Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Riyâzu’s-Sâlihîn - Tevbe

H Çevrimiçi

hutbetussahra

Hayat, İman ve Cihad...
İslam-TR Üyesi
Riyâzu’s-Sâlihîn
Tevbe


Âlimler günahlardan tövbe etmenin vacip olduğunu söylemişlerdir. İşlenen
günah yalnız Allah’a karşı olup kul hakkını içermiyorsa, bu tür günahtan
tövbe etmenin üç şartı vardır:
1. O günahı kesin olarak terk etmek,
2. Onu işlediğine pişman olmak,
3. O günahı bir daha işlememeye azmetmektir.
Bu üç şarttan birisi eksik olursa tövbe sahih olmaz.
Eğer işlenen günah, insan hakkını ilgilendiriyorsa, o tövbenin dört şartı
vardır. Bunlar yukarıda zikrettiğimiz üç şartla birlikte hak sahibinin hakkını

ödemektir. Eğer bu hak, mal ve benzerleri ise tövbe eden kimse onu sahibine
iade eder; eğer bu hak, zina suçlaması veya benzeri bir ithamdan dolayı
terettüp eden bir ceza (had) ise, bu günahı işleyen kimse, hak sahibinin bu
cezanın icrası için hakkını aramasına imkân verir yahut bağışlanmasını diler;
eğer o hak, gıybet ise hak sahibinden af diler.
İşte bu şekilde bütün günahlardan tövbe etmek vaciptir.
Eğer bir kimse günahlarının bazısından tövbe ederse, o günahla ilgili tövbesi
gerçekleşmiş olur. Diğer günahları ise üzerine vebal olarak kalır.
Tövbenin vacip olduğuna dair Kitab, Sünnet, icma-ı ümmet gibi deliller
birbirini desteklemektedir.

...Ey müminler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.
(Nûr, 24/31)

...Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra da O’na tövbe edin...
(Hûd, 11/3)

Ey iman edenler, Allah’a içtenlikle tövbe edin...
(Tahrîm, 66/8)



13. Ebû Hüreyre’nin (ra), Resûlullah’tan şöyle işittiği nakledilmiştir:
Yemin ederim ki ben, Allah’a günde yetmiş defadan fazla tövbe ve istiğfar
ediyorum.
(B6307 Buhârî, Deavât, 3)

14. Eğar b. Yesâr el-Müzenî’den (ra) rivayet edildiğine göre
Resûlullah şöyle buyurmuştur:
Ey insanlar, Allah’a tövbe ve istiğfar edin; ben günde yüz kere tövbe ediyorum.
(M6859 Müslim, Zikir, 42)

15. Resûlullah’ın hizmetlerini yürüten Ebû Hamza Enes b. Mâlik elEnsârî’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
Kulunun tövbesinden dolayı Allah Teâlâ’nın sevinci, sizden birinizin çölde
devesini kaybedip de tekrar bulduğu andaki sevincinden daha fazladır.
(B6309 Buhârî, Deavât, 4; M6952 Müslim, Tevbe, 1)
Müslim’in diğer bir rivayeti şöyledir:
Kulunun tövbesinden dolayı Allah’ın sevinci, sizden birinizin çölde devesi ile
giderken onu, üzerindeki yiyecek ve içecekle birlikte elinden kaçırmasının
ardından bir ağaç altına gelerek ümitsiz bir hâlde yaslanıp yattığında,
devesini yanıbaşında görüvermesi üzerine devenin dizginini tutarak, (Ey
Allah’ım, sen benim Rabbimsin, ben de senin kulunum diyecek yerde)
yanlışlıkla, “Allah’ım, sen benim kulumsun, ben de senin rabbinim!” dediği
andaki sevincinden daha çoktur.
(M6960 Müslim, Tevbe, 7)

16. Ebû Mûsâ Abdullah b. Kays el-Eş’arî’den (ra) rivayet edildiğine göre
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ, gündüz günah işleyenlerin tövbe etmesi için gece mağfiret elini
uzatır. Gece günah işleyenlerin tövbe etmesi için de gündüz mağfiret elini
uzatır.* Güneş batıdan doğuncaya (kıyamet kopuncaya) kadar bu durum böyle devam eder.
(M6989 Müslim, Tevbe, 31)
* Tövbeyi kabul eder.

17. Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre
Resûlullah şöyle buyurmuştur:
Bir kimse güneş batıdan doğmadan (kıyamet kopmadan) evvel
tövbe ederse, Allah onun tövbesini kabul eder.
(M6861 Müslim, Zikir, 43)

18. Ebû Abdurrahmân Abdullah b. Ömer b. Hattâb’dan (ra) rivayet edildiğine
göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Bir kul can çekişmeye başlamadıkça, Allah Teâlâ onun tövbesini kabul eder.
(T3537 Tirmizî, Deavât, 98)


19. Zir b. Hubeyş anlatıyor:
Mestlere nasıl mesh edileceğini sormak için
Safvân b. Assâl’ın (ra) yanına gittim; bana:
–Zir, niye geldin, dedi.
–İlim öğrenmek için, dedim.
–Melekler, ilim öğrenmek isteyen kimsenin bu tutumundan memnun
oldukları için onun üzerine kanatlarını gererler, dedi.
–Abdest bozulduktan sonra mest üzerine meshetmek konusu kalbimi
kurcaladı. Siz, Peygamber’in ashâbından olduğunuz için Resûl-i
Ekrem’in bu konuda bir şey söylediğini işitmişsinizdir,
diye düşündüm ve size geldim, dedim.
–Evet, yolculuğa çıktığımızda yahut yolcu olduğumuzda
[ravi tereddüt ediyor], cünüplük hâli dışında, üç gün ve üç gece mestlerimizi
çıkarmamamızı, abdestsizlikten ve uykudan sonra (abdest alırken) mestlere
meshetmemizi bize emrederdi, dedi.
–Sevgiye dair bir şey söylediğini işittin mi, dedim.
–Evet, işittim. Peygamber ile bir yolculukta idik. O sırada bir bedevi, gür
sesi ile “Yâ Muhammed” diye bağırdı. Hz. Peygamber de onun sesine yakın bir
ses ile “Evet, buradayım” diye cevap verdi. Ben, bedeviye:
–Yazık sana, Resûlullah’ın huzurundasın, sesini kıs, böyle kaba ve
yüksek sesle bağırmaktan nehyedildin, dedim.
Bunun üzerine:
–Vallahi sesimi kısmam, dedi. Bedevi sonra:
–Bir topluluğa yetişmediği hâlde kişinin onları sevmesi konusunda
ne dersiniz, diye sordu. Resûl-i Ekrem ona:
–İnsan, kıyamet günü sevdiği ile beraber olacaktır, buyurdu.
Safvân b. Assâl sözüne devam etti (Hz. Peygamber uzun bir konuşma yaptı.):
Hatta batıda bir kapı vardır. Bu kapının eni kırk yahut yetmiş yıllık yoldur,
yahut atlı bir kimse onun bir tarafından diğer tarafına kırk yahut
yetmiş yılda varır, dedi.
Şamlı hadis ravilerinden biri olan Süfyân demiştir ki:
–Allah Teâlâ, gökleri ve yeri yarattığı gün, o kapıyı tövbe için açık olarak
yaratmıştır. Güneş batıdan doğuncaya kadar, o kapı kapanmayacaktır.*
(T3535 Tirmizî, Deavât, 98)
* Burada Allah’ın, her zaman kullarının tövbesini kabul edeceği mecazî olarak vurgulanmaktadır.

