Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Şehid Abdullah Azzam: Cihad Dersleri : Tekfir

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Tevbe 28. ÂYETİN TEFSİRİ

Tekfirde aşırı gitme sonucunda, piyasada tekfir edecek müslüman kalmayınca aynanın karşısına geçerek kendisini tekfir etme safhasına gelinir.

28- Ey iman edenler! Müşrikler, ancak necistirler. Bu yıllarından sonra onlar, Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız, yakında Allah, dilerse sizi lütfü ile zenginleştirir. Allah, şüphesiz her şeyi çok iyi bilendir. Hüküm ve hikmet sahibidir.
Rasulullah'ın Vefatının Yaklaştığını Bildiren Alametler:
Tevbe sûresinin birinci bölümünde, müslümanlarla müşrikler arasındaki nihai ilişkilerden bahsedildiğini söylemiştik.
İkinci kısımda ise; müslümanlarla ehli kitap arasındaki ilişkilerden bahsedilmektedir.
"Ey iman edenler! Müşrikler pistir; bu itibarla, bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." Tevbe Sûresi'nin 28. âyet-i kerimesi olan bu âyet, müslüman toplumlarla müşrikler arasındaki nihai ilişkileri düzenleyen birinci bölümün son âyetidir.
Daha önce de zikrettiğimiz gibi, Tevbe Sûresi nazil olduktan sonra Arap Yarımadası'nda müşrikler için kalma hakkı bırakılmamıştır. Ya müslüman olacaklar, ya öldürülecekler ya da kaçacaklardı. Hiçbir müşrikten kesinlikle cizye kabul edilmeyecekti. Rasulullah Veda Haccında insanlara hitab ederek şöyle buyurmuştur: "Şeytan bu topraklarınızda kendisine tapılmaktan artık ümidini kesmiştir. Ancak bunun dışında küçük gördüğünüz amellerinizde kendisine itaat etmenize razı olmuştur. Bu nedenle ondan sakınınız! Gerçekten ben size iki şey bıraktım. Onlara sımsıkı sarıldıkça asla sapıtmayacaksınız, onlar: Allah'ın Kitabı ve Rasulü'nün Sünneti'dir." (Hadisi İbn Abbas (r.anhuma) rivayet etmiştir. Hakim, Mustedrak, C.I, s. 93'te rivayet etmiş ve isnadı sahihtir demiştir. Zehebi de Mustedrekin Telhis'Me ona muvafakat etmiştir. Ayrıta Hakim, Ebu Hurayra'den rivayet ettiği bir hadiste ona sahid göstermiştir. Nitekim Munziri'de et-Terğib ve't-Terhîb (c.I, sh. 80, no: 6) da zikrederek onu tastiklemiştir. (Mut.)
Evet, yüce Allah bu âyet-i kerimesiyle kutsal topraklarda müşriklere yer olmadığı hükmünü açıklamıştı, Allah'ın Rasulü (sav) sahabelerine gönderdiği genel tavsiyelerde şunu ilan ettiriyordu: "Bu yıldan sonra hiçbir müşrik haccetmeyecek, çıplak olarak tavaf yapılmayacak." Böylece Hicretin dokuzuncu yılı, müşriklerin haccettikleri son yıl olmuştu. Evet Allah'ın Rasulü (sav) son haccını ifa etmezden önce Beytulah'ı müşriklerden temizlemek istiyordu. Zira yapacağı bu hacc, İslâm'ın haccı olacaktı. Müslümanlar haccın nasıl yerine getirileceğini bu hacc ile öğreneceklerdi. Çünkü Rasulullah (sav) bu günlerin, hayatının son günleri olduğunu hissediyor ve bu haccın kendisi için ilk ve son hacc olacağı kanaati taşıyordu. Nitekim Peygamber'imiz (sav) Veda Hutbesi'nde sahabelerine şöyle sesleniyordu: "Ey insanlar sözlerimi iyi dinleyiniz. Belki de sizlerle bu yılımdan sonra bir daha karşılaşamam." Rasulullah'a bunu hissettiren bir takım sebebler oldu.
Cebrail (as) her Ramazan ayında Rasulullah'tan Kur'an'ı her Ramazanda bir defa dinlerken, Hicretin onuncu yılı olan bu Ramazan ayında iki defa dinlemişti. Bu sebeble Rasulullah (sav): "Bundan, ancak ecelimin yaklaştığını anlıyorum," buyurmuştu.

Ayrıca, Peygamberimiz (sav)'in veda ettiğini gösteren daha birçok alametler vaki olmuştu. Bu alametlerden bazıları şunlardı:

1. Alamet: Nasr Sûresi'nin inmesi: "(Ey Muhammedi) Allah'ın yardımı ve fetih geldiği, insanların bölük bölük Allah'ın dinine girdiklerini gördüğün zaman, Rabbini hamd ile teşbih et ve O'ndan mağfiret dile. Çünkü o, tevbeleri çok kabul edendir." Bir kısım sahabeler bu Nasr Sûresi'nin Rasulullah'ın vefatım gösteren ve peygamberliğin tamamlandığını beyan eden alametlerden ilk alamet olduğunu anlamışlardı. Çünkü sûrede Allah'ın zaferinin geldiği ve insanların akın akın İslâm'a girdikleri ifade ediliyordu. Artık peygamberliğin devam etmesinin zaruri olmadığı dolaylı yolla ifade ediliyordu.

2. Alamet: Rasulullah'ın vefatı yılında Kur'an'ın Cebrail tarafından iki defa Rasulullah'a okunmasıdır.

3. Alamet: Mâide Sûresi üçüncü âyetinin nazil olmasıdır:
"Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim."
Evet, yüce Rabbimizin bu buyruğu ile nimet tamamlanmış, din kemale ermiş ve Rasulün vazifesi sona ermişti.

4. Alamet: Rasulullah'ın (sav) dünyada yaşamayı tercih etmesi yerine ahirete intikal edip Cennet'te yüce Mevlası'nın nezdinde yaşamayı tercih etmesi idi.
Bu hususta Peygamber efendimiz şunu buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Allah bir kulu uzun ömür yaşayıp sonra Cennete gitme ile hemen Cennete gitme arasında serbest bıraktı. O kul da hemen Cennet'e gidip yüce refaketi tercih etti." (Yüce Rabbinin nezdinde olmayı tercih etti). Bu tercihini Rasulullah (sav) sahabelerine minber üzerinden haber vermişti.
Ebu Bekir (ra) Rasulullah'ın bu haberiyle kimi ve neyi kastettiğini hemen anlamış ve "Ey Allah'ın Rasulü! Biz senin yerine kendi canımızı feda edelim" demişti.
Rasulullah (sav) Hicretin onuncu yılında oluşan bu alametler neticesi vedalaşmıştı:
- Uhud Dağı'na gitmiş, Uhud savaşında şehid düşenleri ziyaret etmiş ve onların cenazelerini kılmıştı.
- Gece yarısı el-Bakiyy mezarlığına gidiyor orada yatan ölülere selam veriyor, kendisi ile birlikte hizmetçisini de götürüyordu.
- Hicretin dokuzuncu yılında veda haccım yapmıştı.
Evet. Hicretin dokuzuncu yılında yapılan hacc Rasulullah'ın yapacağı veda haccına bir hazırlıktı. Çünkü bu veda haccında Rasulullah hacc ibadetinin nasıl yapılacağını öğretecek ve bundan sonra bir daha hac yapmayacaktı. Bu nedenle Peygamber efendimizi haccın her bir ibadetini yaptığında; "hacc ibadetlerinizin şeklini benden aynen alınız" buyuruyordu.
Aziz ve celil olan Allah Hicretin onuncu yılında sahabelere, Rasulullah ile birlikte hacc yapma nimetini lütfetmişti. Bu haccda Rasulullah ile birlikte hacc eden toplam hacıların sayısı o zamandaki yaşayan insanlardan tam 124.000 kişiydi. Rasulullah bu haccında Allah Teala'nın Kitabında emrettiği doğrultuda bizzat kendi yetiştirdiği ve insanlığa önderler olarak ortaya çıkardığı rehberlere (ana kadroya) veda ediyordu.
Evet... bu ümmet insanlığın önderi ve rehberleri olmuştu. Nitekim yüce Mevla: "Siz insanlar arasından çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emr eder, kötülüğe mani olursunuz ve Allah'a iman edersiniz"
(Al-i İmran, 11) buyurmuştur.
Rasulullah (sav) Hicretin dokuzuncu yılında "artık bu yıldan sonra hiçbir müşrik hacc yapamayacak. Kabe'yi çıplak olan hiçbir kimse tavaf edemeyecek" hükmünü ilan ettirince Yüce Mevla dünya ile irtibatlarını tam koparamayan bir kısım insanların Arap Yarımadası'ndaki müslümanların az olması hasebi ile rızıklarının azalacağından korktuklarını bilmişti. Bu insanlar, müşriklerin hacc etmeleri yasaklanınca iki mahzurun ortaya çıkacağını zannediyorlardı.

Birincisi; güvenlik tehdit edilmiş olacaktı,
İkincisi ise; rızık kaynakları azalacaktı. İşte aziz ve celil olan Allah bu gibi düşünceleri beyan ederek buyurdu ki: "Eğer seninle beraber hidayete uyarsak, ülkemizden sürülürüz," dediler." Yüce Mevla bu kuşkularını gidermek ve bu iki mahzura güvence vermek için devamla buyurdu ki: "Halbuki Biz onları, kendi katımızdan her şeyin ürünlerinin içinde toplandığı hürmetli ve güvenli bir yere yerleştirmedik mi? Fakat onların çoğu bilmemektedirler." (Kasas, 57)

Evet yüce Allah bu âyet-i kerimesiyle emniyet sorununu güvenceye alıyordu. Ve Allah'ın Rasulü de bu hususta yemin ederek buyuruyor ki: "Allah'a yemin ederim ki, kervan Irak'tan gelip Kabe'yi tavaf edecek, Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır..." İşte Mekke ve ahalisi için yapılan emniyet ve güven müjdesi!
Allah Teala, onların rızık korkularına ise şu cevabı veriyordu:
"Şayet fakirlikten korkarsanız (iyi biliniz ki) Allah sizleri kendi lütfundan zenginleştirecektir." (Tevbe, 28)
Hicretin dokuzuncu yılında meydana gelen en önemli hadiselerden biri de Arapların cömertlikte örnek şahsiyet kabul ettikleri Hatim'in oğlu Adiy'nin müslüman olmasıdır. Adiy kavminin lideri ve hristiyan dinini kabul etmiş biriydi. Bacısı Sefane esir düştükten sonra Rasulullah'a gelmişti. Sefane ise esirliği sırasında Rasulullah'a kendisini tanıtmış ve şunları söylemişti:
Ben kavminin lideri olan, açları doyuran, çıplakları giydiren bir insanın kızıyım. Rasulullah da onun azad edilmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Kavminin arasında azizken zelil olmuş, zenginken fakir olmuş, âlim olduğu halde cahiller arasında kalmış olan insanlara acıyın ve onlara merhamet edin."
Evet... Bu üç felaket, büyük musibetlerdendir. Bunlardan birincisi; kavminin içinde azizken zelil olandır.
İran Lideri Şah Pehlevi bunun örneğidir. Bu zat, debdebenin zirvesindeydi, bölgede Amerika polisi sayılıyordu. Bir anda her şey altüst oldu. Amerika dahi sığınmasını kabul edemeyeceğine dair özür diledi. Otellerinden bir otelinin odasında yatıramadı. Hatta bütün yeryüzü kabul edemeyeceğine dair mazeretler beyan etti. Bu nedenle Şah şayet Sedat onu bir tuzakla öldürmedi ise kahrından öldü. Belki de Sedat onun hayatına alelacele son verdi ki geriye kalan servetine el koysun. Sedat insanları avlamada pek maharetli biriydi. Şah için şöyle düşünüyordu:
"Biz onu birkaç ay ağırlarız, kollestrolü yükselerek ölür. Ölmese de Allah'ın izniyle biz onun hayatına tezden son veririz." Sedat, Şahı ihtişamla karşıladı. Şah ile birlikte milyarlarca dolarların da kendisine gelmesini sağladı. Düşündüğü gibi birkaç ay sonra Şah öldü. Tabi nasıl öldüğünü bilemiyoruz. Büyük bir ihtimalle kahrından öldü.
Evet... Rasulullah'ın "kavminin içinde aziz iken zelil düşene merhamet edin" Rasulullah'ın buyurduğu kişiliği İran şahı yaşadı, öldü ve gitti...
Hicri dokuzuncu yüzyılın önemli hadiselerinden biri saydığımız Adiy bin Hatim'in müslüman olma meselesine dönelim. Adiy'nin bacısı Sefane serbest bırakıldıktan sonra kardeşi Adiy'e gitmişti. Ona, Rasulullah'ın ahlakını ve İslâm'ı sevdirmişti. Bunun üzerine Adiy Rasulullah'a gelip müslüman olmuştu. Adiy'in göğsünde haç bulunuyordu. Rasulullah ona; "bu putu at" deyince oda onu atmıştı. Rasulullah Adiy'in önünde "o ehli kitap hahamlarını ve papazlarını ve Meryem oğlu İsa'yı Allah'ın dışında rabler edindiler" (Tevbe, 31) ayetini okuyunca Adiy buna şaşırmış ve şöyle demişti:
"Ey Allah'ın Rasulü, biz onlara ibadet etmedik ki onları rabler edinmiş olalım."
Adiy ibadetin belli bir kahine veya rahibe yahut papaza namaz kılma olduğunu zannediyordu.
Fakat Rasulullah Rab edinmenin sadece bu olmadığını beyan ederek buyurdu ki:
"Evet, siz onları rabler edindiniz. Onların size Allah'ın haram kıldıklarım helal kılmalarını ve helal kıldıklarını da haram kılmalarını kabul ettiniz. Onlara itaatte bulundunuz. İşte bunları rab edinmek budur" diye izahatta bulundu.
Aslında ibadetin manalarından biri de verilen emirlere itaattir. Bu nedenle yöneticilerin Allah'ın haram kıldığı şeyleri helal kılma veya Allah'ın helal kıldığı şeyleri haram kılma içeriğindeki emirlerine itaat edenler Allah'a değil bu yöneticilere tapmış olurlar. Allah'ın indirdiği dışında kanun ve hüküm koyan yöneticilere itaat etmek ve ona razı olmaksa kâfirliktir, kişiyi dinden çıkarır. Zira bütün alimlerin ittifakı ile Allah'ın indirdiği dışında herhangi bir yasa koymak kâfirliktir, kişiyi dinden çıkarır, İslâm'dan koparır. Bu hususta İbn Teymiye şunu söylemiştir:
"Kim yabancı bir kadına bakmanın helal olduğunu söylerse âlimlerin icmaı ile o kimse kâfir olmuştur. Yine kim ekmeğin haram olduğuna karar verirse yine bu icma ile o kimse kâfir olmuştur."
Bu hususta şer'i bir kural vardır. Kim haramı helal sayarsa o kâfir olur. Yine kim helali haram sayarsa o da kâfir olur. Bu üzerinde ittifak edilen bir kuraldır.
Şimdi gelir de bir yönetici içki satılması için müslümanlara meyhane açılmasına ruhsat verirse bu kâfirliktir, kişiyi dinden çıkarır. Yine bir yönetici gelir de "bize göre ceza kanununun filan maddesinde hırsızlık yapanın cezası iki ay hapistir" veya benzeri şeyler söylerse bu kafirliktir. Kişiyi dinden çıkarır. Çünkü aziz ve celil olan Allah "hırsızlık eden ,r-kek ve kadının yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin" buyurmuştur. Allah Teala böyle buyurmuşken yöneticinin gelip; "siz bunları iki ay veya şu kadar zaman hapsedin" demesi yeni bir din icad etmesidir. Bu da kişiyi dinden çıkarır.
Ben size yukarıdaki hükümleri açıklayan başka örnekler vereyim:
Mesela, bir yönetici, yeni bir kanun çıkarsa ve: "Oruç Şevval ayında tutulacaktır, Ramazan ayında değil" dese, çıkardığı bu kanunuyla onun hükmü ne olur? Kâfir midir? Değil midir?
Evet, o kimse bu kanunuyla kâfir olmuştur. İslâm milletinin dışına çıkmıştır.
Yine başka bir yönetici de: "Ülkemizde akşam namazı dört rekat kılınacaktır" dese hükmü ne olur? Kâfir olur mu olmaz mı?
Tüm İslâm âlimlerinin ittifakıyla o kimse kâfir olur. Ancak insanlar hırsızlık cezasının hükmünün değiştirmenin küfür olacağını ve kişiyi İslâm milletinden çıkaracağını anlayamamışlardır.
Evet, neden akşam namazını üç rekatken değiştirip dört rekat yapan, Allah'ın indirdiğinden başka bir şeriat koyduğu için kâfir oluyor da hırsızın cezasını kol kesmeden değiştirip belli bir süre hapsetmeye çevirin Allah'ın indirdiği şeriatı değiştirmekle kâfir olmuyor? Bu da küfürdür, diğeri de küfürdür.

