E
Çevrimdışı
Selef Ulemasının Muhkem ve Müteşabih
Ayetlerle İlgili Görüşleri
Seleften birçok alim15 "Muhkem, kendisiyle amel edilmesi; müteşabih ise kendisine inanılması gereken ayettir. Müteşabih niteliği taşıyan ayetlerle amel edilemez" demişlerdir.
Nitekim sahabe ve tabiinden gelen konu ile ilgili birçok sözde şöyle denilmiştir: Biz Kur'an'ın muhkem kısmı ile amel, müteşabih kısmına ise iman ederiz. Sözgelişi İbn Mes'ûd ve diğer bazı sahabiler "Kendilerine verdiğimiz Kitab'ı hakkıyla okuyanlar var ya, işte onlar, ona inanırlar." (Bakara, 2/121); ayetiyle ilgili olarak "Helal kıldığını helal, haram kıldığını da haram kabul eder; muhkem kısmı ile amel, müteşabih kısmına ise iman ederler." yorumunu yapmışlardır. Selef ulemasının bu konudaki görüşleri, benzeşme (müşabehet) olgusunun izafî olduğuna işaret eder. Buna göre müteşabih bir ayet, kelime veya kavram, bazılarınca müteşabih olmayabilir. Herkes kendisi için açığa çıkan ve netlik kazanan anlama göre amel edip müteşabih gözüken kısımları Allah'a havale eyler. Nitekim Übeyy b. Ka'b kendisine tavsiyelerde bulunmasını isteyen Hbıı'l-Âliye'ye şunları söylemişti:
Allah'ın Kitabı'nı kendine rehber ve hakim edin. Yargıç olarak onun verdiği hükümlere razı ol! Çünkü o şefaatçi ve kendisine itaat edilen bir hükümler dizgesidir. Eleştirilemeyen ve şahit olarak Allah elçisinin yerine konulan, aranızda yegane hakem olan bir kitabdır. Onda hem önceki insanların, hem de aranızdaki münasebetlerin bilgisi bulunmaktadır.
Yine Übeyy b. Ka'b, îbn Ebzâ'ya şu tavsiyede bulunmuştur:
"Kur'ân eh n sana aşikar olan hükümlerle, amel et; müteşabih gözükene de iman etmekle yetin ve bu Hır ayetleri, bilenlere havale eyle!"
Seleften kimi ilim adamları Kur'ân'da müteşabih olarak tanımlanan ayetlerin "mensuh (hükmü yürürlükten kaldırılmış) ayetler", kimisi de mutlak haber niteliği taşıyan ayetler olduğunu söylemiştir. Sözgelişi Katûde, Dahhak ve Süddî'nin bu konuda "Muhkem ayet kendisiyle amel edilen nâsih (nesheden); müteşabih ise, inanılmakla yetinilip kendisiyle amel edilmeyen ayettir" dedikleri nakledilmiştir, el-Avfî'nin, İbn Abbas'tan naklettiği görüş de bu doğrultudadır.
el-Vâlibî'de İbn Abbas'tan konu ile ilgili şu görüşü nakletmektedir:
Kur'ân'ın muhkem ayetleri; nesheden, haram-helal ve farz kılan, kendisine inanılan ve kendisi ile amel edilen ayetlerdir. Müteşabihleri ise nesh ve takdim edilen, sonraya bırakılan, misaller verilen, yeminler edilen; inanılan, ancak kendisiyle amel edilmeyen ayetlerdir.
Birinci görüş -en doğrusunu Allah bilir- şu ayetten alınmıştır:
Allah, şeytanın attığını nesh ve ardından kendi ayetlerini tahkim eder. (Hacc, 22/52)
Bu ayette mensuh ve muhkem kavramları karşılaştırılmıştır. Burada anlatılmak istenilen, eksikliklerden uzak, şanı yüce Allah'ın ayetleri neshettiği (hükmünü yürürlükten kaldırdığı) değil; şeytanın attığı kuruntuları iptal edip yerine kendi ayetlerini yerleştirdiğidir. Ne varki onlar nesholunan tüm ayetleri müteşabih saymışlardır; çünkü bu tür ayetler tilavet (okunuş) ve nazım biçimi olarak bazı kimselere müteşabih gözükmektedir. Hepsi Allah'ın kelâmı olup Kur'ân'a dahildir ve ifadeleri mu'cizdir. Sadece anlamları neshedilmiştir.
Öte yandan kimi alimler de neshedilen, kendisiyle amel edilmeyen ayetlerle Kur'ân'da geçen yemin ve misallerin tümünü müteşabih saymışlardır; çünkü insanlar bunların detaylarını öğrenmekle mükellef tutulmamış, yalnızca mücmel olarak iman etmeleri istenmiştir. Kendisiyle amel edilen ayetler ise böyle değildir; zira bu tür hükümlerin her müsiüman toplulukça detaylı olarak bilinmesi gerekir. Zira bir topluluk, kendisini, ancak ayrıntılarıyla bildiği hükümlerle yükümlü görebilir. Hakkında geniş malumatları olmayan konularda kendilerine verilen haberlere gelince bunlara kısaca ve olduğu gibi inanması yeterlidir. Bu hususlarda kendisinden istenen bundan ibarettir. Bu tür haberleri bilmek, güzel ve farz-ı kifaye sayılsa da farz-ı ayn değildir. Ancak kendisi ile amel edilmesi gereken hükümlerin durumu farklıdır; her insanın amel edeceği hükmü tüm gerçekleriyle ve etraflı bir şekilde bilmesi zorunludur. Sadece bilgilendirme amaçlı konular ise bütün detaylarıyla bilinmek zorunda değildir.
Mücahid ile İkrime bu konuda şöyle demişlerdir: "Muhkem ve haram kılma ifadesini açıkça içeren hükümlerdir. Bunun dışında kalan ayetler ise bir kısmının diğerini doğruladığı müteşabihlerdir". Bu görüşe göre müteşabih kavramı "Mütekabili, ikişerli bir kitab olarak....1" (Zümer, 39/23) ayetinin ifade ettiği anlamdadır.
Helalle haram birbirinin karşıtıdır. Mücahid'e göre, alimler bu tür ayetlerin tevilini bilirler. Ancak bu tanımlamaya göre, müteşabih ayetler de tefsir edilebildiğinden Kur'ân'ın tamamı müteşabih olmuş olur. Oysa burada müteşabihlik yalnızca bir kısım ayetler için kullanılmıştır ki, bu da sözkonusu görüşün zayıflığını gösterir.
"Fitne çıkarmak, ayetleri kendilerine göre yorumlamak isteyenler Kur'ân'ın müteşabihlerinin ardına düşerler." (Âl-i İmrân, 3/7) ayetinde de durum böyledir; çünkü burada geçen teşâbüh kavramı ile bir kısmının diğerini onayladığı haberler kastediliyorsa bunlara uymanın bir sakıncası yoktur. Bir kısmının diğerini doğrulaması sözkonusu ayetlerin tevilini araştırmaya engel değildir.
Ayette geçen müteşabihat kelimesi bu görüşün doğruluğuna delil gösterilmektedir. Bu durumda ayetlerin kendileri de müteşabih kategorisine girmekte bu da ayetlerden bir kısmının diğerlerine benzemesini gerektirmekledir. Ancak burada ayetlerin birbirlerine benzemelerini gerekli kılan herhangi bir işaret yoktur. Bu iddiaya şöyle bir cevap verilebilir. İki değişik konuda iki farklı anlamda kullanılan kelimeler (veya kavram) müteşabih kapsamına girer. Sözgelimi yukarıda geçtiği üzere innâ ve nahnü kelimeleri, sözkonusu ayetin nüzul sebebi olarak zikredilmiştir. Muhammed b. îshak'ın Ca'fer b. Zübeyr-'den naklettiğine göre bu ayet Necran hiristiyanlarının Mesih konusunda Rasûlullah'a yönelttikleri sorular üzerine inmiştir. Bu olayı aktardıktan sonra, muhkem ve müteşabih kavramlarını tanımlayan İbn İshak'a göre "muhkem tek bir yönün dışında tevil ihtimali bulunmayan, müteşabih ise birden fazla tevil edilebilen tüm ayet, kelime ve kavramlar"dır.
Açacak olursak: Muhkem kelime ve kavram, zihinsel dünyanın dışında tek bir anlamdan başka tevil yönü bulunmayan; müteşabih ise birkaç açıdan tevil edilebilmesi mümkün olandır. Ancak Allah Teâlâ bu anlamlardan sadece bir tanesini kasdetmiştir; ki ayetin siyakı (akışı) buna işaret eder. Bu takdirde ilimde ileri düzeye erişenler, gerek muhkem, gerekse de müteşabih ayetlerde Allah Teâlâ'nın murat ettiği anlamı bilirler. Ancak tevilin kendisi -hadislerin hakikati, gerçekleşme zamanı vb.- ne muhkem ne de müteşabih ayetlerden anlaşılabilir.
Kimi zaman da Necran hıristiyanlarının iddialarına delil olarak "Mesih Allah'ın kelimesidir", "Mesih Allah'tan bir ruhtur."16 ifadelerini öne sürdükleri söylenmiştir.
Burada geçen kelimetullah kelimesi ile kelâm ve onunla yaratılan varlık, ve 'ruhun minh' O'ndan bir ruhtur ifadesi ile de sonun başlangıcı ve kısmiyet kastedilmiştir. Buna göre "Bu tür ifadelerin tevilini Allah'tan başka kimse bilemez." sözüyle anlatılmak islenen tevil kavramının hakikatidir. Yani Hz. İsa'nın -üzerine selam olsun- kelime ile nasıl yaratıldığını, Allah'ın ruhunun Hz. Meryem'e nasıl gönderildiğini, Rûh'ul-Kudüs'ün düzgün bir insan biçiminde ona nasıl göründüğünü; Allah'ın gönderdiği ruhun kendisine nasıl üflendiğini Allah'tan başka kimse bilemez.
Buhâri'nin Sahîh'inde Hz. Âişe'den nakledilen bir hadiste Rasûlullah "Kur'ân'ın müteşabih ayetlerinin ardına düşenlerden -ki Allah onları Kur'ân'da bildirmiştir- onlardan sakının"17 buyurmaktadırlar.
Burada anlatılmak istenen husus şudur: Şanı yüce Allah'ın anlamsız bir kelâm indirmesi caiz olmadığı gibi bu kelimelerin anlamını -Rasûlullah da dahil- ümmetten hiç kimsenin bilmemesi de caiz değildir. Oysa sonrası asırlarda yetişen kimi ilim adamları özellikle de kelam mesleğine mensup olanlar, Kur'ân'da Allah Rasûlü ile tüm İslâm ümmetinin, anlamını bilmediği bazı kelimelerin bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bu kesinlik ifade eden bir görüş olup yanlıştır. Bununla ister "ilimde derinleşenlerin Kur'ân'ın tevilini bilmediği" isterse de tevilini bilinen diğeri ise bilinmeyen olsun sonuç değişmez.
Mesele iki görüş bağlamında ele alındığında, yani "Allah Rasûlü'nün Kur'ân'daki müteşabih ayetlerin anlamını bilmediği"ni iddia eden görüş ile "ilimde derinleşenlerin müteşabih ayetlerin kelime ve kavramların manasını bildikleri"ni ileri süren görüş biraraya getirildiğinde; meseleye olumlu yaklaşan, yani ilimde derinleşenlerin, müteşabihleri bildiğini savunan görüşün diğerinden daha tutarlı olduğu anlaşılır; çünkü Kitab ve sünnetle selef ulemasından birçoklarının sözlerinde Kur'ân'ın tamamının anlaşılmasının, bilinmesinin ve üzerinde derinlemesine düşünülmesinin mümkün olduğuna dair pekçok işaret vardır. Bu kesinlik gerektiren bir konudur; "ilimde ileri düzeye erişenlerin müteşabih ayetlerin anlamlarını (tefsirlerini) bilmediklerini dile getiren görüş ise kesinlik ifade etmemektedir; çünkü selef alimlerinin çoğu, bu tür ayetlerin tevillerini bildiklerini zaman zaman ifade etmişlerdir. Sözgelişi tefsir alanında çok önemli bir yere sahip olan Mücâhid, Rebî' b. Enes, Muhammed b. Ca'fer b. Zübeyr, İbn Abbas'ın bu konuda "Ben Kur'ân'ın müteşabih ayetlerinin tevilini bilen, ilimde ileri düzeye ermiş biriyim"1dediğini nakletmişlerdir.
İmam Ahmed'in "Kur'ân'ın müteşabihleri konusunda şüpheye düşüp onu yapılması gerekenden farklı bir şekilde tevil eden zındıklarla Cehmiyye'nin tevil ettikleri üç müteşabih ayet hakkındaki görüşlerine reddiye olarak yazdığı risalesinde söyledikleri de ulemanın müteşabih ayetlerin anlamlarını bilebileceklerine delildir. Burada eleştirilmesi gereken husus yalnızca sözkonusu ayetlerin yapılması gerekenden farklı bir biçimde tevil edilmesidir. Ayetlerin içerdiği anlamla örtüşen tefsir ise övülmeye değer bir girişim olup ilimde ilerleyen alimlerin müteşabih ayet, kelime ve kavramların doğru tevilini öğrenmelerini sağlar. Bu tevil, selef ulemasının terminolojisinde tefsir anlamındadır. Bundan dolayıdır ki ne İmam Ahmed ne de seleften bir başka alim "Kur'ân'da Allah Rasûlü de dahil anlamını hiç kimsenin bilmediği ayetler vardır. Onlar anlamını bilmedikleri bu tür ayet, kelime ve kavramların lafızlarını okumakla yetinirlerdi" demiştir. Bu sünnet ehli olan İbn Kuteybe, Ebû Süleyman ed-Dımaşki gibi birtakım önemli alimlerin de tercih ettiği görüştür.
İbn Kuteybe, Ahmed ve îshak ile sünnet mezheblerini destekleyen ünlü ilim adamlarının yollarına bağlı bir ilim adamı olup pek çok eseri vardır. Kitâb'ut-Tahdîs bi-Menkıbı Ehli-Hadîs sahibi, onun İslâm dünyasının yetiştirdiği allameden ve fâzıl ve pekçok değerli esere imza atmış bir ilim adamı olduğunu yazmaktadır. (Üçyüzden fazla eseri olduğu söylenmektedir. Kendisi İmam Ahmed'le İshak'ın mezhebine eğilim duymuştu. Öte yandan İbrahim el-Harbî, Muhammed b. Nasr el-Mervezî gibi ünlü alimlerin de çağdaşı idi. Mağribli müslümanların çoğu ona saygı duyarlardı. Öyle ki onunla ilgili olarak "İbn Kuteybe ile çatışmayı caiz gören kimse zındıklıkla ilham edilir.""tanımlamasını yapmışlardır. Yine hakkında "içerisinde 'İbn Kuteybe'nin eserlerinden bulunmayan evde hayır yoktur" demişlerdir. Bu bağlamda ben de şu değerlendirmede bulunmak isterim: Mu'tezile mezhebi İçin Câhız ne ise sünnet ehli mezhebler için de İbn Kuteybe odur. Câhız Mu'tezile mezhebinin İbn Kuteybe ise Ehli-Sünnet'in sözcüsüdür.
Bu konuda İbn Abbas'tan, müteşabih ayetlerin tevilini Allah'tan başka kimsenin bilmediğine dair farklı bir görüş de nakledilmektedir; ki aynı görüş birçok sahabe ve tabiînden de rivayet edilmiştir. Ne var ki hiçbiri bu konuda Allah ve elçisinden gelen bir delile dayanmamaktadır. Bundan dolayı da mesele, müslümanlar arasında, Allah'a ve Rasûlüne götürülmesi gereken bir tartışma konusu olmuştur. Onlar müteşabih ayetlerin ardına düşenlerin Kur'ân'da fitne çıkarmakla itham edilmesini ve Allah Rasûlü'nün müteşabih kavramları araştıranları ve onların ardından gidenleri kınamasını ve bu gibilerden sakınılması gerektiğini belirterek konuya dikkatini çekmesini göstermektedirler.
Nitekim Ömer b. Hattab -Allah ondan razı olsun- kendisine müteşabih ayetler konusunda soru soran Sabîğ b. Asel'i azarlamış ve hatta dövmekle tehdit ederek şöyle demişti. "Bu ayetle "İlimde ileri gidenler derler ki..." fyekûlûne) denilmektedir. Buradaki vav harfi cümleyi cümle üzerine gönderen isti'nâf vavı değil de tekil (mtifred) kelimeyi tekil üzerine gönderen atıf vavı olmuş olsaydı "ve yekûlûne" denirdi.
Karşı tarafta yeralan grup ise bu itiraza şu karşılığı vermişlerdir: Allah Teâlâ bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Bir de o mallar, hicret eden fakirlere aittir ki onlar yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar...
....Ve onlardan önce o kente yerleşerek, imana sarılanlar, hicret edip kendilerine gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir ihtiyaç hissi duymazlar...
....Onlardan sonra gelenler derler ki: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi mağfiret eyle!.." (Haşr, 59/8-10)
Yine diyorlar ki; burada atıf vavı ile müfred bir kelime, bir başka müfred kelime üzerine gönderilmiştir. Buradaki fiil, yalnızca üzerine atıf yapılan (ma'ttıf) kelimeden hal kılınmıştır. Buna benzer bir durum şu ayette de geçmektedir.
"İlimde ileri gidenler derler ki: "Rabbimiz katından gelenlerin tümüne inandık.." (Âl-i İmrân, 3/7)
Burada yalnızca inanma niteliği amaçlanmış olsaydı bu ilimde ileri gidenlere tahsis edilmez, bilakis "Müminler, biz ona iman ettik; derler" denirdi. Çünkü Rabbi katından gelene her mü'minin iman etmesi gerekir. Böyle denilmeyip de inanma eyleminin ilimde ileri gidenlere hasredilmesi müteşabih nitelikli ayetlerin tevilini bilmelerinden dolayı bunların diğer mü'minlerden ayrıldıklarını göstermektedir. Bunlar herşeyden önce alim vasfına sahip kimselerdir. Bu sayede müteşabihlerin tevilini bilir ve onlara iman ederler; çünkü onlar alimliğin yanısıra mü'min vasfını da taşımaktadırlar. Hem müteşabih ayetlerin tevilini bilmeleri hem de inanmaları kendilerine daha mükemmel bir konum kazandırmıştır. Nitekim ayet-i kerime "...Öz akıl sahiplerinden başkası bu ayetleri düşünüp anlamaz" (3/7) ifadesi ile bağlanmaktadır. Ayetin bu son kısmı bu konuda enine boyuna düşünüp anlamaya çalışmanın -tezekkür- yalnızca öz akıl sahiplerine has kılındığına işaret etmekte. Eğer burada yalnızca sözkonusu ayetlerin lafızlarına inanma kasdedilmiş olsaydı müteşabih kavramıyla anlatılmak istenen mananın sadece onlara delalet etmesi hususu özellikle vurgulanmazdı.
Benzeri bir durum da "İçlerinden bilgiye derinleşmiş olanlar ve mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler" (Nisa, 4/162) ayeti için sözkonusudur.
Bu ayette de bahsi geçen insanlar ilimde derinleştikleri için inanmışlardır. İlimde ilerlemeleri onları imana yaklaştırmıştır. Sadece iman kavramı anlatılmak istendiğinde ilimde ileri gidenler ve mü'minler "Biz ona iman ettik; derler" buyurulur. Nitekim Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede yalnızca "iman etme" olgusunu amaçladığından iki grubu (ilimde ileri düzeye erişenlerle sıradan mü'minler) birarada zikretmiştir.