20. Ebû Saîd Sa’d b. Mâlik b. Sînân el-Hudrî’den (ra) rivayet edildiğine göre
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Sizden önceki milletlerin içinde bir adam vardı. Tam doksan dokuz kişi
öldürmüştü. Sonra, dünyanın en büyük âlimi kimdir, diye soruşturdu.
Ona bir rahip gösterildi. Bunun üzerine rahibin yanına gitti, “Ben doksan
dokuz adam öldürdüm, hâlâ tövbe edebilir miyim?” diye sordu. Rahip:
–Hayır (senin tövben kabul olmaz), dedi. Bunun üzerine adam rahibi de
öldürdü; onunla sayı yüzü buldu. Sonra yeryüzü halkının en büyük âlimini
sorup, araştırdı. Ona âlim bir kimseyi tavsiye ettiler. Âlime sordu:
“Yüz adam öldürdüm, tövbe etsem kabul olur mu?” dedi, Âlim:
–Evet, senin tövbe etmene ne engel olabilir ki; filan yere git, orada Allah’a
ibadetle meşgul olan insanlar var. Onlarla birlikte Allah’a ibadet et,
memleketine dönme, zira orası kötü bir yer, dedi.
Bunun üzerine adam yola çıktı. Ancak yarı yola varınca öldü.
Rahmet melekleri ile azap melekleri bu adam hakkında ihtilafa düştüler.
Rahmet melekleri:
–Bu adam, bütün kalbiyle Allah’a yönelerek geldi, dediler. Azap melekleri:
–Bu adam hiçbir iyilik işlemedi ki dediler. Bunun üzerine insan suretinde bir
melek onların yanına geldi. Melekler bunu aralarında hakem yaptılar.
Melek şöyle dedi: “İki taraftaki mesafeyi ölçün. Hangi tarafa daha yakın
ise adam o taraftandır.” Mesafeyi ölçtüler, adamı varacağı yere daha yakın
buldular. Bundan dolayı onu rahmet melekleri aldılar.
(M7008 Müslim, Tevbe, 46; B3470 Buhârî, Enbiyâ, 54)
Sahîh-i Müslim’deki başka bir rivayete göre o kimse,
halkı iyi olan yerleşim yerine bir karış daha yakın olduğundan,
o yerleşim yerinin halkından sayıldı.
(M7009 Müslim, Tevbe, 47)
Bir başka rivayette ise Allah Teâlâ meleklere vahyederek: “O taraftan
uzaklaştırın ve bu tarafa yaklaştırın.” diye vahyetti ve “Mesafeyi ölçün .” dedi.
Melekler adamı bu tarafa bir karış daha yakın buldular. Adam da böylece
bağışlandı. Başka bir rivayette ise: “Adamın göğsünü bu tarafa doğru
buldular.” şeklinde yer almaktadır.
(B3470 Buhârî, Enbiyâ, 54)