Allah'ın nizamını bırakıp beşeri kanunları tatbik etme musibeti, İslâm ümmetine ilk defa Tatarların Bağdat'ı H. 656'da işgali ile başladı. Hulâgû, Cengiz Han'ın İslâm ümmetine uygulanması için çıkarmış olduğu "el-Yasak" "kral siyaseti" diye isimlendirilen Cengiz Han kanunnamelerini uygulamak istemesi üzerine; İslâm uleması karşı çıkar ve âlimlerden biri Yasak diye isimlendirilen bu kanun kitabını eline alarak müslüman halka:
"Bu kitap ne oluyor?" diye seslenir, onlar da;
"Cengiz Han'ın kanunları Yasak'dır" derler. Bu cevap üzerine o âlim:
"Kim bu kitapla hükmederse kâfir olur, kim bu kitabın kanunlarıyla yargılanmak isterse kâfir olur" der.
Hulâgû ise; günümüz yöneticilerinden daha akıllı davranır ve bir mahkeme Yasak'ın kanunlarıyla bir mahkeme de Kur'an'la hükmetmek üzere iki ayrı mahkeme kurar. Böylece Kur'an ve Sünnetin hükümleri ile yargılanmak isteyenler müslümanların mahkemesine, Yasak'la (Cengiz Han kanunnameleri ile) yargılanmak isteyenlerde Yasak'ın mahkemesine giderlerdi. Fakat, kim Yasak'ın mahkemelerine girerken görülürse o kimsenin kâfirliğine hüküm verilirdi. Fakat şu anki musibet ve çağımızın Cengiz Han kanunları ise İslâm aleminin çoğunda tatbik edilen Napolyon Bonapart'ın kod haline getirdiği kanunları ve diğer insanların yaptığı kanunlardır.
Mesela biz Suriye'de Üniversitenin Şeriat fakültesinde, şeriatın yanında beşeri kanunları da okuyorduk. Suriye'de uygulanan kanunlar, Mısır kanunlarından alınmıştır. Mısır kanunları da harfiyen Fransız kanunlarından tercüme edilmiştir ve Ürdün'de bu kanunları tatbik etmek istediklerinde, harf harf bu kanunları nakletmiştir. Allah bu Ürdünlülerin gözlerini o kadar kör etmiştir ki kanunun sonunda "Bu kanun filan gün ve tarihte Suriye'de çıkarılmıştır" dediler. Ürdün, "Amman'da çıkarılmıştır" demeyi dahi beceremedi.
Hukuk ve kanun meselesi gerçekten çok önemlidir. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında yeni yeni kanun ve hukuk sistemleri tesbit etmek küfürdür. İslâm'dan çıkmaktır. En azından her müslümanın görevi bu tür beşeri sistem ve kanunları kalbiyle de olsa kabullenmeyip rıza göstermeyerek reddetmesidir.
Ben, bu meseleyi çok araştırdım. Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında teşri -hukuk sistemi ve kanunların tesbiti- meselesi gerçekten beni çok meşgul etti. Çünkü ben Mısır'da doktora tezi hazırlarken Enver Sedat'ın döneminde hapishaneden müslümanlar çıktılar. Bunlar bu mesele hususunda farklı görüşler taşıyorlardı. Bunlardan bir kısmı; tüm insanları tekfir (küfürle itham) ediyor, diğer bir kısmı; müslüman veya kâfir olduklarına dair herhangi bir hüküm vermekten kaçınıyor, üçüncü bir kısım ise "la ilahe illallah Muhammeden Rasullullah" diyen bütün insanların müslüman olduklarını söylüyorlardı.
Bu konu beni çok uğraştırdı, meşgul etti. Çünkü bu müslümanlardan bazıları camilerde namaz kılmıyordu. Bu ise büyük kargaşalara sebeb oldu. Tekfir meselesini gündeme getirenlerden biri rahmetli Mustafa Şükrü. Enver Sedat, Mustafa Şükrü'yü Mısır Vakıflar Bakanı Zehebi isimli bir zatın öldürülmesi ile yargıladı ve idam etti.

Mustafa Şükrü şu kaideyi işleterek kendi cemaatine girmeyenlerin kâfir olduğu kanaatinde idi. "Kâfiri tekfir etmeyen (kâfir olduğunu söylemeyen) kâfirdir. Kâfirin küfründe şüphe eden kâfirdir."
Bu şekilde düşünen gençler hapishanede Müslüman Kardeşler cemaatinin lideri üstad Hasan Hudeybi'nin yanına varmışlar ve ona;
- "Sen Mısır cumhurbaşkanı Abdunnasır'ın kâfir olduğunu söylüyor musun?" demişlerdir. Hudeybi de;
- "Abdunnasır'ın kâfir olduğunu söylesek ne kazanırız, söylemesek ne kaybederiz" diye cevap vermiştir.
Tabi bu söz Hudeybi'nin aleyhine tam bir delil olarak ileri sürülmüştür. Halbuki Hudeybi aslında siyasi bir cevap vermiştir. Fakat gençler Hudeybi'yi anlayamamışlar, onu da tekfir etmişler, böylece ayrılıp yeni bir grup oluşturmuşlardır. Artık Hudeybi'nin arkasında namaz kılmaz olmuşlardır.

Bunlar hapishaneden çıktıktan sonra karşılaştıkları kişilere;
- "Abdunnasır ve Sedat hakkındaki görüşün nedir?" diye sorarlar, onların kâfir olduklarına dair cevap aldıktan sonra
- "Hudeybi hakkında görüşün ne?" derlerdi. Onun Müslüman olduğu cevabını alınca da;
- "Fakat o kâfir olan Abdunnasır'ın kâfir olduğunu söylemiyor.Kâfire kâfir demeyen de kâfirdir" diyorlardı. Sen onlara "hâşâ ben Hudeybi'yi tekfir edemem" deyince de seni de kâfirler listesine ilave ederlerdi.

Vallahi! Bir gün yanıma devamlı gidip gelen ve beni seven Ürdün'lü bir genç geldi.
Bu genç Mustafa Şükrü'yü önder edinmiş, onun görüşlerine hayran olmuştu. Vakıa ben bu genç kadar imanı hakkında gayretli olan ve dinine bağlı olan birini görmedim. Bu genç eczacılık fakültesinde okuyordu. Kahire'de gelip bazı günler benim yanımda orucunu açıyordu. Yine günlerden bir gün Mustafa Şükrü ile görüştükten sonra beni ziyarete geldi. Benimle konuşmaya başladı. Ben onunla tartışıyordum.
Nihayet namaz vakti geldi.
Baktım ki o arkamda namaz kılmaya yanaşmıyor. Dedim ki:
- "Buyur sen namaz kıldır." O bana namaz kıldırdı. Ben namaz için öne geçtiğim zamanlarda ise;
- "Ben namazları cem ettim" diyordu. Ben onu açmak istiyordum. Bir gün dedim ki:
- "Benim hakkında görüşün nedir?" Dedi ki:
- "Açık mı konuşayım." Dedim ki:
- "Evet açık konuş." Dedi ki:
- "Ben senin kâfir olduğunu söylüyorum." Dedim ki:
- "Peki arkadaşım neden? Mesele ne?" Dedi ki:
- "Sen Müslüman Kardeşler'densin." Dedim ki:
- "Güzel, ben onlardanım." Dedi ki:
- "Müslüman Kardeşler'den olan herkes kâfirdir."
- "Niçin?" dedim. Dedi ki:
- "Çünkü onlar kâfir Hudeybi'nin kâfir olduğunu kabul etmiyorlar."
Düşünüyor musunuz? Bu kadar kolay bir şekilde bunu söylüyor. Dedim ki:
- "Gel buraya arkadaş. Dinle beni. İmam Şafii ile İmam Ahmed bin Hanbel, kasıtlı olarak namazı terk edenin hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafii tekfir etmemiş, İmam Ahmed ise tekfir etmiştir. Bunlar birbirleri ile tartışmalarına rağmen hiçbiri diğerini tekfir etmemiştir."
Fakat bu genç çok hararetli ve cüretkar olduğundan bana şu cevabı verdi:
- "Şayet ben orda olsam, Şafii ile tartışsaydım Şafii de namazı kılmayanın kâfir olmadığını söyleseydi, ben Şafii'yi tekfir ederdim."
Ben de dedim ki:
- "La havle vela kuvvete illa billah. Artık burda mesele bitti. Mesele bu noktaya kadar ulaşınca artık yapacak bir şey kalmadı."
Biliyor musunuz bundan sonra bu gence ne oldu? Mustafa Şükrü'nün meselesinden dolayı yargılandı, on beş sene ceza giydi, hatta şu ana kadar hapishanede olduğunu sanıyorum. Fakat şu hususu göz önünden kaçırmamak lazım. Bunlar çok hararetli gençler. Bu nedenle diğer gençlerin kalblerini çelmişlerdir. Bunun sebebi ise harici fırkasına mensub olan insanlar gibi açık sözlü olmaları ve dediklerini harfiyyen yapmalarıdır.
İstihbarattan herhangi bir kimse kendilerine; "sosyalizm hakkında görüşün nedir?" diye sorduğunda ona cevapları şu oluyordu; "Kısa kes. Bana "Sedat hakkında görüşün ne?" diye sor.
Sedat kâfirdir. Ona her yardım eden de kâfirdir. Onun verdiği kararı kabul eden herkes de kâfirdir."
Böylece bu gençler istihbaratın işini kolaylaştırıyorlardı. İşte onların bu kadar açık sözlü olmaları gençleri kendilerine çekti. Kuru odunların tutuşmasında ateşin yayılması gibi gençlerin arasında süratle yayıldılar. İşte bütün bunlardan dolayı insanları tekfir etme meselesi beni çok, çok uğraştırdı.