Yine şöyle demişlerdir: Bu ayet-i kerimede fitne çıkarmak için muteşabih ayetlerin tevilini araştırarak bunların peşine düşenlerin hareketleri kınanmaktadır. Bu da Kur'ân'da eleştiri noktaları arayan ve insanların kalblerini (düşüncelerini) bozmak için muhkem ayetleri bir kenara bırakarak sadece müteşabih ayetleri araştırıp, gündeme getiren bozuk niyetli kimselerin hali olup bu şekilde müslümanlar arasında fitne çıkarmak isterler. Bu maksatla muhkem ayetleri bırakıp sürekli müteşabihlerin tevili ile uğraşır, savundukları görüşlerde delil olarak yalnızca bunları öne sürerler. Amaçları sağlam bilgiye, mutlak doğruya (hidayete) ulaşmak değil inananlar arasında kavram kargaşası yaratmak, düşünce dünyalarında sarsıntı meydana getirmektir. Hz. Ömer'in Sabîğ b. Asel'i dövmekle tehdit etmesi belki de sırf bu yüzdendi; çünkü Sabîğ'in amacı müteşabih ayetler konusunda birtakım sorular yönelterek fitne çıkarmaktı. Bu, bir insanın; kendi düşüncelerini üçüncü bir şahsa malederek birtakım sorular sormak ve anlaşılması güç birtakım kavramlar ortaya atmak suretiyle muhatabın bir konudaki düşüncesini, maksadını, eleştiri, tepki ve kuşkularını ölçmek istemesine benzer. Bu kişinin amacı doğruyu öğrenmek olmayıp kendisine ait sözleri başkasının ağzından naklederek karşısındakini denemektir. Nitekim Rasûlullah {s.a) bu tür kişileri kasdederek "Kur'ân'ın muhkem ayetlerini bırakıp sadece müteşabihlerinin peşinden düşenlerden sakının!" buyurmuşlardır.
Hadiste yettebûne kelimesi yallubûne yerine kullanılmıştır; ki "Sözkonusu kişiler muhkem ayetleri bırakıp müteşabihleri araştırır ve onların ardından giderler" anlamındadır. Bu da fitne çıkarmayı amaçlayan kişilerin davranışıdır.
Müteşabih ayetlerde anlatılmak istenen hususları öğrenmek, kapıldığı şüpheleri gidermek amacıyla soru soran, muhkemi bilip ona gereği gibi uyan, müteşabih ayetlere irdelemeksizin olduğu gibi inanan, soru sorarken fitne amaçlamayan halis niyetli kimseler ise bu ayet-i kerimenin kapsamına girmez. Nitekim sahabe de böyle yapmıştır. Sözgelişi Mu'az b. Cebel'den bu konuda şöyle bir söz nakledilmiştir:
İki kişi Kur'an okur; Biri öyle bir hava ve niyet içerisinde okur ki, tabiri caizse Kur'ân'ın başını gözünü yarar, ondan insanları yoldan çıkaracak birtakım hükümler elde etmeye çalışır. Böyleleri, yaşadıkları toplumun en kötüleridir. Allah bunlara hidayet yollarının tamamını kapamıştır. Bir de hiçbir kötü niyet taşımayıp heva ve hevesi doğrultusunda hareket etmeden ve Kur'ân'ın başını gözünü yarmadan okuyan vardır ki, bu da kendisine aşikar olan hükümlerle amel ve müteşabih gelen hususları Allah'a havale eder. Allah Teâlâ'nın, fıkıhçıların herbiri üzerinde yirmi yıl durmalarına rağmen anlayamadıkları bu müteşabih ayetleri anlayıp kendisine anlatacak birini göndermesini bekler.
Görüldüğü gibi Mu'az müteşabih ayetlerin peşinden giden ve bunları fitne çıkarmak amacıyla araştıran kimseleri kınamakta olup bu tür ayet, kelime ve kavramlar üzerinde, Allah Teâlâ'nın anlaşılmasını istediği ayetleri anlayabilmek için düşünenleri eleştirmektedir. Bunun en açık delili de sahabenin bu hususta takındığı tavırdır. Sahabeler bir ayet veya hadis konusunda kuşkuya düştüklerinde onu daha iyi bilenlere sorarlar. Sözgelişi Hz. Ömer - Allah kendisinden razı olsun- hac meselesi ile ilgili bir meseleyi çevresinde bulunan sahabilere sorarken "Beyt'e nasıl varacağımızı ve tavafı nasıl yapacağımızı bize anlatacak kimse yok mudur?"'1'* demişti.
Yine Hz. Ömer seferde namazı kısaltma meselesi ile olarak ilgili kafasına takılan bir konuyu çevresindekilere "Güvenlik içerisinde olduğumuz halde farz namazları hangi gerekçeye dayanarak kısaltıyoruz?"20 diye sormuştu.
Yine sahabe "İmanlarını bir zulümle bulandırmayanlar.." (En'âm, 6/82) ayetindeki zulüm kavramı üzerinde kuşkuya düşmüşler ve Hz. Peygambere "Ya Rasûlallah! Hangimiz kendi nefsine zulmetmemiş ki?"diye sormaktan kendilerini alamamışlardır.
Hz. Peygamber de meseleyi açıklamıştır.21
"içinizden geçen düşüncelerinizi açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker." (Bakara, 2/284) ayeti indirildiğinde sahabe yine kuşkuya düşmüş ve konuyu Allah Rasûlü'ne götürmüşlerdir. O da meseleyi izah ederek kuşkularını gidermiştir.
***
Aynı bağlamda, şu hadis-i şerifi de örnek göstermek mümkündür. Rasûlüllah bir keresinde "İnce hesaba çekilen mutlaka azaba uğratılır" buyururlar. Bu ifade ile neyi kastettiğini anlaya*mayan Hz. Aişe'nin Allah, 'îşte böylesi koiay bir hesaba çekilir.' (İnşikâk, 84/8) buyurmarmş mıydı?" demesi üzerine Hz. Pey*gamber "O senin dediğin sadece arzdır" karşılığım verirler.22
Bu görüşü savunanlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: İddi*amızın diğer bir kanıtı da selef ulemasının bu konudaki icmaıdır; çünkü onlar Kur'ân'ın tamamını tefsir etmişlerdi. Sözgelişi Mü-cahid bu konuda "Kur'ân-ı Kerim'i, Fatiha'dan son suresine ka*dar, her ayet üzerinde teker teker durarak İbn Abbas'a sundum ve herbir ayetle ilgili sorular yönelttim" demiştir.
Sahabe de Ebû Abdİrrahman es-Sülemî'nin naklettiği gibi Kur'ân'ı Hz. Peygamber'den bu şekilde almışlardır. Yine o Abdul*lah b. Mes'ud, Osman b. Affan ve diğer sahabilerin Allah Rasû-lü'nden aldıkları on ayetin içerdiği ilim ve ameli öğrenip uygula*madan başka ayetlerin öğrenimine geçmediklerini aktarmakta*dır. Hatta bu konuda "Biz bu şekilde Kur'ân'ın içerdiği ilim ve ey*lemlerin tamamını öğrendik!"25 demişlerdir.
Öte yandan sahabe ve taburun Kur'ân'ın tefsiri ile ilgili sözle*ri tamamını kapsamaktaydı. Ancak içlerinden bazılarına anlaşıl*ması zor geİcn ayetler üzerine dururlardı. Bu da sözkonusu ayet*lerin hiçkimsenin bilmemesinden değil, yalnızca o şalısın bilme*mesinden ya da anlamakta zorluk çekmesinden İleri geliyordu. ' Ayrıca şu durum da iddia edilen düşüncenin doğruluğunu kanıtlayan bir diğer delildir: Allah Teâlâ insanlara, hiçbir hususu istisna etmeksizin Kur'ân'ın tamamı üzerinde düşünmelerini -mutlak anlamda- emretmiş ve "Ey insanlar! Yalnızca muhkem ayetler üzerinde düşünün, müteşabih ayetler üzerinde İse sakın düşünmeyin!" dememiştir. Kaldı ki bir konuyu anlamadan, üze*rinde düşünmek imkansızdır. Şayet Kur'ân'da bilinmeyen ve bu yüzden üzerinde düşünülmeyecek olan ayet, kelime veya kav-1 ramlar bulunmuş olsaydı Allah Teâlâ düşünülmesinden sakınıl*sın diye müteşabih ayetler kavramını açık bir sınırla belirlerdi,
Sözkonusu alimler, bu kanıtlardan sonra, görüşlerini savun*mayı şöyle sürdürmektedirler. Müteşabih kavramı, göreli (izafi) bir kavramdır. Sözgelimi bir insana göre müteşabih olan herhan*gi bir ayet, kelime veya kavram bir başka insan açısından müte*şabih olmayabilir.
Burada birde şöyle bir durum vardır. Yüce Allah Kur'ân'ın açıklama, hidayet kaynağı, şifa, nur vb. niteliklere sah İp olduğu*nu bildirirken hiçbir ayeti istisna etmemiştir. Manası bilinmeyen birşeyden gereği gibi yararlanmak da imkansızdır.
Öte yandan "Allah Teâlâ, Rasûîüne, anlamlarını ne kendisinin ne de Cebrail'in bilmediği sözler indirdi!" demek büyük bir gü*nahtır. Bu durumda -hâşâ- Allah'a ait sıfatlarla kader, ahiret vb. kavramları bizzat Peygamber kendisi ihdas etmiş olur; çünkü bunların tamamı onlara göre müteşabihtir. Çok az insan dışında hiç kimse Allah Rasûlü'nün bu kavramları anlamlarını bilmeden kullandığı gibi saçma sapan bir zanda bulunamaz.
Kaldı ki sözlü ifadede (kelâmda) asıl amaç, meramın (anlatıl*mak istenen şeyin) karşı tarafa (muhatab) anlatılmasıdır. Böyle bir amacın güdülmediği kelâm asılsız ve tutarsız bir İfadeden başka birşey olmaz. Oysa Allah abesle, asılsız/tutarsız birşcyle iş*tigalden münezzeh ve beridir. Allah nasıl tutarsız ve asılsız birşey söyleyebilir? Anlamalarını İstemediği sözleri, kullarına nasıl indi*rilebilir?!,. Bu saçma deliller, ilhad ehli kişilerin en güçlü kanıtla*rıdır,
Ayrıca Kur'ân'da, sahabe ve tabiînin, manası hakkında konuş*madıkları tek bir ayet yoktur. Her ayetin anlamı üzerinde mutla*ka konuşulmuş ve anlamı açıklanmıştır. Bazı ayetler üzerinde ihlİhıf etlikleri, farklı farklı düşündükleri de yadsınamaz; emir ve vaşak içeren ayetler üzerinde de bazı ayrılıklara düştükleri söy*lenmektedir. Ama biz biliyoruz ki ilimde ileri düzeye erişmiş ilim adamları kesin emir ve yasak içeren ayetlerin anlamları üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu onların müteşabih ayetlerin anlamım bil*diklerine işaret eder; çünkü emir ve yasak ihtiva eden ayetlerden bazıları müteşabih kapsamına girmektedir. Nitekim müteşabih ayetlerden bir kısmını da haber niteliği taşıyanlar oluşturmakta*dır. Ayrıca ilimde derinleşenlerin gerek muhkem, gerekse de mü*teşabih ayetlerin tefsirini bildikleri hususunda İslâm uleması İtti*fak etmiştir. Gerçi bu konuda olumsuz düşünen, müteşabih ayet*lerin, kelime ve kavramların anlamını Allah'tan başka melek, peygamber ya da alim hiç kimsenin bilmediğini söyleyen alimler de çıkmıştır. Ancak bu görüş İslâm ulemasının emir ve yasakla*rın müteşabihliğİ konusundaki icmaına aykırıdır.
Gerçekte tevil kavramı, müteşabih niteiikli ayet, kelime ve kavramlarda olduğu gibi muhkem ayetler için de kullanılır. Kur'ân, sünnet ve sahabe sözleri de buna işaret etmektedir. Çün*kü onlar hem muhkem hem de müteşabih kavramının anlamını biliyorlardı. Sonra müteşabihlerin diğer ayetlerden manalarını sadece Allah'ın bilmesini gerektiren ne gibi üstün yanlan vardır? Kaldı ki bu anlamda düşünüldüğünde muhkem ayetler, müteşa*bih olanlardan daha üstündür; zira Allah onların anlamını kulla*rına bildirmiştir. Yine müteşabih ayetlerin hangi üstünlükleri vardır ki Allah anlamlarını bilme ayrıcalığını yalnızca kendisine tanısın? Evet böyle birtakım kavramların ve meselelerin varlığını inkar etmiyoruz. Sözgelişi kıyamet saati bunlardan biridir. Allah Teâlâ bu hususta hiçbir açıklama yapmamış, zamanına işaret eden kesin bir bilgi vermemiştir. Biz de biliyor ve kabul ediyoruz ki Ccnab-ı Hak bu gibi meselelerin bilgisini kendisine saklamış, hiçbir kulunu bunlara muttali kılmamiştır. Bizim tartıştığımız ; indirilen kelâmın hidayet, şifa kaynağı ve bizatihi açıklanmış ol*ması ve istisnasız tamamı üzerinde düşünülmesinin emrcdilmesî meselesidir. Tartıştığımız şeylerden biri de Kur'ân'da, anhımını Allah'tım başka hiç kimsenin bilmediği, bilemeyeceği ayet, keli*me ve kavramlar bulunduğu, Allah ve Rasûlüniin bunların Ölçü*sü hakkında bir açıklama yapmadıkları iddiasıdır; ki bu olacak şey değildir. Böylesi saçma iddialar yüzündedir ki Allah'ın ayetle*rinden yüz çevirip anlamlarına inanmayan kimseler bunların ta*mamının müteşabih olduğunu iddia etmişler ve gerekçe olarak da bunu göstermişlerdir.
İncelemekte olduğumuz bu konuda olumsuz düşünenler, de*lil olarak Al-i İmrân suresinin nüzul sebebi olan, Necrânlı hıris-tİyanlar meselesini ve biz anlamına gelen innâ ve nahnü kelime*leri ile Mesih ile ilgili olarak Kur'ân'da geçen "O'ndan bir kelime" ve "O'ndan bir ruh" ifadelerini ileri sürmüşlerdir. Bu kelime ve kavramların anlamlarının bilindiği hususunda İslâm alimleri müttefiktirler. İslâm ulemasının konuyla ilgili böyle bir ittifakı varken kalkıp "Müteşabih ayet, kelime ve kavramların anlamını Allah'ın dışında -melekler, peygamberler ve seleften- hiç kimse bilmez!" gibi saçma bir iddia nasıl ortaya atılabilir?! Oysa bu ayet, kelime ve kavramların tamamı bize indirilen, üzerinde enine bo*yuna ve derinlemesine düşünmemiz, akletmemiz emredilen ve Allah Teâlâ tarafından açıklama, şifa ve nur olarak tanımlanan kelâmullahtır. Söz (kelâm) ile amaçlanan onunla anlatılmak iste*nen manadır. Bilinçli bir kimsenin, kendisiyle bir mananın amaçlanmadığı anlamsız/saçma kelimeleri kullanması doğru de*ğildir.
El-Hasen bu konuda şöyle demiştir: "Yüce Allah ne amaçla indirildiğinin ve neyi anlatmak istediğinin bilinmesi gerekmeyen tek bir ayet indinnetniştir. O indirdiği her ayeti, niçin indirildiği ve neyi anlatmak istediği bilinsin dîye indirmiştir".
Bu açıklamalara rağmen bu ayetin nüzul sebebinin yahudile-rin, hurûf-ı mukâttaVhurûf-ı mu'cem (elif Iâm mim gibi) ile il*gili sorulan olduğunu söyleyen kimsenin iddiasının asılsızlığı, birkaç açıdan aşikardır:
1- Kelbî'nin bu konudaki rivayeti bu iddianın asılsızlığını or-tava koyan gerekçelerden bîridir.
2- Yahudiler'in bu soruyu, Rasûlüllah'm Medine'ye geldiği ilk günlerde sordukları söylenmektedir. Oysa Al-i İmrân suresinin başlangıç ayetlerinin Allah Rasûlü'nün Medine'ye gelişinden bir süre sonra, Necrânlı hırisîiyanların Mesih'le ilgili soruları üzeri*ne indirildiğine İHşkin rivayet tevatür derecesinde yaygındır. Ni*tekim hac ibadeti de aynı surede farz kılınmıştır. Bu ise Hicret'in 9 ve 10. yıllarına rastlamaktadır. Hac ibadetinin Hicret'in ilk yıl*larında farz kılmmadığı hususunda İslâm alimleri görüş birliği içerisindedir.
3- Mukatta'a/mu'cem harfleri bu ümmetin bekasına işaret edip Kur'ân-i Kerim'in bilgisini kendisine sakladığı tevillerinden (kelime ve kavramlarından) değildir. Allah Teâlâ'nm kelâmı ile, bu harflere yüklenen anlamı murad etmediği söylenebilir. Ama "Bunların içerdiğini yalnızca Allah bilir" denilemez; zira harfle*rin böyle bir anlama işaret ettiği iddiası tamamen tutarsız ve asıl*sızdır. Ya da bu harflerin böylesi bir anlama işaret ettiği ancak bu*nu herkesin değil bazı kimselerin -mesela ilimde derinleşmiş ki*şiler- bildiği söylenebilir. Bu durumda insanların bir kismınca da olsa bu tür kavramların bilinebileceği gerçeği ortaya çıkar. Böy*lelikle bunları Allah'tan başka hiç kimsenin anlayamayacağı İddi*asının asılsızlığı ortaya çıkar.
Yüce Allah'ın Kur'ân'da bildirdiği ilmi konulan peygamberin bilmemesi iddiası tanrı-tanımazların eline, Allah'ın Rasûlünü ve kelâmını eleştirmek için en büyük fırsatı ve kozu vermektedir. Nitekim onlar sürekli peygamberin, ilmî konuları bilmediğini bildiği kabul edilse bile içeriklerini açıklamadığını iddia etmiş*lerdir, ki bu Rasûlüllah'm sözkonusu hususları bilmemesini ge*rektirmektedir; çünkü Allah'tan başka kimsenin bilmediği şeyle*ri diğer insanlar gibi peygamber de bilemez.
Kısacası bu konuda getirilen delillerin çoğu tutarsız ve asılsız olduğunu gerekli kılar. Kur'ân'da anlamını peygamber de dahil hiç kimsenin bilmediği birtakım ayetler, kelime ve kavramlar bu*lunduğu görüşünün asılsızlığını ve tutarsızlığını ortaya koymak*tadır.
Evet, sıradan insanlar şöyle dursun anlamını alimin dahi bil*mediği birtakım ayetleri olduğunu biz de biliyor ve kabul ediyo*ruz. Ancak bunlar kesin ölçülerle belirlenmiş değildir. Bazı kişi*ler için anlaşılması zor gelen ayetler bazıları için hiç de zor gel*meyebilir. Bu, kimi zaman kelimelerin yabancılığından, kimi za*man ayetlerin manaca benzeşmesinden, kimi zaman insanın nef*sinde (benliğinde, ruhunda) bulunup da hakkı Öğrenmesini en*gelleyen bir önyargıdan (tereddüt}, derinlemesine, enine boyuna düşünme yeteneğinin olmayış vb, nedenlerden kaynaklanır. Bu hususta son noktayı "Onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez. İHmde derinleşenler "Biz ona iman ettik." derler". (Âl-i İmıân, 3/7) ayeti koymaktadır.
Burada doğru olan, cümleyi ma'tuf üzerine atıf yapılmış er-râsİhûn kelimesinin başındaki vav harfini de tekil kelimeyi (müf-red) tekil üzerine gönderen atıf harfi yapmak ya da her iki görü*şü de (cümlenin cümle üzerine ya da tekil kelimenin (ekil kelime üzerine gönderilmesi görüşlerini) doğru kabul etmektir. Burada iki okuyuş biçimi de doğru olup olumlu ile olumsuz tevil etmek farklı şeylerdir.