21. Ka’b b. Mâlik (ra) gözlerini kaybettiği zaman ona eşlik eden
oğlu Abdullah şöyle anlatıyor:
Babam Ka’b b. Mâlik’i Tebük Seferi’ne katılamayıp,
Resûlullah’tan ayrı (nasıl Medine’de) kaldığını anlatırken dinledim,
(Allah ondan razı olsun) şöyle demişti:
Tebük Savaşı dışında Allah Resûlü’nün hiçbir savaşından geri kalmamıştım.
Yalnız Bedir Gazası’nda bulunamamıştım. Bu savaşa katılamadığı için hiç
kimse kınanmamıştı. Resûlullah ve Müslümanlar, sadece Kureyş’in (ticaret)
kervanını takibe çıkmışlardı. Allah onları, önceden bir karşılaşma planı
olmaksızın düşmanlarıyla bir araya getiriverdi. Akabe gecesinde İslâm’a
bağlı kalacağımıza söz verdiğimizde Allah Resûlü’nün yanında ben de
vardım. Bedir Gazvesi, insanlar arasında her ne kadar Akabe gecesinden
daha meşhur ise de, ben Akabe’de bulunacağıma (keşke) Bedir Savaşı’nda
bulunsaydım demem. Tebük Seferi’nde Resûlullah’la birlikte savaşa iştirak
edemeyişimin hikâyesi ise şöyledir:
Hiçbir zaman fizikî ve maddi durumum o günlerdekinden daha iyi olmadı.
Bu gazveye kadar hiçbir zaman iki binek sahibi olmamıştım. Bu sırada ise iki
binek hayvanım vardı. Ayrıca Allah Resûlü bu gazaya gelinceye kadar,
herhangi bir gaza için hazırlandığında gidilecek yeri söylemez, başka bir
yere gider gibi görünürdü. Bu sefer çok uzak bir yere hareket ettiğinden ve
bu gazayı aşırı sıcak bir mevsimde yaptığından, kalabalık bir düşmanla karşı
karşıya gelme ihtimalini dikkate alarak durumu açıkladı. Savaşın özelliğine
göre hazırlıkta bulunabilmeleri için Müslümanlara gidecekleri yeri söyledi.
Resûlullah’ın ordusundaki Müslümanlar o kadar çoktu ki, isimleri büyük bir
kitaba sığmayacak kadar kalabalıktılar.
Ka’b sözlerine devam ederek şöyle dedi:
Herhangi bir kimse, asker arasından sıvışsa, bu işin vahiy nâzil olmadıkça
anlaşılamayacağını zannedebilirdi.
(Yukarıda zikrettiğimiz üzere) Allah Resûlü bu seferi, meyvelerin yetiştiği
ve (serin) gölgelerin (çok) arandığı sıcak bir mevsimde yapmıştı. Ben de
bunlara çok düşkündüm. Resûlullah ve onunla birlikte Müslümanlar
hazırlığa başladılar. Ben de hazırlanmak için çıkıyor, fakat hiçbir şey
yapmadan dönüyordum ve kendi kendime, bu işi ne vakit olsa yapabilirim,
diyordum. Bu hâlim devam etti. Herkes işini ciddi tuttu. Derken bir gün
Resûlullah Müslümanlarla birlikte erkenden yola çıktı. Ben ise henüz
hiçbir hazırlıkta bulunmamıştım. Ertesi gün sabahleyin hazırlık için yine
çıktım. Yine hiçbir şey yapmadan evime döndüm. Benim bu hâlim devam
etti. İnsanlar orduya erişmek için acele etti, fakat savaş vakti geçmişti. Yola
çıkıp arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım, fakat o
da mümkün olmadı. Resûlullah bu gazaya gittikten sonra, halk arasına
çıktığımda kendime arkadaş olarak ancak münafık damgası vurulmuş
kimseleri, yahut Allah’ın mazur gördüğü aciz kimseleri görmek beni
kederlendirdi. Allah Resûlü , Tebük’e varıncaya kadar beni anmamış,
Tebük’e varınca orada topluca otururlarken:
–Ka’b b. Mâlik ne yaptı, demiş. Bunun üzerine Selimeoğulları’ndan bir adam:
–Yâ Resûlallah, cübbesine ve endamına bakıp gururlanmak onu yola
çıkmaktan alıkoydu, demiş. Bunun üzerine Muâz b. Cebel, adama:
–Ne çirkin bir söz söyledin, demiş. Sonra Peygamber’e , dönerek,
–Yâ Resûlallah, Allah’a yemin ederim ki, onun hakkında iyilikten başka bir şey
bilmiyoruz, demiş. Bunun üzerine Allah Resûlü bir şey dememiş. Bu hâlde
iken beyaza bürünmüş, serap içinde dalgalanarak gelen bir adam görmüş ve:
–Ebû Hayseme olaydı, demiş. Bir de ne görsün, o adam gerçekten Ensar’dan
Ebû Hayseme imiş. Bu zat, bir savaş hazırlığı sırasında, bir sâ’ (ölçek) hurma
tasadduk ettiği için münafıklar tarafından alay konusu edilen kimsedir.
Ka’b şöyle devam etti:
–Resûlullah’ın Tebük’ten dönüp Medine’ye yöneldiğini haber aldığımda
beni bir kaygı sardı. Yalanlar düşünmeye başladım; yarın Allah Resûlü’nün
hışmından nasıl kurtulacağım, dedim. Yakınlarımdan aklıma gelenlerin
fikirlerine müracaat ettim. Uydurmayı düşündüğüm bütün yalanlar
“Resûlullah dönüp geliyor.” denildiği zaman, kafamdan dağıldı gitti. Nihayet
bunların hiçbirisi ile ondan kurtulamayacağıma kanaat getirdim. Ona
doğruyu olduğu gibi söylemeye karar verdim. Allah Resûlü döndü.
O, seferden dönünce önce mescide uğrar ve orada iki rekât namaz kılar,
sonra halkın işlerini görüşmek için otururdu. Resûlullah bu işleri yapınca,
sefere katılmayıp, geri kalanlar yanına geldiler, mazeretler ileri sürdüler, onu
inandırmak için yeminler ettiler. Bu durumda olanlar seksen küsur kişiydi.
Resûlullah bunların zahirde gösterdikleri mazeretleri kabul edip onlarla biat
tazeledi ve onlar için istiğfar ederek içyüzlerini Allah’a havale etti. Nihayet
ben geldim. Selâm verdiğimde bana (baktı ve) acı acı gülümsedi, sonra:
–Gel, dedi. Bunun üzerine yürüyerek yanına geldim ve önünde oturdum.
Bana şöyle dedi:
–Niye savaşa katılmadın. Binek satın almamış mıydın? Ben de şöyle dedim:
–Ey Allah’ın Resûlü, Allah’a yemin ederim ki dünyada senden başka