Allah'ın Kanunlarının Dışındaki Kanunlar

Bunlar öyle gençler ki Rasulullah'ın beyan ettiği şu insanlar gibiydi; "evet sizden biriniz kendi namazınızı onların namazı karşısında, orucunuzu da onların orucu karşısında küçük görürsünüz." Bunlar, Kur'an-ı Kerim okuduklarında içlerinden gelerek okuduklarını hissedersin fakat maalesef cehalet onları helak etti, yordu ve felakete sürükledi. Evet bunlar gençlerdi gençler. Mısır'ın en seçkin gençleri idi bunlar. Fakat bu hale geldiler.
Yine gençlerden bir grup; "biz tekfir hakkında herhangi bir yargı vermiyoruz" diyorlardı.
Bunlar kendilerinden olmayan herhangi bir insanı imtihandan geçirmedikçe müslüman veya kâfir olduğuna karar vermiyorlardı.


İmtihanlarında şunları soruyorlardı:
"Yönetici hakkında görüşün nedir?
Mevcut kanunlar hakkında görüşün nedir?

Kanun koyma hakkında görüşün nedir?" vb sorular.

Şayet bu yüzde ellinin üstünde başarılı olursa (aslında bunun başarısı yüzde doksandan fazla olmalıydı. Çünkü herhangi bir soruda ufak bir yanlış yaparsa onu tamamen siliyorlardı) arkasında namaz kılarlardı. İmtihanı geçemez ise arkasında namaz kılmazlardı. Onlar camilere gitmiyorlardı. Çünkü onları cahiliye mabedleri kabul ediyorlardı. Onlar tanımadıkları imamın peşinde namaz kılmazlardı. Ayrıca devletten maaş alan hiçbir imamın arkasında da namaz kılmıyorlardı.

Bu mesele beni çok uğraştırdı. Araştırmaya giriştim. Uzun uzun araştırdım. Ve sonuçta mutmain olduğum şu neticelere vardım.

1. Allah'ın indirdiği kanunların dışında başka kanunlar tesbit eden her yönetici müslüman değildir, İslâm ümmetinin dışındadır.Çünkü bu kimse namazı değiştiren kimse gibidir.

2. Kanun yapıcılar ve bunları maddeleştirenler -adalet komisyonları gibi- gruplar kâfirdir, İslâm dininin dışına çıkmıştır. Namaz kılıyor, oruç tutuyor olsalar dahi bunlar kâfirdirler. Çünkü haramı helal, helali de haram kılmaktadırlar.
Bugün bize tatbik edilen kanunlarda zina serbest hale gelmiştir. Evet, kocasının evinde yapmadığı sürece zina etmesinden dolayı kadın cezalandırılmaz! Aynı şekilde koca da eşinin evinde yapmadığı sürece zina etmesinden dolayı cezalandırılmaz! Kişi kendi özel arabasında bir kadınla fuhuş yaparken polis onları görse kadın yardım istemediği sürece polisin müdahale hakkı olmayacaktır! Çünkü özel araba taşınabilir ev hükmündedir!
Şeyh Necibullah el-Mutî'nin de dediği gibi; "Allah hakkı için söyleyin bana bu bir devlet kanunu mudur. Yoksa, fahişeler kanunu mudur? Nasıl olur, bir kadın umumi bir cadde üzerinde açıktan zina edebilecek ve eğer özel arabalarında yapıyorlar ise polisin müdahale hakkı olmayacak. Çünkü özel arabalar taşınabilir ev hükmündeymiş!"


Evet, birinci olarak zikredilen yöneticiler kendi kafalarından kanunlar uydurdukları veya başka kâfirlerden kopya ettikleri kanunlarla yeni bir hukuk sistemi getiriyor olduklarından dolayı kâfirdirler ve İslâm dininin dışındadırlar.
İkincisi ise, kanun yaparak bunları maddeleştirenlerdir ki bunlarda aynı şekilde İslâm dininin dışındadırlar.


3. Çıkarılan bu kanunları uygulayan hakimler ve savcılar:
Bunlar İslâm'dan çıkmazlar. Çünkü bunlar sadece uygulayanlardır. Kanun koyanlar değillerdir. Ancak, Allah'ın kanunlarının dışında başka kanunlarla yargıda bulunduğundan dolayı haramla uğraşması sebebiyle günahkârdırlar. Aldıkları maaş haramdır. Vazifesi haramdır. İçki satan kişi ile bunun arasında hiçbir fark yoktur.


4. Beşeri kanunları severek uygulayan hakim ise kâfirdir.
Evet. Beşerî sistemlerde hakimlik yapanlar yani Rabbani, ilahi hukuk sistemi dışındaki kanunlarla hakimlikte bulunanlar iki kısımdır.
Birinci kısımdan olanlar, kanunları sevmedikleri halde onlarla insanları yargılayan hakimlerdir. İşte bunlar meyhanede içki satandan veya faizli bankalarda görev alan kimselerden daha büyük günah işlerler. Bu tür hakim ve savcıların maaşları haramdır, işleri haramdır. Gelirlerini sadece hakimlik ve savcılıktan sağlayan kimselerin sofrasında bulunmak, ondan bir lokma yemek haramdır. Fakat babasından kendisine kalmış bir miras varsa ve bunlarla kendi vazifesinden kazanmış olduğu mallar birbirine karışmışsa örneğin bir parça arazi veya bostan kalmış bunların ekin ve ürünlerinden sağlanan kazancı varsa, onun sofrasından yemekte bir sakınca yoktur. Bu yenilen yemeğin helal kazançtan olduğu kanaati ile yenilir. Çünkü, burada helal malla, haram mal birbirine karışmıştır. Böyle karışan malların hükmü de böyledir.
Hakimler İslâm dininin dışına çıkmazlar. Ama görevlerinden dolayı fasıktırlar. Çünkü o haram bir hususta iştigal etmektedir. Bu hüküm, kalbinden reddedip çirkin görerek yargıda bulunduğu taktirdedir.
Diğer bir kısım hakimler vardır ki beşeri kanunları kalben severek ve isteyerek yargıda bulunurlar. İşte bunlar İslâm dininin dışındadır, kâfirdir. Kim olursa olsun kalbinden beşeri kanunları isteyip severse kâfir olur. İslâm ümmetinin dışındadırlar.


5. Avukatlara gelince; avukatın işi haramdır.
Ürdün'de iyi bir kardeşimiz bana geldi ve dedi ki: "Ben avukatım. Bu hususu şeriat fakültesindeki hocalara arzet -ben de o zamanlar Ürdün Üniversitesi Şeriat Fakültesi'nde bulunuyordum.- "Benim işim hakkında bir hüküm versinler ve ben de verdiğiniz bu hükme bağlı kalacağım."
Şeriat fakültesinin hocaları olarak toplandık ve bu konuda ben hariç ittifakla ulaştıkları netice şu oldu:


Avukatlık mesleğiyle uğraşmak üç şartla helal olur.

a. Hakkında dava açılmak istenen meselenin yürürlükte olan kanundaki hükmü İslâm şeriatının hükmüne ters düşmemelidir.

b. Savunduğu müvekkilinin tamamen bu olayda haklı olduğuna ve kendisinin de hakkı savunduğuna kalbi kanaat getirmelidir.

c. Müvekkilinin, haklı olduğunu zannederek savunurken, mahkeme esnasında onun haksız olduğu ortaya çıktığı taktirde, onu savunmaktan ve avukatlığını yapmaktan çekilmelidir.

Bu görüşü oradaki hocaların tamamı kabul ettiler.

Ancak ben ise yakînen haram olduğuna inanıyorum. Allahu alem beşeri kanunların gölgesi altında avukatlık yapmanın, beşeri kanunlarla savunma hazırlamanın hâlâ haram olduğu kanaatindeyim.
Fakat orada bulunan âlimler avukatlığın, bu şartlar dahilinde mubah olduğu görüşüne vardılar.
Tabi, bu âlimlerin içerisinde, benden daha âlim olanlar, benden daha hayırlı ve takva sahibi olanlar vardı. Ancak yine de ben avukatlık işinin haram olduğuna inanıyorum.


6. Millet meclisleri diye isimlendirilen yasama ve şûra meclisleri, parlamento; Cemal Abdunnasır zamanında espri yaparak derlerdi ki:
"Millet meclisinin iki kapısı var. Birinci kapının üzerinde "Tartışan konuşan millet vekilerinin kapısı", ikinci kapının üzerinde de: "Dinleyen milletvekillerinin kapısı" yazılıdır.
Bir gün heyecanlı ve gayretli birisi gelir ve der ki; "ben hem dinleyici hem de tartışmacı olarak geldim" der ve Tartışma Kapısı'ndan içeri girer. Bir de ne görsün; önü sokak. (Yani burada tartışılanlar sokak laflarından ve cadde kavgalarından başka bir şey değil)."
Evet bizim memleketlerimizdeki parlamentolar böyle... Haşim er-Rıfai'nin de dediği gibi oyun ve dalavereden başka hiçbir şey değil. Haşim er-Rıfai, Abdunnasır, parlamento ve benzeri şeyler hakkında yazdığı "Hatırat Şiirleri"nde şunları zikrediyor.
Ey Nasır! işte milletvekillerini
Onları çocuk oyuncağı gibi
Dilediğin şekilde hareket ettirebilirsin
Senin arzulamadığın bir şeyde ağızlarını dahi açmazlar
Biz çok iyi biliyoruz ki onlar sırf
Konuştuğunda seni alkışlamak için
Oraya biriktirilmişlerdir.
Senden önce zulmetmek zehirli bir mantarken,
Şimdi zulüm senin elinde organizeli bir örgüt oldu.


Evet, millet meclisine gelelim, parlamentoya gelelim.
Parlamenterlere arapça "nüvvab" denir. Bu kelime vekil manasına gelen "naib"in mi yoksa musibet manasına gelen "naibe"nin mi çoğulu olduğunu bilemiyoruz. Çünkü bunların çoğu vekil değil, musibet!


Meclisteki milletvekillerinin İslâm kanunlarına ters düşen hiçbir kanunu, ister aslî, ister ferî meselelerde olsun onaylamaya hakları yoktur. Şayet kadın erkek eşitliği gibi İslâm'a ters düşen herhangi bir kanuna muvafakat ederlerse, İslâm dininden çıkarlar. İslâm'a muhalif olan en basit meselede bile milletvekilinin karşı çıkması gerekir. Şayet karşı çıkmaz ise o İslâm'a ters olan meseleye razı olursa ve onu imzalarsa işte bu davranışı İslâm'dan çıkmaktır. Çünkü millet meclisi yasama meclisidir, kanun koyma yeridir. Allah'ın kanununu bertaraf edip yerine yeni kanun koymak uluhiyyet makamına gölge düşürmeye kalkışır.

7. Halkın durumuna gelince;
küfür kanunlarına razı olmayan, kalbinden bu kanunlara kin besleyerek nefret duyanların günaha girmeyeceğini yüce Allah'tan ümid ediyorum.


Kendisine haksızlık yapılmış, zulm olunmuş bir kimse, hakkını alabilmek için çaresizliği dolayısıyla bu mahkemelere müracaat etmesinin hükmü nedir?
Hakkını alabilmek için küfür mahkemelerine baş vurması caiz midir, değil midir?
Ustad Mevdûdi, kişinin hakkının kaybolmasını, bu mahkemelere başvurarak elde etmesinden daha hayırlı olduğunu söylemektedir. Çünkü bu mahkemeler, tağuti sistemin mabetleridir. Sanıyorum ki üstad Seyyid Kutub da bu mesele hakkında aynı görüştedir.
Ancak bu konuda biz şöyle diyoruz:
"Eğer sana zulm olunmuş ve hakkın gasb edilmişse sen de zorda kalarak hakkını kurtarmak için bu mahkemelere istemeyerek başvurmuşsan yüce Allah'ın sana günah vermeyeceğini niyaz ederiz. Ama evla olan hakkını terk etmendir. Şüphesiz, hakkının zayi olması, bu mahkemelere sığınmaktan daha faziletli ve evla olandır. Fakat, bu mahkemelere müracaat ettiğin taktirde de -Allahu alem- günahkâr olmazsın.


İşte zikrettiğim bu hususlar yapmış olduğum uzun araştırmalarımın özetidir. Bu konular gerçekten çok uzun ve tafsilatlıdır.

Bu arada mucahid kardeşlerden birisi Abdullah Azzam'a parlamentoya girmenin hükmünü sorunca, üstad:

Millet meclisine sadece hükümeti denetleyelim ve bu meclis vasıtasıyla davamızı tebliğ edelim diye giriliyorsa; İslâm'a muhalif olan her şeye -cüz'i bir mesele dahi olsa- karşı çıkmak, bu tür hususlarda aleyhte oy kullanmak ve küfür adına yeminde bulunmamak şartıyla bir beis yoktur. Yani bu şartlarla caizdir. Benim düşüncem budur -Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır-.
Fakat Bakanlar Kurulu farklıdır. Yani kesinlikle caiz değildir. Çünkü bakanlar kurulu küfür kanunlarının geçerlilik kazandırılıp uygulamaya konulduğu yerdir.
Ancak, millet meclisi ise imkanlar nisbetinde devletin gözetlendiği, dileyenin istediğini konuşabildiği bir yerdir.
Ama bakanlar kurulu, zannımca - Allah bilir ya - girilmesi haram olan bir yerdir. Yukarıda da belirttiğim gibi yürütme organıdır.


Soru soran aynı kardeş, "inanarak parlamentoya girmenin hükmü" nü soruyor?

