektedir. Bütün bunlardan sırf ngilizlerin, düzenleyip uygulamaya koydugu komplolar bile bir çuval dolusu belgelerle ortadadır. Halbuki Halid Bagdâdî'nin, içini döktügü ve sayfaları üzerinde ne istemisse onu açıkça dile getirdigi divanına bakıldıgı zaman O'nun, sevdigi ve sevmedigi her seyi burada bulmak mümkün iken slâm'ın ve Müslümanların gerçek düsmanları hakkında bu divanda tek kelimeye rastlanmamaktadır.

Halid, sözde Gulâm Abdullah-ı Dehlewî'nin, manevi terbiyesini (!) almak üzere Hindistan'ın Cihânâbâd Kenti'ne varır varmaz kaleme aldıgı bir kasidesinde çesitli tehlikelerden kurtulmus olmanın sevinciyle Allah'a sükrederken bu tehlikelerin basında «Azerbaycan Alevîleri»'nin, «Anarsist Afganlılar»'ın Kabil'i Pesâver'e baglayan Hayber Geçidi'ndeki Mecûsî haydutların kötülüklerine varıncaya kadar her seyi anlatmaktadır. Buna mukabil ngilizlerin isgali altındaki Hindistan'a, âdetâ can atarcasına girerken onların Müslümanlar aleyhinde tezgahladıkları bin bir fitneden hiç birisi hakkında tek söz bile söylememektedir.


İginç olan, Bagdâdî'nin bu konuda yakayı ele verdigi su ifadeleri kullanmıs olmasıdır: «Turan ve Horasan halkı beni çok kınadılar. “Eger Müslüman isen, küfür ülkesine gitmeyi nasıl kabul ettin“ diye?!!»
«Dediler ki: “Dehli'de küfrün karanlıgı vardır.“ Ben ise içimden dedim ki: “Eger hayat suyunu aramakta isen, karanlıga gitmeyi göze almalısın..»276

Burada çok ciddi olarak su iki soru insanın kafasını ister istemez kurcalamaktadır:
1.Halid Bagdâdî, ölüm dösegindeyken yazdırdıgı vasiyetnâmesine acaba neden: «Zamanımda kurulmus olan tekkelerin sayısını benden sonra çogaltmayınız!
»277 seklinde bir cümle koydurarak yaptıklarından âdetâ derin bir pismanlık duydugunu ortaya koydu?
2. Ününden sebep kıskanmıs olsalar bile düsmanları neden O’nu ayrıca «Yogilik(yoga yapan kişi)
»'le suçladılar?

Anlasılan O'nun, durup dururken ve ortada hiç bir zorlayıcı sebep yokken, her türlü tehlikeyi göze alarak tam bir yıl boyunca en çetin sartlarda yolculuk yapmak suretiyle Hindistan'a gitmesinde hâlâ bilinmeyen çok önemli sırlar bulunmaktadır! Baska bir soru daha var: Diyelim ki Halid Bagdâdî, hemen bütün Naksî rûhânîleri gibi bastan beri zaten bir iç aydınlıga ulasmıstı (?) Peki bu ulu sahsiyet acaba neden önceki pirleri gibi “Üveysîlik“ yolu ile (henüz hayatta bulunan) Hindli seyhinin himmetinden istifade edemedi de ta oralara kadar gitmek zorunda kaldı? Ya da farz edelim ki ilk baslarda kendisi bu denli iletisimi henüz kurabilecek olgunluga erismemis idiyse, O'nu «Mânevî isaretiyle» ta Hindistan'a kadar “mıknatıs gibi çeken“ pîri neden “Himmet ve bereketiyle“ tüm evliyalık meziyetlerini O'na ısınlayamadı? Yoksa tellerde kopukluk mu vardı!

Ayrıca sunu da sormak gerekir: Halid'i iki kanatlı yapmak için Hindli Gulâm Abdullah, acaba uzak mesafeden dolayı mı himmetini Irak'a yollayamadı da O'nu, dervislerinden Mirza Rahim Allah Big aracılıgıyla yanına çagırdı; yoksa bunun baska bir nedeni mi vardı? Dogrusu Naksibendîlerin bu çeliskiyi nasıl açıklayacaklarını merak etmemek elde degil!

Sonuç olarak sunu söylemek gerekir: Bu seyahatin arka planındaki asıl önemli gerçekler belki ebediyete kadar gizli kalabilir; Müslümanlar da Bagdâdî hakkında bir önyargının sorumlulugu altına girmek istemez olabilirler. Fakat o dönemde haçlı dünyasının, İslâm Alemi'ni perisan etmeye yönelik sinsi faaliyetlerinde O'nun, sırf bu râbıta fitnesi ile bir figüran olarak çok daha tehlikeli amaçlar için kullanılmıs olabilecegi kuskusu daima zihinleri kurcalayacaktır! Unutmamak gerekir ki slâm'ı paramparça etmek için sahnelenen Kadyânîlik ve Bahâilik komplolarının senaryoları da yine oralarda ve benzer yollarla hazırlanmıstır! Onun için eger Naksibendîler, Kadyânîligin ve Bahâiligin ne oldugunu anlayabilecek kültür ve bilgiye sahip bulunsalardı. Mutlaka kendi tarîkatlarının nasıl olustugunu ve Bagdâdî gibi öncülerinin kisiligini arastıracak, bu sayede gerçeklerin büyük bir kısmını ögrenme olanagını bulacaklardı.

Nitekim râbıtayı kestirme yoldan reddetmek, Naksibendîlikle iliskisi olmayan duygusal mizaca sahip Müslümanımsı «dindarlar» üzerinde bile çogu kez ikna edici bir etki uyandırmamaktadır. Kaldı ki bu tarîkatın atmosferini soluyarak, rûhânilerinin telkinleriyle yıllarca sartlanarak, dıs dekorundan etkilenerek hayatının büyük bir bölümünü bu sekilde
geçirmis fanatik mürîd ve dervislere «Râbıtanın esin kaynagı Budizm’dir.» diye kesip atmak, onların iç dünyasında büyük depresyonlara, hatta beklenenin üstünde siddetli tepkilere yol açabilir. Çünkü onlar seyhlerinin yanılmazlıgına kesin sekilde inanmaktadırlar! Tarîkat rûhânîlerinden birinin adı anıldıgında ona «Kaddesellahusirrehu »278 diye yaptıkları lâhûtî dua sekli bile, onların, pirlerini nasıl tanrılastırdıklarını açıkça kanıtlamaktadır.

Dolayısıyla yukarıda söylendigi sekilde yapılacak fevrî açıklamalar, Yüce Kur'ân'ın öngördügü hikmete de aykırıdır. Çünkü tarîkat baglısı olan insan, mistisizmin derûnî etkilerini, gönül dünyasının derinliklerinde büyük bir cosku ile yasar. Bu bakımdan onu, önyargılarından arındırmak; engin duygularından soyutlamak; dalgaları arasında yüzdügü
hayâl âleminden onu kurtarmayı göze almak ve aklın isabetli kılavuzlugunda onu Kur'ân'ın aydınlık ortamına çekmeye çalısmak, dünyanın belki de en zor isidir.