birisine özür beyan edecek olsaydım, mutlaka onun hışmından kurtulmayı
becerirdim, zira nasıl söz söyleneceğini bilirim. Vallahi biliyorum ki bugün
yalan söyleyip seni memnun edersem de Allah Teâlâ seni bana gücendirebilir.
Eğer doğrusunu söylersem sen bana kızacaksın. Ama ben doğru söyleyerek
hakkımda Allah’tan hayırlı sonuç beklerim. Yemin ederim ki savaşa
katılmamak için hiçbir mazeretim yoktu. Hiçbir zaman, seninle beraber
olamadığım bu zamandan daha güçlü ve zengin de değildim.
Resûlullah :
–İşte bu doğru söyledi. Haydi, kalk, hakkında Allah’ın hükmü vahyedilinceye
kadar bekle, dedi. Ben de kalktım. Selimeoğullarından birçok kişi peşime
takıldı ve:
–Allah’a yemin ederiz ki bundan önce hiçbir günah işlemediğini biliyoruz.
Savaşa gitmeyip geride kalanlar gibi Resûlullah’a mazeret beyan edemedin.
Suçun için Allah Resûlü’nün istiğfarı kâfi idi, dediler. Beni o kadar
payladılar ki, bir ara Resûlullah’a geri dönüp kendimi yalanlamayı
düşündüm. Sonra onlara sordum:
–Benimle birlikte bu cezaya uğrayan başka kimse var mı?
–Evet, seninle beraber iki kişi daha cezaya uğradı, dediler.
Mürâre b. Rebî’a el-Âmirî ile Hilâl b. Ümeyye el-Vâkıfî, dediler. Bedir Gazası’na
katılan ve örnek olabilecek iki iyi ve salih adamın adını bana söylediler. Bunları
söyleyince ben yoluma devam ettim. Allah Resûlü , bu gazaya katılmayıp,
geride kalanlar içerisinde bizim üçümüzle konuşmayı (insanlara) yasakladı.”
Ka’b şöyle devam etti:
“Bunun üzerine ahali bizimle konuşmaktan çekindi ve bize karşı tavırlarını
değiştirdiler. Hatta memleketim bana yabancı gelmeye başladı, tanıdığım
yer olmaktan çıktı. Bu şekilde elli gün geçirdik. Diğer iki arkadaşıma gelince,
onlar sindiler; ağlayarak evlerinde oturdular. Ben bunların en genci ve en
ısrarcısı olduğumdan evimden çıkar, cemaatle namaza gelirdim ve çarşılarda
dolaşırdım. Fakat kimse benimle konuşmazdı. Resûlullah’ın yanına gelir
ve namazdan sonra oturduğu yerde ona selâm verir de kendi kendime,
“Acaba selâmımı almak için dudaklarını kımıldattı mı?” der, sonra ona yakın
bir yerde namaz kılar (ve namaz içinde) Peygamber’e gizlice bakardım.
Namaza daldığımda Allah Resûlü bana bakar ve kendisine baktığım zaman
da benden yüzünü çevirirdi. Müslümanların bu suretle benimle ilişkiyi
kesmeleri uzun sürünce, gidip en çok sevdiğim kişi olan amcamın oğlu Ebû
Katâde’nin bahçesinin duvarını atladım ve ona selâm verdim. Vallahi o da
selâmımı almadı. Bunun üzerine:
–Ey Ebû Katâde, Allah için sana soruyorum. Allah’ı ve Resûlü’nü ne kadar
çok sevdiğimi biliyor musun? Sustu, sorumu tekrarladım ve “Allah için sana
soruyorum.” dedim. Yine sustu. Yine sorumu tekrarladım: “Allah için sana
soruyorum.” dedim.
–Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedi. Bunun üzerine gözümün yaşı dolup taştı,
arkama dönüp bahçeden uzaklaştım.
(Günün birinde) Medine çarşısında geziyordum. Yiyecek satmak için
Medine’ye gelen Şamlı çiftçilerden birisi:
–Ka’b b. Mâlik’i bana kim gösterir, diyordu. Halk da beni gösterdi. Yanıma
geldi ve bana Gassân Meliki’nin mektubunu verdi. Ben de eli kalem
tutanlardan olduğum için mektubu okudum. Şöyle diyordu:
“Selâmdan sonra derim ki, efendinin seni sıkıntıya soktuğunu haber aldım.
Allah seni hukukun çiğnendiği ve kıymetin bilinmediği bir yerde bırakmasın.
Yanımıza gel, sana eşit muamele ederiz.” Mektubu okuyunca bu da bir bela
dedim ve mektubu ateşe atıp yaktım.
(Durumumuzla ilgili) vahiy gelmeksizin elli günün kırkı geçince
Allah Resûlü’nün elçisi geldi:
–Resûlullah sana eşinden ayrı oturmanı emrediyor, dedi. Bunun üzerine:
–Ne yapacağım, onu boşayacak mıyım, dedim.
–Hayır, ondan ayrı oturacaksın, ona yaklaşmayacaksın, dedi. Peygamber
iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi. Bunun üzerine eşime, anne
ve babasının yanına gitmesini söyledim ve “Allah, bu konuda bir hüküm
verinceye kadar onların yanında otur.” dedim.
Hilâl b. Ümeyye’nin eşi, Allah Resûlü’ne geldi ve:
–Yâ Resûlallah, Hilâl b. Ümeyye düşkün bir ihtiyardır. Hizmetçisi de yoktur.
Ona hizmet etmemde bir sakınca görür müsünüz, dedi. Peygamber :
–Hayır, görmem fakat sana yaklaşmasın, dedi. Kadın da şöyle cevap verdi:
–Vallahi onun kımıldayacak hâli yoktur. Allah’a yemin ederim ki, başına gelen
o durumdan beri hiç durmadan ağlıyor, dedi.
Ka’b şöyle devam etti: Ailemden bazıları;
–Eşin için, Resûlullah’tan izin isteseydin olmaz mı? Hilâl b. Ümeyye’ye
hizmet etmesi için onun hanımına izin vermiş, sen de hanımın için izin istesen
ya.” dediler.
–Ben gencim, bu hâlimle izin istersem bilmiyorum ki Allah Resûlü bana
ne der, dedim. Bu şekilde de on gün kaldım; halkın bizimle konuşmalarının
yasaklandığı günden itibaren elli gün geçti. Ellinci gecenin sabahında
evlerimizin birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teâlâ’nın
bizimle ilgili olarak andığı üzere canımın sıkıldığı ve yeryüzü genişliğine
rağmen, bana dar geldiği hâlde otururken Sel Dağı’nın tepesinde birisinin
bağırdığını işittim. Çok yüksek bir sesle “Ey Mâlik’in oğlu Ka’b, müjde