İnanarak olmaz. Bizler Avrupa'dan olduğu gibi alınarak başımıza musallat edilen kanunların uygulandığı bir toplumda yaşıyoruz. İstesen de, istemesen de bu kanunlar sana tatbik ediliyor. Eğer devlet, millet meclisinde konuşmasına müsaade ettiği murakıp bulundurmana izin veriyor ve o kimse de devlet şu şekilde hırsızlık yapmakta, falan bakan şunu çalmıştır, şu rezalette bulunmuştur gibi hainlikleri rüşvet olaylarını gündeme getirebiliyor bunların sorgulanmasını isteyebiliyorsa -inşallah- orada bulunması af olunur.

Soruyu soran, üstadın sözünü kesip tartışmaya başlayınca üstadın ona verdiği cevap:

Vallahi, bu husus davetin merhalesiyle ilgilidir. Meclise girmek faydalı mıdır, değil midir? Allah en iyi bilendir. Ey aziz kardeşim, öyle toplumlar var ki, müslümanlar susturulmuş, İslâm zayi edilmiştir. Müslümanlara, ne radyo ne de televizyon aracılığıyla seslerini duyurma imkanı bırakılmamıştır. Ve daha birçok baskı ve zulüm politikaları... İşte bu açıdan millet meclisi, müslüman halka hakkın duyurulabildiği minberlerden bir minber haline gelmiştir. Allah daha iyi bilir ya, uzun bir süreden beri kanaat getirdiğim düşüncem budur.

Bu konuda hata etmiş de olabilirim, isabet etmişte. Eğer isabet etmişsem yüce Allah'tandır. Yok eğer hata etmişsem benden ve şeytandandır.
Yüce Allah'tan bizlere hakkı hak olarak, batılı da batıl olarak göstermesini, hakka tabi olmayla, batıldan kaçınma ile rızıklandırmasını niyaz ederim. Şüphesiz yüce Allah kullarını işiten, onlara yakın olan ve dualarını kabul edendir.


Abdullah Azzam'ın Bakanlık Hakkındaki Görüşü

Bir gün ben ve Ebu'l Hasan en-Nedvi, bakanlık meselesi üzerinde tartışıyorduk. Nedvi'ye dedim ki:

- "Vallahi biz, bir davetçi için kendi ülkemizde bakanlık görevini kabullenmesini büyük bir musibet olarak kabul ediyoruz." Ve daha henüz onunla İslâmî Hareketler üzerine konuşurken, "kim bakanlığa gelirse veya bakanlıklarda görev alırsa onu İslâmî hareketten ayırıyorlar ya da saf dışı bırakıyorlar" dediğimde birden çok şiddetli bir şekilde kızdı ve:
- "Hayır, hayır öyle değil. Biz Hindistan'da polisler, müslümanlara ateş ettiklerinde silahla yapılan bu saldırıyı hafifletecek müslüman bir polis arıyoruz. Emniyet teşkilatında müslüman bir amir bulduğumuzda çok seviniyoruz. Çünkü ona müslümanları öldürme emri geldiğinde, müslümanları öldürmez. Siz bu meselelerde çok keskin olmayın" dedi.


Evet üstad Nedvi'nin görüşü bu.
Biz Allah'a karşı kimseyi temize çıkarmak istemiyoruz ama Nedvi selefi salibinin geri kalanlarından ve yeryüzünün seçkin zadlarından biridir.
Biz bu örnekleri bırakıp tekrar Hatim'in oğlu Adiy'nin hikayesine dönelim.
Rasulullah ona; "haham ve papazlar ehli kitap için haram olanları helal kıldılar, helal olanları da haram yaptılar. O ehli kitap da papazlara ve hahamlara itaat ettiler. İşte onların bu din adamlarına ibadetlerinden maksat budur" buyurmuştur.


Ben bu konu üzerinde önemle durmak istiyorum.

Çünkü bu konu inanç meselesidir. Din meselesidir. Basit bir siyaset meselesi değildir. Evet, teşri (yasama) meselesi inanç ve din meselesidir. Bu nedenle kardeşlere hep, uğraşı ve gayretlerinizi, kabirlerden medet umma, onlara mum yakma meseleleri üzerinde odaklaştırmayınız diyorum.
Ey kardeşler, ölülerle koşulan şirk üzerine değil, dirilerle koşulan şirk üzerine uğraşı ve mücadelelerinizi yoğunlaştırınız.
Günümüzde hiçbir kültürlü genç, ne olursa olsun mezarlara gidip taşlara yapışmamaktadır. Kültürlü insanlar nezdinde ister dindar olsun isterse olmasınlar mesele son bulmuştur. Bu nedenle mücadelelerinizin merkezini dirilerle koşulan şirk oluştursun. Bu da Allah'ın indirdiğinin haricinde kanunlar koymaktır.
İşte sizler tağut idarecilerin insanlara zorla kabullendirdikleri bu şirk üzerinde titizlikle durun. Bu yöneticiler yaptıklarının böyle olduğunun farkına vardıklarında insanları diri olanlarla Allah'a ortak koşma meselesinden uzaklaştırıyorlar ve ölülerle Allah'a ortak koşma meselesini gündemde tutuyorlar.


Ben onlara diyordum ki; siz Bedevi tarikatının şeyhi olan Mısır'daki Ahmed Bedevi üzerinde ve Abdulkadir Geylani üzerinde devamlı duruyorsunuz. Halbuki Hafız Esad ve Kaddafi'yi terk ediyorsunuz, bırakıyorsunuz. Abdulkadir Geylani'nin kabrinin başında da Hafız Esad'ın yanında bulunduğu gibi polisiye güçler olsaydı onun aleyhine tek bir kelime dahi konuşamazdınız. Evet dirilerle Allah'a ortak koşulma meselesi üzerinde durunuz. Tağutların Allah'ı bıraktırıb insanları kendilerine taptırma şirkine karşı çıkınız.
Bu tağut idareciler ağızları ile söylemeseler de pratik davranışları ile uluhiyyet iddia etmektedirler. Evet bunlar ayeti kerimede "hüküm (egemenlik) ancak Allah'ındır" buyurulmasına rağmen kanun koyarak hükmün ancak kendilerine ait olduğunu ortaya koyarlar. Böylece uluhiyyet fonksiyonunu icra etmek isterler.
İşte sizler insanların çoğunun kafasından uzak olan bu meseleler üzerinde durunuz.
İnsanların çoğu bu tağutları kendi idarecileri kabul ediyor, bunların saflarında yer alıyorlar. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin, Allah'ın indirmediği kanunlar koyanların saflarında bulunuyorlar, hak ve batılda, onları destekliyorlar.
Bilmiyorlar ki onlar bu halleri ile kâfirleri dost ve veli ediniyorlar. Ne yazık ki bunu göremeyen bir takım insanlar, her hangi bir kimsede bir muska gördüğünde sanki üzerine gökten şimşek düşer, her yerden onun üzerine gazab yağar.
Halbuki bir muska insanı dinden çıkarmaz. Fakat Allah'ın indirdiği nizamdan başka bir nizamla sevk idare edilmeye razı olmak kişiyi İslâm'dan çıkarır, kâfir eder. Evet bu bir inanç meselesi, inanç!


İbn Kesir; Hulâgû'nun insanlara "Yasak" (Cengiz Han Kanunnamesi'ni) uyguladığını görünce bu kanunun içeriğini belirttikten ve bunun İslâm, yahudilik ve hristiyanlıktan iktibas edildiğini beyan ettikten sonra "el-Bidaye ve'n-Nihaye" isimli eserinde şunları yazmıştır:
Kim Muhammed bin Abdullah'a indirilmiş sağlam şeriat İslam'ı bırakır onun dışındaki hükmü kaldırılmış herhangi bir şeriatla hüküm olunmak isterse şüphesiz ki o kâfir olmuştur. Hükmü kaldırılan şeriatlardan maksat yahudilik ve hristiyanlıktır. Durum böyle iken "Yasak" isimli kanunla hüküm olunmayı istemek ve onu İslâm şeriatının önüne geçirmenin hükmü ne olur? Şubhesiz ki müslümanların icmaı ile bu kanunu İslâm'ın önüne geçiren kâfir olur. (Cengiz Han'ın bu kanunnamesi bize bugün zorla uygulanan kanunlara benzemektedir. Bu beşeri kanunlar bir kısmı İslâm'dan, diğer bir kısmı yahudilik ve hristiyanlıktan, başka bir bölümü eski Roma kanunlarından iktibas edilmiş yeni bir din haline getirilmiştir ki bu yeni dinin adı da Napolyon Bonapart Kodu dinidir).
İbn Teymiye de namaz kılıp oruç tuttukları halde "Yasak" isimli kanunla idare edilmeyi kabul ettikleri için Tatarların kâfir olduklarına, yine bir kısım kabilelerin, kabile ve aşiret kanunları ile idare edilmeyi kabul ettikleri için kâfir olduklarına hüküm vermiştir.
Müslümanlar namaz kılıp oruç tuttukları için Tatarlarla savaşmaktan çekinince İbn Teymiye onlara:
"Şayet siz, onların arasında başımda Kur'an'ı taşırken görürseniz beni dahi öldürün" demiştir.
Yani onlarla savaşmaktan hiç çekinmeyin. Tatarlarla beraber olanlarla savaşmakla da hiç çekinmeyin. Çünkü onlar Allah'ın şeriatı dışındaki bir kanunla idare edilmeyi istiyorlar.


Konuyu tekrar Adiy bin Hatim'e döndürelim.
Adiy Rasulullah (s.a.v.)'in yanında oturmaktadır. O esnada bir adam gelir ve fakirlikten şikayet eder. Sonra bir başkası gelir yol kesen haydutlardan şikayet eder.
Adiy bin Hatem'in gördüğü manzara karşısında göğsü daralır ve:
"Bizim dahil olduğumuz bu din nedir? Tamamı fakir, Medine'de dahi emniyet içerisinde iman etmeye güç yetiremiyorlar" diye düşünür... (Hep liderler böyledir. Onlar dış görünüşleri beğenirler. Güveni severler. Bolluk isterler. Büyük gelirlerin gelmesini arzularlar. Yüksek mevkilere heves ederler).
Rasulullah Adiy bin Hatim'e bakar, adeta onun kafasında cereyan eden düşünceleri okumuşçasına şöyle buyurur:
- "Ey Adiy sen Hire'nin (Irak'ın) nerede olduğunu biliyor musun?" der. O da;
- "Ben orayı duydum fakat gitmedim" der. Rasulullah da ona;
- "Allah'a yemin olsun ki eğer ömrün uzar da ileriyi görürsensen kafilenin Kabe'yi tavaf etmek üzere Hire'den geldiğini ve Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmadığını göreceksin" buyurur.
Adiy'nin kafası buna basmaz. İnanamaz... Ve kendi kendine şöyle der: "Peki Tay kabilesinin ahlaksız eşkiyaları nerede kaldılar?


Bir kabile onların arasından geçip gelecek, Kabe'yi tavaf edecek ve gelirken de Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak?!"
Rasulullah Adiy'e devamla şunları söyler:
- "Allah'a yemin olsun ki eğer ömrün uzar da ileriyi görecek olursan İran kralı Kisra'nın hazinelerinin müslümanlar tarafından mutlaka fethedileceğini göreceksin."
Adiy de;
- "Hürmüzün oğlu Kisra mı?" der.
Rasulullah; - "
Evet, Hürmüz'ün oğlu Kisra. Onun hazineleri mutlaka fethedilecek ve Allah yolunda harcanacaktır. Allah'a yemin olsun ki eğer ömrün uzar da ilerisini görecek olursan kişinin bir avuç altın ve gümüşü alıp "bu sadaka malını kim alacak" diye seslenib gezdiğini ve hiçbir kimsenin gidip onu almadığım göreceksin" buyurdu.
Adiy diyor ki: "Ben Irak'tan kervanın gelip Kâ'be'yi tavaf ettiğini ve gelirken Allah'dan başka hiçbir şeyden korkar durumda olmadığını gördüm. Bu birincisi tahakkuk etti. Yine ben Kisra'nın hazinelerini fethedenlerden biriydim. Bu ikincisi de hayatımda gerçekleşti. Ey Müslümanlar! Emin olsun ki eğer sizin ömrünüz uzar da ileriyi görecek olursanız Ebu'l Kasım Muhammed (s.a.v.)in sizlere müjdelemiş olduğu üçüncü şeyi de göreceksiniz."

Adiy bin Hatim (r.anh)'ın dediği adil halifelerden Ömer bin Abdulaziz döneminde gerçekleşmiş oldu.
Ömer bin Abdulaziz Afrika'ya zekatları toplamak için Yahya bin Said isminde bir vali gönderdi.
Yahya bin Said zekatları toplar ve tam bir ay boyunca: "İhtiyaç sahibleri gelsin ve bu malı alsın" diye ilan ettirir. Fakat alacak hiç kimse çıkmaz.
Yahya bin Said durumu halife Ömer bin Abdulaziz'e bildirir. Bunun üzerine Ömer bin Abdulaziz (r.anh); "Bu malla köle satın al ve hepsini azad et, hurriyetine kavuştur" diye emreder, böylece bu malın tamamı toplanarak bölgede tekrar infak olunur.


(son)

azzam1.jpg


Şehid Abdullah Azzam; Cihad Dersleri Cilt 1; Sayfa : 179 -201 arası alıntıdır. (Buruc Yayınları)



---------------------------------------------------------

Tekfir Meselesi
Daha önce de anlattığım gibi bu mesele beni çok meşgul etmiştir. Çünkü ben 1972 senesinde Mısır İhvan-ı Muslim’inin hapisten çıkmasından sonra ortaya çıkan birçok farklı gruplarla birlikte yaşadım. Her gün yeni bir görüş ortaya çıkaran ve tekfir konusunda aşırılıklarda bulunan, rahatlıkla müslüman kardeşini yüzüne karşı tekfir edib arkasında namazı terk eden kimselerle birlikte yaşadım.