Naksîligin tılsımlı ekseni ve agırlık merkezi sayılan râbıtanın esin kaynagını arastırırken onun olgunlasma süreci içinde tarikatı, Hind mistisizminin, slâm'a uyarlanmıs sekliyle yasayan rûhânîlerdeki hayat tarzına önce bakmakta yarar vardır. Bunların basında hiç kuskusuz Gulâm Abdullah-ı Dehlewî gelmektedir ki Halid Bagdâdî'yi iste
bu kisi yetistirmistir.

Ünlü Naksî Seyhi Kasım Kufralı, bizzat kendisinin de halkalarından biri oldugu bu tarîkatın pirlerinden Gulâm Abdullah'ı, yukarıda isaret edilen yasam tarzı içinde aynen su sözlerle anlatmaktadır.

«Hind muhitinde, zâhidlerde daima görülen sahralarda gezme, et yememe ve türlü iskenceler dolu bir riyazât hayatı geçirme gibi haller bu zatın da günlük hayatını isgal ediyordu.»280

Görüldügü üzere böyle bir yasam biçimi ne Hz. Muhammed (s)'in, ne de sahâbîlerinden herhangi birinin yasam tarzına benzemektedir. Dogrusunu söylemek gerekirse Hindli spiritüalist Budha Guatama ancak bu sekilde yasamıstır. Dolayısıyla râbıtaya son seklini veren Bagdâdî'nin Hindistan'a giderek, Budha'yı örnek almıs olan böyle bir insanın denetiminde bir yıl egzersiz yapması, râbıtanın kaynagı hakkında insanı ilk kuskulandıran bir ipucu olusturmaktadır. Halid Bagdâdî'nin divanına söyle bir göz gezdirmekle O'nun ne kadar duygusal bir kisilige sahip bulundugu hakkında yeterli bir izlenim edinmek mümkündür. Bu nedenle O'nun söhretinden yararlanan seyhler bu divanı daima mürîdlerinden gizlerler. Rabbânî'nin karmasık ve pek anlasılamayan mektuplarını hemen her münasebette ortaya koydukları halde Bagdâdî'nin açık seçik divanından onlara bir tek mısraı bile okuyup açıklamazlar. Hatta bu divanın gündeme getirilmesi ihtimallerine karsı son derece kıvrak davranır, dikkatleri dagıtırlar. Sebebine gelince, tipik Naksî mürîdlerinin, zihninde imparatorlardan çok daha heybetli, peygamberlerden daha kutsal bir kisilik içinde canlanan ve böylece anımsanması gereken Bagdâdî gibi bir tarîkat mürsidine ait divanda
asktan, meskten söz edildigi anlasılırsa bu, O'nun zincirine baglı bir halkadan ibaret olan seyhin, kendi mürîdleri nazarında basitleserek onlar üzerindeki otoritesini kaybetmesi
d;

İste buna benzer birtakım spekülasyonların arkasında gerçek yanları gizli tutulmaya çalısılan Bagdâdî'nin bu kisiligi, râbıtanın kaynagını arayan insan için yine çok önemli bir ipucu olusturmaktadır.

Aslında Bagdâdî'nin yogadan, nasıl olmus da bir râbıta yaratmıs olabildigi meselesini tam mânâsıyla aydınlatabilmek için önce Budizm'i, ondan sonra da yogayı çok iyi incelemek gerekir.

Çünkü surası açık bir gerçektir ki Naksibendî seyhlerinin çogu ilim ve kültürden yoksundurlar. Onlardaki bilgi fukaralıgı eskiden beri bilinmektedir. Bu nedenledir ki bir Naksî cemaati arasında seyhin çevresini olusturan cahil kalabalıkları, ona yakın olan üst düzey bir klik yönetir ve yönlendirir. Dogrusunu söylemek gerekirse seyhin bizzat
kendisi de yine bu kurnaz bendegân takımı tarafından yönetilir ve yönlendirilir. Kasım Kufralı gibi esine çok ender rastlanabilecek sahsiyetler hariç, bu seyhler hayat ve kainat gerçeklerinden o kadar habersiz, o kadar çok karanlık bir dünyada yasamaktadırlar ki kendi tarîkatlarının geçmisi hakkında bile efsanelerden öte bir malumat sahibi
degildirler.


Onun için Naksibendî Tarîkatı'nın, yakın geçmisinden bir kesitin gerçeklerini bile onlara anlatmak ve çesitli din ve felsefelerden, birtakım inanıs biçimlerinin bu tarîkata sızmıs bulunduguna iliskin onları kısa yoldan ikna etmek ne yazık ki mümkün degildir. Bu nedenle önce Budizm'i, ondan sonra da yogayı bir nebze tanıtmakta ve yoga ile
râbıta arasındaki benzerlikleri gözler önüne sermekte sadece yarar degil, -gerçeklerin daha net ve rahat bir sekilde ortaya çıkması bakımından- belki kesin bir zorunluluk
vardır.



Bu ilgi ile suna büyük bir ihtimal vermek gerekir ki, yaklasık 170 yıl önce Bagdâdî'yi açık bir sekilde yogacılıkla suçlayan Ma'ruf el-Berzenjî, eger Budizm ve yoga hakkında genis bir bilgiye sahip olsaydı Bagdâdî'nin savunucuları karsısında pes etmeyecek ve O'ndan özür dilemek gibi bir durumda kalmayacaktı. Çünkü Bagdâdî hakkında:


«O, Hindistan'a gitti, sihirbaz yogacılardan ders aldı ve İngiliz Hristiyanlardan bir din ögrendi. (...)»281 diyebilecek kadar az çok bazı gizli seyleri sezebilmis oldugu anlasılan el-Berzenjî, eger bu konuda genis bir bilgiye sahip olmus bulunsaydı râbıta ile yoga arasındaki inanılmaz benzerlikleri derhal saptayabilecek ve sonuç ne olursa
olsun, (ilim kisvesini tasıyan bir sahsiyet olarak) slâm'ın tahrip edilmesine karsı asla susmak ve teslim olmak zorunda kalmayacak, aksine direnisini sürdürecekti. Dolayısıyla Berzenjî örnegi, o dönemde yasayan ve büyük çogunlugu, Naksibendîlerin tuzagına düsen mollaların, kül rel durumunu açıkça yansıtmaktadır. Çünkü birer İslâm âlimi ve evliya diye sonraki kusaklara tanıtılan bu adamlar da eger Berzenjî gibi yoga hakkında (veya daha kapsamlı bir ifade ile) İslâm'ın dısındaki diger din ve felsefeler hakkında yeterli bilgilerden yoksun olmasalardı Budizm'i slâm'a uyarlamaya çalısan Naksibendîlere alet olmayacaklardı.

Su halde madem ki basta tarîkatçılar olmak üzere râbıtanın asıl kaynagı hakkında çogunluk hemen hemen bir sey bilmemektedir, öyle ise meseleyi kökünden ele almak gerekir. Yani önce Budizm'in, keza onun disiplinlerinden biri olan yoganın ve meditasyonun ne oldugunu çok iyi ögrenmek icap eder.