Buradaki vav harfinin isti'nâf (başlama vavi) olduğu, görüşü*nün doğru kabul edilmesi halinde tevilini Allah'tan başka kimse*nin bilmediği müteşabih ayet, kelime ve kavramlar sadece Al*lah'ın bildiği keyfiyetlerle ilgili olur, ki bu düşünce sakıncalıdır; çünkü İbn Abbas'm bir defasında "Ben Kur'ân'm tevilini bilen râsihûndanım (ilimde ileri giden alimlerdenim)" dediği, bir baş*ka seferinde de müteşabih âyetlerin, kelime ve kavramların tevi*lini İlimde derinleşenlerin dahi bilmediklerini söylediği rivayet edilmiştir.
Yine İbn Abbas'm şöyle dediği nakledilmiştir:
Dört çeşit tefsir vardır: 1 - Arab olan birinin, kelamından anladıği tefsir, 2- Bilmeme konusunda hiç kimsenin mazur sayılama*yacağı tefsir, 3- Yalnızca alimlerin bildiği tefsir, 4- Allah'tan baş*ka kimsenin bilmediği tefsir. Bu son tefsiri bildiğini iddia eden yalancıdır.
İbn Abbas bu konuda kendisinden gelen İki görüşü de içer*mekte olan bu ifadesiyle hem sadece ilim adamlarının bildiği hem de Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği tefsir çeşidine işa*ret etmektedir.
Durma (vakf) işaretinin illallah kelimesi üzerinde olduğunu söyleyen kimse de tevil kavramını tefsir anlamında kullanmakta*dır; ki bu kanaat kesinlikle yanlıştır.
Tevil kavramının içerdiği üçüncü anlama gelince bu "kelime*nin tercih edenden (ihtimârür-râcih) tercih edilmesi muhtemel (ibtimâPül-mercûh) anlama çevrilmesi"dir. Gerek sahabe ara*sında gerekse de tabiînin ve hatta dört büyük mezheb imamının yaşadıkları dönemde bilinmeyen bu kullanım biçiminin islam'ın ilk üç asrında yetişen ilim adamlarından pek çoğunun kullandı*ğı terminolojiye girdiği görülmektedir. Kavramın bu anlamda ta*nımlanması, bu çağdan sonra yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bunlar sözkonusu ayetteki tevil mefhumunun bu anlamı içerdi*ğini zannederek Kur'ân'm müteşabih ayet, kelime ve kavramları*nın ayetlerden anlaşılan manaya ters anlamlar da içerdiklerine inanmaya başlamışlar ve böylece dinlerini paramparça edip çe*şitli mezheb ve meşreblere ayrılmışlardır. Müteşabih kelimesinin zikredildiği ayetin nüzul sebebi, zahiri anlamı itibarı İle bu tutar*sız anlama asla delalet etmez. Buradaki yanılgı, dinleyenin konu*yu yanlış anlamasından kaynaklanmıştır.
Evet, bu hitabın salt olarak istenilen yetkinlikte açıklanama-yacağı söylenebilir. Fakat, 'İstenilen anlama delalet'in olmayışı ile,'istenilen anlamın tersine olan delalet'in arası ayırdedilebilir. Bu ikincisi (müleşabih ayetlerin tevilini Allah'tan başka kimse*nin bilmemesi) reddedilmiştir. Yerinde genişçe işlendiği gibi Kur'ân kesinlikle batıl birşeye işaret etmez.
Ancak insanların çoğuna göre sözkonusu ayetin bir zahirî an*lamı vardır, ki bu da ya kişinin inandığı ya da tevili gerektiren ba*tıl anlamıdır. Bu durumda bu söz de batıl olur. Ayet ne sözkonu*su kişinin batıl itikadına ne de böylesi batıl bir anlama delalet eder. Bu, çokça rastlanan bir durumdur. Bu görüşü savunan kim*seler Kur'ân'm birçok ayet, kelime ve kavramının yeniden yo*rumlanması gerektiğini iddia ederler. Bu da kelimeyi medlulü*nün (delalet/işaret) tersine çevirmekten başka birşey değildir.
Öte yandan İlimde derinleşen kimselerin Kur'ân'daki bu tür ayet kelime ve kavramların tevilini bildiğini savunan alimler bu*na Hz. Peygamber'in İbn Abbas için yaptıkları Buhârî ve diğer hadis kaynaklatınca nakledilen "Allah'ım! Onu dinde derin anla*yışlı kıl ona Kur'ân'm tevilini öğret!"25 duasını delil getirmişlerdir.
Allah Rasûlü bu dualarında Kur'ân'm tevilini mutlak olarak zikretmişlerdir. Nitekim İbn Abbas Kur'ân'm tamamını tefsir eden ilk alimdir.
Aynı bağlamda Mücahid de şöyle demiştir:
Kur'ân'ı başından sonuna dek İbn Abbas'a arzettim. Anlaşılma*sı için her ayet üzerinde uzun uzadıya durdum ve kendisine so*rular yönelttim. İbn Abbas bana 'Ben Kur'ân'm tevilini bilen, râ-sihundan (ilimde derinleşmiş alimlerden) biriyim.' dedi.
Aynı şekilde İbn Abbas'in Kur'ân'm emir, nehiy ve haber içe*rikli ayetleri üzerinde konuştuğu -neredeyse tevatür derecesinde nakledilmiştir. Yine onun Allah'ın isim, sıfat, va'd ve va'îdlcri ile milletlerin kıssaları hakkında görüş bildirdiğini, Kur'ân'm emir, yasak ve ahkamla ilgili tüm ayetleri üzerinde konuşup çeşitli yo*rumlar getirdiği de bilinmektedir.
Öte yandan İbn Mes'ud da bu konuda, "Ben Allah'ın Kita-bı'nda yeralan her ayetin ne zaman ve niçin indirildiğini bilirim."26 demiştir.
Sahabe, Kur'ân'm ahkam ayetlerinin tevillerinin bilindiği hu*susunda ittifak etmişlerdir; ki bunlar yaklaşık beşyüz ayettir. Ge*riye kalanlar ise Allah'ın isimleri, nitelikleri, ahiret günü, cennet, cehennem, çeşitli milletlerin kıssaları, mü'minlcrle kafirlerin akı*beti vb. fizik-ötesi kavramlarla ilgilidir. Bunların, anlamını Al*lah'tan başka kimsenin bilmediği müteşabih ayetler olarak ta*nımlanması "Kur'ân'm çok büyük bir kısmının anlamım Pey*gamber de dahil hiç kimse bilmiyor" demek olur, ki böyle bir id*dianın saçmalığı gün gibi ortadadır.
Yine biliyoruz ki rüyaların tabiri (tevili) bilgi içeren herhangi bir kelâmın tevilinden daha zordur. Çünkü rüyalar gizli, kapalı, karmaşık birtakım işaretlerden oluşup insan bunlardan bir so*nuç çıkaramaz; kelâmın lafzının, anlamına işaret etmesi ise böy-İe değildir.
Şanı yüce Allah'ın, uykuda görülen olayların tevilini (tabir, yorum) öğrettiği kullarına; peygamberlerine indirdiği kelâmın, özellikle de apaçık bir Arabça ile indirilen Kur'ân'm tevilini öğ*retmiş olması akla, mantığa daha yakın ve kabul edilmeye daha layıktır.
Hz. Yakûb, oğlu Yûsuf'a rüya tevili ile ilgili olarak şöyle de*mi ştİ:
Rabbin seni seçecek ve sana rüyada görülen olayların tevilini öğ*retecek. (Yûsuf, 12/6)
Yûsuf da demişti kî:
Rabbim! Sen bana mülkten bir pay verdin ve bana rüyaların te*vilini öğrettin. (Yûsuf, 12/101)
Yine aynı surede Yûsuf (as) "Size rızık olarak verilen yemek gelmezden önce bu rüyanın tevilini size haber vermiş olurum". (Yûsuf, 12/37) demektedir.
Cenâb-ı Hak da kafirleri şöyle kınamaktadır:
Yoksa "Onu uydurdu!" mu diyorlar? De ki: "Eğer doğru iseniz, siz de onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan başka çağırabii-diklerinizİ de yardıma çağırın!"
Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, tevili kendilerine gelmemiş olan bİrşeyi yalanladılar... (Yûnus, 10/38-39)
O gün her ümmel içinde ayetlerimizi yalanlayanlardan bir cc-ınaai loplarız. Onhır biranrya getirilip tutuklanarak Allah'ın hu*zuruna sevkedilirler.
Geldikleri zaman Allah kendilerine şöyle der: "Ayetlerimi, bilgi-ifriııî kavrayamadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyor*dunuz? (Nem!, 27/83-84)
Bu nyet de, diğeri gibi, ayetlerin bilgisini kuşatamayanlan, başka bir İfade ile kavrayamayanları kınamaktadır.
İnsanların Kur'ân'ın tevil ve tefsiri konusunda söylenen söz ve görüşleri, ilimsiz tasdik veya reddetmeleri doğru değildir. Bunlar ancak gereği gibi kavranılması halinde doğrulanıp yalan*lanabilir. Bu durum Kur'ân İçin ayetle anlatılmak istenen hakika*tin büinmesiyle mümkün olur. Bu tesbit edildiğinde onun dışın*dakilerin batıllığı (asılsız ve tutarsız) bilinir ve ancak ilimle kav*ranılan tutarsızlık ve asılsızlık yalanlanabilir.
Bir insan anlamını bilmediği, bilgisini kavrayamadığı ayetler*den hiçbir şeyi yalanlayamaz. Bu konudaki söz ve görüşler, bir kısmının asılsızlık ve tutarsızlığı yüzünden birbiriyle çelişse bile, bu konuda yeterli biîgisi olmayanlar bunları mutlak manada ne yalanlayabilir ne de onaylayabilir. Birbiriyle çelişen görüşleri ya*lanlayan kişi bizatihi Kur'ân'] yalanlamış konumuna düşer, batılı yalanlayım derken bizzat hakkı yalanlamış olur; çünkü gerekli olanın (lazım) asılsızlık ve tutarsızlığı, melzûmım (gerekli kılın*mış olanın) asılsızlık ve tutarsızlığını gerektirir.
Düşüncelerini, "haber içerikli ayetlerin anlamlarını Allah'tan başka kimsenin bilmediği" tezi üzerine kuran kimse Kur'ân'ın Allah, ahiret günü vb. konular hakkında bilgi veren ayetlerle bunların açıklamasına ilişkin görüşlerin tamamını yalanlaması gerekir. Aynı durum Rasûlüllah'm hadisleri için de sözkonusu-dur; yanı* hadislerden Allah'a ve ahiret gününe imanı konu edi*nenlerin tamamını yalanlaması gerekir.
Sözkonusu kişi meseleye tüme! değil kısmi yaklaşarak "Bilgi veren ayetlerin tamamı değil, bir kısmı müteşabihtir" dese bu kez de anlamlarının bilinmesi caiz olanlarla olmayanları ayırması ge*rekir. Anlamlarının bilinmesi caiz olmayan ayetler derken bu tür ayetlerin manasını ne melek, ne peygamber, ne sahabeden her*hangi birisi ne de onların dışında kimselerin bilmesi dahi caiz ol*madığı anlatılmak istenir. Şurası kesindir ki, anlamını birtakım insanların bilmesi caiz olan kelime ve kavramlarla, anlamını bil*menin hiç kimse için caiz olmadığı ayet, kelime ve kavranılan bir sınır çizerek ayırmak mümkün değildir. Hiç kimse böyle bir sını*rı belirleme gücüne sahip değildir. Böyle bir sınırın varlığını id*dia edecek kimseye tesbitinİn eksik olduğu söylenecek ve birta*kım eleştiriler yöneltilecektir.. Buradan da anlaşılmaktadır ki, müteşabih, "anlamım, hiç kimsenin bitmesi mümkün olmayan kavram" demek değildir. Bu da mesele İle ilgili bir başka delildir.
"Onun ilmini kavrayamamışlardı..." (Yûnus, 10/39) ve "Bilgi*sini kavrayamadığınız ayeilerhmmi yalanlıyorsunuz?" (Nemi, 27/84) ayetlerinde bilgisini kavrayamadan yalanlama girişiminde bulunan kimselerin tutum ve davranışları kınanmaktadır. Şayet müteşabih ayetlerin bilgisini kuşatamama ve kavrayamama hu*susunda tüm insanlar ortak olmuş olsaydı böyle bir kınamaya gerek olmayacak, kınanma yalnızca yalanlama girişimine yönelik olacaktı. Çünkü bu "Bilgisini kavrayamadığınız şeyi mi yalanlı*yorsunuz? Oysa onun bilgisini Allah'tan başka kimse kavraya*nı az" demektir. Kaldı ki Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir bilgiyi yalanlayan kimsenin bahane bulması insanların bildikle*rini yalanlayandan daha kolaydsr. İlimde ileri gidenlerin bilgisi kavranamamışsa bu niteliğin terkediimesi kınanmaya daha uy*gundur.
Burada, mesele ile ilgili bir diğer delil daha ortaya çıkmakta*dır; ki bu da bilgisizlik ve kötü niyet yüzünden haktan sapan kimselerin Allah Teâlâ tarafından kınanmaları durumudur. Çün*kü böyleler i müteşabih olan ayet, kelime ve kavramları amaç ha*line getirip tevillerini araştırırlar. Halbuki bunları yalnızca ilimde derinleşmiş kimseler bilirler. Onlar ise ilim, hak ve hakikat pe*şinde olmayıp sadece insanlar arasında fitne çıkarmayı, onların düşüncelerini ve akidelerini bozmayı amaçlarlar. Allah Teâlâ böyleleri hakkında şöyle buyurmaktadır:
Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, kesinlikte onl.ıra işit*ti rii'di, onlara işittirseydi hile yine yüzçevirerek gerisin geri dö*nerlerdi". (Enfâl, 8/23)
Ayette "kesinlikle işitlirirdİ" diye çevrilen le-esme'ahüm keli*mesi "Kur'ân'ı onlara anlatırdı" anlamındadır.
Müfcssirler ayetle ilgili olarak şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ onların kalbinde hakkı kabul hususunda iyi niyet bulunduğunu bilseydi, Kur'ân'm ruhunu kendilerine mutlaka anlatırdı. Bu du*rumda anlatmış olsaydı dahi niyetlerinin bozukluğundan dolayı hakkı kabulden yüz çevirirlerdi; çünkü onlar zalim, cahil, kalble-rinde eğrilik olan, kötü niyetleri nedeniyle Allah Teâlâ tarafından kınanan, ehil olmadıkları konuların bilgilerini elde etmeye çalı*şan kimselerdir. Bunların ayıplanması ve ehil olmadıkları bir ko*nuyu Öğrenmelerinin engellenmesi Allah Teâlâ'nın "ilimde de*rinleşmiş kişiler" şeklinde tanımladığı İyi niyetli kimselerin ayıp*lanmaları anlamına gelmemektedir".
Bu bağlamda şöyle bir itiraz yöneltilebilir: İlimde derinleşmiş selef alimleri ile dil ve lügat bilimcilerin çoğu, müteşabih ayetle*rin tcvilllenni kesin olarak bilmiyorlardı. Bunun böyle olduğunu Ibn Mcs'ud, îbn Abbas, Übcyy b. Ka'b, Urve, Katâde, Ömer b. Abdilaziz, cl-Ferrâ, Ebû Llbeyde, Sa'leb, Îbn'ül-Enbârî gibi saha*be ve tabiînin önde gelen isimleri söylemektedir. Nitekim Îbn'ül-Enbârî, Abdullah b. Mes'ud'un okuyuş biçimi ile ilgili olarak "Onun tevili yalnızca Allah Teâlâ ile ilimde derinleşmiş alimler katındaki bilgiye kalmıştır, onu ancak onlar bilirler" demiştir.
Übeyy ile îbn Abbas'm kıraatlanna göre ayetin anlamı şöyledin "İlimde derinleşmiş kişiler 'Allah Kitab'mda indirdiği konu*lardan bir kısmının bilgisini yalnızca kendisine saklamıştır, der1er". Nitekim yine bu konuda "De ki; "Onun bibisi Allah'ın karın*dadır." (Ahzâb, 33/63) "Bu arada birçok nesilleri, günahları nede*niyle yok ettik" (Furkân, 25/38) buyurulmuştur.
Muhkem ayetler mü'minlerin inanarak iyi, kafirlerin de inkar ederek kötü kimseler olması için indirilmiştir. İbn'ül-Enbâri Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşün Îbn Ebî Nüceyh tara*fından rivayet edildiğini söylüyorsa da onun Mücahid'den tefsir rivayetinde bulunduğu doğru değildir.
Bir başka görüş sahibi de "Selef ulemasından birçoğu bu ayet konusunda, 'ilimsiz söz söyleme' yorumunu yapmıştır" demekte*dir. Oysa ilimde derinleşmiş kişilerin müteşabih ayetlerin teville*rini bilmediklerini hiçbir sahabe söylememiştir.
Îbn Ebî Melike, Hz. Âişe'nin bu konuda 'İlimde derinleşmiş ilim adamları, Kur'ân'm muhkem ve müteşabih ayetlerine iman ederler, ancak müteşabİhlerin ne anlama geldiğini bilmezler"27 dediğini nakdetmiştir.
Buhârî28 aynı haberi Îbn Melîke ve Kasım aracılığı ile Hz. Âi-şe'den merfu olarak rivayet etmiştir. Ancak burada yukarıdaki fazlalık yoktur ve Ebî Melîke'nin Kasım'dan işittiği ve aldığı geç*memektedir. Sahabeden tesbit edilen görüş, yukarıda Mu'az, îbn Abbas, İbn Mes'ud, Übeyy b. Ka'b ile ashabın önde gelen diğer isimlerinden de aktarıldığı gibi ilimde derinleşmiş kimselerin Kur'ân'm müteşabihlerini bildikleri yönündedir. İbn Mes'ud ile Übeyy b. Ka'b'm ayeti okuyuş biçimleri ile gelen haberin senedi hakkında sağlıklı bilgi bulunmaması delil olarak getirilmesini imkansızlaştırmaktadir. Ancak bu bağlamda İbn Mes'ud'dan nakledilen görüş "Allah'ın Kitab'ında, ne zaman ve niçin indiril*diğini, kendisi ile neyin kastedilmiş olduğunu bilmediğim tek bir ayet yoktur" sözüdür.
Öte yandan Ebû Abdirrahman es-Sülemî de şöyle demektedir:
Bize anlatıldığına göre Osman b. Affan, Abdullah Ibn Mes'ud ve diğer sahabilerin Kur'ân'ı okuyuş metodlan şöyle idi: Allah Ra-sûlü'nden öğrendikleri on ayetin içerdiği bilgi ve eylemleri hayata geçirdikten .sonra bir on ayet daha alırlardı. Gencide saha*benin KurVm'ı öğrenme, okuma ve anlama yöntemi böyle idi.