Uzun araştırmalarım neticesinde hüküm ve yargı konusunda -Allahu âlem- vardığım sonucun özeti şudur:

1. Ülkede Allah'ın kanunlarının dışında başka kanunlar koyan ve bunların uygulanmasını emreden yönetici kâfirdir. İslâm dininden çıkmıştır.

2. Kanunları maddeleştirenler yani; "birinci madde şudur, ikinci madde şudur" gibi düzenlemelerde bulunanlar... Allah'ın indirdiği kanunlara ters olan bir madde dahi düzenleseler İslâm'dan çıkarlar. Bunlar Mekke'de Lat ve Uzza'nın yanında bulunan kâhin ve onların hizmetçileri gibidirler.

3. Millet Meclisi... İçerisinde Allah'ın kanunlarına ters kanunlar çıkaran, Allah'ın helal kıldığını haram sayan, cihadı yasaklayan, mescidlerde ilim halklarını engelleyen, iyiliği emrederek kötülükten nehyeden emri bi'l-ma'ruf ve- nehyi ani'l-munker muessesesini yürürlükten kaldıran, onu yasaklayan, "mirasta kadın ve erkek eşit pay alır" diyen, ikinci evliliği kanun dışı sayan ve Allah'ın indirdiği İslâm şeriatına muhalif tek kanun maddesine muvafakat eden her milletvekili İslâm'dan çıkar, kâfir olur.

4. İslâm ummeti içerisinden İslâm dışı kanunlara kalbi ile razı olanlar. Çünkü "bundan sonra hardal tanesi kadar dahi iman yoktur."
"Kim onlara karşı eliyle cihad ederse o mumindir, kim onlara diliyle cihad ederse o mumindir, kim onlara kalbi ile cihad ederse o mumindir. Bunun dışındakinde ise hardal tanesi kadar dahi iman yoktur."


5. Hâkimler: Parlamenterlerin koydukları kanunları uygulayan hâkimler iki kısıma ayrılır;

a. Bu kanunları sevmeyen, bunların kaldırılmasını isteyen hakimler kanaatimce dinden çıkmazlar fakat onlar fasıktırlar. Yaptıkları iş haramdır. Maaşları haramdır.

b. Bu tür kanunları severek tatbik eden hakimler, bunlar İslâm'dan çıkarlar.

6. Avukatlar: Allah'ın nizamı dışındaki beşeri kanunlarla hükmeden mahkemelerin önünde dava açan avukatlara gelince kanaatimce bunların avukatlık yapmaları haram ve aldıkları ücretler de haramdır. Bu hususta şöyle bir olay yaşadım. Ben bir avukat arkadaşla konuşurken bu meseleyi ona açtım ve dedim ki;
- "Niçin avukatlığı bırakmıyorsunuz, bu haramdır." O da dedi ki:
- "Vallahi ben kazandığım lokmanın helal olduğuna inanıyorum. Benim kazancım rızkını temin etmek için kazma kürekle çalışan kimsenin rızkı gibidir. Sonra sizler fıkhı bilen insanlarsınız. Ürdün Üniversitesi Şeriat Fakültesinde hocasınız. Ben bu meseleyi size soruyorum. Avukatlık yapmak helal mi yoksa haram mı? Verdiğiniz fetvaya bağlı kalacağım."
Bunun üzerine biz yedi veya dokuz kişi toplanıb bu meseleyi tartıştık. Benim dışımdaki bütün arkadaşlar aşağıdaki şu şartların varlığı halinde avukatlığın helal olabileceğini söylediler.


a. Avukat beşeri kanundaki hükmü İslâm'ın hükmüne ters olan herhangi bir meseleyi dava olarak açmamalı. Mesela kanunlardaki zina etmenin hükmü İslâm'dakinden çok farklıdır. Avukat zina ile ilgili bir davayı mahkeme önünde açmamalıdır.

b. Müvekkilinin haksız olduğunu tahmin ettiği hiçbir davayı açmamalıdır.

c. Açtığı davanın seyrinde müvekkilinin haksız olduğu ortaya çıkarsa davadan çekilmelidir.

Evet, benim dışımdaki sekiz arkadaş bu görüşe vardılar. Fakat benim kanaatim bu şartlar da olsa avukatın işi haramdır. Allah daha iyi bilir ya İslâmî cezalardan herhangi bir cezanın daha altında bir cezayı öngören bir kanuni madde ile ilgili mesele hakkında avukatın dava açması haramdır. Bundan aldığı mal haramdır. Avukatın yukarıda zikredilen şartlar altında çalışmasına ruhsat veren arkadaşlar kanaatimce benden daha bilgili ve daha fakiridirler. En iyisini Allah bilir.

7. Hakkını kurtarmak amacıyla beşeri kanunlarla hükmeden mahkemelere giden halkın durumuna gelince.
Örneğin, hırsızın cezası İslâm'da elinin kesilmesidir. Cahiliye kanunlarında ise iki veya altı ay hapis cezasıdır. Görüldüğü gibi bu kanunlar yeni bir din, yeni bir şeriattir... Nitekim yüce Mevla, Yusuf'un zamanındaki Kralın kanunlarına din demiştir:
"... Aksi halde Allah dilemedikçe hükümdarın dinine göre (şeriatına göre) Yusuf'un kardeşini alıkoyması mümkün olmazdı." (Yusuf, 76)


Görüldüğü gibi hükümdarın şeriatı, beşeri düzenlerin kanunları bir dindir. Buna rağmen hakkını kurtarmak amacıyla zorda kalarak bu mahkemelere giden halkın günahkâr olmadığı kanısındayım. Evlâ olan ise hakları zayi olsa dahi bu mahkemelere başvurmamalarıdır.
La ilahe illallah diyen, namaz kılan ve oruç tutan bir kimse Allah'ın kanunlarının dışında başka kanunlar koyduğu veya o kanunlarla hükmettiği zaman onun kâfir olacağı konusunda endişe eden zihinlere şu misali veririz; "Akşam namazı dört rekattir" diyen kimsenin hükmü nedir?
Şüphesiz bu kimse kâfirdir, İslâm dininden çıkmıştır. Herhangi bir müslüman bu kimsenin küfründe şüphe edermi? İşte akşam namazı dört rekâttır diyen kimse ile hırsızın cezası iki ay hapistir diyen kimse arasında hiçbir fark yoktur. Çünkü her iki emir de yüce Rab tarafından buyurulmuştur ve bu Yüce Allah'ın indirdiği hükümleri değiştirmektir.


Şöyle diyen kimsenin hükmü nedir;
"Vallahi ben İslâm'ı seviyorum, İslâm'ın hükümlerine göre yaşamayı ve İslâm'ın kanunlarıyla muhakeme olunmayı istiyorum, ancak pazar günü hristiyanların kilisesine gidib ibadet edeceğim."
Bu kimse müslüman mıdır, yoksa hristiyan mıdır?
Bu kimse İslâm'dan çıkmış mıdır, çıkmamış mıdır?
Bu kimse her gün namaz kılmaktadır. Sadece Pazar günü kiliseye gitmektedir. Pazar günü kiliseye gidip ibadet edenle Allah'ın kanunlarının dışındaki başka kanunlarla hükmeden veya yargılanmak isteyen kimsenin arasında hiçbir fark yoktur. Benim bu konudaki görüşümün özeti budur. Bu, Peygamber'in (sav); "Onlar hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa Mesih'i Allah'tan başka rabler edindiler" ayet-i kerimesini açıklarken buyurduğu şu hadis-i şerif bu meseleyi açıklığa kavuşturmaktadır.
"Onlar (hahamlar ve papazlar) kendilerine uyanlara haramları helal kılıyorlardı, helalleri de haram kılıyorlardı. Onlar da bu görüşlerinde papazlara uyuyorlardı. İşte onların bu davranışları papaz ve hahamlara tapmak ve onları rabler edinmektir."
Görüldüğü gibi Allah'ın dinini değiştirenlere itaat, onlara ibadet etme ve onları rabler edinme kabul edilmiştir. Bu hususu ustad Seyyid Kutub şu ayeti tefsir ederken açık bir şekilde ortaya koyuyor.
"Kesilirken üzerlerine Allah'ın adı zikredilmeyen hayvanları yemeyin. Bunu yapmak Allah'ın yolundan çıkmaktır. Şüphesiz ki şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için dostlarına fısıldarlar. Eğer onlara uyarsanız muhakkak Allah'a ortak koşanlar olursunuz" (En'am, 121) ve diyor ki:
"Puta tapanların müşrik olduğuna hükmeden, tağutun kanunlarıyla muhakeme olunmak isteyene ise müşrik olarak hükmetmeyen ve birini tekfir ederken diğerini tekfirden kaçınanlar Kur'an okumamaktadırlar.
Bunlar Kur'an'ı indirildiği şekilde okusunlar. Allah'ın kelamını ciddiyetle ele alsınlar. Ayetin "Eğer onlara uyarsanız muhakkak Allah'a ortak koşanlar olursunuz" bölümünü çok iyi düşünsünler. Diğer yandan; "Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryemoğlu İsa Mesih'i kendilerine rabler edinmişler..." (Tevbe, 31) ayetini anlamaya çalışsınlar."
Bir önceki bölümde hâkimiyetten (egemenlik, kanun koyma) yasama ve yetkiden bahsettik. Çünkü kanun koyan, yasamada bulunan bir kimse ilahlık iddia ediyor demektir. Ve bu kimseye razı olarak itaat eden her kimse de bu kanun koyana ibadet ediyor, ona kulluk ediyor, ona tapıyor demektir.
Kanun koyan kimse İslâm'dan çıkmıştır. Bu kanun koyana isteyerek itaat eden ve koyduğu kanunlara razı olan kimse de İslâm'dan çıkmıştır. Aziz ve celil olan şanı yüce Allah heva ve heveslerinden helal ve haram tesbit eden rahip ve hahamlara itaat eden kimselerle hristiyanların Meryem oğlu İsa ile koşmuş oldukları şirki eşit kılmıştır. Yüce Allah bunu şu buyruğuyla ilan etmiştir; "Onlar, Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem'in oğlu İsa Mesih'i kendilerine rabler edinmişlerdir."
Her iki hususda şirktir. Allah'ın kanunlarının dışındaki kanunlara itaatte şirktir, İsa Mesih'e ibadet de şirktir. Seyyid Kutub (rahimahullah)'ın; "Eğer onlara itaat ederseniz sizler de müşriksiniz" (En'am, 121) ayet-i kerimesindeki tefsiri bu konuyu çok iyi izah ettiğini belirttik.


"... Hâlbuki onlar da tek bir ilaha ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Zira O'ndan başka ilah yoktur. O (Allah), onların şirk koştuklarından münezzehtir, şanı yücedir." (Tevbe, 31)

Evet, onlar tek ilaha ibadet ile emrolunmuşlardı... Bu nedenle âyet-i kerimelerde . İsa'yı Allah'ın dışında ilah edinenler veya onun üç ilahın üçüncüsü olduğunu söyleyenlerin kâfir oldukları beyan edilmiştir.
"Şubhesiz, Allah, Meryem oğlu İsa Mesih'tir, diyenler kâfir oldular. Oysa Mesih onlara: Ey İsrail oğulları! Hem benim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin. Kim Allah'a ortak koşarsa, şubhesiz Allah ona Cenneti haram kılmıştır. Ve onun varacağı yer cehennemdir. Zalimlerin hiçbir yardımcısı da yoktur, demişti. Şubhesiz ki: Allah, üç ilahın üçüncüsüdür diyenler, kâfir olmuştur. Oysa tek bir ilahtan başka hiçbir ilah yoktur. Eğer söylediklerinden vazgeçmezlerse, şubhesiz, onlardan inkâr edenlere, can yakıcı bir azab isabet edecektir." (Maide, 72–73)
Hâlbuki Mesih (as); "Ey İsrail oğulları! Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz" demiştir.
Son senelerde İngiltere'de papazların ileri gelenlerinden beş tanesinin bir araya gelerek yazmış oldukları kitapta; "İsa Mesih, Allah'ın oğlu değildir" demişlerdir. Bu kitap batıda büyük bir kargaşaya sebeb oldu. Bunu duydunuz mu?
Vakıa günümüzde hıristiyanlık artık mensupları tarafından tahammül edilemez bir din oldu. Batı aklı artık kiliseye katlanamıyor. Bu mesele ta ortaçağlardan beri böyle. Sebebi Papa Polos'un ve Papa Konstantin'in kralların safında yer alıb deneyimle elde edilen ilimlere karşı çıkmalarıdır.