Bu konudaki tarihi bilgiler eselendiginde Budizm'in ana yurdu olan Hindistan'ın, âdetâ baslı basına bir âlem oldugu görülür. Ilıman muson ikliminin egemen oldugu yagmurlu, kesif ormanlarla kaplı, uçsuz bucaksız yemyesil ovalarıyla, bitek ve bereketli topraklarıyla, kalabalık sehirleriyle, efsanevi mimarisiyle son derece ilginç ve insan
psikolojisini derinden etkileyen bu cografyaya, tarihöncesi devirlerden baslamak üzere yüzyıllar boyu, çesitli ırklar, ya saldırarak, ya da usul usul göç ederek gelip yerlesmislerdir. Mundallar'dan, Santallar'a, Bhiller'den Gondlar'a, zenci Darvitler'den, Hind Ârîleri'ne ve Melanezya Irkı'na kadar çesitli insan toplulukları önce gelip buraları senlendirmis,
arkalarında derin izler bırakmıslardır. Bu bakımdan Hindistan, epeyce farklı bir antropolojiye sahiptir.


Bu topraklara sonraları akın eden Persler'in, Mogollar'ın, Afganlar'ın, hatta Helenler’in ve Anadolu kökenli milletlerin, zaman içinde Hind potasında eridikleri de bir gerçektir. Dolayısıyla Hindistan, sosyal mozaik bakımından o kadar renkli, o kadar kozmopolit bir ülkedir ki tarih boyunca bu nitelige sahip bulunmus baska bir yer, hemen
hemen yoktur.


Hayranlık uyandıran müzigi, göz alıcı sanatları, rengârenk giysiler ve takılar içindeki allı pullu kadınları ve bin bir türlü adetleriyle; Büyücülerin, falcıların, Hint fakirlerinin, dilenci rahiplerin gösteri kıyâmeti içinde cirit attıgı cadde ve meydanlarıyla; Yoginlerin rüyalar âleminde uçarcasına tefekküre daldıkları parklarıyla baslı basına birer dünya
olan Hind sehirleri son derece büyüleyicidir.



Hindistan'ın ilginç yanları sadece bunlarla da sınırlı degildir. Bilakis buraya tarih boyunca gelip yerlesmis olan milletler, insanın hayâl sınırlarını zorlayan o kadar çok din, felsefe, düsünce ve inanıs biçimi türetmislerdir ki bunları, ayrıntılarıyla yazıya dökmek, ilim adamlarını ve arastırmacıları yıllarca ugrastırmıstır.


İste bunların basında Budizm gelmektedir. Budizm, M.Ö. VI. yüzyılda Pers mparatoru Dârâ'nın yönetimi sırasında
Sakyamuni adında bir rûhânî tarafından yeni bir dinsel anlayıs olarak ortaya kondu. Bir diger adının da Siddharta Guatama oldugu söylenen ve genelde Budha diye literatüre geçen bu kisinin, pek kesin olmamakla beraber M. Ö. 563 yılında Kapilavastu'da dogdugu ve 482 yılında 81 yasındayken Kusinaga'ra yakınlarında öldügü sanılmaktadır.


Uzakdogu'da ve özellikle Hindistan'da yüz milyonlarca insan tarafından ermis ve kutsal bir bilge olarak kendisine inanılan ve ögretilerine baglılık gösterilen bu sahsiyetin kurdugu dine ait metinler O'nun ölümünden sonra düzenlenmistir.


Budizm'in çesitli kültleri, dogmaları, ülkelere ve bölgelere göre farklı uygulama sekilleri, egzotik törenleri, karmasık ögretileri, türlü türlü tapınma biçimleri ve kalabalık sembolleri vardır.


Acının, aslında yasamın bölünmez bir parçası oldugu, dolayısıyla acıdan kurtulmanın ya da onu yenmenin, kisiligi, aklı ve ahlâkı arındırmakla ancak gerçeklesebilecegi şeklinde Budizm, temel bir doktrine sahiptir. Bu dogrultuda yapılan uygulamalar, genellikle gönül dünyasında yasanır ve salt düsünce yoluyla olgunlasmayı ögütler. slâm'ın,
ilâhî vahye dayanan; temelde evrensel; dünya hayatı bakımından ise hem kisiye, hem de topluma hitap eden sosyal bir din ve hayat düzeni olmasına karsın, Budizm, insan tarafından düzenlenmis; sosyal ve toplumsal yasamdan çok, birinci derecede kisisel yasamı yönlendiren içsel bir terbiye sistemidir.


Onun için slâm'la bu açıdan karsılastırıldıgı zaman ikisi arasında büyük bir uçurumun varlıgı hemen sezilmektedir. Dolayısıyladır ki Budizm'den oldukça etkilenmis olan


Naksibendî Tarîkatı'nın da esas itibariyle konusu toplum ve hayat degil, kisinin iç dünyasıdır; râbıta gibi -Budizm'den mülhem- «âdâb ve erkân» la onu seyhe baglayarak kendi ölçüleri içinde disipline eder.


Budizm'in rûhânî egitiminde kisinin, belli kurallara uyarak inanısları sindirebilmesinin yolu, aynen Sakyamuni'nin yaptıgı gibi uzun uzun düsünmek ve çile çekmektir. Bu ilgiyle hemen belirtmek gerekir ki, bir Naksî tekkesinde seyhleri ile birlikte topluca sessiz sedasız oturan kalabalıgın, içinde bulundugu rûhânî atmosfer ile tefekkür halindeki
Budist bir topluluk arasında bulunan tıpatıp benzerligi görüp sasmamak mümkün degildir. Bu her iki manzara da, bir İslâm âliminin sohbetinde bulunan cıvıl cıvıl Müslümanların yansıttıgı tabloya kesinlikle benzemez.

Budizm'in temelini «meditasyon» olusturmaktadır. Meditasyon ise, belli kurallara baglı ve bilinçli bir düsünme ve davranma biçimidir. Meditasyon (Méditation) deyimi esasen Avrupa kaynaklıdır. Latince «meditatio» kökünden gelmektedir. Soyut bir sözlük anlam olarak düsünmek demek ise de,ingilizcedeki “thinking", ya da Fransızca'daki “penser“ ve “réfléchir“'den farklıdır. Meditasyon, esas itibariyle, Bir hedefi gerçeklestirmek üzere belli bir süje üzerinde bilinçle ve derinden düsünmek anlamına gelir.


Aslında bu kavramla ifade edilmek istenen seyin Budizm'deki orijinal adı «yoga»'dır. «Yoga» terimi ise Sanskritçidir ve Arapça’daki tam karsılıgı «râbıta»'dır. Bu noktada, Naksîlikteki râbıtanın ilham kaynagı hakkında böylece ilk kez dogrudan bir isaret almıs bulunuyoruz! Fakat acele etmemekte yarar vardır. Çünkü râbıtayı her bakımdan meditasyonla karsılastırabilmemiz için önce yogayı çok iyi tanımamız gerekir. Evet Kur'ânî bir kavram olan tefekkürden yola çıkılarak, slâm'a ait anlamlarla karakterize edilen ve Naksîlige bir ibadet biçimi olarak yerlestirilmis bulunan râbıtanın, yoga üzerinde temellendirildigine dair pesin ve kesin bir hüküm vermeden önce yoga hakkında
kendimize üç soru yönelterek bunları cevaplandırmalıyız. Bu soruları yanıtlamaya çalısırken her defasında yogayı râbıta ile karsılastırmayı da unutmamalıyız ki aralarında eger bastan sona kadar tıpatıp benzerlikler bulursak bütün bunların rastlantıyla açıklanabilir olup olmadıgını aklımıza ve vicdanımıza soralım. Simdi kendimize bu konuda yöneltecegimiz sorulara gelelim:


274. Ruhu'l-Furkan: 2/78
276. Halid Bagdâdî Divanı, Beyit: 46, 47
277. Bk. Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizâr Abaza, Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha
1/334. Dâr'ul-Fikr'il-Muâsır, Beyrut-Lübnan.
278. «Kaddesellahu Sırrehu (Kaddes'el-Lah'u Sirr'e-h'u)»: Bütün tarîkat baglılarının,
kendi uluları için kullandıgı özel ve yüceltici bir dua seklidir. Ayrıca «Kaddesellahu
Sırrehul Azîz (Kaddes'el-Lah'u Sirr'e-h'ul-Azîz)» ve «Kaddesellahu Rûhahu (Kaddes'el-
Lah'u Rûh'a-h'u)» seklinde de dua ederler.
Bu duanın kaynagı Hristiyanlıktır. Çünkü Rûhânî kisilik Hristiyanlıkta vardır ve onlara
göre rûhânîler kutsal kisilerdir. Hristiyanlıkta, -sözde- günahlardan münezzeh sayılan
velîlere, özel bir sıfat verilir. Bunlara, Hristiyan Araplar «Qıddîs» derler. Bu sözcük: «Mukaddes
sahsiyet» demektir. Nitekim Papa’dan söz ettikleri zaman O’nu, «Qadâse'tul-
Bâba» seklinde özel bir unvanla anarlar ki bu, Mukaddes Papa Hazretleri demektir. Batı
dillerinde bunun karsılıgı «Saint=sen» ve «San» dır. Saint Benoit (Sen Benua) ve San
Marco (San Marko) gibi...
«Kaddesellahu Sirrehu» duasının anlamına gelince «Allah onun sırrını takdîs
etsin» demektir.
Bu dua seklinden öyle anlasılıyor ki tarîkat baglıları, büyükleri hakkında söyle düsünmektedirler.:
“Onlar, (yani evliyâlar), artık Allah'ın rahmetine muhtaç degildirler. Ancak O'nun iltifat
ve övgüsüne muhataptırlar.»
Bu ilgiyle açıklanması gereken üç önemli nokta vardır:
Birincisi sudur: Peygamberler (aleyhimusselâm) hazerâtı da dahil, her kes ve her
sey, istisnasız Allah Teâlâ'nın rahmetine muhtaçtır. Hiç kimse O'nun merhametinden müstagnî
degildir.
ikincisi: slâm'da mümin kisinin duası Kur’ân ve sünnetten rûhunu almalıdır. Bu
her iki yüce kaynakta da «Kaddesellahu Surrehu » gibi bir dua sekline rastlamak mümkün
degildir. Ne Hz. Peygamber (s), ne ashâbından biri, ne de tabiîn hazerâtından hiç
kimse, müminleri böyle bir dua ile anmamıstır. Bilakis ümmetin bu büyükleri birbirlerine su
ifadelerle dua etmislerdir:
«Rahimekellah; rahimekillâh»: Allah sana rahmet eylesin.
«Yerhamukellah; yerhamukillâh»: Allah sana rahmet eylesin.
«Rahimehullah - Rahimehallah-...» : Allah ona rahmet eylesin.
«Rahmetullahi Aleyhi; Aleyha...»: Allah'ın rahmeti onun üzerine olsun.
«Radiyallahu Anhu –Anha – Anhuma – Anhum -...»: Allah ondan (onlardan…) razı
olsun, vs.
Üçüncüsü: «Tenzîh» ve «Takdîs» edilmeye gelince, bu ancak Allah Teâlâ'ya yarasır.
Nitekim meleklerin: «... Biz Seni, överek tüm eksikliklerden tenzih ediyor ve Seni
takdîs ediyoruz.» seklinde Yüce Allah'a cevap verdiklerini Kur’ân-ı Kerîm kaydetmektedir.
(2/30)
280. Kasım Kufralı, Naksibendîligin Kurulus ve Yayılısı s. 93 Türkiyat Enstitüsü
No. 337 ist.
281. Bk. Muhammed Muti' el-Hâfız-Nizâr Abaza, Ulemâ'u Demashq wa A'yânuha
1/304. Dâr'ul-Fikr'il-Muâsır, Beyrut-Lübnan;

Ferid Aydın
 
M Çevrimdışı

muaz_1

Üye
İslam-TR Üyesi
1. Yoga nedir ?

Önce muteber ve kapsamlı bir ngilizce-Arapça kâmûs olan AL-MAVRID adlı lûgatta, «yoga» maddesine bir göz atalım. Bu lügat, yogayı aynen söyle tanımlamaktadır: «Yoga: Ruhu, Zât-ı lâhiye ile birlestirme amacına yönelik bir nefis terbiyesi ve tefekkürden ibaret bir dinsel Hind felsefesidir.»


Bu tarife bakıp yogayı, tarîkattaki icra sekli ve maksadı bakımından râbıta ile karsılastıracak olursak onun esas itibariyle bir çesit yoga ya da yoganın slâm'a uyarlanmaya çalısılmıs özel bir sekli oldugunu anlamakta asla gecikmeyiz. Nitekim yoganın mahiyeti, ayrıntılı bir sekilde meydana konarak râbıta ile karsılastırıldıgında bu konudaki bütün tereddütler ortadan kalkmaktadır. Örnegin bu meseleyi, kendilerine bir ihtisas alanı olarak seçmis bulunan oryantalist J. Tandrio ve ruhbilimci B. Real, ortaklasa kaleme aldıkları THE YOGA adlı eserde bu meditasyon sistemini su ifadelerle açıklamaktadırlar:
«Yoga: nsanın, dogal olarak iradeye dayalı ve sinirler üzerinde egemenlik kurmak suretiyle bilinçaltı sekilde vücuduna görevler yüklemek için yaptıgı bedensel, ruhsal ve düsünsel alıstırmalardır ki bu sayede onun ruhu, kâinat olaylarını idare eden Yüce Rabb'in rûhu ile bütünlesmis olur.»282
Yukarıdaki her iki tanıma da iyice dikkat edilecek olursa yogadaki temel hedefin, (hasa!)
Allah ile birlesme ideâli seklinde ortaya çıktıgı görülür. Burada yeri gelmisken hemen kaydedelim ki: Râbıtanın da hedefi bundan baska bir sey degildir. Nitekim bakınız Ruh'ul-Furkan adlı kitabın yazarları da râbıta konusuna ayırdıkları bölümde İsmet Garibullah'dan naklettikleri bir beytin açıklamasını yaparlarken kullandıkları ilginç bir ifade ile yogadaki amaçların aynısını su sekilde açıklamaktadırlar:
«Aziz kardesim, senin seyhin Zat-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olmussa sen de
ona râbıta etmen sayesinde Zat-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olursun.»283

«Zat-ı Pâk-i Sübhâniye'de fânî olmak» (?) tabirine gelince tarîkatçıların ihtiyatla kullanmaya özen gösterdikleri örtülü bir söylemdir bu... Bu söylemin altında yatan gerçegi daha net bir sekilde ortaya koymaktan çekinir ve -Allah'ın âyetlerini nasıl ki bâtınî yöntemlerle te'vil etmeye çalısıyor iseler- onu da zaman ve zemine göre çesitli sasırtıcı ifadelerle yorumlarlar.