Bu tutum, hadis ehli olan birçok ilim adamından rivayet edi*len meşhur bir tutumdur. Bunun birçok bilinen dayanağı vardır. Sahabenin Kur'nn'ı okuyuş biçimleri İle ilgili rivayetlerin duru*mu ise farklıdır. Aynı şekilde İbn Abbas'm bu konuda "Ben, Kur'ân'm tevilini bilen rasifilerden (ilimde derinleşmiş ilim adamlarından) birisiyim" dediği bilinen bir gerçektir. Hz. Pey-gamber'in Kitab'ın tevilini öğrenmesi için ona dua etlikleri de sahih olarak nakledilen haberlerdendir. Durum böyle iken, Ab*dullah İbn Mes'ud kıraatmdaki "Kur'ân'm tevilini, Allah'tan baş*ka kimse bilmez!" sözüne dayanılarak İbn Abbas'm Kur'ân'm te*vilini bilmediği nasıl söylenebilir? Kaldı ki onun yukarıdaki sözü ile burada zikredilen, "Kur'ân'm tevilini Allah'tan başka kimse bilmez!" sözü arasında herhangi bir çelişki de bulunmamaktadır; çünkü bizatihi tevil kavramının içeriğini Allah'tan-başka kimse ortaya koyamaz ve hiç kimse bilemez. Nitekim bu konuda Cc-nâb-i Hak şöyle buyurmaktadır:
İlle onun tevilini mi gözetiyorlar? Onun tevili geldiği gün... (A'râf, 7/53)
Hayır, bilgisini kuşatmadıkları (kavrayamadıkları), tevili kendi*lerine gelmemiş olan birşeyi yalanladılar... (Yûnus, 10/39)
Va'ad ve va'îd gibi ahirete müteallik kavramların müteşabih olduğu görüşü selef ulemasının neredeyse tamamından nakledil*miş, müslümanlar arasında yaygınlık kazanmış bir görüştür, Bu*nun tevili de va'dedilen şeyin gelmesidir. Bunu ise, Allah'tan baş*ka kimse gerçekleştiremez. O'nun dışında hiç kimsenin ne böyle bir gücü ne de böyle bir yetkisi vardır. Kaldı ki Kur'ân'da tevil ko*nusuyla ilgili olarak, kıyamet saatinde olduğu gibi "onun bilgisi ancak Allah kalındadır" şeklinde bir bilgi yer almamıştır. Oysa Allah Tcâlâ kıyamet saati hakkında şöyle buyurmuştur:
Sana kıyamet saatinden soruyorlar, "Ne zaman gelip çatacak?" diye... De ki: "Onun bilgisi ancak rabbimin yanındadır. Onu tam zamanında ortaya çıkaracak olan sadece O'dur. O, göklere de yerlere de ağır gelmiştir. O size hiç beklemediğiniz bir zamanda, ansızın gelecektir. Sanki sen, onu biliyormıışsun gibi, sana soru*yorlar. De ki, "Onun bilgisi, Allah'ın yanındadır. Ne var ki insanların çoğu bilmezler.
De ki: Allah'ın dilediğinden başka ben kendime ne bir yarar ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer görünmeyeni (gaybı) ve algılanmayanı bilseydim elbette çok hayır elde ederdim ve hiç*bir zaman bana kötülük dokunmazdı... (A'râf, 7/187-188)
Öte yandan Musa da Fir'avn'm; "Peki ya ilk nesillerin durumu ne olacak?" sorusuna Kur'ân'm diliyle şu karşılığı vermiştir: "On*ların bilgisi rabbimin yanında bîr kitnbdadn; Rabbim ne şaşar ne de unutur". (Tâhâ, 20/51-52)
İbn Mes'ud'un kıraati eğer ilimde derinleşmiş kişüerin, mü-teşabihlerîn tevilini bilmelerini olumsuzlamayı gerektirseydi, ayetin anlamının "Onun bilgisinin tevili ancak Allah'ın yanında*dır" olması gerekirdi. Ancak o, ayeti "Onun tevili ancak Allah ka-tindadir" biçiminde okumuştu; ki bu da tartışmasız doğru idi.
Übeyy b. Ka'b ile İbn Abbas'tan nakledilen diğer kıraat şekil*lerine gelince, İbn Abbas'tan tam tersi bir okuyuş biçimi de nak*ledilmiştir. Onun yolundan giden müfessirlerin öze] bir konuma sahip olanıysa Mücahid'dir.
Süfyân es-Sevrî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Buhârî gibi birçok ilim adamının tefsir anlayışı da Mücahid'e dayanmaktadır.
Süfyan es-Sevrî, Mücahid'in tefsirdeki kudretini "Kur'ân'ın herhangi bir ayeti için Mücahid'den gelen yorum yeter, başka da*yanaklar aramaya gerek yoktur"29 sözleriyle anlatmakladır.
Öte yandan İmam Şafiî de kitaplarında İbn Uyeyne ve İbn Ebî Nüceyh aracılığı ile Mücahid'den birçok görüş aktarmaktadır. Aynı şekilde Buhârî de Sahîh'inde tefsir konusunda onun eserini kaynak almakta ve sık sık ona başvurmaktadır.
İbn Ebî Nüceyh'in Mücahid'den aktardığı görüşlerin sahih olmadığı yönündeki itirazlara verilmesi gereken cevap şudur:
"İbn Nüceyh'in Mücahid'den aktardığı Kur'ânî yorumlar, tefsir*lerin en sahihlerindendİr. Hatla müfessİrlerin elinde, İbn Nü-ceyh'in Mücahid'in yorumlarını derlediği tefsir kitabından daha sağlıklı bir kaynak yoktur. Ancak sağlamlıkta ona yakın/denk ve onun verilerini destekler nitelikte eserler mevcuttur". Böylesine yetkin biri olan Mücahid bu konuda "Mushan, her ayetin üzeri*ne uzun uzun durarak baştan sona İbn Abbas'a arzettim ve her-bir ayetle ilgili sorular yönelttim" demiştir.
Aynı şekilde Übeyy b. Ka'b'ın Kur'ân'ın da bazı müteşabİh ayetlerini tefsir ettiğini biliyoruz; birkaçı şunlardır;
Hiz ona (Meryem'e) kendi ruhumuzu gönderdik. (Meryem, 19/17)
Allah göklerin ve yerin nurudur.. (Nur, 24/35) Ve A'râf/172 ayeti.
Kaldı ki ondan nakledilen kıraatin (Al-i İmrân/7) bilinen bir dayanağı da yoktur. Ancak Kur'ân'm müteşabih nitelikli ayet, ke*lime ve kavramlarıyla ilgili olarak yöneltilen birtakım sorulara verdiği cevaplar vardır. Nitekim kendisine kadir gecesi hakkında bir soru sorulduğu rivayet edilmektedir.
Übeyy b. Ka'b'ın "Allah, mücmel ayet, kelime ve kavramları, mü'minlerin inanması için indirmiştir" demesine gelince bu ifa*denin doğru olduğu söylenebilir, Fakat acaba Kitab'da, sünnette; peygamberlerin, sahabe ve tabiînin veya meleklerin sözlerinde anlamı çözülemeyecek kadar mücmel ve kapalı ifadeler buluna*bilir mi? Yoksa ulema Kur'ân'daki mücmel ifadelerin anlamları*nın bilinebileceği ve mücmel olarak kavranabileceği hususunda ittifak mı etmişlerdir. Kıyamet saati buna Örnek verilebilir; çün*kü müslümanların hepsi Allah Tcâlâ'nm kıyamet saati hakkında verdiği bilgiyi anlam olarak bilirler ve o saatin gelip çatacağına hiç kuşkuları yoktur. Ancak onun gerçekleşme anının bilgisi yal*nızca Allah'a aittir. O bu bilgiyi yalnızca kendisine saklamış, ken*di dışında hiç kimseyi buna muttali kıl mam ıştır. Bundan dolayı*dır ki Hz. Peygamber, genç bir Arab suretinde gelen Cebrail'in kıyamet saati ile ilgili sorusuna, zamanını bilmediğini itiraf ede*rek "Bu konuda kani isine soru sorulan, soruyu sorandan daha faz*la bilgi sahibi değildir." ™ karşılığını vermişlerdir.
Hiçbir ciddi aiim Kuı'ân'da anlamını hiç kimsenin bilmediği ayet, kelime ve kavramlar bulunduğunu söylememiştir; zira böy*le bir görüş müslümanların, hatta kafasını kullanan diğer insan*ların görüş birliğine (icmaına) taban tabana zıttır. Allah Teâ-lâ'nın kıyamet saati ve şartları ile ilgili bilgileri İçeren sözleri an*lamı kolay anlaşılan açık seçik ifadelerdir.
"Arada birçok nesilleri de günahları yüzünden helak etlik". (Purkan, 25/38) ayeti de aynı açıklıktadır. Burada anlatılmak is*lenen, Allah'ın yarattığı birçok nesiller bulunduğu ve bunların sayısını O'ndan başka kimsenin bilmediği hususudur.
Başka bir ayet-i kerimede de "Rabbinin ordularım kendinden başka kimse bilmez." (Müddessir, 74/31) buyurulmaktadır.
Şimdi bu ayetlerde, Allah'ın, kendisine ve ahiret gününe iman ile ilgili bilgileri içeren ifadelerinin manasını ne peygamberlerin, ne meleklerin ne de sahabe ve diğer İnsanların anlamayacağına işaret eden unsur hangisidir?
Urve'den bu konuda zikredilen görüşün ne olduğuna gelince, onun bütün Kur'ân'ı tefsir etmeyip, yalnızca Hz. Âişe'den naklet*tiği çok az sayıdaki ayetin tefsirini yaptığı bilinmektedir. Ur-ve'nin tefsir bilgisinin olmaması, çağdaşı olan râşid halifelerin, İbn Mes'ud, Übeyy b. Ka'b, İbn Abbas vb. sahabilerin de tefsir bilmemelerini gerektirmez. Onun bu konudaki bilgisizliği sade*ce kendisini bağlar.
Lugatçiîerin, üimde derinleşmiş kişilerin müteşabih ayet, ke*lime ve kavramların anlamlarını bilmedikleri iddiasına gelince, onlar bu konuda düpedüz çelişki içerisindedirler; çünkü lugatçi*îerin neredeyse tamamı, Kur'ân'da bulunan herşeyin tefsirine da*ir söz söylemişler ve bu hususta geniş olumlu açıklamalar yap*mışlardır. Hatla bu konuda kendilerini hiç kimse de geçememiş*tir. Bu nedenle bu görüş yanlıştır.
Kaldı ki, bu görüşe büyük oranda deslek veren İbn'ül-Enbârî, müteşabih ayetler konusunda en fazla söz söyleyen kimselerden*dir. Bu konuda ondan aktarıldığı kadar hiçbir selef aliminden görüş aktarılmamıştır. Öte yandan îbn'ül Enbârî, Kur'ân'da gra*mer kurallarına ters düşen kelimeler bulunduğunu ilk kez söyle*yen ve bu konuda çeşitli deliller getirmeye çalışanlardan biri olup bununla İbn Kuteybe'nin görüşlerini çürütmek istemiştir. Kur'ân ve hadisin anlamlarını bilme, sünnete uyma hususunda İbn Kuleybe'den daha ileri bir düzeyde ve bu konuların hiçbiri*sinde daha derin bir anlayışa sahip değildir. Evet İbn'ül-Enbârî linguistik ve sözlük-bilimde bir zirvedir; ancak nassların kavran*ması ile dilin inceliklerinin kavranması farklı farklı şeylerdir.
İbn'ül-Enbârî ile diğer bazı ilim adamları garİb hadisleri yo*rumlaması sadedinde Ebû Ubeyd'e birçok konuda karşı çıkması nedeniyle ibn Kuteybe'yİ eleştirerek ondan öç almak istemişler*dir. Fakat İbn Kuteybe bu konuda mazurdur; çünkü o da diğer meslektaşlarının yolundan yürümüş, onların kullandıkları me-todlan kullanmış ve alimler gibi kimi zaman isabet etmiş, kimi zaman da hataya düşmüştür.
Şayet müteşabih ayet, kelime ve kavramların anlamını Al*lah'tan başka hiç kimse bilmiyor ise bunların hepsi Allah'a karşı gayretkeşlikte bulunmuş, bilinmesine hiçbir yol bulunmayan ko*nularda konuşmuşlar demektir. Müteşabih ayet, kelime ve kav*ramların anlamları ile ilgili tek bir kelime de olsa bir doğrudan yakalanması "Müteşabih kapsamına giren ayet kelime ve kav*ramların anlamını Allah'tan başkası bilemez." görüşünün yanlış*lığını ortaya çıkarmaya kafidir. Artık bu görüşlerin kime yaradı*ğını vann siz düşünün!
Onların müteşabih ayetlerin tefsirinde birçok doğruyu yakala*dıklarını biliyoruz, Ama yine biliyoruz ki, bazı yanılgılara düşmek*ten de kurtulamamışlardır. Bu gibi ayetlerin tefsirinde yanılgıya düştükleri kesinlik arzeden bir bilgi ile tesbil edilmiş olsa dahi doğruyu söylemek gerekirse, pek çok noktada isabet etmişlerdir.
Aynı şekilde tefsir sahasının büyük isimlerinden Katâdc'den de "müleşabih ayet, kelime ve kavramların tevilini (açıklamasını) Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği" görüşü nakledilmiştir.
Oysa onun kitabı, tefsir alanındaki eserlerin en ünlülerinden biri olarak kabul cdiîcgchniştİr. Nitekim Ma'mer ile Sa'îd b. Ebi Arûbe ondan tefsirle ilgili pek çok görüş nakletmişlerdir. Sağ*lamlığı kabul edildiğinden, bu dalda eser veren hemen herkes, ondan bazı görüşler aktarma gereği duymuştur. Buna göre de o Kur'ân'm tamamını, muhkemini ve müteşabihini tefsir etmiştir, etmiş olmalıdır.
Müteşabih ayet, kelime ve kavramların tevillerini Allah'tan başka kimsenin bilmediği görüşünün sünnet ehli İlim adamları arasında bu denli yaygınlık kazanması, Cehmiyye, Kaderiyyc, Mu'tezile ve diğer bid'at ehli mezheb ve fırkaların bunlarla ilgili pek çok asılsız ve tutarsız yorum yapmış olmalarından kaynak*lanmaktadır. Bunlar müteşabih ayetlerin tevillerinden hareketle Kur'ân'm diğer ayetlerini de kendi asılsız ve tutarsız görüşleri doğrultusunda tevil etmeye yönelmişlerdir. Kurân'ı kendi aklî görüşlerine göre tefsir eden ehl-i bid'atın uğraş alanlarından bi*rinin de, onu lugavî açıdan tevil etmek olduğu bilinmektedir. Ni*tekim Mu'tezile'nin tefsirleri Allah'ın sıfatları ve kader ile ilgili nassların, Allah ve Rasûlü'nün murat ettikleri anlamdan farklı te'viîleriyle doludur. Selef uleması bu tür asılsız ve tutarsız yo*rumlan reddetmişlerdir. Sözgelişi selefin önde gelen isimlerin*den Ahmed b. Hanbel Zındıklara ve Cehıniyeye Reddiye adıyla kaleme aldığı eserinin 24. sayfasında bu konulara değinmekte, nassların yanlış tevil edilmesi konusunda selel alimlerinin ve imamlarının onlara karşı yazdıkları reddiyelerden sözetmektedir. Bunların arkasından, sünnete tam olarak kavrayamadan ittiba eden ve onlara karşı çıkan bir diğer topluluk gelmiştir. Bunlar da müteşabih ayetlerin anlamlarını Allah'tan başka kimsenin bil*mediğini, tevil kavramının sonraki asırlarda yetişen alimlerin terminolojilerinde yüklenen anlamı içerdiğini sanmışlardır. Buna göre tevil, "Kelimenin, tercih eden ihtimalinden tevcih edil*mesi muhtemel an ta m a (râcihten-mercâha) çevirilmesidir". Bu kişiler başlangıçta kelimeyi bu şekilde tanımlayarak müteşabih kavramların anlamlarını ve tevillerini Allah'tan başka kimsenin bilmediğini .savunanlara destek vermek istemişler, fakat daha sonra birçok açıdan çelişkiye düşmüşlerdir, ki başlıcalan şunlar*dır:
1- Onlar "Nasslar, zahirî anlamlarına göre değerlendirilir ve kullanılırlar. Zahirde içerdikleri anlamlara farklı bir anlam ekle-nilemez" demişler ve nasslann zahirî anlamlarına ters düşen her türlü tevilin batıl olduğu kanısına vararak yalnızca zahiri kabul etmişlerdir. Bununla birlikte sözkonusu nitelikteki naslardan ba*zılarının tevilini Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceğini söyleye*rek nasslann kendilerince makbul sayılan zahirî anlamlan konu*sunda da çelişkiye düşmüşlerdir. Eğer önemli olan nassların za*hirî anlamları ise ve yalnızca bunlar dikkate almacaksa bunların zahirî anlamlarına ters düşen tevillerinin olduğu nasıl iddia edi*lebilir? Karşı tarafta yer alan ilim adamları bu konudaki çelişki*lerini yakalayarak bu iddialarını reddetmişlerdir; ki bunlar ara*sında Kadı Ebû Ya'lâ'nın üstadı İbn Akıl de vardır.
Aralarında öylelerine rastlanmaktadır, ki kendi görüşlerine ters düşen hiçbir nassı -ne asli ne de fer'î konularda- kabul et*mektedirler. Sadece kelime ve kavramları konuldukları yerlerin dışına çıkaracak (saptıracak) birtakım zorlama tevil yollarına başvurmakta ve bu gibi nasslan kendi ilkelerine ters düşen bid'at ehli fırkalardan Kadcriyyc, Cehmiyye ve Mu'tezile'nin teviline benzer bir biçimde tevil etmektedirler. Bu durumda "Müteşabih nasslann anlamlarını Allah'tan başka kimse bilmez" demelerinin ne anlamı kalır?
Bu bağlamda, görüşleri, Kur'ân, kader ve Allah'ın sıfatlan gi*bi konularda kendi düşünceleri düzleminde yazdıkları eserlerin*de Mu'tezile ile girdikleri tartışmalar dikkate alınarak değerlen*dirilmelidir. ıVIıfıezile, aşağıdaki ayetlerle ilgili onların görüşie-
rİyle çelişen deliller getirdiğinde çelişkiye düşmekten kurtulama*mışlardır:
"Allah bozgunculuğu sevmez..." (2/105), "O kullan için küfre razı olmaz." (Zümer, 39/7), "Ben cinleri ve insanları yalnızca ba*na kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56), "O'nu gözler al*gılayamaz." (En'am, 6/103), "O bîrseyin olmasını İstediği zaman ona yalnızca 'Ol!' der, o da hemen oluverir." (36/82), "Hani rabbin meleklere demişti ki..." (Bakara, 2/30) ...Bunlar ve benzeri ayetler*le ilgili yorumları irdelendiğinde, çoğunun asılsız ve tutarsız ol*duğu görülür. Eğer tevil ettikleri naslar arasında bir tane de olsa doğru varsa sırf bu durum bile ilimde derinleşmiş alimlerin mü*teşabih nitelikli ayet, kelime ve kavramların anlamlarını bilebile*ceklerine İşaret etmeye ve kendilerinin bu konudaki çelişkilerini gözler önüne sermeye yeter. Yok tevilleri asılsız ise bu düşünce (müteşabihlerin tevillerini ilimde derinleşmiş kişilerin bilmesi düşüncesi) onlardan hayli uzaktır.
Ehl-i sünnetin işkence ve zorluklara göğüs germiş rehber alimlerinden Ahmed b. Hanbel'in Cehmiye ve Zındıklara Reddi*ye adı ile kaleme aldığı risalesi, sünnet ve bid'at ehli fırkaları ayır*ma hususunda müslümanların elindeki tek ölçüt niteliğindedir. O bu eserinde müslümanlar arasında fitne çıkarmak isteyenlerin müteşabih ayetleri tevil etmeleri konusunda geniş bilgi vermiş ve bunları teker teker tevil (tefsir) ederek kalplerinde eğrilik olanla*rın bu yolda düştükleri yanlışlıkları, tutarsızlıkları birer birer or*taya çıkarmıştır. Nitekim onların Allah'ın ahirette görülemeyece*ğini ve Kur'ân'ın mahluk olduğunu savunmalarına karşılık ken*disi getirdiği sağlam delillerle rü'yetullahı, Kur'ân'ın mahluk ol*madığını ve Allah'ın arş üzerine istiva ettiğini aklî ve naklî delil*lerle kanıtlamıştır. Ayrıca sünnet ehli olup da müteşabih ayet, ke*lime ve kavramların anlamının insanlar tarafından bilinemeye*ceğini savunan kimselerin düşüncelerini de yine aklî ve naklî de*lillere dayanarak çürütmüş, müteşabih olarak tanımlanan ayetle*rin anlamlarını açıklayarak herbİrini ayrı ayrı tefsir etmiştir. Bunun gibi kendisiyle tartışanların delil olarak getirdikleri ayet ve hadisleri tek tek ele almak sureliyle kalplerinde eğrilik bulunan kişilerin bu nassların tevilinde düştükleri tutarsızlık ve yanlışlık*larla bu nassların ( devamı gelecek inş. )
Ayetlerle İlgili Görüşleri
Seleften birçok alim15 "Muhkem, kendisiyle amel edilmesi; müteşabih ise kendisine inanılması gereken ayettir. Müteşabih niteliği taşıyan ayetlerle amel edilemez" demişlerdir.