müjde!” diyordu. Bunun üzerine kurtuluş gününün geldiğini anladım ve
secdeye kapandım.
Resûlullah , sabah namazını kılınca, tövbemizin Allah tarafından kabul
edildiğini halka ilan etmiş. Bunun üzerine ahali müjdeli haberlerle bize
koştular. İki arkadaşıma da müjdeler gitti. Biri bana atla koştu. Eslem’den
bir adam da benim tarafıma yaya koştu ve adı geçen dağa çıktı; bunun sesi
atlıdan evvel bana ulaştı. Sesini işittiğim adam gelip beni müjdeleyince
sırtımdaki iki elbiseyi de çıkardım ve müjdesine karşılık olarak ona giydirdim.
Allah’a yemin ederim ki, o gün bundan başka elbisem de yoktu. Emanet
iki elbise alıp onları giydim. Allah Resûlü’nü görmek için yola düştüm.
İnsanlar bölük bölük beni karşılıyor; tövbemin kabulünü tebrik ediyorlar
ve “Allah’ın affı sana kutlu olsun.” diyorlardı. Mescide girdim. Resûlullah
cemaatin ortasında oturuyordu. Talhâ b. Ubeydullâh (ra) kalktı ve koşarak
gelip elimi sıktı, beni kutladı. Allah’a yemin ederim ki muhacirlerden
Talhâ’dan başkası kalkmadı.
Ka’b, Talhâ’nın bu nezaketini hiç unutmazdı. Sözlerine şöyle devam etti: Allah
Resûlü’ne selâm verdiğimde sevincinden yüzü parlıyordu ve şöyle dedi:
–Annenin seni doğurduğundan beri yaşadığın günlerin en hayırlısı ile seni
müjdelerim.
–Yâ Resûlallah, sizin tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı, dedim.
–Benim tarafımdan değil, Aziz ve Celil olan Allah’ın katından, dedi.
Sevindiği zaman Allah Resûlü’nün yüzü daha da nurlanır, hatta ay
parçası gibi olurdu. Çok sevindiğini bundan anlardık. Resûlullah’ın önüne
oturduğumda:
–Ey Allah’ın Resûlü, tövbemi tamamlamak için bütün malımı Allah ve Resûlü
uğrunda tasadduk edeceğim, dedim. Peygamber ,
–Malından bir kısmını çoluk çocuğun için bırakman daha hayırlıdır, dedi. Ben de;
–Hayber’deki hissemi onlara bırakıyorum yâ Resûlallah! Allah beni ancak
doğru sözlülüğüm sayesinde kurtardı. Hayatta kaldığım müddetçe hep
doğruyu söylemek de tövbemin tamamıdır, dedim.
Allah’a yemin ederim ki Resûlullah’a bu sözleri söylediğim günden
beri doğru sözlülük yüzünden Allah Teâlâ’nın, kimseyi benden daha güzel
mükâfatlandırdığını bilmiyorum. Yine yemin ederim ki Resûlullah’a bu
sözleri söylediğim günden bugüne kadar bilerek hiç yalan söylemedim, kalan
ömrümde de Allah Teâlâ’nın beni yalandan koruyacağını umarım.
Ka’b devamla şöyle dedi: Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
“And olsun, Allah, Peygamber’in ve içlerinden bir kısmının kalpleri eğrilmeye
yüz tuttuktan sonra, güçlük anında ona uyan muhacir ve ensarın tövbelerini
kabul etti. (Evet) bir kere daha onların tövbelerini kabul etti. Çünkü o, onlara
karşı çok esirgeyendir ve çok merhamet edendir.
Savaşa katılmayıp geride kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü
bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları da kendilerini sıktıkça
sıkmış, böylece Allah’(ın azabın)dan yine O’na sığınmaktan başka çare olmadığını
anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul
etti. Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir.
Ey iman edenler, Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.”*
meâlindeki âyetleri inzâl buyurdu.
Ka’b şöyle devam etti: “Allah’a yemin ederim ki Cenâb-ı Hak beni, İslâm
nimetine mazhar ettikten sonra, Resûlullah’ın huzurunda doğru
söylediğimden dolayı, yalan söyleyip helâk olanlar durumuna düşmekten
kurtararak bana bundan daha büyük bir nimeti vermedi. Vahiy nâzil olduğu
zaman da Allah Teâlâ, yalan söyleyenler hakkında kimseye söylemediği ağır
sözü söyledi. Ve şöyle buyurdu:
“Yanlarına döndüğünüz zaman, kendilerine ilişmemeniz için size Allah adıyla
yemin edeceklerdir. Artık onlara ilişmeyin. Çünkü onlar pistir. Kazandıklarının
karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir.
Kendilerinden razı olasınız diye size yemin edeceklerdir. Siz onlardan razı
olsanız bile Allah o fasıklar topluluğundan asla razı olmaz.”**
Ka’b sözlerini şöyle bitirdi: “Biz üçümüz, Resûlullah’ın yeminlerini ve
biatlarını kabul edip istiğfar ettiği kimselerden geriye bırakılmıştık. O, bizim
durumumuzu geri bıraktı ve nihayet Allah Teâlâ bu hususta yukarıdaki şekilde
hüküm verdi. Allah Teâlâ “Savaştan geri kalan üç kişinin de tövbelerini kabul
etti.”*** buyurdu. Allah’ın zikrettiği bu “ayrılış”tan maksat, bizim gazadan geri
kalmamız değil, aksine Peygamber’in, kendisine yemin edip özür beyan
edenler içerisinden özürlerini kabul ettikleri kimselerin durumunu bizim
durumumuzdan ayırıp geriye bırakmasıdır.”
(B4418 Buhârî, Megâzî, 80; M7016 Müslim, Tevbe, 53)
Diğer bir rivayette; “Peygamber , Tebük Seferi’ne perşembe günü çıktı.
Yola perşembe günü çıkmayı severdi.”
(B2950 Buhârî, Cihâd, 103)
Başka bir rivayette, “Ancak gündüzün, kuşluk vakti seferden evine dönerdi.
Seferden döndüğünde ilk önce mescide girer ve iki rekât namaz kılar, sonra
orada (biraz) otururdu” denilmektedir.
(M1659 Müslim, Müsâfirîn, 74)
* Tevbe, 9/117-119.
** Tevbe, 9/95-96.
*** Tevbe, 9/118.