Bundan asıl amaçları: Râbıta gibi transandantal bir sistemle “vecd“ halini yasayarak,
(yani, mistik bir kendinden geçme zevkini tadarak) sözde, Allah'ın Yüce Zât'ı ile
birlesip O'nunla (hasa!) yek vücûd hale gelmektir. Bunun canlı bir kanıtını yine Ruh'ul-
Furkan adlı kitaptan izleyelim.

Deniliyor ki:

«Mevlâ'nın fazl-u keremiyle mâsiva (Allah-u Tealâ'nın dısındaki her sey) salikin nazarından tamamen kalkıp, Allah'dan gayriyi (yabancıları) görmekten isim ve resim kalmayınca, muhakkak fenafillâh (Allah-u Tealâ'da eriyip gitmek) tabir edilen devlet hasıl olmus ve tarîkat hâli sona ermis olur. Ve böylece seyr-i ilallah (Mevlâ'ya dogru olan manevî yürüyüs) tamamlanmıs olur.»284

İste nasıl ki Hindular “nirvana“'ya, (yani henüz bu dünyada iken sonsuz mutluluga) ermek için yoga yapmayı bir vesîle ve tapınma biçimi olarak gerekli görüyorlarsa, aynı sekilde Naksibendîler de “fenâfillah“ olup (yani, kendi tabirleriyle hasa!) «Allah-u Teâlâ'da eriyip gitmek» için râbıta yapmayı vesîle olarak kaçınılmaz bir görev sayıyorlar.


Ancak çesitli anlatım spekülasyonlarıyla temel amaçlarını gizleyerek onu bu kadar açık bir sekilde ortaya koymazlar. Böylece râbıtanın aslını, cahil mürîd takımının kesfedemeyecegi bir sürü kelime oyunları içinde hem gizli tutmayı, hem de onu İslâmî bir görünüm içinde bu insanlara sunmayı basarabiliyorlar! Yoganın asıl kaynagı, Hindli bir Budist rahip olan Patanjali'nin yazdıgı Sutra'lardır.


“Sutra“ kelimesi Sanskritçidir ve sözlük anlam olarak “dizgin“ demektir. Fakat terim olarak -kutsal kitapların her cümlesine isim diye verilen- Arapça’daki “âyet“ sözcügü ile tercüme edilebilir. Böylece “sutralar“, “âyetler“ anlamına gelmektedir.


Bunlar, Budha Dini'nin, temel dogmalarını olusturmaktadır ve sekiz kuraldan ibarettir. Birincisi, ahlâkî yasalardır. kincisi, inançları konu edinir. Üçüncüsü, ibâdetin yapılısı sırasındaki durus seklini açıklar. Dördüncüsü, solunumun kontrolüne. Besincisi, zihinsel hazırlıga, (yani, dikkatin toparlanmasına), Altıncısı, “vecd“ hâline (yani, konsantrasyona); yedincisi, dikkatin belli bir nokta üzerinde yogunlastırılmasına; sekizincisi ise, maddî varlıgın (egonun) ötesindeki öz benligi yakalamaya iliskindir.
iste özet bir açıklama ile yoga budur.


Yogayı, râbıta ile -sadece tanımlama açısından- karsılastırdıgımız zaman, su ortak noktaları çok rahat bir sekilde tesbit edebiliyoruz:
a) Râbıtada da, (wird çekme sırasında) yogada oldugu gibi, solunumun kontrol altına
alınması vardır.
b) Râbıtada da, (yogadaki lotus oturusundan alınan ilhamla) belli bir oturus biçimi
vardır. (Buna, “ters teverruk oturusu“ denir.)
c) Râbıtada da, (yogada oldugu gibi) dikkatin belli bir nokta üzerinde yogunlastırılması
vardır.
d) Sonuç olarak râbıta da aynen yoga gibi zihinsel, fiziksel ve mistik bir uygulama biçimidir.
Böylece râbıtanın, bir anlamda yogadan farklı bir sey olmadıgını, kesin bir sekilde
anlamıs bulunuyoruz.



282. El Yoga, J. Tandrio ve B. Ral, S. 11 Mektebe'tul-Maarif, Beyrut-Lübnan
1988.
283. Ruhu'l-Furkan: 2/ 82, 83
 
M Çevrimdışı

muaz_1

Üye
İslam-TR Üyesi
2. Yoga, hangi düsüncenin, hangi din ve felsefenin ya da hangi inanıs biçiminin ürünüdür?
Bu inanısın Naksibendîlik üzerindeki etkileri nasıl yansımaktadır?


Yoga, hiç kuskusuz, Hinduizm'in mistik felsefelerinden dogmus bir meditasyon sistemidir. Hinduizm ise, (adından da anlasıldıgı üzere) Hindli insana özgü sınırsız hayâllerin çesitli ürünleri olarak asırlarca degil, belki binlerce yıl birbirini izleyen egzotik düsüncelerden, dramatik olaylardan, nostaljik özlemlerden ve sonsuzlugu yakalamaya dayalı
içsel arayıslardan olusan mistik birikimlerdir.


Vedacılıgın bir evrimi olarak ortaya çıkan Brahmanizm'den, Budizm'e ve Patanjalizm'e dek, sayılamayacak kadar bitmez tükenmez efsânelerden, destanlardan, felsefelerden, âyin ve tapınma sekillerinden, büyülerden, ritüellerden ve sembollerden olusan bu birikim, onlarca yüzyıldır ki Hindli insanın zihnini, psikolojisini ve gönül dünyasını oldugu kadar sosyal yasamını da etkilemekte ve yönlendirmektedir. Bu kadar kalabalık bir düsünce ve inanç cümbüsünden meydana gelen Budist felsefe ile tasavvuf (ve onun bir ürünü olan Naksibendî Tarîkatı) arasındaki önemli ortak
noktalar su sekilde sıralanabilir:


a) Budizm'deki çok tanrıcılıgın temelinde, Allah'ın birligi inancına iliskin isaretler sezilmektedir. Eski tevhid dinlerinin silik bir izi olarak da bunun devam etmis olabilecegi ihtimali vardır. Bu inanıs, “panteizm“ seklinde ortaya çıkmaktadır


Panteizm: Tek olan yaratıcı gücü, kâinâtın ebedî rûhu olarak kabul etmek gibi bir inanıs biçimidir. Buna göre söz konusu güç, hem fizik, hem de metafizik tüm varlıkları kapsar ve onların her zerresinde vardır.


Bu görüsün tasavvuf terminolojisindeki adı «"vahdet-i vücûd“»'dur. Dolayısıyla belirtmek gerekir ki Muhiddîn-i Arabî, Celâluddîn-i Rûmî, Ferîduddîn-i Attâr, Ömer Hayyâm ve Yunus Emre gibi tasavvufçular da bu kanâate sahiptirler. Bazı kimseler, büyük ihtimalle bu ünlü kisilerin, yüzyıllardır Müslümanımsı topluma
mal olmus bulunmalarını -belki de önemli bir ölçü kabul ederek- onları, Müslümanlar tarafından yöneltilen panteist suçlamasına karsı savunmak amacıyla büyük çaba harcamıslardır. Örnegin bunlardan biri, "panteizm"'le "vahdet-i vücûd“ arasında çok büyük farklar bulundugunu ileri sürmüs ve bu farkları dokuz maddeye kadar çıkarmak
gibi olaganüstü bir gayret sarf etmistir.