Mesela Copernic (Kopernig) (Copernic; 1473–1543 yılları arasında yaşamıştır. Polonyalı bir astronomi bilginidir. Yeryüzünün bizzat kendi çevresinde ve güneşin etrafında döndüğünü ispatlamıştır. Böylelikle eskiden devam eden "yeryüzü sabittir, güneş yeryüzünün etrafında dönmektedir" düşüncesini değiştirmiştir.) ;
Galile (Galile; 1564–1642 yılları arasında yaşamıştır. Zamanının matematik, fizik ve astronomi âlimlerinin ileri gelenlerindendir. italyan asıllıdır. Yeryüzünün güneşin etrafında döndüğünü keşfetmiştir. İnsanların ateşini ölçen dereceyi icad etmiştir);
Biruni (Biruni; 973–1048 yılları arasında yaşamıştır. Havarzin kentinin çevresin de doğmuştur. Fars asıllıdır. Eserleri arapçadır. Matematik, astronomi, tıp, tarih, Yunan ve Hind bilimlerini tahsil etmiştir).
Bu zatlar bazı coğrafya ile ilgili bilgiler ortaya atınca, yerin yuvarlak olduğunu ve döndüğünü söyleyince engizisyon mahkemeleri kurulmuş, bu tür bilginlerin yargılanmalarına ve takip altına alınmalarına girişilmiştir.
Kiliseye karşı çıkan herkes mahkemelere sevk edilmiştir. Kiliselerin bilginleri tarafından oluşturdukları bu mahkeme mensubları, hristiyan coğrafyası diye bir kitap yazmışlar, bu kitaplarında kâinatın merkezi yerdir, yer güneşin etrafında değil, güneş yerin etrafında döner, diye tescil etmişler ve bununla birlikte birçok efsaneler de yazmışlardır. Bilginler ise mahkemelerde süründürülmüşlerdir.
Copernic hapse koyuldu. Kendisine işkence edildi. Galile'ye de aynı şeyler yapıldı. İşte bütün bunlardan dolayı batılı insanlar kralların yanında yer alan ve halkın kanını emen, kendilerine hizmetçi haline getiren, ilmin halka ulaşmasına engel olan bu kiliselerden nasıl kurtaracaklarını düşünür oldular. Ve dediler ki; "yolun kısası Allah'ı inkâr etmektir. Kilisenin ilahını inkâr edin ki kilisenin boyunduruğundan kurtulmuş olasınız."
Böylece batılı insan kiliseden nefret etti. Bunun neticesi olarak da Allah'a imandan uzak durdu. İnançsızlığa düştü. Tâ ki kilisenin tasallutundan kurtulsun.


Ustad Seyyid Kutub'un "İstikbal İslâm'ındır" isimli kitabında da zikrettiği gibi aydınlarla kilise arasında bu uğursuz ayırım meydana geldi. Dinle bilginler arasında yıkılması zor olan bir düşmanlık türedi. Çünkü bilginler dine karşı savaşıb onun boyunduruğundan kurtulmadıkça herhangi bir şey söyleyemeyeceklerine inanmışlardı. Dini atınca ilmi şeyleri konuşabildiler. Avrupa'da ilerledi.
İşte batıdaki papazların bu olumsuz davranışlarından dolayı bugün batılılar bizim çocuklarımıza bile "sizler bizim gibi yapmadıkça ilerleyemezsiniz" düşüncelerini telkin etmektedirler. Onlara göre din ilerlemenin önünde bir engeldir.
Bu sebeple derler ki; "Biz dini kaldırıb attık ve ilerledik. Sizler de dininizi bırakmadıkça ilerleyemezsiniz."
Bugün Avrupa'da, Amerika'da tahsilini yapanların çok azını dinlerine bağlı bulursunuz. Çünkü batıdaki üstadları onlara bunları telkin etmişlerdir.
Bir batılı Muhammed Abduh'a; "Neden bizler ilerledikte sizler geri kaldınız" diye sorar. Muhammed Abduh ona sadece iki kelime söyledi:
"Terk ettiniz ve terk ettik."
Yani sizler, sizi ilimden engelleyen dininizi terk ettiniz ve ilerlediniz, bizlerse bize ilmi emreden dinimizi terk ettik ve geriledik. Evet, terk ettiniz ve terk ettik.
Batılıların dinlerine karşı cephe almalarının başka bir sebebi de, dünya tarihinde izleri bulunan bir takım devrimlerin yapılmasıdır. Bunların en büyüğü 1789'da yapılan Fransız devrimi, diğeri ise 1917'de yapılan komünist Bolşevik devrimidir. Bu iki devrimin de sloganları dine karşı savaşmaktı.
Mesela Fransız devriminin sloganı şu idi: "En son kralı, papazın bağırsağı ile as!"
Bu söz Mirabo'ya aittir. Yani en son papazı dahi kesin, karnını yarın, bağırsaklarını çıkarın o bağırsakla da en son kralı asın ve böylece hem krallığa hem de dinlere yeryüzünde son verin.


Bolşevik devriminin sloganı ise şuydu: "Allah yoktur. Hayat maddeden ibarettir!"
Rusya'da dini yok etmek için ayaklanmış olan Bolşevik ihtilali, Rusya'dan dini silmek için din adamlarının hatalarının ticaretini yapmıştır. Din adamlarının yaşadıkları en kokuşmuş hayatı sergilemeye kalkışmıştır. Mesela "pis köpek" hikâyesi bu türdendir. Pis köpekten maksat Raspotin'dir. ( 1864–1919 yılları arasında yaşamıştır. Ekümenik -evrensel- bir papazdı. II. Nikola ve hanımı üzerinde büyük söz sahibi idi. Saraydan faydalanmak isleyen çıkarcıların oyuncağı haline gelmişti. Bunu Prens Yusuyof öldürdü)
Bu papaz hakkında adı geçen eser yazıldı. Bunun birçok kraliçe ve prenseslerin ırzına geçtiği anlatıldı. Papaz bunları itiraf odasında yapıyordu. Bu eser hristiyanlığı teşhir etmek için geniş bir şekilde yayıldı. Tabi ki papazın bu hayatı kokuşmuş bir suya benziyordu. Sivrisineklerin ve diğer haşeratın yumurtlayıp çoğalacakları bir zemin gibiydi.
Evet, yüce Mevla bu gibi din adamlarını tasvir ederek buyurmuştur ki; "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu İsa Mesih'i kendilerine rab edinmişler. Hâlbuki onlar da tek bir ilaha ibadet etmekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. Zira O'ndan başka ilah yoktur. O (Allah), onların şirk koştuklarından munezzehtir, şanı yücedir. Onlar, Allah'ın nurunu kendi ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Fakat Allah, nurunu mutlaka kâfirler istemese de tamamlayacaktır.” (Tevbe, 31–32)


Kitap ehli yahudi ve hristiyanların hazırladıkları tuzaklar kıyamete kadar son bulmayacaktır. Bunlar, Allah'ın nurunu söndürmek ve yeryüzünden bu dinin temelini sökmek istemektedirler. Bunun için büyük uğraşı ve gayretler sarf etmektedirler. Ancak yüce Allah bunu reddetmektedir. Bu ayeti ile de Allah'ın dininin yeryüzünde baki kalacağını bildirerek Müslümanlara moral vermektedir. "Oysa kâfirler hoşlanmasalar bile Allah, mutlaka nurunu tamamlayacaktır." (Tevbe, 32)

Yüce Allah, kitab ehli olan yahudi ve hristiyanların tuzaklarının bir yönünü beyan etmiştir. "Onlar yüce Allah'ın nurunu kendi ağızlarıyla söndürmek istiyorlar." Ağzıyla üfleyerek güneşi söndürebileceğini zanneden kimsenin misali... "Oysa Allah, kâfirler hoşlanmasalar bile kendi nurunu tamamlayacaktır."
"Zira yine muşrikler hoşlanmasalar bile, hak dini bütün dinlere üstün kılmak için, Rasulunü hidayetle ve hak din ile gönderen O'dur." (Tevbe, 32–33)


İmam Şafii diyor ki; "Bu olacaktır, Rasulullah (s.a.v.) birçok hadislerle bunu bize müjdelemiştir."
Şeyh el-Bani bu konu ile ilgili dört veya beş hadisi, "Sahih Hadisler Serisi" isimli kitabının birinci bölümünde zikretmiştir. Bu hadisler şunlardır:


Birinci Hadis:
Sevban (r.anh) Rasulullah (s.a.v.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir;
"Şüphesiz Allah yeryüzünün doğu ve batısını katlayıb bana gösterdi. Muhakkak ki benim ümmetimin iktidarı yeryüzünden benim için durulub gösterilen yerlere kadar ulaşacaktır." (Muslim, Fiten, Hadis no: 2889)


İkinci Hadis:
İmam Ahmed bin Hanbel, Dârimi ve diğer hadis kitaplarının rivayet ettikleri sahih bir hadiste Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Bu iş (İslâm) gece ve gündüzün ulaştığı her yere mutlaka ulaşacaktır. Taş, topraktan yapılan veya pamuk ve kıldan yapılan hiçbir ev kalmayacaktır ki Allah bu dini aziz bir kimsenin izzeti ile veya zelil bir insanın zillete düşmesi ile o eve girdirmiş olmasın."


Üçüncü Hadis:
İmam Ahmed bin Hanbel'in rivayet ettiği bir hadise göre Abdullah bin Amr bin el-As'a "iki şehirden hangisi daha önce fethedilecektir? Konstantiniyye mi (İstanbul mu) yoksa Roma mı?" diye sorulmuştur.
O da yazdığı hadisleri içine koyduğu bir sandığın getirilmesini emretmiş, onu açmış, içinden bir kâğıt çıkarmış ve ona bakarak şunları söylemiştir:
Rasulullah (s.a..v.)e "iki şehirden hangisi daha önce fethedilecektir? Konstantiniyye mi yoksa Roma mı?" diye sorulmuş Rasulullah da Herakliyus'un şehri veya Konstantiniyye önce fethedilecektir" buyurmuştur.
Rasulullah bu hadisini İstanbul'un fethedilmesinden tam 850 sene önce zikretmiştir. Fiilen İstanbul fethedilmiştir. Rasulullah burayı fetheden ordunun hayırlı bir ordu olacağına, komutanın da hayırlı bir komutan olacağına dair insanları müjdelemiştir.
II. Muhammed Fatih (Fatih Sultan Mehmed), İstanbul'un surları üzerinde iken ordusu düşmanın attığı ateş ve oklar yüzünden neredeyse yok olmakla karşı karşıyaydı. O da surların üzerinde devamlı bu hadisi hatırlıyor ve Allah'a bu komutanın kendisi olmasını, ordunun da kendi ordusunun olmasını niyaz ediyordu. Vakıa İstanbul'un fethi gerçekten efsanevî bir hadisedir.
Öyle gayretler sarf edildi ki duyan efsane zanneder. Konstantiniyye'nin ismi İslâmbol'dur. İstanbul değildir. Fatih Sultan Mehmed orayı fethettiğinde İslâm şehri anlamına gelen İslâmbol ismi ile isimlendirmiştir. Ancak batı ve uşakları İslâm kelimesini işitmeye tahammül edememiş ve İslâmbol ismini, İstanbul diye değiştirmişlerdir. Çağdaş firavun Enver Sedat'ı öldüren büyük mucahid Halid el-İslâmboli'nin adı Halid İstanbuli değil, Halid el-İslamboli'dir. Bu nedenle sen Konstantiniyye'nin İslâmî adını söylemek istediğinde İslâmbol de, İstanbul deme.
Konstantiniyye şiddetli muharebeler ve büyük zorluklarla feth olundu. Herakliyus İstanbul'un içinde öldürüldü. O erkekçe savaşıp öldürüldü. Keşke günümüzün idarecileri de hristiyan Konstantin gibi müslüman düşmanlarına karşı mukavemet edebilseler.
Evet, İstanbul fethedildi. Ya Roma. İnşallah Roma da feth olunacaktır. Yanımızda Yahya el-Adl bulunuyor. Bu inşeAllah İtalya'nın valisi olacaktır. (Yahya İtalya'dan gelib İslâmî cihada katılanlardan biri).


Bir Fransız hristiyan yazar, yeni yayınladığı kitabında şöyle diyor:
"İki bin yılından önce Fransa ve İtalya'da İslâm büyük ölçüde yayılacağını zannediyorum",
Bu zat on üç yıl içinde İslâm'ın Fransa ve İtalya da büyük oranda yayılacağı kanaatinde, vakıa Komünist Partisinin fikir babası Roger Garaudy, meşhur Fransız doktoru Moris Bukay ve Kaptan Kusto'nun müslüman olmalarına dair haberler batıda büyük çığlıklara vesile oldu. Batı bunların İslâm olmaları ile büyük bir sarsıntı geçirdi.
Garaudy bir kaç kitap yazdı. Bunlardan biri de "Batı Medeniyeti Bittiği İçin Artık İslâm Geliyor" mahiyetindeki kitabıdır. Nitekim Bertnard Rüssel da; "artık beyaz insanın rolü bitmiştir, İslâm geliyor" sözünü söyleme mecburiyetinde kalmıştır.
Batılıların Afganistan'daki cihaddan korkmalarının temelinde de bu yatmaktadır. Onlar mucahidlerin Avrupa'nın göbeğine kadar dayanacaklarından korkuyorlar.
Amerikalı bir profesör bu hususta yayınladığı bir kitabında şunları yazıyor:
"Yakında Afganlılar zafere ulaşacaklar, Avrupa'nın göbeğine dayanacaklar, Rusya'ya karşı da gâlib geleceklerdir. Bunlar Avrupa'nın ortasına dayanınca Amerika da Müslümanların ilerlemesini durdurmak için savaşa girmek mecburiyetinde kalacaktır."