Nitekim sahabe ve tabiinden gelen konu ile ilgili birçok sözde şöyle denilmiştir: Biz Kur'an'ın muhkem kısmı ile amel, müteşabih kısmına ise iman ederiz. Sözgelişi İbn Mes'ûd ve diğer bazı sahabiler "Kendilerine verdiğimiz Kitab'ı hakkıyla okuyanlar var ya, işte onlar, ona inanırlar." (Bakara, 2/121); ayetiyle ilgili olarak "Helal kıldığını helal, haram kıldığını da haram kabul eder; muhkem kısmı ile amel, müteşabih kısmına ise iman ederler." yorumunu yapmışlardır. Selef ulemasının bu konudaki görüşleri, benzeşme (müşabehet) olgusunun izafî olduğuna işaret eder. Buna göre müteşabih bir ayet, kelime veya kavram, bazılarınca müteşabih olmayabilir. Herkes kendisi için açığa çıkan ve netlik kazanan anlama göre amel edip müteşabih gözüken kısımları Allah'a havale eyler. Nitekim Übeyy b. Ka'b kendisine tavsiyelerde bulunmasını isteyen Hbıı'l-Âliye'ye şunları söylemişti:
Allah'ın Kitabı'nı kendine rehber ve hakim edin. Yargıç olarak onun verdiği hükümlere razı ol! Çünkü o şefaatçi ve kendisine itaat edilen bir hükümler dizgesidir. Eleştirilemeyen ve şahit olarak Allah elçisinin yerine konulan, aranızda yegane hakem olan bir kitabdır. Onda hem önceki insanların, hem de aranızdaki münasebetlerin bilgisi bulunmaktadır.
Yine Übeyy b. Ka'b, îbn Ebzâ'ya şu tavsiyede bulunmuştur:
"Kur'ân eh n sana aşikar olan hükümlerle, amel et; müteşabih gözükene de iman etmekle yetin ve bu Hır ayetleri, bilenlere havale eyle!"
Seleften kimi ilim adamları Kur'ân'da müteşabih olarak tanımlanan ayetlerin "mensuh (hükmü yürürlükten kaldırılmış) ayetler", kimisi de mutlak haber niteliği taşıyan ayetler olduğunu söylemiştir. Sözgelişi Katûde, Dahhak ve Süddî'nin bu konuda "Muhkem ayet kendisiyle amel edilen nâsih (nesheden); müteşabih ise, inanılmakla yetinilip kendisiyle amel edilmeyen ayettir" dedikleri nakledilmiştir, el-Avfî'nin, İbn Abbas'tan naklettiği görüş de bu doğrultudadır.
el-Vâlibî'de İbn Abbas'tan konu ile ilgili şu görüşü nakletmektedir:
Kur'ân'ın muhkem ayetleri; nesheden, haram-helal ve farz kılan, kendisine inanılan ve kendisi ile amel edilen ayetlerdir. Müteşabihleri ise nesh ve takdim edilen, sonraya bırakılan, misaller verilen, yeminler edilen; inanılan, ancak kendisiyle amel edilmeyen ayetlerdir.
Birinci görüş -en doğrusunu Allah bilir- şu ayetten alınmıştır:
Allah, şeytanın attığını nesh ve ardından kendi ayetlerini tahkim eder. (Hacc, 22/52)
Bu ayette mensuh ve muhkem kavramları karşılaştırılmıştır. Burada anlatılmak istenilen, eksikliklerden uzak, şanı yüce Allah'ın ayetleri neshettiği (hükmünü yürürlükten kaldırdığı) değil; şeytanın attığı kuruntuları iptal edip yerine kendi ayetlerini yerleştirdiğidir. Ne varki onlar nesholunan tüm ayetleri müteşabih saymışlardır; çünkü bu tür ayetler tilavet (okunuş) ve nazım biçimi olarak bazı kimselere müteşabih gözükmektedir. Hepsi Allah'ın kelâmı olup Kur'ân'a dahildir ve ifadeleri mu'cizdir. Sadece anlamları neshedilmiştir.
Öte yandan kimi alimler de neshedilen, kendisiyle amel edilmeyen ayetlerle Kur'ân'da geçen yemin ve misallerin tümünü müteşabih saymışlardır; çünkü insanlar bunların detaylarını öğrenmekle mükellef tutulmamış, yalnızca mücmel olarak iman etmeleri istenmiştir. Kendisiyle amel edilen ayetler ise böyle değildir; zira bu tür hükümlerin her müsiüman toplulukça detaylı olarak bilinmesi gerekir. Zira bir topluluk, kendisini, ancak ayrıntılarıyla bildiği hükümlerle yükümlü görebilir. Hakkında geniş malumatları olmayan konularda kendilerine verilen haberlere gelince bunlara kısaca ve olduğu gibi inanması yeterlidir. Bu hususlarda kendisinden istenen bundan ibarettir. Bu tür haberleri bilmek, güzel ve farz-ı kifaye sayılsa da farz-ı ayn değildir. Ancak kendisi ile amel edilmesi gereken hükümlerin durumu farklıdır; her insanın amel edeceği hükmü tüm gerçekleriyle ve etraflı bir şekilde bilmesi zorunludur. Sadece bilgilendirme amaçlı konular ise bütün detaylarıyla bilinmek zorunda değildir.
Mücahid ile İkrime bu konuda şöyle demişlerdir: "Muhkem ve haram kılma ifadesini açıkça içeren hükümlerdir. Bunun dışında kalan ayetler ise bir kısmının diğerini doğruladığı müteşabihlerdir". Bu görüşe göre müteşabih kavramı "Mütekabili, ikişerli bir kitab olarak....1" (Zümer, 39/23) ayetinin ifade ettiği anlamdadır.
Helalle haram birbirinin karşıtıdır. Mücahid'e göre, alimler bu tür ayetlerin tevilini bilirler. Ancak bu tanımlamaya göre, müteşabih ayetler de tefsir edilebildiğinden Kur'ân'ın tamamı müteşabih olmuş olur. Oysa burada müteşabihlik yalnızca bir kısım ayetler için kullanılmıştır ki, bu da sözkonusu görüşün zayıflığını gösterir.
"Fitne çıkarmak, ayetleri kendilerine göre yorumlamak isteyenler Kur'ân'ın müteşabihlerinin ardına düşerler." (Âl-i İmrân, 3/7) ayetinde de durum böyledir; çünkü burada geçen teşâbüh kavramı ile bir kısmının diğerini onayladığı haberler kastediliyorsa bunlara uymanın bir sakıncası yoktur. Bir kısmının diğerini doğrulaması sözkonusu ayetlerin tevilini araştırmaya engel değildir.
Ayette geçen müteşabihat kelimesi bu görüşün doğruluğuna delil gösterilmektedir. Bu durumda ayetlerin kendileri de müteşabih kategorisine girmekte bu da ayetlerden bir kısmının diğerlerine benzemesini gerektirmekledir. Ancak burada ayetlerin birbirlerine benzemelerini gerekli kılan herhangi bir işaret yoktur. Bu iddiaya şöyle bir cevap verilebilir. İki değişik konuda iki farklı anlamda kullanılan kelimeler (veya kavram) müteşabih kapsamına girer. Sözgelimi yukarıda geçtiği üzere innâ ve nahnü kelimeleri, sözkonusu ayetin nüzul sebebi olarak zikredilmiştir. Muhammed b. îshak'ın Ca'fer b. Zübeyr-'den naklettiğine göre bu ayet Necran hiristiyanlarının Mesih konusunda Rasûlullah'a yönelttikleri sorular üzerine inmiştir. Bu olayı aktardıktan sonra, muhkem ve müteşabih kavramlarını tanımlayan İbn İshak'a göre "muhkem tek bir yönün dışında tevil ihtimali bulunmayan, müteşabih ise birden fazla tevil edilebilen tüm ayet, kelime ve kavramlar"dır.
Açacak olursak: Muhkem kelime ve kavram, zihinsel dünyanın dışında tek bir anlamdan başka tevil yönü bulunmayan; müteşabih ise birkaç açıdan tevil edilebilmesi mümkün olandır. Ancak Allah Teâlâ bu anlamlardan sadece bir tanesini kasdetmiştir; ki ayetin siyakı (akışı) buna işaret eder. Bu takdirde ilimde ileri düzeye erişenler, gerek muhkem, gerekse de müteşabih ayetlerde Allah Teâlâ'nın murat ettiği anlamı bilirler. Ancak tevilin kendisi -hadislerin hakikati, gerçekleşme zamanı vb.- ne muhkem ne de müteşabih ayetlerden anlaşılabilir.
Kimi zaman da Necran hıristiyanlarının iddialarına delil olarak "Mesih Allah'ın kelimesidir", "Mesih Allah'tan bir ruhtur."16 ifadelerini öne sürdükleri söylenmiştir.
Burada geçen kelimetullah kelimesi ile kelâm ve onunla yaratılan varlık, ve 'ruhun minh' O'ndan bir ruhtur ifadesi ile de sonun başlangıcı ve kısmiyet kastedilmiştir. Buna göre "Bu tür ifadelerin tevilini Allah'tan başka kimse bilemez." sözüyle anlatılmak islenen tevil kavramının hakikatidir. Yani Hz. İsa'nın -üzerine selam olsun- kelime ile nasıl yaratıldığını, Allah'ın ruhunun Hz. Meryem'e nasıl gönderildiğini, Rûh'ul-Kudüs'ün düzgün bir insan biçiminde ona nasıl göründüğünü; Allah'ın gönderdiği ruhun kendisine nasıl üflendiğini Allah'tan başka kimse bilemez.
Buhâri'nin Sahîh'inde Hz. Âişe'den nakledilen bir hadiste Rasûlullah "Kur'ân'ın müteşabih ayetlerinin ardına düşenlerden -ki Allah onları Kur'ân'da bildirmiştir- onlardan sakının"17 buyurmaktadırlar.
Burada anlatılmak istenen husus şudur: Şanı yüce Allah'ın anlamsız bir kelâm indirmesi caiz olmadığı gibi bu kelimelerin anlamını -Rasûlullah da dahil- ümmetten hiç kimsenin bilmemesi de caiz değildir. Oysa sonrası asırlarda yetişen kimi ilim adamları özellikle de kelam mesleğine mensup olanlar, Kur'ân'da Allah Rasûlü ile tüm İslâm ümmetinin, anlamını bilmediği bazı kelimelerin bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bu kesinlik ifade eden bir görüş olup yanlıştır. Bununla ister "ilimde derinleşenlerin Kur'ân'ın tevilini bilmediği" isterse de tevilini bilinen diğeri ise bilinmeyen olsun sonuç değişmez.
Mesele iki görüş bağlamında ele alındığında, yani "Allah Rasûlü'nün Kur'ân'daki müteşabih ayetlerin anlamını bilmediği"ni iddia eden görüş ile "ilimde derinleşenlerin müteşabih ayetlerin kelime ve kavramların manasını bildikleri"ni ileri süren görüş biraraya getirildiğinde; meseleye olumlu yaklaşan, yani ilimde derinleşenlerin, müteşabihleri bildiğini savunan görüşün diğerinden daha tutarlı olduğu anlaşılır; çünkü Kitab ve sünnetle selef ulemasından birçoklarının sözlerinde Kur'ân'ın tamamının anlaşılmasının, bilinmesinin ve üzerinde derinlemesine düşünülmesinin mümkün olduğuna dair pekçok işaret vardır. Bu kesinlik gerektiren bir konudur; "ilimde ileri düzeye erişenlerin müteşabih ayetlerin anlamlarını (tefsirlerini) bilmediklerini dile getiren görüş ise kesinlik ifade etmemektedir; çünkü selef alimlerinin çoğu, bu tür ayetlerin tevillerini bildiklerini zaman zaman ifade etmişlerdir. Sözgelişi tefsir alanında çok önemli bir yere sahip olan Mücâhid, Rebî' b. Enes, Muhammed b. Ca'fer b. Zübeyr, İbn Abbas'ın bu konuda "Ben Kur'ân'ın müteşabih ayetlerinin tevilini bilen, ilimde ileri düzeye ermiş biriyim"1dediğini nakletmişlerdir.
İmam Ahmed'in "Kur'ân'ın müteşabihleri konusunda şüpheye düşüp onu yapılması gerekenden farklı bir şekilde tevil eden zındıklarla Cehmiyye'nin tevil ettikleri üç müteşabih ayet hakkındaki görüşlerine reddiye olarak yazdığı risalesinde söyledikleri de ulemanın müteşabih ayetlerin anlamlarını bilebileceklerine delildir. Burada eleştirilmesi gereken husus yalnızca sözkonusu ayetlerin yapılması gerekenden farklı bir biçimde tevil edilmesidir. Ayetlerin içerdiği anlamla örtüşen tefsir ise övülmeye değer bir girişim olup ilimde ilerleyen alimlerin müteşabih ayet, kelime ve kavramların doğru tevilini öğrenmelerini sağlar. Bu tevil, selef ulemasının terminolojisinde tefsir anlamındadır. Bundan dolayıdır ki ne İmam Ahmed ne de seleften bir başka alim "Kur'ân'da Allah Rasûlü de dahil anlamını hiç kimsenin bilmediği ayetler vardır. Onlar anlamını bilmedikleri bu tür ayet, kelime ve kavramların lafızlarını okumakla yetinirlerdi" demiştir. Bu sünnet ehli olan İbn Kuteybe, Ebû Süleyman ed-Dımaşki gibi birtakım önemli alimlerin de tercih ettiği görüştür.
İbn Kuteybe, Ahmed ve îshak ile sünnet mezheblerini destekleyen ünlü ilim adamlarının yollarına bağlı bir ilim adamı olup pek çok eseri vardır. Kitâb'ut-Tahdîs bi-Menkıbı Ehli-Hadîs sahibi, onun İslâm dünyasının yetiştirdiği allameden ve fâzıl ve pekçok değerli esere imza atmış bir ilim adamı olduğunu yazmaktadır. (Üçyüzden fazla eseri olduğu söylenmektedir. Kendisi İmam Ahmed'le İshak'ın mezhebine eğilim duymuştu. Öte yandan İbrahim el-Harbî, Muhammed b. Nasr el-Mervezî gibi ünlü alimlerin de çağdaşı idi. Mağribli müslümanların çoğu ona saygı duyarlardı. Öyle ki onunla ilgili olarak "İbn Kuteybe ile çatışmayı caiz gören kimse zındıklıkla ilham edilir.""tanımlamasını yapmışlardır. Yine hakkında "içerisinde 'İbn Kuteybe'nin eserlerinden bulunmayan evde hayır yoktur" demişlerdir. Bu bağlamda ben de şu değerlendirmede bulunmak isterim: Mu'tezile mezhebi İçin Câhız ne ise sünnet ehli mezhebler için de İbn Kuteybe odur. Câhız Mu'tezile mezhebinin İbn Kuteybe ise Ehli-Sünnet'in sözcüsüdür.
Bu konuda İbn Abbas'tan, müteşabih ayetlerin tevilini Allah'tan başka kimsenin bilmediğine dair farklı bir görüş de nakledilmektedir; ki aynı görüş birçok sahabe ve tabiînden de rivayet edilmiştir. Ne var ki hiçbiri bu konuda Allah ve elçisinden gelen bir delile dayanmamaktadır. Bundan dolayı da mesele, müslümanlar arasında, Allah'a ve Rasûlüne götürülmesi gereken bir tartışma konusu olmuştur. Onlar müteşabih ayetlerin ardına düşenlerin Kur'ân'da fitne çıkarmakla itham edilmesini ve Allah Rasûlü'nün müteşabih kavramları araştıranları ve onların ardından gidenleri kınamasını ve bu gibilerden sakınılması gerektiğini belirterek konuya dikkatini çekmesini göstermektedirler.
Nitekim Ömer b. Hattab -Allah ondan razı olsun- kendisine müteşabih ayetler konusunda soru soran Sabîğ b. Asel'i azarlamış ve hatta dövmekle tehdit ederek şöyle demişti. "Bu ayetle "İlimde ileri gidenler derler ki..." fyekûlûne) denilmektedir. Buradaki vav harfi cümleyi cümle üzerine gönderen isti'nâf vavı değil de tekil (mtifred) kelimeyi tekil üzerine gönderen atıf vavı olmuş olsaydı "ve yekûlûne" denirdi.
Karşı tarafta yeralan grup ise bu itiraza şu karşılığı vermişlerdir: Allah Teâlâ bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Bir de o mallar, hicret eden fakirlere aittir ki onlar yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar...
....Ve onlardan önce o kente yerleşerek, imana sarılanlar, hicret edip kendilerine gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü içlerinde bir ihtiyaç hissi duymazlar...
....Onlardan sonra gelenler derler ki: "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi mağfiret eyle!.." (Haşr, 59/8-10)
Yine diyorlar ki; burada atıf vavı ile müfred bir kelime, bir başka müfred kelime üzerine gönderilmiştir. Buradaki fiil, yalnızca üzerine atıf yapılan (ma'ttıf) kelimeden hal kılınmıştır. Buna benzer bir durum şu ayette de geçmektedir.
"İlimde ileri gidenler derler ki: "Rabbimiz katından gelenlerin tümüne inandık.." (Âl-i İmrân, 3/7)
Burada yalnızca inanma niteliği amaçlanmış olsaydı bu ilimde ileri gidenlere tahsis edilmez, bilakis "Müminler, biz ona iman ettik; derler" denirdi. Çünkü Rabbi katından gelene her mü'minin iman etmesi gerekir. Böyle denilmeyip de inanma eyleminin ilimde ileri gidenlere hasredilmesi müteşabih nitelikli ayetlerin tevilini bilmelerinden dolayı bunların diğer mü'minlerden ayrıldıklarını göstermektedir. Bunlar herşeyden önce alim vasfına sahip kimselerdir. Bu sayede müteşabihlerin tevilini bilir ve onlara iman ederler; çünkü onlar alimliğin yanısıra mü'min vasfını da taşımaktadırlar. Hem müteşabih ayetlerin tevilini bilmeleri hem de inanmaları kendilerine daha mükemmel bir konum kazandırmıştır. Nitekim ayet-i kerime "...Öz akıl sahiplerinden başkası bu ayetleri düşünüp anlamaz" (3/7) ifadesi ile bağlanmaktadır. Ayetin bu son kısmı bu konuda enine boyuna düşünüp anlamaya çalışmanın -tezekkür- yalnızca öz akıl sahiplerine has kılındığına işaret etmekte. Eğer burada yalnızca sözkonusu ayetlerin lafızlarına inanma kasdedilmiş olsaydı müteşabih kavramıyla anlatılmak istenen mananın sadece onlara delalet etmesi hususu özellikle vurgulanmazdı.
Benzeri bir durum da "İçlerinden bilgiye derinleşmiş olanlar ve mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler" (Nisa, 4/162) ayeti için sözkonusudur.
Bu ayette de bahsi geçen insanlar ilimde derinleştikleri için inanmışlardır. İlimde ilerlemeleri onları imana yaklaştırmıştır. Sadece iman kavramı anlatılmak istendiğinde ilimde ileri gidenler ve mü'minler "Biz ona iman ettik; derler" buyurulur. Nitekim Cenab-ı Hak bu ayet-i kerimede yalnızca "iman etme" olgusunu amaçladığından iki grubu (ilimde ileri düzeye erişenlerle sıradan mü'minler) birarada zikretmiştir.
Yine şöyle demişlerdir: Bu ayet-i kerimede fitne çıkarmak için muteşabih ayetlerin tevilini araştırarak bunların peşine düşenlerin hareketleri kınanmaktadır. Bu da Kur'ân'da eleştiri noktaları arayan ve insanların kalblerini (düşüncelerini) bozmak için muhkem ayetleri bir kenara bırakarak sadece müteşabih ayetleri araştırıp, gündeme getiren bozuk niyetli kimselerin hali olup bu şekilde müslümanlar arasında fitne çıkarmak isterler. Bu maksatla muhkem ayetleri bırakıp sürekli müteşabihlerin tevili ile uğraşır, savundukları görüşlerde delil olarak yalnızca bunları öne sürerler. Amaçları sağlam bilgiye, mutlak doğruya (hidayete) ulaşmak değil inananlar arasında kavram kargaşası yaratmak, düşünce dünyalarında sarsıntı meydana getirmektir. Hz. Ömer'in Sabîğ b. Asel'i dövmekle tehdit etmesi belki de sırf bu yüzdendi; çünkü Sabîğ'in amacı müteşabih ayetler konusunda birtakım sorular yönelterek fitne çıkarmaktı. Bu, bir insanın; kendi düşüncelerini üçüncü bir şahsa malederek birtakım sorular sormak ve anlaşılması güç birtakım kavramlar ortaya atmak suretiyle muhatabın bir konudaki düşüncesini, maksadını, eleştiri, tepki ve kuşkularını ölçmek istemesine benzer. Bu kişinin amacı doğruyu öğrenmek olmayıp kendisine ait sözleri başkasının ağzından naklederek karşısındakini denemektir. Nitekim Rasûlullah {s.a) bu tür kişileri kasdederek "Kur'ân'ın muhkem ayetlerini bırakıp sadece müteşabihlerinin peşinden düşenlerden sakının!" buyurmuşlardır.
Hadiste yettebûne kelimesi yallubûne yerine kullanılmıştır; ki "Sözkonusu kişiler muhkem ayetleri bırakıp müteşabihleri araştırır ve onların ardından giderler" anlamındadır. Bu da fitne çıkarmayı amaçlayan kişilerin davranışıdır.
Müteşabih ayetlerde anlatılmak istenen hususları öğrenmek, kapıldığı şüpheleri gidermek amacıyla soru soran, muhkemi bilip ona gereği gibi uyan, müteşabih ayetlere irdelemeksizin olduğu gibi inanan, soru sorarken fitne amaçlamayan halis niyetli kimseler ise bu ayet-i kerimenin kapsamına girmez. Nitekim sahabe de böyle yapmıştır. Sözgelişi Mu'az b. Cebel'den bu konuda şöyle bir söz nakledilmiştir:
İki kişi Kur'an okur; Biri öyle bir hava ve niyet içerisinde okur ki, tabiri caizse Kur'ân'ın başını gözünü yarar, ondan insanları yoldan çıkaracak birtakım hükümler elde etmeye çalışır. Böyleleri, yaşadıkları toplumun en kötüleridir. Allah bunlara hidayet yollarının tamamını kapamıştır. Bir de hiçbir kötü niyet taşımayıp heva ve hevesi doğrultusunda hareket etmeden ve Kur'ân'ın başını gözünü yarmadan okuyan vardır ki, bu da kendisine aşikar olan hükümlerle amel ve müteşabih gelen hususları Allah'a havale eder. Allah Teâlâ'nın, fıkıhçıların herbiri üzerinde yirmi yıl durmalarına rağmen anlayamadıkları bu müteşabih ayetleri anlayıp kendisine anlatacak birini göndermesini bekler.
Görüldüğü gibi Mu'az müteşabih ayetlerin peşinden giden ve bunları fitne çıkarmak amacıyla araştıran kimseleri kınamakta olup bu tür ayet, kelime ve kavramlar üzerinde, Allah Teâlâ'nın anlaşılmasını istediği ayetleri anlayabilmek için düşünenleri eleştirmektedir. Bunun en açık delili de sahabenin bu hususta takındığı tavırdır. Sahabeler bir ayet veya hadis konusunda kuşkuya düştüklerinde onu daha iyi bilenlere sorarlar. Sözgelişi Hz. Ömer - Allah kendisinden razı olsun- hac meselesi ile ilgili bir meseleyi çevresinde bulunan sahabilere sorarken "Beyt'e nasıl varacağımızı ve tavafı nasıl yapacağımızı bize anlatacak kimse yok mudur?"'1'* demişti.
Yine Hz. Ömer seferde namazı kısaltma meselesi ile olarak ilgili kafasına takılan bir konuyu çevresindekilere "Güvenlik içerisinde olduğumuz halde farz namazları hangi gerekçeye dayanarak kısaltıyoruz?"20 diye sormuştu.
Yine sahabe "İmanlarını bir zulümle bulandırmayanlar.." (En'âm, 6/82) ayetindeki zulüm kavramı üzerinde kuşkuya düşmüşler ve Hz. Peygambere "Ya Rasûlallah! Hangimiz kendi nefsine zulmetmemiş ki?"diye sormaktan kendilerini alamamışlardır.
Hz. Peygamber de meseleyi açıklamıştır.21
"içinizden geçen düşüncelerinizi açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker." (Bakara, 2/284) ayeti indirildiğinde sahabe yine kuşkuya düşmüş ve konuyu Allah Rasûlü'ne götürmüşlerdir. O da meseleyi izah ederek kuşkularını gidermiştir.
***
Aynı bağlamda, şu hadis-i şerifi de örnek göstermek mümkündür. Rasûlüllah bir keresinde "İnce hesaba çekilen mutlaka azaba uğratılır" buyururlar. Bu ifade ile neyi kastettiğini anlaya*mayan Hz. Aişe'nin Allah, 'îşte böylesi koiay bir hesaba çekilir.' (İnşikâk, 84/8) buyurmarmş mıydı?" demesi üzerine Hz. Pey*gamber "O senin dediğin sadece arzdır" karşılığım verirler.22
Bu görüşü savunanlar sözlerini şöyle sürdürmüşlerdir: İddi*amızın diğer bir kanıtı da selef ulemasının bu konudaki icmaıdır; çünkü onlar Kur'ân'ın tamamını tefsir etmişlerdi. Sözgelişi Mü-cahid bu konuda "Kur'ân-ı Kerim'i, Fatiha'dan son suresine ka*dar, her ayet üzerinde teker teker durarak İbn Abbas'a sundum ve herbir ayetle ilgili sorular yönelttim" demiştir.
Sahabe de Ebû Abdİrrahman es-Sülemî'nin naklettiği gibi Kur'ân'ı Hz. Peygamber'den bu şekilde almışlardır. Yine o Abdul*lah b. Mes'ud, Osman b. Affan ve diğer sahabilerin Allah Rasû-lü'nden aldıkları on ayetin içerdiği ilim ve ameli öğrenip uygula*madan başka ayetlerin öğrenimine geçmediklerini aktarmakta*dır. Hatta bu konuda "Biz bu şekilde Kur'ân'ın içerdiği ilim ve ey*lemlerin tamamını öğrendik!"25 demişlerdir.
Öte yandan sahabe ve taburun Kur'ân'ın tefsiri ile ilgili sözle*ri tamamını kapsamaktaydı. Ancak içlerinden bazılarına anlaşıl*ması zor geİcn ayetler üzerine dururlardı. Bu da sözkonusu ayet*lerin hiçkimsenin bilmemesinden değil, yalnızca o şalısın bilme*mesinden ya da anlamakta zorluk çekmesinden İleri geliyordu. ' Ayrıca şu durum da iddia edilen düşüncenin doğruluğunu kanıtlayan bir diğer delildir: Allah Teâlâ insanlara, hiçbir hususu istisna etmeksizin Kur'ân'ın tamamı üzerinde düşünmelerini -mutlak anlamda- emretmiş ve "Ey insanlar! Yalnızca muhkem ayetler üzerinde düşünün, müteşabih ayetler üzerinde İse sakın düşünmeyin!" dememiştir. Kaldı ki bir konuyu anlamadan, üze*rinde düşünmek imkansızdır. Şayet Kur'ân'da bilinmeyen ve bu yüzden üzerinde düşünülmeyecek olan ayet, kelime veya kav-1 ramlar bulunmuş olsaydı Allah Teâlâ düşünülmesinden sakınıl*sın diye müteşabih ayetler kavramını açık bir sınırla belirlerdi,
Sözkonusu alimler, bu kanıtlardan sonra, görüşlerini savun*mayı şöyle sürdürmektedirler. Müteşabih kavramı, göreli (izafi) bir kavramdır. Sözgelimi bir insana göre müteşabih olan herhan*gi bir ayet, kelime veya kavram bir başka insan açısından müte*şabih olmayabilir.
Burada birde şöyle bir durum vardır. Yüce Allah Kur'ân'ın açıklama, hidayet kaynağı, şifa, nur vb. niteliklere sah İp olduğu*nu bildirirken hiçbir ayeti istisna etmemiştir. Manası bilinmeyen birşeyden gereği gibi yararlanmak da imkansızdır.
Öte yandan "Allah Teâlâ, Rasûîüne, anlamlarını ne kendisinin ne de Cebrail'in bilmediği sözler indirdi!" demek büyük bir gü*nahtır. Bu durumda -hâşâ- Allah'a ait sıfatlarla kader, ahiret vb. kavramları bizzat Peygamber kendisi ihdas etmiş olur; çünkü bunların tamamı onlara göre müteşabihtir. Çok az insan dışında hiç kimse Allah Rasûlü'nün bu kavramları anlamlarını bilmeden kullandığı gibi saçma sapan bir zanda bulunamaz.
Kaldı ki sözlü ifadede (kelâmda) asıl amaç, meramın (anlatıl*mak istenen şeyin) karşı tarafa (muhatab) anlatılmasıdır. Böyle bir amacın güdülmediği kelâm asılsız ve tutarsız bir İfadeden başka birşey olmaz. Oysa Allah abesle, asılsız/tutarsız birşcyle iş*tigalden münezzeh ve beridir. Allah nasıl tutarsız ve asılsız birşey söyleyebilir? Anlamalarını İstemediği sözleri, kullarına nasıl indi*rilebilir?!,. Bu saçma deliller, ilhad ehli kişilerin en güçlü kanıtla*rıdır,
Ayrıca Kur'ân'da, sahabe ve tabiînin, manası hakkında konuş*madıkları tek bir ayet yoktur. Her ayetin anlamı üzerinde mutla*ka konuşulmuş ve anlamı açıklanmıştır. Bazı ayetler üzerinde ihlİhıf etlikleri, farklı farklı düşündükleri de yadsınamaz; emir ve vaşak içeren ayetler üzerinde de bazı ayrılıklara düştükleri söy*lenmektedir. Ama biz biliyoruz ki ilimde ileri düzeye erişmiş ilim adamları kesin emir ve yasak içeren ayetlerin anlamları üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu onların müteşabih ayetlerin anlamım bil*diklerine işaret eder; çünkü emir ve yasak ihtiva eden ayetlerden bazıları müteşabih kapsamına girmektedir. Nitekim müteşabih ayetlerden bir kısmını da haber niteliği taşıyanlar oluşturmakta*dır. Ayrıca ilimde derinleşenlerin gerek muhkem, gerekse de mü*teşabih ayetlerin tefsirini bildikleri hususunda İslâm uleması İtti*fak etmiştir. Gerçi bu konuda olumsuz düşünen, müteşabih ayet*lerin, kelime ve kavramların anlamını Allah'tan başka melek, peygamber ya da alim hiç kimsenin bilmediğini söyleyen alimler de çıkmıştır. Ancak bu görüş İslâm ulemasının emir ve yasakla*rın müteşabihliğİ konusundaki icmaına aykırıdır.
Gerçekte tevil kavramı, müteşabih niteiikli ayet, kelime ve kavramlarda olduğu gibi muhkem ayetler için de kullanılır. Kur'ân, sünnet ve sahabe sözleri de buna işaret etmektedir. Çün*kü onlar hem muhkem hem de müteşabih kavramının anlamını biliyorlardı. Sonra müteşabihlerin diğer ayetlerden manalarını sadece Allah'ın bilmesini gerektiren ne gibi üstün yanlan vardır? Kaldı ki bu anlamda düşünüldüğünde muhkem ayetler, müteşa*bih olanlardan daha üstündür; zira Allah onların anlamını kulla*rına bildirmiştir. Yine müteşabih ayetlerin hangi üstünlükleri vardır ki Allah anlamlarını bilme ayrıcalığını yalnızca kendisine tanısın? Evet böyle birtakım kavramların ve meselelerin varlığını inkar etmiyoruz. Sözgelişi kıyamet saati bunlardan biridir. Allah Teâlâ bu hususta hiçbir açıklama yapmamış, zamanına işaret eden kesin bir bilgi vermemiştir. Biz de biliyor ve kabul ediyoruz ki Ccnab-ı Hak bu gibi meselelerin bilgisini kendisine saklamış, hiçbir kulunu bunlara muttali kılmamiştır. Bizim tartıştığımız ; indirilen kelâmın hidayet, şifa kaynağı ve bizatihi açıklanmış ol*ması ve istisnasız tamamı üzerinde düşünülmesinin emrcdilmesî meselesidir. Tartıştığımız şeylerden biri de Kur'ân'da, anhımını Allah'tım başka hiç kimsenin bilmediği, bilemeyeceği ayet, keli*me ve kavramlar bulunduğu, Allah ve Rasûlüniin bunların Ölçü*sü hakkında bir açıklama yapmadıkları iddiasıdır; ki bu olacak şey değildir. Böylesi saçma iddialar yüzündedir ki Allah'ın ayetle*rinden yüz çevirip anlamlarına inanmayan kimseler bunların ta*mamının müteşabih olduğunu iddia etmişler ve gerekçe olarak da bunu göstermişlerdir.
İncelemekte olduğumuz bu konuda olumsuz düşünenler, de*lil olarak Al-i İmrân suresinin nüzul sebebi olan, Necrânlı hıris-tİyanlar meselesini ve biz anlamına gelen innâ ve nahnü kelime*leri ile Mesih ile ilgili olarak Kur'ân'da geçen "O'ndan bir kelime" ve "O'ndan bir ruh" ifadelerini ileri sürmüşlerdir. Bu kelime ve kavramların anlamlarının bilindiği hususunda İslâm alimleri müttefiktirler. İslâm ulemasının konuyla ilgili böyle bir ittifakı varken kalkıp "Müteşabih ayet, kelime ve kavramların anlamını Allah'ın dışında -melekler, peygamberler ve seleften- hiç kimse bilmez!" gibi saçma bir iddia nasıl ortaya atılabilir?! Oysa bu ayet, kelime ve kavramların tamamı bize indirilen, üzerinde enine bo*yuna ve derinlemesine düşünmemiz, akletmemiz emredilen ve Allah Teâlâ tarafından açıklama, şifa ve nur olarak tanımlanan kelâmullahtır. Söz (kelâm) ile amaçlanan onunla anlatılmak iste*nen manadır. Bilinçli bir kimsenin, kendisiyle bir mananın amaçlanmadığı anlamsız/saçma kelimeleri kullanması doğru de*ğildir.
El-Hasen bu konuda şöyle demiştir: "Yüce Allah ne amaçla indirildiğinin ve neyi anlatmak istediğinin bilinmesi gerekmeyen tek bir ayet indinnetniştir. O indirdiği her ayeti, niçin indirildiği ve neyi anlatmak istediği bilinsin dîye indirmiştir".
Bu açıklamalara rağmen bu ayetin nüzul sebebinin yahudile-rin, hurûf-ı mukâttaVhurûf-ı mu'cem (elif Iâm mim gibi) ile il*gili sorulan olduğunu söyleyen kimsenin iddiasının asılsızlığı, birkaç açıdan aşikardır:
1- Kelbî'nin bu konudaki rivayeti bu iddianın asılsızlığını or-tava koyan gerekçelerden bîridir.
2- Yahudiler'in bu soruyu, Rasûlüllah'm Medine'ye geldiği ilk günlerde sordukları söylenmektedir. Oysa Al-i İmrân suresinin başlangıç ayetlerinin Allah Rasûlü'nün Medine'ye gelişinden bir süre sonra, Necrânlı hırisîiyanların Mesih'le ilgili soruları üzeri*ne indirildiğine İHşkin rivayet tevatür derecesinde yaygındır. Ni*tekim hac ibadeti de aynı surede farz kılınmıştır. Bu ise Hicret'in 9 ve 10. yıllarına rastlamaktadır. Hac ibadetinin Hicret'in ilk yıl*larında farz kılmmadığı hususunda İslâm alimleri görüş birliği içerisindedir.
3- Mukatta'a/mu'cem harfleri bu ümmetin bekasına işaret edip Kur'ân-i Kerim'in bilgisini kendisine sakladığı tevillerinden (kelime ve kavramlarından) değildir. Allah Teâlâ'nm kelâmı ile, bu harflere yüklenen anlamı murad etmediği söylenebilir. Ama "Bunların içerdiğini yalnızca Allah bilir" denilemez; zira harfle*rin böyle bir anlama işaret ettiği iddiası tamamen tutarsız ve asıl*sızdır. Ya da bu harflerin böylesi bir anlama işaret ettiği ancak bu*nu herkesin değil bazı kimselerin -mesela ilimde derinleşmiş ki*şiler- bildiği söylenebilir. Bu durumda insanların bir kismınca da olsa bu tür kavramların bilinebileceği gerçeği ortaya çıkar. Böy*lelikle bunları Allah'tan başka hiç kimsenin anlayamayacağı İddi*asının asılsızlığı ortaya çıkar.
Yüce Allah'ın Kur'ân'da bildirdiği ilmi konulan peygamberin bilmemesi iddiası tanrı-tanımazların eline, Allah'ın Rasûlünü ve kelâmını eleştirmek için en büyük fırsatı ve kozu vermektedir. Nitekim onlar sürekli peygamberin, ilmî konuları bilmediğini bildiği kabul edilse bile içeriklerini açıklamadığını iddia etmiş*lerdir, ki bu Rasûlüllah'm sözkonusu hususları bilmemesini ge*rektirmektedir; çünkü Allah'tan başka kimsenin bilmediği şeyle*ri diğer insanlar gibi peygamber de bilemez.
Kısacası bu konuda getirilen delillerin çoğu tutarsız ve asılsız olduğunu gerekli kılar. Kur'ân'da anlamını peygamber de dahil hiç kimsenin bilmediği birtakım ayetler, kelime ve kavramlar bu*lunduğu görüşünün asılsızlığını ve tutarsızlığını ortaya koymak*tadır.
Evet, sıradan insanlar şöyle dursun anlamını alimin dahi bil*mediği birtakım ayetleri olduğunu biz de biliyor ve kabul ediyo*ruz. Ancak bunlar kesin ölçülerle belirlenmiş değildir. Bazı kişi*ler için anlaşılması zor gelen ayetler bazıları için hiç de zor gel*meyebilir. Bu, kimi zaman kelimelerin yabancılığından, kimi za*man ayetlerin manaca benzeşmesinden, kimi zaman insanın nef*sinde (benliğinde, ruhunda) bulunup da hakkı Öğrenmesini en*gelleyen bir önyargıdan (tereddüt}, derinlemesine, enine boyuna düşünme yeteneğinin olmayış vb, nedenlerden kaynaklanır. Bu hususta son noktayı "Onun tevilini Allah'tan başka kimse bilmez. İHmde derinleşenler "Biz ona iman ettik." derler". (Âl-i İmıân, 3/7) ayeti koymaktadır.
Burada doğru olan, cümleyi ma'tuf üzerine atıf yapılmış er-râsİhûn kelimesinin başındaki vav harfini de tekil kelimeyi (müf-red) tekil üzerine gönderen atıf harfi yapmak ya da her iki görü*şü de (cümlenin cümle üzerine ya da tekil kelimenin (ekil kelime üzerine gönderilmesi görüşlerini) doğru kabul etmektir. Burada iki okuyuş biçimi de doğru olup olumlu ile olumsuz tevil etmek farklı şeylerdir.
Buradaki vav harfinin isti'nâf (başlama vavi) olduğu, görüşü*nün doğru kabul edilmesi halinde tevilini Allah'tan başka kimse*nin bilmediği müteşabih ayet, kelime ve kavramlar sadece Al*lah'ın bildiği keyfiyetlerle ilgili olur, ki bu düşünce sakıncalıdır; çünkü İbn Abbas'm bir defasında "Ben Kur'ân'm tevilini bilen râsihûndanım (ilimde ileri giden alimlerdenim)" dediği, bir baş*ka seferinde de müteşabih âyetlerin, kelime ve kavramların tevi*lini İlimde derinleşenlerin dahi bilmediklerini söylediği rivayet edilmiştir.