Ne var ki bu sahısları slâm divânında savunmak ve âlimlerce onlara vurulmus damgayı silmek için ortaya konan bu açıklama ve gayretlerin ikna edici olup olmadıgı tartısma konusudur.


b) Budizm'de, (Avrupa laikligi lehinde propaganda konusu yapılan) tarafsızlıga benzer bir egilim agır basmaktadır. Ancak laikligin, henüz tanımlanamamıs; aynı zamanda din ve vicdan özgürlügü demek oldugu kanıtlanamamıs olmasına karsın, Budizm'de (tarafsızlıgın degil), hosgörünün, bir dereceye kadar geçerli oldugunu söylemek mümkündür. Budizm'den oldukça etkilenmis olan Naksibendî Tarîkatı'nda da genelde sirk dinlerine karsı bir hosgörü vardır. Öyle ki bu egilim, tevhid konusunda titiz olan «Bagımsız Müslümanlar»'a ve «Selefiler»'e karsı Naksibendîlerde belirgin bir sertlige neden olmustur. Yüz elli yılı geçkin bir zamandır bütün siddetiyle süren Naksibendî-Vahhâbî kavgası bu gerçegin en büyük kanıtıdır. Oysa Naksibendîler, (bu tarîkatın en büyük faaliyet alanı olan Türkiye'de) kökten putçularla çok iyi geçinmektedirler. Aralarındaki buzlar, özellikle 1950'lerden sonra tamamen erimistir.


Sonuç olarak denebilir ki: Çok canlı özellikler içinde Naksibendîlige, râbıta adı altında yansımıs olan yoga, bu tarîkatın, önemli noktalarda paralellik gösterdigi Budizm'in transandantal sistemidir. Bu ilgiyle belirtmek gerekir ki, her ne kadar Maharishi Mahesh gibi çagdas yoga teorisyenleri tarafından ileri sürüldügü üzere bu meditasyon
seklinin, tamamen seküler bir anlam tasıdıgı ve «insana üstün bir fiziksel, ruhsal dinlenme ve rahatlama verdigi» yolunda yogun propagandalar yapılıyor ise de yukarıda J. Tandrio ve B. Real'dan yapılan alıntılardan da açıkça anlasıldıgı üzere yoga, gerçek anlamda Budist bir ibâdet ve âyin biçimidir.


Cevaplandırılmasıyla râbıtanın esin kaynagını belki de en çok aydınlatabilecek olan
üçüncü bir soru ise sudur:.


3. Yoganın uygulanıs sekli nasıldır ?



Çünkü bu soruya verilecek cevapla, yoga meditasyonunun, râbıta ile olan o kadar benzer yanları ortaya çıkmaktadır ki karsılastırıldıklarında bu iki seyden birinin -mutlak Surette- digerinden alındıgına iliskin, mantıklı bir insanın artık hiç bir kusku içinde kalmayacagı akla gelmektedir. Peki nedir bu benzer noktalar ? Bakınız, Sir James Bolevard, «Meditasyon Teknigi» baslıgı altında, tıpkı Naksibendî râbıtasını anlatırcasına yoganın uygulanıs sartlarını nasıl sıralamaktadır:
«Meditasyonu hayata geçirebilmeniz için bir kaç temel kosul vardır.»
«1- Rahat, dik ve elden geldigince dengeli bir oturma biçimi.»
«2- Düzenli ve heyecansız bir solunum.»
«3- Konsantre olacagınız bir nesne.»
«4- Ruhsal ve fiziksel dinginlik.»
«5- Ses, hareket ve ısık gibi sizi rahatsız edebilecek seylerden uzak bir
yer.»285



Dilerseniz simdi de, son dönem Naksibendî seyhlerine ait kitapçıklardan aktarılarak bas taraflarda açıklanan, râbıtanın tanımlarını, sartlarını ve uygulanıs biçimini yeniden gözden geçirmeye çalısınız. kisini karsılastırdıgınızda râbıta ile yoga arasında belki yalnızca su farkı görebileceksiniz:

Yoga, Hind zevkinin mahsûlü bir meditasyon sistemidir; râbıta ise Naksibendî Tarîkatı'nın
bir kuralıdır.

Evet bu dogrudur. Fakat buna tamamlayıcı bir cümle daha eklemek gerekmektedir ki o da sudur: Râbıta, slâmî kavramlardan yararlanılarak yoganın, Farsça ve Türkçe ifade edilmis seklidir. Veya daha baska bir deyimle râbıta: Yoganın, Sanskritçiden Farsça’ya ve Türkçe’ye çevrilerek slâm'a uyarlanmaya çalısılmıs biçimidir. Elbette ki uyarlamanın geregi olarak az çok bazı düzenlemeler yapılmıs, bu cümleden olarak İslâm'ın ibâdet kurumundan istifadeyle birtakım desteklemelere gidilmistir. (Abdest almak gibi.) Yoganın bazı ayrıntılarında da basit degisiklikler yapılmıstır. (Lotus oturusu yerine, soldan teverruk oturusu gibi...)


iste râbıtanın, kesinlikle yogadan taklit edildigine iliskin gerçekler özetle budur. Fakat ne yazık ki -sıradan cahil mürîdler söyle dursun- koskocaman tarîkat seyhleri (!)'nin, bizzat kendileri bile bu gerçeklerden tamamen habersizdirler. Yoksa bu adamların, bilinçli ve böylesine sistemli bir sekilde yüz binlerce Müslüman’ı Budistlestirmek için, herhalde slâm'ı yıkmaya yemin etmis birer azılı Allah düsmanı olduklarını söylemeye imkan yoktur.
 
I Çevrimdışı

ibrahimpasa_07

Üye
İslam-TR Üyesi
ilim olmadan bilgi olmaz....bilgi olmadan amel olmaz....bu tarikat konuları akıl yürütülerek veyahut kulaktan duyma şeylerle değerlendirilemez.herbir işte muhakkak bir doğru bilgi mevcuttur.doğruya ulaşmak için kaynağına gitmek gerekir...tarikat hakkında bilgi almak için ilk önce tarikat ehli kişilerle vakit geçirilip, onlarla yaşayıp, amelin niyetini birazzat onlardan dinlenmelidir...bu yazılarda doğruluğu yüzde sıfır denecek şekilde bilgi yanlışlığı var... bu yanlışlık cümlelerin ardından gelen cümleleri de yanlış kılmaktadır...neredeyse bütün metni yalnış kılmıştır...insan bu bilgilerle sadece kendini kandırmış olur....tarikata karşı soğur...halbuki tarikat ehli insanların düşüncelerinin hiçbiri böyle değildir...sanki bu konuları bilerek yanlış yöne çekilmek isteniyormuş gibi bir durum söz konusudur....her insan tarikatı merak edebilir...benim size tavsiyem tarikat ehli olmadan bu konulara yorum yapmayın....ilk önce usta siz olun sonra o işin olabilirliğini siz zaten kavrayabilirsiniz....çünkü artık usta siz siniz...dir....
 
A Çevrimdışı

abdullah ebu muslim

Üye
İslam-TR Üyesi
ilim olmadan bilgi olmaz....bilgi olmadan amel olmaz....bu tarikat konuları akıl yürütülerek veyahut kulaktan duyma şeylerle değerlendirilemez.herbir işte muhakkak bir doğru bilgi mevcuttur.doğruya ulaşmak için kaynağına gitmek gerekir...tarikat hakkında bilgi almak için ilk önce takikat ehli kişilerle vakit geçirilip, onlarla yaşayıp, amelin niyetini birazzat onlardan dinlenmelidir...bu yazılarda doğruluğu yüzde sıfır denecek şekilde bilgi yanlışlığı var... bu yanlışlık cümlelerin ardından gelen cümleleri de yanlış kılmaktadır...neredeyse bütün metni yalnış kılmıştır...insan bu bilgilerle sadece kendini kandırmış olur....tarikata karşı soğur...halbuki tarikat ehli insanların düşüncelerinin hiçbiri böyle değildir...sanki bu konuları bilerek yanlış yöne çekilmek isteniyormuş gibi bir durum söz konusudur....her insan tarikatı merak edebilir...benim size tavsiyem tarikat ehli olmadan bu konulara yorum yapmayın....ilk önce usta siz olun sonra o işin olabilirliğini siz zaten kavrayabilirsiniz....çünkü artık usta siz siniz...dir....

tamam
:emzik2
 
M Çevrimdışı

Mhmt89

Üye
İslam-TR Üyesi
Peki Halidi Bağdadi'den önce Nakşibendilikte bugünki şekliyle Rabıta yok muydu yani? Mesela Şahı Nakşibendi veya Rabbani gibi Nakşi alimler Rabıtadan ne anlıyorlardı?
 
eL_Muhacir Çevrimdışı

eL_Muhacir

İlimsiz Mucâhid, kâtil; Cihâdsız âlim, belâm olur
Frm. Yöneticisi
geçenlerde ''uzun eşek oynuyan sofiler''adlı konuyu okuyunca,tarikat lideri diyordu ki : ( yerde uzanmış sofileri çiğnerken) olayına verdiği delili ''onlar yatarken,otururken,yanları üzere yatarken ALLAH'ı anarlar''ayetine dayandıklarını bu yüzden böyle yaptıklarını söylüyorlardı ! böyle kimseler oldukça yapmadıkları şeyleri kendilerini haklı çıkarmak için peygamberi de,sahabeleri ve alimlere bile iftira atmayı çekinmez hatta gözünü bile kırpmaz


RABBİM,şerlerinden muhafaza eylesin amin
 
hamza01 Çevrimdışı

hamza01

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Rabıtayla ne kastedildiğini kendi kaynaklarından öğrenelim:

Rabıta bir müridin, mürşid-i kamilinin ruhaniyetiyle beraber, suretini kalp gözünen önüne getirerek hayal etmesi ve kalbiyle ondan yardım istemesinden ibarettir. (Ruhu'l Furkan, c.II, s.64)


Rabıtanın en üstün derecesi, iki gözün arasında olan hayal hazinesi ile mürşidin ruhaniyetinin yüzüne hatta iki gözünün arasına bakmaktır. Zira orası feyiz kaynağıdır. Ondan sonra mürşide karşı kendini alçaltarak, son derece tevazu ile yalvarmak ve onu Mevlâ ile kendi arana vesile kılmak üzere, mürşidin ruhaniyetinin hayal hazinesine girip oradan kalbine ve derinliklerine yavaş yavaş indiğini düşünüp, senin de peşinden yavaş yavaş oraya aktığını ve indiğini hayal ederek, şeyhini kendi nefsinden geçinceye kadar hayal gözünden kaybetmemektir. (Ruhu'l Furkan,c.II, s.79)


Kendi açıklamalarındanda anlaşıldığı üzere rabıta, müridin mürşidini yani Allah-u teala'nın velisi olarak kabul ettiği kişinin simasını, her zaman zihninde, hayalinde canlandırması, onu anması, zikretmesi, ihtiyaç anında ondan medet umması, duasında yani ibadetinde Allah-u teala'yla arasında aracı kılmasıdır. Bu apaçık bir şirktir.

Bu uygulama aynen Mekke müşriklerinin yaptıkları uygulamaya benzer.

Nitekim müşrikler; "Bu heykeller Nebilerin ve Salih kimselerin sembolleridir. Bunlar Allah'la bizim aramızda bir vasıtadırlar, bu vasıtalarla biz Allah'a yaklaşıyoruz" diyorlardı.

Allah-u teala şöyle buyuruyor:

"İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka dost edinen kimseler: Biz onlara sadece bizi Allah'a daha çok yaklaştırsınlar diye tapıyoruz derler... (Zümer:3)


Görüldüğü üzere müşrikler iyi niyetleriyle Allah-u teala'ya daha çok yaklaşmak için, aracılar kılıyorlardı. Ama bu iyi niyet, onları şirkten kurtaramamıştır. Aslında Rabıta ve benzeri uygulamaların yapılmasında etkili olan tasavvufçularda bulunan "Kutup" ve "Gavs" inancıdır.

Tasavvufçulara göre Kutup en büyük velidir, bütün Erenlerin başı, Allah'ın izniyle kainatta tasarruf sahibidir. Gavs'sa darda kalındığında sığınılan ve istimlad edilen, yani yardım istenilen Kutuptur. Darda kalan Sulfiler "Yetiş ya Gavs" diye Gavs'a sığınırlar. Onlara göre Gavs istimlad edene yardım elini uzatır.

Tarikatçıların abartıp, ilahlaştırıp Gavs ilan ettikleri kişilerden biri de "Abdulkadir Geylani" dir.

"O Ebu Muhammed Kutbi Rabbani, İnsanların ve cinnilerin rehberi olan Seyyid Abdulkadir Geylani Hazretleridir. Tam 8 Asır'dan fazladır, insanların sığınağı, darda kalmışların imdadına yetişici olmaya devam etmiştir."


Evet, Yanlış okumadınız, onlara göre Abdulkadir Geylani öldüğü halde tam 8 Asır'dan fazladır, darda kalmışların imdadına yetişici olmaya devam ediyor. Bu nasıl bir inanç? Bu apaçık bir şirktir. İnsanların sığınağı, yardım istiyeceği sadece Allah-u teala'dır, aciz kullar değil.

Allah-u teala şöyle buyuruyor:

"Müşriklere de ki: Allah'tan başka ilah zannettiğiniz şeyleri çağırın. Onlar, zararı sizden ne uzaklaştırabilirler, ne de değiştirebilirler. Onların yalvardıkları da, Rablerine hangisi daha yakın olacak diye vesile ararlar, Onun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı gerçekten korkunçtur." (İsra: 56-57)

"O Gavs-ul Azam'dır. Ona bu ismi Cenabı Hak ihsan etmiştir. Bu cihanın güneşi, sevgiler hazinesi, taaaa arştan haber veren Geylani türbesidir. Feyiz şualarıyla ölü kalpler dirilten, bu binlerce velinin gönüller kubbesidir. Dilden dile dolaşan, kaf dağlarını aşan, çaresiz kalmışların gerçek mürebbisidir. İlmiyle, kemaliyle bizlere yol gösteren iman, islam ve dinin sarsılmaz kalesidir."


Bir insanın nasıl ilahlaştırıldığını ve türbesinin nasıl tapınak haline getirildiğini okudunuz. Onun Gavsul Azam olduğu, türbesininde taaaaa arştan haber verdiği inancı aynen Mekke Müşriklerinin inançlarına benzer.

Mekkeli Müşrikler Kâbe'yi tavaf ederken şöyle derlerdi:

"Emret Allah'ım. Senin hiçbir ortağın yoktur, yanlız bir ortağın vardır ki, onunda bütün yetkilerinin de sahibi sensin."

Müşriklerin kafası çok karışık olur, o ortağın ve tüm yetkilerinin sahibide Allah-u teala'dır demekle kendilerini kurtaracaklarını sanarlar. Kutup, Gavs gibi adlarla andıkları kişilere olağanüstü yetkiler yakıştıran kişilerde öyledir. Onlarda bu yetkiyi Allah-u teala'nın verdiğini söyleyince işin içinden sıyrılacaklarını sanarlar, bu onların gerçekte Allah-u teala'yı isimve sıfatlarıyla birlemediklerini gösterir.

Bunlar Allah-u teala'yı hakkıyla bilmedikleri için, yaptıkları şirkleri haklı göstermek için Allah'ı haşa dünya hükümdarlarına, yani kullara benzetirler. Oysa Allah-u teala onların bu benzetmelerinden münezzehtir.


Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"...Onun bezeri olan hiçbir şey yoktur.O, herşeyi işitir ve görür." (Şûrâ: 11)

Hükümdarlarla vatandaşları arasındaki aracılar gibi, Allah (c.c) ile kulları arasında aracılar olduğunu kabul ediyorsanız; nasıl ki vatandaşlar ya direkt olarak ihtiyaçlarını hükümdara aktarmayı saygıya aykırı gördüklerinden ya da aracıların, hükümdara kendileri için daha yararlı olur düşüncesiyle ihtiyaçlarını aracılara arzedin aracılar da bunları hükümdara iletiyorsa, Allah'la (c.c) kulları arasındaki aracıların da, kulların ihtiyaçlarını Allah'a (c.c) ilettiklerini, Allah'ın (c.c)'da ancak onların aracılığıyla kullarını hidayete erdirdiğini ve onlara rızık verdiğini; halkın, ihtiyaçlarını bu aracılardan isteyip onların da bunları Allah'tan (c.c) istediklerini söylüyorsanız, bunu söyleyen, kafir ve müşriktir.

(İbn Teymiyye-Tevessül s.160,161)

İşte bu şekilde vasıtalara gerek yoktur. Çünkü Allah (c.c) kuluna herkesten ve herşeyden yakındır.

Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"Kullarım sana Beni sorarlarsa, şüphesiz ki Ben onlara çok yakınım. Dua edenin duasını, Bana dua ettiği zaman kabul ederim. O halde onlarda Benim davetime uysunlar ve Bana inansınlar ki, doğru yolu bulmuş olsunlar. (Bakara: 186)


Allah-u Teala şöyle buyuruyor:

"Her işinde yalnız Rabbine yönel, isteyeceğini O'ndan iste." (İnşirah: 8 )



Râbıtanın şartları ondur:

1. İnâbeli olmak:

Yani bir Nakşibendî şeyhine bağlanmak ve mürit sıfatını kazanmak.

Nakşibendî Tarikatı, örgütlenmeye en çok önem veren bir mistik akımdır. Tarih boyunca kaydettiği gelişmesini ve yaygınlaşmasını sıkı ve disiplinli örgütlenmeye borçludur. Tarikatın ilk ve en önemli kuralı şeyhe mal ve canla teslim olmak emir ve talimatını kayıtsız, şartsız ve itirazsız şekilde yerine getirmektir. Bunu peşin olarak kabul etmeyen zaten bu tarikata alınmaz. Bu örgüte mürid sıfatıyla giren her kes sıkı bir şekilde izlenir. Davranışlarında tarikat kurallarına aykırı en ufak bir hareket tespit edilirse (uzaklaştırılmasından zarar gelmeyeceğine inanıldığı taktirde) tard edilir, aksi halde başka şekilde kullanılır!


2. Abdestli olmak:

Bu şart râbıtaya, İslâm'a ait bir uygulama süsü vermek için öngörülmüştür. Çünkü ileride de görüleceği üzere râbıtanın kaynağı İslâm değildir.


3. Kapıyı kitlemek:

İslâm'da ibadetin gizli yapılmaması gerekir. Özellikle eğitici etki yapacağından farzların açık şekilde yapılması zorunludur. Çünkü İslâm bir cami ve mezarlık dini değildir. Sosyal ve toplumsal disiplinlere sahip bir yaşam ve yönetim biçimidir. Cami pencerelerine buzlu cam takılmasından amaç, içerideki görüntüyü gizlemek değil, tam tersine dışarıdaki görüntünün içeriye yansımasına ve namazdakilerin dikkatini dağıtmasına engel olmaktır.
Dolayısıyla rabıta yaparken tarikatçıların kapıyı kilitlemesi, Tarikat liderlerinin vaktiyle bir takım gizli ve tehlikeli amaçlar güttüğünü, bu maksatlarla yapılan toplantılara ibadet süsü verdiklerini akla getirmektedir.


4. Ortamı karartmak.

Gerek rabıta sırasında, gerekse Hatm-i Khuwajegân ve teveccüh ayinleri sırasında ışıkların söndürülmesi olayı da yine yukarıdaki noktayı hatırlatmaktadır.


5. Ters teverruk oturuşu ile oturmak.

Bu oturuş şekli, Buduzm'in teorisyenlerinden Rahip Patanjali'nin Sutralar adlı kitabında yoga için ön gördüğü oturuş biçimlerinden adapte edilmiştir. Meselenin içyüzünü gizlemek için biraz değiştirilmiştir.


6. Gözleri yummak.

Gözleri yummak da yine Budizm'in yogasından alınmıştır. Amaç şeyhin silueti üzerinde zihni yoğunlaştırmaktır.


7. Nefesi kontrol altına almak.

Bu kural da yine yogadan alınmıştır. Bundun maksat, konsantrasyonu sağlamaktır.


8. Sabit ve hareketsiz durmak.

Aynı şekilde bu kural da yine yogadan alınmadır. Konsantrasyonu kolaylaştırmak içindir.


9. Mürşidin şeklini zihinde canlandırmak.

Bu da yogadan alınmıştır. Şartlı refleks eğitimine yönelik bir uygulamadır.


10. Mürşidin rûhâniyetinden yardım dilemek.




Râbıta-Meditasyon-Yoga:

Rabıtayı, kısa da olsa yukarıda tanımlamıştık. Meditasyon sözcüğü ise Avrupa kaynaklıdır ve "bilinçli düşünme" anlamına gelmektedir. Yoga'ya gelince bu terim, Budizm'le ilgili kaynaklarda «Allah'la birleşme amacına yönelik bir zihinsel eğitim» olarak tanımlanmıştır. Bu üç terim arasındaki ilgiler araştırıldığında rabıtanın yoga'dan ilham alınarak düzenlenmiş bir meditasyon biçimi olduğu anlaşılmaktadır.
 
metin öztürk Çevrimdışı

metin öztürk

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
benim gibi mütemadiyen sofi akrabalarının saldırılarına maruz kalıpta ayrıca fazladan 2 saati olan varsa buyursun okusun.
güncel
 
Üst Ana Sayfa Alt