Amerika, Afgan cihadının durumunu ve ulaştığı neticeyi yerinde görmesi ve incelemelerde bulunması için eski Cumhurbaşkanı Nixon'u Afganistan'a göndermişti. Nixon bu cihadın gücünü ve halkın "la ilahe illAllah Muhammedur Rasulullah, yolumuz cihad yoludur, kahrolsun Rusya, yaşasın İslâm" sözlerini işitince; "mucahidlerin çadırlarını ziyaret etmek istiyorum" demiştir.
İlgililer onu alıb Nasırbağ isimli bir zata götürmüşler. Nasırbağ beli bükülmüş ihtiyar bir piri fani. Nixon tokalaşmak için elini uzatır. Adam tokalaşmaz. Pakistanlılar; "bu Amerika Cumhurbaşkanı Nixon" derler.
Günlük yiyeceğine dahi sahip olamayan bu adamın bu tavrına şaşarlar ve ona: "Bu Nixon'dur, Nixon. Sen Nixon'u tanımıyor musun?"
Bu piri fani şu cevabı verir:
"Bu necistir, kâfirdir. Ben ona selam vermek istemiyorum."
Bakınız İslâm'ın azametine. Bir ihtiyar göçmen aylarca içinde kalabileceği bir çadırı alabilmesi için
Suud yeşil hilalinin önünde kuyruk tutmuş biri. Fakat Nixon'la selamlaşmayı reddediyor.
Başka bir adam ilerler ve Nixon'a; "Neden sizler Filistin'deki Müslümanların aleyhine yahudilerle beraber oluyorsunuz" diye sorar.
Nixon da; "Bu gariban halk da mı bunu biliyor? Mescid-i Aksa bunları yahudinin aleyhine sevk ediyor" der.
Dehşete kapılır ve "Ben Afganistan hududuna gitmek istiyorum" diye ısrar eder. Gider görür ki savaş ciddi bir savaş. Medyanın şişirmeleri değil, basının saptırmaları değil! Nixon Amerika'ya döndüğünde basın toplantısı yapar, bir yandan insanları müjdeler, diğer yandan uyarır. Gazeticeler kendisine; "Filan problemi ne yaptın?" diye sorunca Nixon:
- "İt's easy (bu kolay)"
- "What the solution you have prepared? (Bunun için nasıl bir çözüm hazırladınız)" diye sorulunca;
- "İt's easy (bu basit)" der. Bu defa kendisine;
- "What is the problem (o halde asıl problem ne?)" diye sorulunca Nixon:
- "İslam is a problem (Asıl problem İslam)" diye cevap verir.
Nixon devamla "Amerika'nın Afgan cihadını sona erdirip İslâm'ın ilerlemesini durdurması için Rusya ile işbirliği yapması gerekir" der.
Nixon bunu basın toplantısında ilan eder.


Ey gençler! Bunlara uyanın, tedbirinizi alın, daha önemsiz şeylerle uğraşarak enerji ve vaktinizi kaybetmeyin. Bakıyorum ki küçük bir genç çıkıp geliyor. Herhangi bir kitaptan bir-iki kelime öğrenmiş. Afganlının boynunda bir muska veya bir boncuk gördüğünde hemen memleketine dönüyor ve milletine: "Aman bunlar müşrikler" diye velvele koparıyor. "Bunlara zekât verilmez. Bunlar şöyle şöyleler. Hırsızdırlar" gibi laflar diyor. Bütün mesele bir Afganlının boynunda bir boncuk görmüştür.
Bizim mucahid (!) büyük bir şey keşfetmiştir. Oradaki cihadın cihad olmadığını ortaya çıkarmıştır. Vay haline. Mesela Davet ve Cihad üniversitesinde okuyan bir gençle konuşuyordum. Ona dedim ki;
- "Arapların gelip siz Afganlılarla birlikte burada cihada katılmaları zaruridir."
O da bana şu cevabı verdi:
- "Peki, Araplar bizi müşrik diye adlandırmıyorlar mı?" Vallahi ben Arap Yarımadası'ndan gelen bir hocanın riyaseti altında Arap dili kursları alıyordum. 20–30 gün kadar devam etti. Tabi günlüğüne bir riyal alıyordu. Bu adam cihad etmedi. Silahı bile eline almadı.
Ben ona: "Afgan cihadı hakkında görüşün nedir?" diye sordum.
Hoca: "Açıkçası Afganistan da cihad diye bir şey yok. O sadece müşrik Afganlılarla inkârcı Ruslar arasında bir savaştır," cevabını vermişti.
Yine Arab Yarımadası'ndan gelen bazı gençler bana şunları anlattılar, Maşallah çokça ilim (!) okumuş ustadlardan birine; "Sen Afgan cihadı için bağışta bulun" demişler.
Hoca; "ben yüz riyali çıkarır yakarım, Afgan cihadına göndermem. Çünkü bu müşrik Afganlılarla inkârcı Ruslar arasındaki bir savaştır" cevabını vermiştir.


Yine gençlerden biri hayata atılır atılmaz para toplamış, Afgan cihadı için buraya gelmiş. Bazı insanlar ona "sınıra yakın olan Hoca Celaleddin'in yanına git. Şimdi araba gelir, seni Celaleddin'e ulaştırır, getirdiğin emaneti ona verirsin. Şeyh Celaleddin hoca yedi seneden beri savaşıyor. Şu şu savaşlara katıldı ve şöyle şöyle şeyler yaptı." Bunu duyan genç gayrete gelir, arabaya biner, Celaleddin hocanın yanına gider, hoca onu misafir eder, gereği gibi ağırlar. İkinci gün genç Peşaver'e döner, getirdiği bir milyon rupiden bir kuruşunu dahi Celaleddin hocaya vermez. Ve der ki: "Bunun inancı sağlam değil, ondan vermedim."
Bakın bu gencin haline. Ne büyük bir şey icad etmiş. Adamın inancının sağlam olmadığını anlamış. Keşke sen o iki kelimeyi okumasaydın. Biz de senden kurtulmuş olurduk. Din hakkında iki kelime biliyor, Allah'ın kendisi ile dinini aziz kıldığı cihad aleyhinde hüküm vermeye kalkışıyor. Bu hükmü veren genç ayak ayaküstüne koyup oturur, sütlü kahve içer. Cihad edenler için de; "bunlar müşrikler, en azından bid'atçılar, akideleri fasid ve sapıklar" der.
Müslümanlar bin bir türlü çile ve meşakkatten sonra böyle bir cihadı başlatıb sürdürmeyi başardılar.
Bununla uzak ve yakından alakası olmayan insanların gelib cihad aleyhinde sorumsuzca konuşmaları adeta arap masallarında anlatılan şu kadının çocuğunu tebrik etmeye gelen kadının durumuna benzer:
Kadın kırk yıl yaşar, çocuğu olmaz. Sonra Allah ona bir çocuk lütfeder. Kadın için o çocuk her şeydir. Bütün dünyadan daha değerlidir. Sanki güneş onun alnına doğuyor, ay onun başında bulunuyor hisseder. Başka bir hanım gelip onun bu çocuğunu tebrik etmek ister. Ve o kadına: "Niçin bu çocuğun gözleri büyük değil, bu çocuğun gözleri ne de küçük" der.
Evet, bizler yürüye yürüye tabanlarımız delindi. Ağlaya ağlaya gözlerimiz kör oldu. Nihayet İslâm uğrunda savaşan bir devlet gördük. Sevincimizden uçtuk, şimdi gelir birileri; "bu da ne? bu adamların inancı bozuk" şeklinde konuşur. Adeta "bu çocuğun ne de küçüktür" diyen kadına benzer. Biz değil ki gözleri küçük çocuk, gözleri şaşı olanı da bulamadık, kör olanı da. Kör çocuk da bulsak büyük bir nimet sayacağız. Çünkü ondan başkası yok. Evet, tek çocuğu olan havadan nem kapar. Her an için "aman Rabbim bunu koru" der.
"Onlar, Allah'ın nurunu kendi ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah kâfirler hoşlanmasalar bile, kendi nurunu tamamlayacaktır." (Tevbe, 32)

ZOy4DG.jpg
 
KavlulFasl Çevrimdışı

KavlulFasl

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
ABDULHAK akxi daha Önce Rahmetli Abdullah Azzam'ın TEVBE SÜRESİ TEFSİRİNDE bunları okumuştum, gerçekten beni hayrete Sevk eden konulardan bir tanesidir,

Tekfir ile İlgili yapılan çalışmalar Çoğunlukla ''TEKFİR'' de İfrat derecesinde olan ''Bid'at'' ehli olan Kardeşlerimiz tarafından bu çalışmaların takip edildiini biliyorum,ancak ne kadar etkili olabiliyoruz bunu öğrenmemiz gerekiyor,

TEKFİR Bid'atının ilk Meydana geldiği Sahalarda Ortaya çıkış Alemetlerini İncelememiz ve iyi bir Tesbit etmemiz gerekiyor.

1.Şu iyi bilinmeli ki; TEKFİR eden Müslümanların TEKFİR de ettikleri İnsanlar gerek ''UMUMİ'' olsun veya gerek ''ŞAHSIN TEKFİRİ'' Olsun ,Tekfir ederken hehangi bir amaçları yok,buda konuya Ciddiyet kazandırıyor.

2.TEKFİR ettikleri kişilerin ''Sonsuza kadar Cehennem'de'' olduklarını hiçbiri söyleyemez ,bunu söyleyebilseler kendileri de TEKFİR edilme durumuna girerler.

3.TEKFİR in çıkışı İslam tarihi boyunca ''ÇIKIŞ SEBEBLERİ'' ayrıca Müslümanların bu ''REFLEKS''e karşı takınmış oldukları tutum göz ardı edilmeden araştırmalıyız ve Konuyu en iyi bir şekilde kavramalıyız.

4.Tekfir Hususu tek taraflı değerlendirilmeye kalkılmamalıdır,buna dair de bir Tehlike vardır bunu gözardı edemeyiz,nedeni ise ''Allah-Subhanehu ve Teala- nın ''HELAL'INI HARAM veya HARAM'INI HELAL'' yapan ,''ULUHİYETTE 'TEŞRİ' Hususundan kaynaklanan ''TEKFİR'' durumunuda aynı Konu içerisinde sürekli vermeliyiz ki,İTİDALI elden bırakmak Müslümanların Bizleri ''İRCA'' ile suçlamalarına açık bir kapı bırakmamak maksadı ile..

5.Hedeflediğimiz Siyaset ne olacak !? TEKFİR Hususunda ''NEFSANİLİĞİ'' ortadan kaldırak istiyorsak iyi bir Siyaset izlemeliyiz,bunu yaparkende ''MUSTAKİM'' olanı tercih etmek ''İTİDAL'' lı davranmak ''SELEFİ SALİHİN'' in Metodunu takip etmeliyiz.

-Selefi Salih'in Metodu ''MU'TEZİLE VE MURCİE,İrca Ehlinden Uzak her ikisinin ''ORTA'' sıdır ve ''HARİCİLİKTEN UZAK MÜR'CİE DEN BERİ '' Mustakim Çizgidir.

Bunlar iyi birşekilde belirtilirse ''ANA HATLAR'' ı ile ''TEKFİR HUSUSUNDA'' aldığımız Ölçü kabul görecektir.

6.TEKFİR HUSUSUNDA ALDIĞIMIZ ÖLÇÜNÜN MÜSLÜMANLAR TARAFINDAN KABUL GÖRMESİNİN TEK YOLU ''Ehl'i Sünnet' Ve'l Cemaa' nın izlediği METODU harfiyyen izlemek ve ''UÇ'' ,'İFRAT'da olanları belirlemek ve ''TEFRİD'' de olanları İşaretlemek ile olacaktır.

-İki Hassa UÇ NOKTA -İFRAT ve TEFRİD bu iki Noktanın yaklaşımıda yazdıklarımızda Zikrolunmalı Bizim bakışımızın ise ''MUSTAKİM'' liği ortaya çıkmalıdır..

CEZEKALLAHU HAYRAN KESİRA
 
İ Çevrimdışı

İlim Uğruna

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Selamun Aleykum. Şeyh Abdullah Azzamın Bu konudaki hatalarına deginmek istiyorum. Aslında onemli olmazsa Allah şahittir ki kesinlikle ilgilenmezdim bile. Dİger sayfada da sakka kardeşin yaptıgı basit hatalara deginecektim ama kardeş bize demagoji yapıyorsun deyince vazgectim. Alimlerin sozleri tahkik edilmeli ve hatalardan masum olmadıkları unutulmamalıdır. Her kim bir konuda ehli sunnete muhalefet ederse bu mutlaka acıklanmalı hic kimse körü körüne taklid edilmemelidir.


3. Çıkarılan bu kanunları uygulayan hakimler ve savcılar:
Bunlar İslâm'dan çıkmazlar. Çünkü bunlar sadece uygulayanlardır. Kanun koyanlar değillerdir.

Şeyh azzam diyorki: Allah'ın indirdiği kanunların dışında başka kanunlar tesbit eden her yönetici müslüman değildir, bundan sonra;

Şirk ve kufur kanunları ihdas edenler ile bu kanunları uygulayanların hukumlerini farklı degerlendirmesi acık bir hatadır.

Yine şoyle diyor:
Hakimler İslâm dininin dışına çıkmazlar. Ama görevlerinden dolayı fasıktırlar. Çünkü o haram bir hususta iştigal etmektedir. Bu hüküm, kalbinden reddedip çirkin görerek yargıda bulunduğu taktirdedir.
Sanırım burada bir eksiklik var cunku tam bu noktada şeyh, kanunları sevmeden uygulayanlara gelince diyordu ve alıntıladıgım şeyi soyluyordu.
Burada da kufre duşurucu bir fiili işleyen kimsenin tekfirini severek yapma kaydına baglaması, murcienin kufru inkar ile kayıtlamasına benzemiştirki her ikiside kufrun turleri olup hukum vermede etkili degildir.

Şer' i naslar bir sozun veya fiilin kufur oldugunu belirtikten sonra bunu ne inkara ne helal kılmaya nede severek yapma gibi bir şarta baglamııştır. Bilakis sadece işlenmesini kufur saymıştır. Kufre duşurucu bir fiili işleyen kimsenin tekfirini severek yapma şartına baglamak Allahın kitabında olmayan bir şart olup hic şuphesiz batıldır.

Sevme veya sevmeme kalp amellerinden olup zahiren hukum vermede etkili degildir.

''Usulculere gore dunyevi hukumler acısından tekfirin sebebi kufre duşurucu soz ve fiildir..(otuz risale)

Şeyh Abdul kadir bin abdul aziz ise ehli sunnete gore tekfirin sebebini şoyle acıklıyor:

Ehl-i Sünnet, küfre dair hüküm vermeyi, zâhiren tespiti mümkün olmayan kalbî etkenlere bakmazsızın, küfre düşürücü söz veya fiilden ibaret olan zâhirî sebebin meydana gelmesine bağlarlar.

Diğer bir kısım hakimler vardır ki beşeri kanunları kalben severek ve isteyerek yargıda bulunurlar. İşte bunlar İslâm dininin dışındadır, kâfirdir.

Kalbe bakarak hukum vermek; hukmun zahire gore verilecegine dair ummetin icmasına aykırıdır.


Şeyh Abdul kadir el cami adlı eserinde şoyle der: Küfre düşürücü günahların yalnızca işlenmiş olması, kalp imanını ortadan kaldırmak için yeterlidir. Çünkü bunlar imanın aslını yok edicidir. Kişi dili ile, yaptığının aksini söyleyecek olursa yalancıdır.

Buna benzer bir söz de Muhammed ibn İbrahim Âli’ş-Şeyh söylemiştir: “Kanun ile hükmeden kimsenin, ‘Ben bunun batıllığına inanıyorum’ demesinin herhangi bir etkisi yoktur. Bilakis bu, Şeriat’ı uzaklaştırmaktır. Bu, bir kimsenin putlara ibadet edip, ‘Ben bunların batıl olduklarına inanıyorum’ demesi gibidir.”

Görüldüğü gibi O burada beşerî kanunla hükmetmekle, putlara ibadet etmeyi aynı değerlendirmiştir. Çünkü her ikisi de diliyle bildirdiği inancının ne olduğuna bakılmaksızın, işleyeni sırf işleme sebebiyle küfre düşüren fiillerdir. (EL cami)

Mushafı pislige atıpta icindekilerin Allahın sozu olduguna inanıyorum demek

Bir peygamberi öldürüpde ben onun Allahın Resulu olduguna şehadet ediyorum demek

Kufur kanunları ile hukmedip ben bu kanunların batıl olduguna inanıyorum demek.

Puta tapıpta ben bu putun batıl olduguna inanıyorum demek,

Veya puta tapıpta ben bu putu sevmiyorum demek.. Siz duşunun..

Butun bunlar Şeyhul islam ibni teymiyyenin de dedigi gibi kalp imanına zıt olan şeylerdir.
'' Kişi bu durumlara ragmen ben kalben iman ediyorum derse zahiren soylemiş oldugu şeyler yalandır.''

Şunu unutmayın ki gulatı murcieden başka hic kimse kufre duşurucu bir fiil işledigi halde kişinin mu'min kalması mumkundur dememiştir.Ehli sunnet, hatta Fakihlerin murcie olanları ve eş'ariler dahi Şer'i delilin kufur olduguna delalet ettigi şeyi soyleyen veya işleyen kimsenin tekfiri icin hic bir kayıtlama getirmemiştir.



Allah icin iyi degerlendirin ve sadece yazmış olmak icin yazmayın
 
cihadzaferi Çevrimdışı

cihadzaferi

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
RAHMAN ve RAHİM OLAN ALLAH ın adıyla

Salat ve selam Peygamberimiz (s.a.) ailesi ve ashabı , Kıyamet gününe kadar Onun izinden giden Müminlerin üstüne olsun.
Hamd Alemlerin Rabbi olan ALLAH a dır.

Güzel kardesim bu kadar inceleyip milletin kafasını karıştıracağına neden cihad çağrısı yapıp bu kukla ve çarpık düzeni yıkın demiyosun ? yok anayasa mahkemesinde yargıcın durumu bilmem ne ..bunlar sizin gibi düşünen dünya hayatı hevası içinde olanların kuruntularından başka birsey değil. Bu laik demokratik denen tağuti düzen ancak ve ancak cihad ile yıkılır ve ALLAH ın dini yeryüzünde hayat bulur. Bırakalım dünyada kimin arkasında namaz kılıp kılınmayacağını asıl önemli olan nasıl olurda biz şeriati getirebiliriz bunu düşünün ve eyleme geçin. Şeyh Usama Bin Laden in dediği gibi bu kafirlerle baş edebilmenin tek yolu Cihadtır.

Yok ben dünya hayatını seviyorum bize yapılan bu zülme razıyım nasılsa bana dokunmayan yılan bin yaşasın gibi düşüncelerle bu iş olmaz. İlmi ile amel etmeyenin vay haline ! bende derin gafletteydim ki şükür ALLAH a bunun böyle gitmeyeceğine karar verdim.

Aileniz çocuklarınız sizi bundan alıkoymasın yoksa kaybedenlerden olursunuz.BUnlar sadece bir imtihan meselesi. Bunlarla bircok ayet var bildiğinizi farz edip yazmaya gerek duymuyorum.
Son olarak Irak da , Afganistanda , Kafkas Emirliğinde , Somalide ve dünyanın birçok yerinde halen cihadler sürmektedir ALLAH ın izni ile. Vatan dediğiniz yer doğdunuz toprak parcası değildir. ALLAH ın Kanunlarının uygulandığı ve uygulanması için savaşılan yerlerdir. Onun isminin yüceltildiği yerdir.
Kardeşler aklımızı başıma alıp bir an önce bu çarpık düzene dur demeliyiz. Bir ümmet olup (ehli sunnet) bu kafirlerin üstesinden gelicez İnşallah.

ALLAH a EMANET OLUN.
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Selamun aleykum
Cihadzaferi isimli üye,
sen ne yapmaya çalışıyorsun? Ya ortalığa düşüp cihad cihad diye provakatörlük yapanların tavırlarına alet oluyorsun, ya da hayli genç ve tecrübesizsin.

Bizim cihada karşı olmadığımız, aksine yıllardır İslam düzeninin cihadsız olmayacağını, gelmeyeceğini defalarca yazmamızı, söylememizi bilmeden daha ilk mesajında zan ile yaklaşıyorsun, itham ediyorsun.
Bir musluman cihad etmeden ya da aklından cihadı geçirmeden ölürse nifak üzere olacağı hadisle sabittir.
Fakat şunu da unutma ki aynı zamanda bu tağuti rejimde yaşam da sürmektedir. Müslümanım diyenlerin darulharbte yaşamanın verdiği sıkıntılar gereğince pek çok sıkıntılı durumlardan geçtiği, cendereler boğuştuğu malumdur. Birde bütün bu zillet yetmiyormuşcasına bazı aşırı gidenlerin Muvahhid muslumanlara kafir diyerek tekfir ettiklerini gözlemlemek durumunda kaldığımızdan , ümmetin parçalanmasını, yarasını azaltmak için alimlerin görüşlerini açıklamamız, Allahın ipine hep birlikte sarılıp fırkalara ayrılmamaız içindir. Şuna dikkat et ki Bu yazının Sahibi Şehid Abdullah Azzam bile, bu açıklamalarını (kitabını) cihad alanlarından yazmıştır, naklettikleridir.
Bu yüzden sakin ol ve anlatmak istediklerini ilimle beyan ediniz.
Selamun aleykum

İLGİLİ KONULAR :

CİHAD : MÜMİN İLE MÜNAFIĞI AYIRT EDEN GERÇEK

https://www.islam-tr.org/tevhid/10561-cihad-mumin-ile-munafigi-ayirt-eden-gercek-kitap.html

KÜÇÜK CİHAD BÜYÜK CİHAD SINIFLANDIRMA HATASI

https://www.islam-tr.org/tevhid/10514-kucuk-cihad-buyuk-cihad-siniflandirma-hatasi.html

KÜFÜR DUZENİNİ KORUMAK - ASKERLİK

https://www.islam-tr.org/tevhid/11600-kufur-duzenini-korumak-taguta-askerlik.html
https://www.islam-tr.org/tevhid/17302-darulharbe-asker-olmak.html

11411942fi9.jpg



[flash]http://d.yimg.com/static.video.yahoo.com/yep/YV_YEP.swf?ver=2.2.40&id=11752071&vid=4380053&flash width=512, height=322[/flash]

Daha farklı Tıkla : islami forum, islami sohbet, dini sohbet , ilahiler, ilahi dinle, islami site,
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
cihadzaferi Çevrimdışı

cihadzaferi

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
S.a
Kusura Bakma biraz doluydum dün.Iraktaki vb yerlerdeki kardeşlerimizin halleri bende üzüntü yarattı. Neyse ALLAH emanet olun.
 
Esra87 Çevrimdışı

Esra87

Üye
İslam-TR Üyesi
selamun aleykum arkadaslar.....
ben abdullah azzamnin bu kitapini ariyorum yani tevbe suresinin gölgesinde cihad dersleri ve cihad dersleri tekfir kitapini.
internetten bir kac sayfa üzerinden siparis verdim ama hic biri göndermedi kitapi , yani elimizde yok, alternetiv kitap sundular sürekli...
bu kitaplari nerden siparis edebilirim??
ve neden zor bulunuyor bu kitaplar?
 
İ Çevrimdışı

İbn_Talha

Üye
İslam-TR Üyesi
bu kitabı buruc yayınları çıkardı "tevbe süresi tefsiri" isminde bulabilirsin.
 
D Çevrimdışı

dosdoğru

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
1-Allah c.c müslümanlar kardeştir diyerek müslüman olmayanları ayırması tekfirdir.

2-Allah c.c kafirun süresinde ey kafirler de diyerek tekfiri hak olarak verdi.

3-puta söz verenler namus ve şerefleri ile putun yanında olanlar hemde biz müslümanız diyenler müslüman değil münafıklardır.münafıka münafık damgasını vuran veren Allah c.c dir.açık ve net olarak herhangi bir partiye oy verdiğini söyleyen ve veren münafıktır. aksini söyleyen de münafıktır.

4-kelimei şehadet getiren herkes müslümandır.kelimei şehadeti bozduğu görüldüğünde islamdan çıkmıştir.namaz kılması onun müslüman olmadığını maun süresinde yazıklar olsun diye hitap eden Allah c.c ye dayanarak tekfir ederiz.

5-sahabe anne- babası da olsa tebliği kabul etmeyeni tekfir edip düşman kabul etti.

6-laik dine göre tekfir yasaktır.çünkü tekfir olayını ortaya koymak laik dinin yıkılması islam dininin hakim olmasıdır.

7-hiçbir müslüman müslüman kardeşini tekfir etmez.müslüman şirk ve tağutun ne olduğunu bilir.

8-tekfiri ortaya atanların şirk hakkında bilgileri yoktur.

9-tekfiri ortaya atanların tağutla ilgili ayetlerden haberi yoktur

10-tekfiri ortaya atanlar ebucehilin kabeyi tamir ettirdiğinden haberi yoktur.

11-tekfiri ortaya atanların ebucehil in hacılara yemek ve su verdiğinden haberi yoktur.

12-tekfiri ortaya atanların ebucehili ebucehil yapan putlara saygı göstermesinden haberleri yoktur. ebucehili bu saygısı kafir yaptığını bilmez.

çünkü laik din mensupları da atalarına dua ve saygı gösteriyor.

13-ebucehil dini ile islam dini arasındaki farkı bilmiyenler tekfir ile insanların gerçek dini öğrenmelerine mani olurlar.

14-ebucehil yaptığı onca hizmetler karşılığı peygamberliğin kendisine verilmesini uygun görüyordu.ama putlara saygıyı normal görüyordu.ona göre putlara heykellere mürşidi kamil insanların heykellerine saygı Allah c.c ye saygı görüyordu.bu inancı ebucehili kafirlerden yaptı.zümer süresi 3. ayet ve tevbe süresinin ilgili ayetleri.

şimdi aynı dini bilerek ve bilmiyerek savunanlar tekfiri yok saymaktadırlar.

her konuda islam dini ayrılmıştır.

ayırımı kabul etmeyenleri açık olarak tekfir ediyorum.münafılardır.

Allah c.c bizlere ebucehil dini ,laik din ile islam dinini ayırabilme hidayeti nasip etsin.
 
E Çevrimdışı

emre90

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Öncelikle resim yerindeki yazı çok hoşuma gitti, güzelmiş doğrusu, o tür kitapları zor bulursun kardeş, genelde ya baskısı bitti derler ya da başka kitap önerirler
 
S Çevrimdışı

seekerofthelight

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Şehid Abdullah Azzam arkadaşlar bu ismi ilkkez duyup hakkında ilkkez şuan bilgi aldım. hakıkaten Allah'ın Kanunlarının Dışındaki Kanunlar bölümünde çok çok güzel ele almış olayı. türkiyede yaşayan bizmüslümanların(so called) yaptıgı en büyük yanlıs bu.Allah'ın Kanunlarının Dışındaki Kanunlar adı ne olursa olsun bu yola girildimi kudret yolundan çıkılmış oluyor bence de. benim görüşüm bu yönde.

 
Üst Ana Sayfa Alt