Yine İbn Abbas'm şöyle dediği nakledilmiştir:
Dört çeşit tefsir vardır: 1 - Arab olan birinin, kelamından anladıği tefsir, 2- Bilmeme konusunda hiç kimsenin mazur sayılama*yacağı tefsir, 3- Yalnızca alimlerin bildiği tefsir, 4- Allah'tan baş*ka kimsenin bilmediği tefsir. Bu son tefsiri bildiğini iddia eden yalancıdır.
İbn Abbas bu konuda kendisinden gelen İki görüşü de içer*mekte olan bu ifadesiyle hem sadece ilim adamlarının bildiği hem de Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği tefsir çeşidine işa*ret etmektedir.
Durma (vakf) işaretinin illallah kelimesi üzerinde olduğunu söyleyen kimse de tevil kavramını tefsir anlamında kullanmakta*dır; ki bu kanaat kesinlikle yanlıştır.
Tevil kavramının içerdiği üçüncü anlama gelince bu "kelime*nin tercih edenden (ihtimârür-râcih) tercih edilmesi muhtemel (ibtimâPül-mercûh) anlama çevrilmesi"dir. Gerek sahabe ara*sında gerekse de tabiînin ve hatta dört büyük mezheb imamının yaşadıkları dönemde bilinmeyen bu kullanım biçiminin islam'ın ilk üç asrında yetişen ilim adamlarından pek çoğunun kullandı*ğı terminolojiye girdiği görülmektedir. Kavramın bu anlamda ta*nımlanması, bu çağdan sonra yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bunlar sözkonusu ayetteki tevil mefhumunun bu anlamı içerdi*ğini zannederek Kur'ân'm müteşabih ayet, kelime ve kavramları*nın ayetlerden anlaşılan manaya ters anlamlar da içerdiklerine inanmaya başlamışlar ve böylece dinlerini paramparça edip çe*şitli mezheb ve meşreblere ayrılmışlardır. Müteşabih kelimesinin zikredildiği ayetin nüzul sebebi, zahiri anlamı itibarı İle bu tutar*sız anlama asla delalet etmez. Buradaki yanılgı, dinleyenin konu*yu yanlış anlamasından kaynaklanmıştır.
Evet, bu hitabın salt olarak istenilen yetkinlikte açıklanama-yacağı söylenebilir. Fakat, 'İstenilen anlama delalet'in olmayışı ile,'istenilen anlamın tersine olan delalet'in arası ayırdedilebilir. Bu ikincisi (müleşabih ayetlerin tevilini Allah'tan başka kimse*nin bilmemesi) reddedilmiştir. Yerinde genişçe işlendiği gibi Kur'ân kesinlikle batıl birşeye işaret etmez.
Ancak insanların çoğuna göre sözkonusu ayetin bir zahirî an*lamı vardır, ki bu da ya kişinin inandığı ya da tevili gerektiren ba*tıl anlamıdır. Bu durumda bu söz de batıl olur. Ayet ne sözkonu*su kişinin batıl itikadına ne de böylesi batıl bir anlama delalet eder. Bu, çokça rastlanan bir durumdur. Bu görüşü savunan kim*seler Kur'ân'm birçok ayet, kelime ve kavramının yeniden yo*rumlanması gerektiğini iddia ederler. Bu da kelimeyi medlulü*nün (delalet/işaret) tersine çevirmekten başka birşey değildir.
Öte yandan İlimde derinleşen kimselerin Kur'ân'daki bu tür ayet kelime ve kavramların tevilini bildiğini savunan alimler bu*na Hz. Peygamber'in İbn Abbas için yaptıkları Buhârî ve diğer hadis kaynaklatınca nakledilen "Allah'ım! Onu dinde derin anla*yışlı kıl ona Kur'ân'm tevilini öğret!"25 duasını delil getirmişlerdir.
Allah Rasûlü bu dualarında Kur'ân'm tevilini mutlak olarak zikretmişlerdir. Nitekim İbn Abbas Kur'ân'm tamamını tefsir eden ilk alimdir.
Aynı bağlamda Mücahid de şöyle demiştir:
Kur'ân'ı başından sonuna dek İbn Abbas'a arzettim. Anlaşılma*sı için her ayet üzerinde uzun uzadıya durdum ve kendisine so*rular yönelttim. İbn Abbas bana 'Ben Kur'ân'm tevilini bilen, râ-sihundan (ilimde derinleşmiş alimlerden) biriyim.' dedi.
Aynı şekilde İbn Abbas'in Kur'ân'm emir, nehiy ve haber içe*rikli ayetleri üzerinde konuştuğu -neredeyse tevatür derecesinde nakledilmiştir. Yine onun Allah'ın isim, sıfat, va'd ve va'îdlcri ile milletlerin kıssaları hakkında görüş bildirdiğini, Kur'ân'm emir, yasak ve ahkamla ilgili tüm ayetleri üzerinde konuşup çeşitli yo*rumlar getirdiği de bilinmektedir.
Öte yandan İbn Mes'ud da bu konuda, "Ben Allah'ın Kita-bı'nda yeralan her ayetin ne zaman ve niçin indirildiğini bilirim."26 demiştir.
Sahabe, Kur'ân'm ahkam ayetlerinin tevillerinin bilindiği hu*susunda ittifak etmişlerdir; ki bunlar yaklaşık beşyüz ayettir. Ge*riye kalanlar ise Allah'ın isimleri, nitelikleri, ahiret günü, cennet, cehennem, çeşitli milletlerin kıssaları, mü'minlcrle kafirlerin akı*beti vb. fizik-ötesi kavramlarla ilgilidir. Bunların, anlamını Al*lah'tan başka kimsenin bilmediği müteşabih ayetler olarak ta*nımlanması "Kur'ân'm çok büyük bir kısmının anlamım Pey*gamber de dahil hiç kimse bilmiyor" demek olur, ki böyle bir id*dianın saçmalığı gün gibi ortadadır.
Yine biliyoruz ki rüyaların tabiri (tevili) bilgi içeren herhangi bir kelâmın tevilinden daha zordur. Çünkü rüyalar gizli, kapalı, karmaşık birtakım işaretlerden oluşup insan bunlardan bir so*nuç çıkaramaz; kelâmın lafzının, anlamına işaret etmesi ise böy-İe değildir.
Şanı yüce Allah'ın, uykuda görülen olayların tevilini (tabir, yorum) öğrettiği kullarına; peygamberlerine indirdiği kelâmın, özellikle de apaçık bir Arabça ile indirilen Kur'ân'm tevilini öğ*retmiş olması akla, mantığa daha yakın ve kabul edilmeye daha layıktır.
Hz. Yakûb, oğlu Yûsuf'a rüya tevili ile ilgili olarak şöyle de*mi ştİ:
Rabbin seni seçecek ve sana rüyada görülen olayların tevilini öğ*retecek. (Yûsuf, 12/6)
Yûsuf da demişti kî:
Rabbim! Sen bana mülkten bir pay verdin ve bana rüyaların te*vilini öğrettin. (Yûsuf, 12/101)
Yine aynı surede Yûsuf (as) "Size rızık olarak verilen yemek gelmezden önce bu rüyanın tevilini size haber vermiş olurum". (Yûsuf, 12/37) demektedir.
Cenâb-ı Hak da kafirleri şöyle kınamaktadır:
Yoksa "Onu uydurdu!" mu diyorlar? De ki: "Eğer doğru iseniz, siz de onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan başka çağırabii-diklerinizİ de yardıma çağırın!"
Hayır, bilgisini kavrayamadıkları, tevili kendilerine gelmemiş olan bİrşeyi yalanladılar... (Yûnus, 10/38-39)
O gün her ümmel içinde ayetlerimizi yalanlayanlardan bir cc-ınaai loplarız. Onhır biranrya getirilip tutuklanarak Allah'ın hu*zuruna sevkedilirler.
Geldikleri zaman Allah kendilerine şöyle der: "Ayetlerimi, bilgi-ifriııî kavrayamadığınız halde yalanladınız mı? Yoksa ne yapıyor*dunuz? (Nem!, 27/83-84)
Bu nyet de, diğeri gibi, ayetlerin bilgisini kuşatamayanlan, başka bir İfade ile kavrayamayanları kınamaktadır.
İnsanların Kur'ân'ın tevil ve tefsiri konusunda söylenen söz ve görüşleri, ilimsiz tasdik veya reddetmeleri doğru değildir. Bunlar ancak gereği gibi kavranılması halinde doğrulanıp yalan*lanabilir. Bu durum Kur'ân İçin ayetle anlatılmak istenen hakika*tin büinmesiyle mümkün olur. Bu tesbit edildiğinde onun dışın*dakilerin batıllığı (asılsız ve tutarsız) bilinir ve ancak ilimle kav*ranılan tutarsızlık ve asılsızlık yalanlanabilir.
Bir insan anlamını bilmediği, bilgisini kavrayamadığı ayetler*den hiçbir şeyi yalanlayamaz. Bu konudaki söz ve görüşler, bir kısmının asılsızlık ve tutarsızlığı yüzünden birbiriyle çelişse bile, bu konuda yeterli biîgisi olmayanlar bunları mutlak manada ne yalanlayabilir ne de onaylayabilir. Birbiriyle çelişen görüşleri ya*lanlayan kişi bizatihi Kur'ân'] yalanlamış konumuna düşer, batılı yalanlayım derken bizzat hakkı yalanlamış olur; çünkü gerekli olanın (lazım) asılsızlık ve tutarsızlığı, melzûmım (gerekli kılın*mış olanın) asılsızlık ve tutarsızlığını gerektirir.
Düşüncelerini, "haber içerikli ayetlerin anlamlarını Allah'tan başka kimsenin bilmediği" tezi üzerine kuran kimse Kur'ân'ın Allah, ahiret günü vb. konular hakkında bilgi veren ayetlerle bunların açıklamasına ilişkin görüşlerin tamamını yalanlaması gerekir. Aynı durum Rasûlüllah'm hadisleri için de sözkonusu-dur; yanı* hadislerden Allah'a ve ahiret gününe imanı konu edi*nenlerin tamamını yalanlaması gerekir.
Sözkonusu kişi meseleye tüme! değil kısmi yaklaşarak "Bilgi veren ayetlerin tamamı değil, bir kısmı müteşabihtir" dese bu kez de anlamlarının bilinmesi caiz olanlarla olmayanları ayırması ge*rekir. Anlamlarının bilinmesi caiz olmayan ayetler derken bu tür ayetlerin manasını ne melek, ne peygamber, ne sahabeden her*hangi birisi ne de onların dışında kimselerin bilmesi dahi caiz ol*madığı anlatılmak istenir. Şurası kesindir ki, anlamını birtakım insanların bilmesi caiz olan kelime ve kavramlarla, anlamını bil*menin hiç kimse için caiz olmadığı ayet, kelime ve kavranılan bir sınır çizerek ayırmak mümkün değildir. Hiç kimse böyle bir sını*rı belirleme gücüne sahip değildir. Böyle bir sınırın varlığını id*dia edecek kimseye tesbitinİn eksik olduğu söylenecek ve birta*kım eleştiriler yöneltilecektir.. Buradan da anlaşılmaktadır ki, müteşabih, "anlamım, hiç kimsenin bitmesi mümkün olmayan kavram" demek değildir. Bu da mesele İle ilgili bir başka delildir.
"Onun ilmini kavrayamamışlardı..." (Yûnus, 10/39) ve "Bilgi*sini kavrayamadığınız ayeilerhmmi yalanlıyorsunuz?" (Nemi, 27/84) ayetlerinde bilgisini kavrayamadan yalanlama girişiminde bulunan kimselerin tutum ve davranışları kınanmaktadır. Şayet müteşabih ayetlerin bilgisini kuşatamama ve kavrayamama hu*susunda tüm insanlar ortak olmuş olsaydı böyle bir kınamaya gerek olmayacak, kınanma yalnızca yalanlama girişimine yönelik olacaktı. Çünkü bu "Bilgisini kavrayamadığınız şeyi mi yalanlı*yorsunuz? Oysa onun bilgisini Allah'tan başka kimse kavraya*nı az" demektir. Kaldı ki Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir bilgiyi yalanlayan kimsenin bahane bulması insanların bildikle*rini yalanlayandan daha kolaydsr. İlimde ileri gidenlerin bilgisi kavranamamışsa bu niteliğin terkediimesi kınanmaya daha uy*gundur.
Burada, mesele ile ilgili bir diğer delil daha ortaya çıkmakta*dır; ki bu da bilgisizlik ve kötü niyet yüzünden haktan sapan kimselerin Allah Teâlâ tarafından kınanmaları durumudur. Çün*kü böyleler i müteşabih olan ayet, kelime ve kavramları amaç ha*line getirip tevillerini araştırırlar. Halbuki bunları yalnızca ilimde derinleşmiş kimseler bilirler. Onlar ise ilim, hak ve hakikat pe*şinde olmayıp sadece insanlar arasında fitne çıkarmayı, onların düşüncelerini ve akidelerini bozmayı amaçlarlar. Allah Teâlâ böyleleri hakkında şöyle buyurmaktadır:
Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi, kesinlikte onl.ıra işit*ti rii'di, onlara işittirseydi hile yine yüzçevirerek gerisin geri dö*nerlerdi". (Enfâl, 8/23)
Ayette "kesinlikle işitlirirdİ" diye çevrilen le-esme'ahüm keli*mesi "Kur'ân'ı onlara anlatırdı" anlamındadır.
Müfcssirler ayetle ilgili olarak şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ onların kalbinde hakkı kabul hususunda iyi niyet bulunduğunu bilseydi, Kur'ân'm ruhunu kendilerine mutlaka anlatırdı. Bu du*rumda anlatmış olsaydı dahi niyetlerinin bozukluğundan dolayı hakkı kabulden yüz çevirirlerdi; çünkü onlar zalim, cahil, kalble-rinde eğrilik olan, kötü niyetleri nedeniyle Allah Teâlâ tarafından kınanan, ehil olmadıkları konuların bilgilerini elde etmeye çalı*şan kimselerdir. Bunların ayıplanması ve ehil olmadıkları bir ko*nuyu Öğrenmelerinin engellenmesi Allah Teâlâ'nın "ilimde de*rinleşmiş kişiler" şeklinde tanımladığı İyi niyetli kimselerin ayıp*lanmaları anlamına gelmemektedir".
Bu bağlamda şöyle bir itiraz yöneltilebilir: İlimde derinleşmiş selef alimleri ile dil ve lügat bilimcilerin çoğu, müteşabih ayetle*rin tcvilllenni kesin olarak bilmiyorlardı. Bunun böyle olduğunu Ibn Mcs'ud, îbn Abbas, Übcyy b. Ka'b, Urve, Katâde, Ömer b. Abdilaziz, cl-Ferrâ, Ebû Llbeyde, Sa'leb, Îbn'ül-Enbârî gibi saha*be ve tabiînin önde gelen isimleri söylemektedir. Nitekim Îbn'ül-Enbârî, Abdullah b. Mes'ud'un okuyuş biçimi ile ilgili olarak "Onun tevili yalnızca Allah Teâlâ ile ilimde derinleşmiş alimler katındaki bilgiye kalmıştır, onu ancak onlar bilirler" demiştir.
Übeyy ile îbn Abbas'm kıraatlanna göre ayetin anlamı şöyledin "İlimde derinleşmiş kişiler 'Allah Kitab'mda indirdiği konu*lardan bir kısmının bilgisini yalnızca kendisine saklamıştır, der1er". Nitekim yine bu konuda "De ki; "Onun bibisi Allah'ın karın*dadır." (Ahzâb, 33/63) "Bu arada birçok nesilleri, günahları nede*niyle yok ettik" (Furkân, 25/38) buyurulmuştur.
Muhkem ayetler mü'minlerin inanarak iyi, kafirlerin de inkar ederek kötü kimseler olması için indirilmiştir. İbn'ül-Enbâri Mücahid'den nakledilen diğer bir görüşün Îbn Ebî Nüceyh tara*fından rivayet edildiğini söylüyorsa da onun Mücahid'den tefsir rivayetinde bulunduğu doğru değildir.
Bir başka görüş sahibi de "Selef ulemasından birçoğu bu ayet konusunda, 'ilimsiz söz söyleme' yorumunu yapmıştır" demekte*dir. Oysa ilimde derinleşmiş kişilerin müteşabih ayetlerin teville*rini bilmediklerini hiçbir sahabe söylememiştir.
Îbn Ebî Melike, Hz. Âişe'nin bu konuda 'İlimde derinleşmiş ilim adamları, Kur'ân'm muhkem ve müteşabih ayetlerine iman ederler, ancak müteşabİhlerin ne anlama geldiğini bilmezler"27 dediğini nakdetmiştir.
Buhârî28 aynı haberi Îbn Melîke ve Kasım aracılığı ile Hz. Âi-şe'den merfu olarak rivayet etmiştir. Ancak burada yukarıdaki fazlalık yoktur ve Ebî Melîke'nin Kasım'dan işittiği ve aldığı geç*memektedir. Sahabeden tesbit edilen görüş, yukarıda Mu'az, îbn Abbas, İbn Mes'ud, Übeyy b. Ka'b ile ashabın önde gelen diğer isimlerinden de aktarıldığı gibi ilimde derinleşmiş kimselerin Kur'ân'm müteşabihlerini bildikleri yönündedir. İbn Mes'ud ile Übeyy b. Ka'b'm ayeti okuyuş biçimleri ile gelen haberin senedi hakkında sağlıklı bilgi bulunmaması delil olarak getirilmesini imkansızlaştırmaktadir. Ancak bu bağlamda İbn Mes'ud'dan nakledilen görüş "Allah'ın Kitab'ında, ne zaman ve niçin indiril*diğini, kendisi ile neyin kastedilmiş olduğunu bilmediğim tek bir ayet yoktur" sözüdür.
Öte yandan Ebû Abdirrahman es-Sülemî de şöyle demektedir:
Bize anlatıldığına göre Osman b. Affan, Abdullah Ibn Mes'ud ve diğer sahabilerin Kur'ân'ı okuyuş metodlan şöyle idi: Allah Ra-sûlü'nden öğrendikleri on ayetin içerdiği bilgi ve eylemleri hayata geçirdikten .sonra bir on ayet daha alırlardı. Gencide saha*benin KurVm'ı öğrenme, okuma ve anlama yöntemi böyle idi.
Bu tutum, hadis ehli olan birçok ilim adamından rivayet edi*len meşhur bir tutumdur. Bunun birçok bilinen dayanağı vardır. Sahabenin Kur'nn'ı okuyuş biçimleri İle ilgili rivayetlerin duru*mu ise farklıdır. Aynı şekilde İbn Abbas'm bu konuda "Ben, Kur'ân'm tevilini bilen rasifilerden (ilimde derinleşmiş ilim adamlarından) birisiyim" dediği bilinen bir gerçektir. Hz. Pey-gamber'in Kitab'ın tevilini öğrenmesi için ona dua etlikleri de sahih olarak nakledilen haberlerdendir. Durum böyle iken, Ab*dullah İbn Mes'ud kıraatmdaki "Kur'ân'm tevilini, Allah'tan baş*ka kimse bilmez!" sözüne dayanılarak İbn Abbas'm Kur'ân'm te*vilini bilmediği nasıl söylenebilir? Kaldı ki onun yukarıdaki sözü ile burada zikredilen, "Kur'ân'm tevilini Allah'tan başka kimse bilmez!" sözü arasında herhangi bir çelişki de bulunmamaktadır; çünkü bizatihi tevil kavramının içeriğini Allah'tan-başka kimse ortaya koyamaz ve hiç kimse bilemez. Nitekim bu konuda Cc-nâb-i Hak şöyle buyurmaktadır:
İlle onun tevilini mi gözetiyorlar? Onun tevili geldiği gün... (A'râf, 7/53)
Hayır, bilgisini kuşatmadıkları (kavrayamadıkları), tevili kendi*lerine gelmemiş olan birşeyi yalanladılar... (Yûnus, 10/39)
Va'ad ve va'îd gibi ahirete müteallik kavramların müteşabih olduğu görüşü selef ulemasının neredeyse tamamından nakledil*miş, müslümanlar arasında yaygınlık kazanmış bir görüştür, Bu*nun tevili de va'dedilen şeyin gelmesidir. Bunu ise, Allah'tan baş*ka kimse gerçekleştiremez. O'nun dışında hiç kimsenin ne böyle bir gücü ne de böyle bir yetkisi vardır. Kaldı ki Kur'ân'da tevil ko*nusuyla ilgili olarak, kıyamet saatinde olduğu gibi "onun bilgisi ancak Allah kalındadır" şeklinde bir bilgi yer almamıştır. Oysa Allah Tcâlâ kıyamet saati hakkında şöyle buyurmuştur:
Sana kıyamet saatinden soruyorlar, "Ne zaman gelip çatacak?" diye... De ki: "Onun bilgisi ancak rabbimin yanındadır. Onu tam zamanında ortaya çıkaracak olan sadece O'dur. O, göklere de yerlere de ağır gelmiştir. O size hiç beklemediğiniz bir zamanda, ansızın gelecektir. Sanki sen, onu biliyormıışsun gibi, sana soru*yorlar. De ki, "Onun bilgisi, Allah'ın yanındadır. Ne var ki insanların çoğu bilmezler.
De ki: Allah'ın dilediğinden başka ben kendime ne bir yarar ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer görünmeyeni (gaybı) ve algılanmayanı bilseydim elbette çok hayır elde ederdim ve hiç*bir zaman bana kötülük dokunmazdı... (A'râf, 7/187-188)
Öte yandan Musa da Fir'avn'm; "Peki ya ilk nesillerin durumu ne olacak?" sorusuna Kur'ân'm diliyle şu karşılığı vermiştir: "On*ların bilgisi rabbimin yanında bîr kitnbdadn; Rabbim ne şaşar ne de unutur". (Tâhâ, 20/51-52)
İbn Mes'ud'un kıraati eğer ilimde derinleşmiş kişüerin, mü-teşabihlerîn tevilini bilmelerini olumsuzlamayı gerektirseydi, ayetin anlamının "Onun bilgisinin tevili ancak Allah'ın yanında*dır" olması gerekirdi. Ancak o, ayeti "Onun tevili ancak Allah ka-tindadir" biçiminde okumuştu; ki bu da tartışmasız doğru idi.
Übeyy b. Ka'b ile İbn Abbas'tan nakledilen diğer kıraat şekil*lerine gelince, İbn Abbas'tan tam tersi bir okuyuş biçimi de nak*ledilmiştir. Onun yolundan giden müfessirlerin öze] bir konuma sahip olanıysa Mücahid'dir.
Süfyân es-Sevrî, Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Buhârî gibi birçok ilim adamının tefsir anlayışı da Mücahid'e dayanmaktadır.
Süfyan es-Sevrî, Mücahid'in tefsirdeki kudretini "Kur'ân'ın herhangi bir ayeti için Mücahid'den gelen yorum yeter, başka da*yanaklar aramaya gerek yoktur"29 sözleriyle anlatmakladır.
Öte yandan İmam Şafiî de kitaplarında İbn Uyeyne ve İbn Ebî Nüceyh aracılığı ile Mücahid'den birçok görüş aktarmaktadır. Aynı şekilde Buhârî de Sahîh'inde tefsir konusunda onun eserini kaynak almakta ve sık sık ona başvurmaktadır.
İbn Ebî Nüceyh'in Mücahid'den aktardığı görüşlerin sahih olmadığı yönündeki itirazlara verilmesi gereken cevap şudur:
"İbn Nüceyh'in Mücahid'den aktardığı Kur'ânî yorumlar, tefsir*lerin en sahihlerindendİr. Hatla müfessİrlerin elinde, İbn Nü-ceyh'in Mücahid'in yorumlarını derlediği tefsir kitabından daha sağlıklı bir kaynak yoktur. Ancak sağlamlıkta ona yakın/denk ve onun verilerini destekler nitelikte eserler mevcuttur". Böylesine yetkin biri olan Mücahid bu konuda "Mushan, her ayetin üzeri*ne uzun uzun durarak baştan sona İbn Abbas'a arzettim ve her-bir ayetle ilgili sorular yönelttim" demiştir.
Aynı şekilde Übeyy b. Ka'b'ın Kur'ân'ın da bazı müteşabİh ayetlerini tefsir ettiğini biliyoruz; birkaçı şunlardır;
Hiz ona (Meryem'e) kendi ruhumuzu gönderdik. (Meryem, 19/17)
Allah göklerin ve yerin nurudur.. (Nur, 24/35) Ve A'râf/172 ayeti.
Kaldı ki ondan nakledilen kıraatin (Al-i İmrân/7) bilinen bir dayanağı da yoktur. Ancak Kur'ân'm müteşabih nitelikli ayet, ke*lime ve kavramlarıyla ilgili olarak yöneltilen birtakım sorulara verdiği cevaplar vardır. Nitekim kendisine kadir gecesi hakkında bir soru sorulduğu rivayet edilmektedir.
Übeyy b. Ka'b'ın "Allah, mücmel ayet, kelime ve kavramları, mü'minlerin inanması için indirmiştir" demesine gelince bu ifa*denin doğru olduğu söylenebilir, Fakat acaba Kitab'da, sünnette; peygamberlerin, sahabe ve tabiînin veya meleklerin sözlerinde anlamı çözülemeyecek kadar mücmel ve kapalı ifadeler buluna*bilir mi? Yoksa ulema Kur'ân'daki mücmel ifadelerin anlamları*nın bilinebileceği ve mücmel olarak kavranabileceği hususunda ittifak mı etmişlerdir. Kıyamet saati buna Örnek verilebilir; çün*kü müslümanların hepsi Allah Tcâlâ'nm kıyamet saati hakkında verdiği bilgiyi anlam olarak bilirler ve o saatin gelip çatacağına hiç kuşkuları yoktur. Ancak onun gerçekleşme anının bilgisi yal*nızca Allah'a aittir. O bu bilgiyi yalnızca kendisine saklamış, ken*di dışında hiç kimseyi buna muttali kıl mam ıştır. Bundan dolayı*dır ki Hz. Peygamber, genç bir Arab suretinde gelen Cebrail'in kıyamet saati ile ilgili sorusuna, zamanını bilmediğini itiraf ede*rek "Bu konuda kani isine soru sorulan, soruyu sorandan daha faz*la bilgi sahibi değildir." ™ karşılığını vermişlerdir.
Hiçbir ciddi aiim Kuı'ân'da anlamını hiç kimsenin bilmediği ayet, kelime ve kavramlar bulunduğunu söylememiştir; zira böy*le bir görüş müslümanların, hatta kafasını kullanan diğer insan*ların görüş birliğine (icmaına) taban tabana zıttır. Allah Teâ-lâ'nın kıyamet saati ve şartları ile ilgili bilgileri İçeren sözleri an*lamı kolay anlaşılan açık seçik ifadelerdir.
"Arada birçok nesilleri de günahları yüzünden helak etlik". (Purkan, 25/38) ayeti de aynı açıklıktadır. Burada anlatılmak is*lenen, Allah'ın yarattığı birçok nesiller bulunduğu ve bunların sayısını O'ndan başka kimsenin bilmediği hususudur.
Başka bir ayet-i kerimede de "Rabbinin ordularım kendinden başka kimse bilmez." (Müddessir, 74/31) buyurulmaktadır.
Şimdi bu ayetlerde, Allah'ın, kendisine ve ahiret gününe iman ile ilgili bilgileri içeren ifadelerinin manasını ne peygamberlerin, ne meleklerin ne de sahabe ve diğer İnsanların anlamayacağına işaret eden unsur hangisidir?
Urve'den bu konuda zikredilen görüşün ne olduğuna gelince, onun bütün Kur'ân'ı tefsir etmeyip, yalnızca Hz. Âişe'den naklet*tiği çok az sayıdaki ayetin tefsirini yaptığı bilinmektedir. Ur-ve'nin tefsir bilgisinin olmaması, çağdaşı olan râşid halifelerin, İbn Mes'ud, Übeyy b. Ka'b, İbn Abbas vb. sahabilerin de tefsir bilmemelerini gerektirmez. Onun bu konudaki bilgisizliği sade*ce kendisini bağlar.
Lugatçiîerin, üimde derinleşmiş kişilerin müteşabih ayet, ke*lime ve kavramların anlamlarını bilmedikleri iddiasına gelince, onlar bu konuda düpedüz çelişki içerisindedirler; çünkü lugatçi*îerin neredeyse tamamı, Kur'ân'da bulunan herşeyin tefsirine da*ir söz söylemişler ve bu hususta geniş olumlu açıklamalar yap*mışlardır. Hatla bu konuda kendilerini hiç kimse de geçememiş*tir. Bu nedenle bu görüş yanlıştır.
Kaldı ki, bu görüşe büyük oranda deslek veren İbn'ül-Enbârî, müteşabih ayetler konusunda en fazla söz söyleyen kimselerden*dir. Bu konuda ondan aktarıldığı kadar hiçbir selef aliminden görüş aktarılmamıştır. Öte yandan îbn'ül Enbârî, Kur'ân'da gra*mer kurallarına ters düşen kelimeler bulunduğunu ilk kez söyle*yen ve bu konuda çeşitli deliller getirmeye çalışanlardan biri olup bununla İbn Kuteybe'nin görüşlerini çürütmek istemiştir. Kur'ân ve hadisin anlamlarını bilme, sünnete uyma hususunda İbn Kuleybe'den daha ileri bir düzeyde ve bu konuların hiçbiri*sinde daha derin bir anlayışa sahip değildir. Evet İbn'ül-Enbârî linguistik ve sözlük-bilimde bir zirvedir; ancak nassların kavran*ması ile dilin inceliklerinin kavranması farklı farklı şeylerdir.
İbn'ül-Enbârî ile diğer bazı ilim adamları garİb hadisleri yo*rumlaması sadedinde Ebû Ubeyd'e birçok konuda karşı çıkması nedeniyle ibn Kuteybe'yİ eleştirerek ondan öç almak istemişler*dir. Fakat İbn Kuteybe bu konuda mazurdur; çünkü o da diğer meslektaşlarının yolundan yürümüş, onların kullandıkları me-todlan kullanmış ve alimler gibi kimi zaman isabet etmiş, kimi zaman da hataya düşmüştür.
Şayet müteşabih ayet, kelime ve kavramların anlamını Al*lah'tan başka hiç kimse bilmiyor ise bunların hepsi Allah'a karşı gayretkeşlikte bulunmuş, bilinmesine hiçbir yol bulunmayan ko*nularda konuşmuşlar demektir. Müteşabih ayet, kelime ve kav*ramların anlamları ile ilgili tek bir kelime de olsa bir doğrudan yakalanması "Müteşabih kapsamına giren ayet kelime ve kav*ramların anlamını Allah'tan başkası bilemez." görüşünün yanlış*lığını ortaya çıkarmaya kafidir. Artık bu görüşlerin kime yaradı*ğını vann siz düşünün!
Onların müteşabih ayetlerin tefsirinde birçok doğruyu yakala*dıklarını biliyoruz, Ama yine biliyoruz ki, bazı yanılgılara düşmek*ten de kurtulamamışlardır. Bu gibi ayetlerin tefsirinde yanılgıya düştükleri kesinlik arzeden bir bilgi ile tesbil edilmiş olsa dahi doğruyu söylemek gerekirse, pek çok noktada isabet etmişlerdir.
Aynı şekilde tefsir sahasının büyük isimlerinden Katâdc'den de "müleşabih ayet, kelime ve kavramların tevilini (açıklamasını) Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği" görüşü nakledilmiştir.
Oysa onun kitabı, tefsir alanındaki eserlerin en ünlülerinden biri olarak kabul cdiîcgchniştİr. Nitekim Ma'mer ile Sa'îd b. Ebi Arûbe ondan tefsirle ilgili pek çok görüş nakletmişlerdir. Sağ*lamlığı kabul edildiğinden, bu dalda eser veren hemen herkes, ondan bazı görüşler aktarma gereği duymuştur. Buna göre de o Kur'ân'm tamamını, muhkemini ve müteşabihini tefsir etmiştir, etmiş olmalıdır.
Müteşabih ayet, kelime ve kavramların tevillerini Allah'tan başka kimsenin bilmediği görüşünün sünnet ehli İlim adamları arasında bu denli yaygınlık kazanması, Cehmiyye, Kaderiyyc, Mu'tezile ve diğer bid'at ehli mezheb ve fırkaların bunlarla ilgili pek çok asılsız ve tutarsız yorum yapmış olmalarından kaynak*lanmaktadır. Bunlar müteşabih ayetlerin tevillerinden hareketle Kur'ân'm diğer ayetlerini de kendi asılsız ve tutarsız görüşleri doğrultusunda tevil etmeye yönelmişlerdir. Kurân'ı kendi aklî görüşlerine göre tefsir eden ehl-i bid'atın uğraş alanlarından bi*rinin de, onu lugavî açıdan tevil etmek olduğu bilinmektedir. Ni*tekim Mu'tezile'nin tefsirleri Allah'ın sıfatları ve kader ile ilgili nassların, Allah ve Rasûlü'nün murat ettikleri anlamdan farklı te'viîleriyle doludur. Selef uleması bu tür asılsız ve tutarsız yo*rumlan reddetmişlerdir. Sözgelişi selefin önde gelen isimlerin*den Ahmed b. Hanbel Zındıklara ve Cehıniyeye Reddiye adıyla kaleme aldığı eserinin 24. sayfasında bu konulara değinmekte, nassların yanlış tevil edilmesi konusunda selel alimlerinin ve imamlarının onlara karşı yazdıkları reddiyelerden sözetmektedir. Bunların arkasından, sünnete tam olarak kavrayamadan ittiba eden ve onlara karşı çıkan bir diğer topluluk gelmiştir. Bunlar da müteşabih ayetlerin anlamlarını Allah'tan başka kimsenin bil*mediğini, tevil kavramının sonraki asırlarda yetişen alimlerin terminolojilerinde yüklenen anlamı içerdiğini sanmışlardır. Buna göre tevil, "Kelimenin, tercih eden ihtimalinden tevcih edil*mesi muhtemel an ta m a (râcihten-mercâha) çevirilmesidir". Bu kişiler başlangıçta kelimeyi bu şekilde tanımlayarak müteşabih kavramların anlamlarını ve tevillerini Allah'tan başka kimsenin bilmediğini .savunanlara destek vermek istemişler, fakat daha sonra birçok açıdan çelişkiye düşmüşlerdir, ki başlıcalan şunlar*dır:
1- Onlar "Nasslar, zahirî anlamlarına göre değerlendirilir ve kullanılırlar. Zahirde içerdikleri anlamlara farklı bir anlam ekle-nilemez" demişler ve nasslann zahirî anlamlarına ters düşen her türlü tevilin batıl olduğu kanısına vararak yalnızca zahiri kabul etmişlerdir. Bununla birlikte sözkonusu nitelikteki naslardan ba*zılarının tevilini Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceğini söyleye*rek nasslann kendilerince makbul sayılan zahirî anlamlan konu*sunda da çelişkiye düşmüşlerdir. Eğer önemli olan nassların za*hirî anlamları ise ve yalnızca bunlar dikkate almacaksa bunların zahirî anlamlarına ters düşen tevillerinin olduğu nasıl iddia edi*lebilir? Karşı tarafta yer alan ilim adamları bu konudaki çelişki*lerini yakalayarak bu iddialarını reddetmişlerdir; ki bunlar ara*sında Kadı Ebû Ya'lâ'nın üstadı İbn Akıl de vardır.
Aralarında öylelerine rastlanmaktadır, ki kendi görüşlerine ters düşen hiçbir nassı -ne asli ne de fer'î konularda- kabul et*mektedirler. Sadece kelime ve kavramları konuldukları yerlerin dışına çıkaracak (saptıracak) birtakım zorlama tevil yollarına başvurmakta ve bu gibi nasslan kendi ilkelerine ters düşen bid'at ehli fırkalardan Kadcriyyc, Cehmiyye ve Mu'tezile'nin teviline benzer bir biçimde tevil etmektedirler. Bu durumda "Müteşabih nasslann anlamlarını Allah'tan başka kimse bilmez" demelerinin ne anlamı kalır?
Bu bağlamda, görüşleri, Kur'ân, kader ve Allah'ın sıfatlan gi*bi konularda kendi düşünceleri düzleminde yazdıkları eserlerin*de Mu'tezile ile girdikleri tartışmalar dikkate alınarak değerlen*dirilmelidir. ıVIıfıezile, aşağıdaki ayetlerle ilgili onların görüşie-
rİyle çelişen deliller getirdiğinde çelişkiye düşmekten kurtulama*mışlardır:
"Allah bozgunculuğu sevmez..." (2/105), "O kullan için küfre razı olmaz." (Zümer, 39/7), "Ben cinleri ve insanları yalnızca ba*na kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56), "O'nu gözler al*gılayamaz." (En'am, 6/103), "O bîrseyin olmasını İstediği zaman ona yalnızca 'Ol!' der, o da hemen oluverir." (36/82), "Hani rabbin meleklere demişti ki..." (Bakara, 2/30) ...Bunlar ve benzeri ayetler*le ilgili yorumları irdelendiğinde, çoğunun asılsız ve tutarsız ol*duğu görülür. Eğer tevil ettikleri naslar arasında bir tane de olsa doğru varsa sırf bu durum bile ilimde derinleşmiş alimlerin mü*teşabih nitelikli ayet, kelime ve kavramların anlamlarını bilebile*ceklerine İşaret etmeye ve kendilerinin bu konudaki çelişkilerini gözler önüne sermeye yeter. Yok tevilleri asılsız ise bu düşünce (müteşabihlerin tevillerini ilimde derinleşmiş kişilerin bilmesi düşüncesi) onlardan hayli uzaktır.
Ehl-i sünnetin işkence ve zorluklara göğüs germiş rehber alimlerinden Ahmed b. Hanbel'in Cehmiye ve Zındıklara Reddi*ye adı ile kaleme aldığı risalesi, sünnet ve bid'at ehli fırkaları ayır*ma hususunda müslümanların elindeki tek ölçüt niteliğindedir. O bu eserinde müslümanlar arasında fitne çıkarmak isteyenlerin müteşabih ayetleri tevil etmeleri konusunda geniş bilgi vermiş ve bunları teker teker tevil (tefsir) ederek kalplerinde eğrilik olanla*rın bu yolda düştükleri yanlışlıkları, tutarsızlıkları birer birer or*taya çıkarmıştır. Nitekim onların Allah'ın ahirette görülemeyece*ğini ve Kur'ân'ın mahluk olduğunu savunmalarına karşılık ken*disi getirdiği sağlam delillerle rü'yetullahı, Kur'ân'ın mahluk ol*madığını ve Allah'ın arş üzerine istiva ettiğini aklî ve naklî delil*lerle kanıtlamıştır. Ayrıca sünnet ehli olup da müteşabih ayet, ke*lime ve kavramların anlamının insanlar tarafından bilinemeye*ceğini savunan kimselerin düşüncelerini de yine aklî ve naklî de*lillere dayanarak çürütmüş, müteşabih olarak tanımlanan ayetle*rin anlamlarını açıklayarak herbİrini ayrı ayrı tefsir etmiştir. Bunun gibi kendisiyle tartışanların delil olarak getirdikleri ayet ve hadisleri tek tek ele almak sureliyle kalplerinde eğrilik bulunan kişilerin bu nassların tevilinde düştükleri tutarsızlık ve yanlışlık*larla bu nassların ( devamı gelecek inş. )