22. Ebû Nüceyd İmrân b. Husayn el-Huzâî’den (ra) anlatıyor:
Zina sonucu hamile kalan, Cüheyne kabilesinden bir kadın
Peygamber’e geldi ve:
–Yâ Resûlallah, had (ceza) gerektiren iş yaptım, bana cezamı ver, dedi.
Bunun üzerine Peygamber emir verdi ve kadının velisini çağırdılar.
Ona:
–Bu kadına iyi davran ve doğum yapınca da bana getir, dedi. Adam
Resûlullah’ın dediği gibi yaptı ve kadın doğum yaptıktan sonra onu getirdi.
Hz. Peygamber emir verdi ve kadının elbisesi sımsıkı bağlandı. Sonra
Peygamber’in emriyle kadın taşlandı.* Peygamber (kadının cenaze)
namazını kıldı. Bunun üzerine Ömer (ra):
–Yâ Resûlallah, zina ettiği hâlde bu kadının namazını mı kılacaksın, dedi. Allah
Resûlü şöyle cevap verdi:
–O kadın öyle bir tövbe etti ki, Medine halkından yetmiş kişiye taksim edilseydi,
hepsine yeterdi. Allah için canını vermesinden daha hayırlısını biliyor musun?
(M4433 Müslim, Hudûd, 24)
* Bu rivayette, evli olan birinin gayr-ı meşru birleşmesini itiraf etmesi sonucu uygulanan müeyyide dile getirilmektedir. Bu tür müeyyidelerin tarihi, çok eski devirlere kadar uzanmaktadır. Hatta Kitab-ı Mukaddes’te
bu husus sarahaten yer almaktadır (Yuhanna 8:3-7). Hz. Peygamber devrinde de bir ikisi Yahudi olmak üzere
birkaç uygulama bulunduğuna dair anlatılar vardır. Hz. Peygamber’in bu hadleri, Nûr, 24/4 âyetinden önce ve
devlet başkanı sıfatıyla uygulamış olması da muhtemeldir. Kur’an-ı Kerim’de ise bu yönde bir hüküm bulunmadığı gibi, İslâm tarihi boyunca da bu türden müeyyidelerin neredeyse hiç uygulanmadığı görülmektedir.
Konuyla ilgili rivayetler üzerinde farklı değerlendirmeler ve yorumlar yapılmaktadır.

23. İbn Abbâs ve Enes b. Mâlik’ten (ra) rivayet edildiğine göre
Resûlullah şöyle demiştir:
Âdemoğlunun bir vadi altını olsa ikincisini ister. Onun ağzını topraktan başka
bir şey doldurmaz. Allah, tövbe edenin tövbesini kabul eder.
(B6439 Buhârî, Rikâk, 10; M2415-M2417 Müslim, Zekât, 116-117)

24. Ebû Hüreyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle demiştir:
Biri diğerinin canına kıyan ama (sonunda) ikisi de cennete giren şu iki kişiye
yüce Allah güler. Bunların biri, Allah yolunda savaşırken diğeri tarafından
şehit edilir. Öldüren sonra pişmanlık duyar ve Allah onun tövbesini kabul
eder ve adam Müslüman olur; o da Allah yolunda savaşırken şehit düşer.
(B2826 Buhârî, Cihâd, 28; M4892 Müslim, İmâre, 128)




@hutbetussahra:
Bu bölümden çıkarmış olduğum dersler:

-Günah eğer kul ile ALLAH arasında ve kul hakkı yoksa tevbe için
1-Günahtan ayrı durmak, 2-Yaptığından Pişmanlık, 3-Bir daha asla yapmamaya kesin karar
gerekir.
-Eğer günah kulları ilgilendiren hususlarda ise tevbe için bu üçüne ek olarak kul hakkının giderilmesi gerekir.
-Sürekli tevbe etmek gerek. (No.15)
-ALLAH(c.c.) tevbe edilmesini sever. (No.16)
-Müslümanları sevmek önemlidir. (No.20)
-Zararın, günahın, yanlışın neresinden dönersek kardır. (No.21)
-Asla yalan söylememek gerekir. (No.22)
-Cihaddan ve hayırdan geri kalmamak gerekir. (No.22)
-Asla mal hırsı yapma. (No.24)
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt