Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Selman-ı Farisi (r.a)

E Çevrimdışı

Ebu Bekir

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Seçkin ve meşhur sahabilerden biri. İran asılı olup, İsfahan'ın Cayy kasabasında doğmuştur. Bir rivayete göre de doğum yeri Râmehürmüz'dür. Doğum tarihi hakkında bilgi bulunmamaktadır. Selman (r.a)'ın müslüman olmadan önceki ismi, Mabah b. Buzahsan'dır. Müslüman olduktan sonra Selman ismini almıştır. Künyesi Ebu Abdullah'tır. Ona nesebi sorulduğu zaman; "Ben; Selman b. İslâm'ım" demiştir (İbn Sa'd Tabakâtül Kübra, Beyrut (t.y.), IV, 75; İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 417; İbn Hacer el-Askalani, rel-isâbe, Bağdat (t.y.), ll, 62).



Selman (r.a)'ın babası Mecusiliğe aşırı bağlı olan bir köy ağası (Dikhan) olup büyük bir çiftliğe sahipti. Onun evinde bir ateşgede vardı ve onda ateşin sönmeden sürekli yanmasını sağlama işiyle Selman (r.a) ilgileniyordu. Babasının ona karşı olan sevgisi çok aşırıydı. Bu yüzden onu, kendisine bir zarar gelmesin diye eve kapatmıştı. Bu arada Selman (ra), Mecusiliğin gerçek bir din olup olamayacağı hakkında düşünmeye başladı. Ancak o kendi deyimiyle, bir köle gibi eve hapsedildiğinden, dışarıdaki olaylardan pek haberdar değildi ve bu yüzden Mecusiliği diğer dinlerle karşılaştırma imkanından yoksun bulunmaktaydı. Bir ara babası, işleri yoğunlaşınca onu tarlalardan birisine bakması için göndermek zorunda kaldı. Öte taraftan onu, kendisi için her şeyden değerli olduğunu söyleyerek işini bitirince gecikmeden eve dönmesi için uyardı. Bölgede az da olsa Hristiyan bulunmaktaydı. Yola çıkan Selman (r.a), bir kilisenin yanından geçerken, içerde ibâdet edenlerin durumu dikkatini çekti ve içeri girerek onları izlemeye başladı. O, evde hapsedilmiş olduğu için bu insanların dini hakkında hiç bir bilgiye sahip değildi. Selman (r.a) tarlaya gitmekten vazgeçerek, büyük bir merak içerisinde, akşama kadar orada kalmış ve bu dinin Mecusilikten daha hayırlı olduğu kanaatine vararak, onlara bu dinin kaynağının nerede olduğunu sormuştu. Onunla ilgilenen hristiyanlar, dinleri hakkında onu bilgilendirmişler ve bu dinlerinin kaynağının Suriye de olduğunu söylemişlerdi. Selman (r.a), eve dönmekte gecikince babası endişelenmiş ve onu bulmak için adamlar göndermişti. Eve dönen Selman (r.a), başından geçen olayı babasına anlattı. Babası ise ona, gördüğü dinde hiç bir hayrın bulunmadığını ve atalarının dininin, karşılaştığı dinden daha iyi ve üstün olduğunu söyledi. Selman (r.a) babasına karşı çıkarak, hristiyanlığın kendi dinlerinden üstün olduğu konusunda onunla tartışmaya başladı. Babası, onun bu durumundan telaşlandı ve ayaklarından bağlayarak onu hapsetti. Selman (r.a), kilisedeki Hristiyanlarla irtibat kurarak, Suriye tarafına gidecek bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine haber vermelerini istedi. Böyle bir kervan hazır olduğu zaman, kendisine verilen haber üzerine evden kaçtı ve bu kervana katılarak Suriyeye gitti. Burada bir rahibin hizmetine girdi ve ondan Hristiyanlığın esaslarını öğrenmeye başladı. Ancak bu rahib, kötü bir kimseydi. O, insanları sadaka vermeye teşvik ediyor, fakat topladığı bu sadakaları yerlerine sarfetmeyerek kendisi için biriktiriyordu. Bu rahib ölünce, Selman (r.a), onun yerine geçen rahibe tabi oldu. Bu kimse zühd ve takva sahibi bir zattı. Ona büyük bir sevgiyle bağlanan Selman (r.a), ölümü yaklaştığı zaman; kendisine kimi tavsiye edebileceğini sordu. Rahip ona, tabi olunabilecek tek kişiyi tanıdığını, onun da Musul'da bulunduğunu söyledi. Selman (r.a), Musul'a gidip, bu kimseye tabi oldu. Onun ölümü yaklaştığı zaman da ondan yine kimin gözetimine girmesi gerektiği hususunda tavsiye istedi. Bu zat ona, üzerinde bulundukları itikadta hiç kimseyi tanımadığını, ancak, Nusaybin'de bulunan bir âlime tabi olabileceğini söyledi. Selman (r.a) doğruca Nusaybine gitti. Nusaybin'deki rahibin yanında bir müddet kaldıktan sonra, onun da ölüm döşeğine yattığını gören Selman (r.a), yine kime uyabileceğini sordu. Bu kimse, ona, uyulabilecek tek bir kimseyi tanıdığını ve onun Rum diyarında, Ammuriye'de bulunduğunu söyledi. O ölünce Selman (r.a), Ammuriye'ye gitti. Ammuriye'de bir müddet kaldıktan sonra burada yanında kaldığı rahibin ölümü yaklaştığı zaman ondan da kime tabi olacağı konusunda vasiyette bulunmasını istedi. Bu kimse ona, yeryüzünde tabi olunabilecek bir kimsenin var olduğunu bilmediğini söyledi ve şöyle ekledi: "Ancak bir peygamberin gelmesi yakındır. O, İbrâhim'in dini üzere gönderilecek ve kavminin arasından hicret edip, içinde hurma bahçeleri olan iki harra arasındaki bir yere gidecektir. Onun peygamber olduğunu belirten alâmetleri vardır: O, hediye edilen şeyleri yer, sadaka olarak hiçbir şeyi kabul etmez. İki omuzu arasında da nübüvvet mührü bulunmaktadır. Görünce onu tanırsın. O ülkeye gidip ona katılmayı başarabileceğine inanıyorsan bunu yap" (Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, IV, 77-78; İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, II, 417-418).



Selman (r.a), burada bir müddet kaldıktan sonra, Kelb kabilesinden bir tüccarla karşılaştı. Ondan, ülkesi hakkında bilgi aldı ve bahsedilen nebinin bu bölgedeki bir yerden çıkması gerektiğine kanaat getirerek, kendisini bir ücret karşılığında birlikte götürmesini istedi. Selman (r.a)'ın teklifini kabul eden Kelbli Arap onu yanına alarak Hicaz'a doğru yola çıktı. Ancak, Vadil-Kura'ya geldiklerinde bu kimse Selman (r.a)'a ihanet etti ve onu köle olarak bir Yahudiye sattı. Vadil-Kura'da hurmalıkları gören Selman (r.a), kalbi mutmain olmamakla birlikte, Ammuriye'deki rahibin kendisine tarif ettiği yerin burası olmasını arzuluyordu. Vadil-Kura'da bir müddet kaldıktan sonra, efendisinin amcasının oğlu olan Kureyzaoğulları'ndan bir kimse tarafından satın alınarak Medine'ye götürülen Selman (r.a), burayı görünce, hocasının kendisine bahsettiği beldeye geldiğini anlamıştı. Rasûlüllah (s.a.s) Mekke'de peygamberlikle görevlendirilip Medine'ye hicret edene kadar köle olarak hurma bahçelerinde çalışmış ve sürekli meşgul tutulduğu ve serbest olarak kimseyle konuşamadığı için, onun varlığından haberdar olamamıştı. Rasûlüllah (s.a.s) Kuba'ya geldiği zaman Yahudiler, Evs ve Hacrec'in ona iman etmesine kızıyor ve bunu bir türlü hazmedemiyorlardı. Selman (r.a), hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalıştığı sırada Yahudilerden birisi gelmiş ve ağacın altında oturan Selman (r.a)'ın sahibine (Evs ve Hacrec'i kastederek); "Allah Benu Kayle'ye lânet etsin. Vallahi onlar şu anda, Mekke'den bu gün gelen bir adamın etrafında toplanmış bulunuyor ve onun nebi olduğuna inanıyorlar" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Ben kendi kendime; "bu kesinlikle o peygamberdir" dedim. Öyle bir titremeye başladım ki; ağacın altında duran sahibimin üzerine düşeceğim korkusuna kapıldım. Süratli şekilde ağaçtan aşağı inip; "Ne diyor? Bu haber nedir?" diye sordum. Bunun üzerine efendim bana şiddetli bir yumruk attı ve; "Bundan sana ne! işinin başına dön" diye bağırdı. Ben ona; "Sadece duyduğum bu haberin ne olduğunu anlamak istemiştim" dedim. Akşam olunca Selman (r.a), biriktirmiş olduğu bir miktar yiyeceği alarak, Kuba'da bulunmakta olan Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına gitti ve ona; "Senin salih bir kimse olduğunu duydum. Yanınızda ihtiyaç sahibi olan arkadaşlarınız var. Sizin halinizi duyduğum zaman, bunları size vermemin daha iyi olacağını düşündüm" dedi ve getirdiklerini Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına koydu. Rasûlüllah (s.a.s), ashabına;



"Yiyin" dedi. Ancak kendisi bunlardan yemedi. Selman (r.a), sadaka kabul etmediğini gördügü zaman kendi kendine; "Bu alametlerin biridir" dedi. Daha sonra Rasûlüllah (s.a.s) Medine'ye geçti. Selmân (r.a) tekrar bir şeyler hazırlayarak Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına gitti ve getirdiklerinin sadaka olmadığını, sadece kendisine hediye olarak vermek istediğini söyledi. Onun sahabeleriyle birlikte bunlardan yediğini görünce ikinci alametin de onda var olduğuna kani oldu. Bir zaman sonra Selman (r.a) tekrar Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanına gitti. Rasûlüllah (s.a.s) ashabıyla birlikte oturmaktaydı. O, onlara selam verdikten sonra, Rasûlüllah (s.a.s)'ın etrafında dolaşmaya başladı. Onun, bildiği bir şeyi araştırdığını anlayan Rasûlüllah (s.a.s) ridasını kaldırdı. Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'ın sırtındaki mührü gördüğü zaman Ammuriye'deki rahibin kendisine bahsettiği mührün aynısı olduğunu anladı ve onu öperek ağlamaya başladı. Rasûlüllah (s.a.s) onu yanına oturtarak halini sordu. Selman (r.a), oraya ulaşıncaya kadar başından geçen olayları anlattığı zaman, Rasûlüllah (s.a.s) ve orada bulunan sahabiler bunu hayretler içerisinde dinlemişlerdi (İbn İshak, es-Sîre, Nesr: M. Hamdullah, İstanbul 1981, 66; Ahmed b. Hanbel, V, 442-443; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 77-79; İbnul-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 418-419; Muhammed b. Hasan ed-Diyarbekrî, Tarihul-Hamis, Beyrut (t.y), I, 351-352; Ahmed b. Hafiz el-Hakemî, el-Kısasul-islâmiye, (muhtemelen) Riyad 1976, I,187-189). Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e geldiği zaman Arapçayı meramını anlatacak ölçüde bilmiyordu. Onunla Farsçayı bilen bir tercüman aracılığıyla konuşmuş olduğu rivayet edilmektedir (Diyarbekrî, a.g.e., I, 352).



Selman (r.a)'ın İsfahan'daki köyünde başlayan ve müslüman olup kölelikten kurtuluncaya kadar başından geçen bu olayları Ahmed b. Hanbel, İbn Sa'd, İbnul-Esir ve diğerleri, onun kendi anlatımıyla İbn Abbas'dan rivayet etmektedirler. İbn Sa'd'ın Kurre el-Kindî'den naklettiği başka bir rivayette ise Selman (r.a)'ın bu kıssası farklı bir şekilde anlatılmakta ve onun, islâm'a ulaşan yolculuğu esnasında, hıristiyan hocaların vasiyetleriyle, Hıms'a gittiği; yine buradan tavsiye üzerine Kudüs'e ulaştığı; burada kendisine tarif edilen zatı bulup ondan ilim tahsil ettiği; bu kimsenin ona son peygamberin çıkacağı yer ve önceki rivayetlerde geçen alametleri bildirmesi üzerine Hicaz'a doğru hareket ettiği ve sonunda Araplardan bir topluluk tarafından köle edilip Medine'de bir kadına satıldığı nakledilmektedir (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 71-72; diğer rivayetler için bk. el-Hâkim, el-Müstedrek, Beyrut (t.y.), III, 598, vd.).



İbnul-Hacer, Selman (r.a)'ın müslüman olana kadar hakkında nakledilen kıssaların birbiriyle farklılıklar arzettiğini, bunların arasını telif etmenin güç olduğunu söylemektedir (Askalanî, a.g.e., II, 62).



Selman (r.a), Hicret'in beşinci yılına kadar köle olarak yaşamıştır. Bundan dolayı o, Hendek savaşından önceki gazalara iştirak edemedi. Uhud savaşı öncesinde Rasûlüllah (s.a.s) ona, efendisiyle mükâtebede bulunmasını söyledi. Selman (r.a), bunun üzerine efendisine giderek onunla, üçyüz hurma fidanı temin edip dikmek ve kırk ukiye (1600 yüz dirhem) altın vermek şartıyla anlaştı. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.s), Sahabilere: "Kardeşinize yardım edin " dedi. Sahabiler güçleri miktarınca fidan temin ederek üç yüz tane fidanı ona verdiler. Rasûlüllah (s.a.s), ona: "Selman, git çukurlarını kaz. Dikmeye sıra geldiği zaman onları sen dikme, bana haber ver. Onları kendi ellerimle yerlerine koyayım"dedi. Selman (r.a), çukurların kazılma işini Sahabîlerin yardımıyla bitirdi. Rasûlüllah (s.a.s), bahçeye giderek bütün fidanları yerine koydu. Bu fidanlardan hiç bir tanesi kurumamıştı. Daha sonra, Rasûlüllah (s.a.s) Selman (r.a)'ı yanına çağırarak, efendisine ödemesi gereken kırk ukiye altını ödemesi için ona yumurta büyüklüğünde bir altın külçesi verdi. Selman (r.a): "Bu benim ödemem gereken miktarı nasıl karşılar ya Rasulallah?" demekten kendini alamadı. Rasûlüllah (s.a.s) ona, Ey Selman! Allah onunla senin borcunu karşılayacaktır" dedi. Selman (r.a) şöyle demektedir: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı ödedim". Artık böylece Selman (r.a) hürriyetine kavuşmuş oluyordu (Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 419; onun azad edilmesi hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469).



Selman (r.a)'ın katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete geçtikleri zaman, Rasûlüllah (s.a.s), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'e, "Ey Allah'ın Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek kazarak kendimizi savunurduk" deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması görüşünü ileri sürmüştü (Taberi, Tarih, II, 566). Bu görüş Rasûlüllah (s.a.s) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması için faaliyete geçilmişti. Selman (r.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (r.a)'ı sahiplenerek, "Selman bizdendir" dediler. Bunun üzerine muhacirler; "Hayır Selman bizdendir" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (s.a.s); "Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir" diyerek onu ehl-i beytine dahil etmiştir (Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83).



Selman (r.a), daha sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (s.a.s) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği geçmeyi denedilerse de başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hendeğin rolü o kadar büyük olmuştur ki, bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.



Selman (r.a), Rasûlüllah (s.a.s)'ın yanından vefat edinceye kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir (r.a)'in Halifeliği zamanında da Medine'de bulunmuştur.



Ömer (r.a) devrinde islâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (r.a) da bu orduya katıldı. Selman (r.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların islâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı. İranlılar, Kadisiye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey bulamadılar. Sa'd b. Ebi Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu topluca, suları kabarmış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (r.a)'ın yanında Selman (r.a) bulunmaktaydı. Sa'd (r.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın dostlarına yardım edeceğini, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ'ya isyan eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (r.a)'a, Selman (r.a) şöyle demekteydi: "İslâm yepyenidir. Allah, karaları nasıl müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki müslümanlar nehre nasıl akın akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır". Gerçekten Selman (r.a)'ın dediği olmuş ve müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya geçmişti (Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbn ul-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, II, 511-512). İranlı askerler dehşet içerisinde, onların nehri geçişleri ne bakıyorlar ve kendi kendilerine; "Şeytanlar geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları değildir" demekteydiler (Taberi, II, 514). İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler. Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (r.a)'dı. O, surun önüne geldiği zaman, İslâmın emrettiği şekilde onları üç defa müslüman olmaya, kabul etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (r.a) onlara şöyle diyordu: "Ben de aslen sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer müslüman olursanız bizim kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez, dininiz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız" (Taberi, a.g.e., IV,14). Selman (r.a), meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek için, "Sizden biri olduğum halde Araplar bana itaat ediyor" diyerek (İbn Hanbel, V, 444) ikna etmeye çalışıyordu. Selman (r.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine onlara üç gün düşünmeleri için mühlet verdi. Üçüncü gün sarayda bulunan askerler teslim olmayı kabul ettiler ve böylece Kisra'nın muhteşem sarayı müslümanların eline geçmiş oldu (Taberi, a.g.e., IV). Daha önce Behuresirdekileri de o islâm'a davet etmişti. Ancak buradakiler, cizye vermeyi de reddedince savaşılarak mağlup edilmişlerdi (Taberi, aynı yer).



Sa'd (r.a) Medâin'de karargah kurmuştu. Ancak buranın havası, islâm askerlerine iyi gelmemiş, iklim değişikliğinden dolayı yüzlerinin renkleri değişmişti. Bu durumu öğrenen Ömer (r.a), Sa'd'a haber göndererek, müslümanların yaşamalarına uygun bir yer tesbit edilmesi için Selman (r.a) ile Huzeyfe (r.a)'ı görevlendirmesini istedi. Bu yer ile Medine arasında ulaşım kolaylığını engelleyecek bir nehrin bulunmamasını özellikle vurguladı. Bölgede araştırmalarda bulunan Selman (r.a) ve Huzeyfe (r.a), sonunda Kufe üzerinde karar kıldılar ve burada ordugah şehri inşa edildi (17/638) (Taberi, a.g.e., IV, 40-41; İbn ul-Esir, el-Kamil fit-Tarih, II, 527-528). Selman (r.a) İran'ın fethi için devam eden askerî harekâtlarda aktif olarak rol almıştır (Taberi, IV, 305; İbnul-Esir, el-Kâmil fit-Tarih, III, 132).



Selman (r.a), Hz. Ömer (r.a) döneminde Medâin valiliğinde bulunmuştur. Selman (r.a), Hicri 36 yılında Medain'de vefat etmiştir (İbn ul-İmad, Sezerâtu'z-Zeheb, I, 44; İbn Hacer, a.g.e., II, 63; İbnul-Esîr, Tarih, III, 287; İbn Sa'd, a.g.e., VI,17). Ancak onun ölüm tarihi hakkında farklı rivayetler bulunmaktadır. Hz. Osman (r.a)'ın hilafetinin sonlarına doğru, (35) veya 37 yılında vefat ettiği rivayet edilmekte; hattâ Hz. Ömer zamanında öldüğü de söylemektedir (İbnul-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 421). İbn Hacer, onun ölümü ile ilgili farklı tarihleri verdikten sonra, Enes (r.a)'den, İbn Mes'ud'un, ölüm döşeğindeki Selman (r.a)'ı ziyaret ettiği şeklindeki rivayeti delil alarak, İbn Mes'ud'un 34. yıldan önce vefat ettiğini, dolayısıyla Selman (r.a)'ın ölümünün 33. veya 32. yılında olması gerektiği görüşünü ileri sürmektedir (İbn Hacer, a.g.e., II, 63). Onun iki yüz elli ile üç yüz elli sene yaşadığı şeklinde rivayetler bulunmakta ve raviler iki yüz elli sene yaşadığının şüphe götürmez olduğunu söylemektedirler (el-Askalanî, a.g.e., II, 62; İbnul-Esîr, Tarih, II, 287; Üsdül-Gabe, 421). İbn Hacer, Zehebî'nin rivayetlerini değerlendirdikten sonra, onun ancak seksen yıl kadar yaşamış olabileceği kanaatine vardığını nakletmektedir (İbn Hacer, aynı yer) ki, gerçeğe yakın olan da budur. Selman (r.a)'ın mezarı, Bağdad'ın 30 km doğusunda Medain harabeleri civarından akan Deyale ırmağının kenarındadır. Onun bulunduğu yer Selman-ı Pak (temiz Selman) olarak isimlendirilmiştir. Onun mezarının içinde bulunduğu cami IV. Murad tarafından tamir ettirilmiştir.



Selman (r.a), ilim, fazilet ve zühd bakımından Ashabın en önde gelen simalarından birisi olup, Rasûlüllah (s.a.s)'e yakınlığıyla tanınmaktadır. Hz. Aişe (r.an), şöyle demektedir:



"Bir çok geceler Selman (r.a) Rasûlüllah (s.a.s) ile yalnız kalırlardı. Bu beraberlik o kadar sürerdi ki Rasûlüllah (s.a.s) hanımlarından birinin yanına bile girmezdi" (İbnul-Esir, Üsdül-Gabe, II, 420). Rasûlüllah (s.a.s), Hendek savaşı esnasında onun ehl-i beytinden olduğunu ilân etmişti.



Hz. Ali (r.a) onun hakkında; "Ona evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi verilmiştir. Onda bulunan bu ilme ulaşılamaz" demiştir. Başka bir zaman da: "O bizim ehl-i beytimizdendir. Aranızdaki konumu Lokman Hekim gibidir. İlk ve son kitabı okumuştur. Sonu olmayan bir denizdir" demiştir. Muaz (r.a) kendisine gelenlere ilmi, aralarında Selman (r.a)'ın da bulunduğu dört kişiden talep etmelerini söylemiştir. Onun ilmi hakkında yapılan övgüler Rasûlüllah (s.a.s)'in söylediği; "Selman ilme doyuruldu" (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85). Sözüne dayandırılmaktadır. Selman (r.a), Ebu Derdâ' (r.a)'ın gece boyu namaz kıldığı ve sürekli oruç tuttuğunu gördüğü zaman onu bundan alıkoyup hazırlanan yemekten yiyerek orucunu bozması konusunda ısrar etmiş ve ona; "Üzerinde gözünün hakkı vardır, ailenin hakkı vardır. Bazen oruç tut, bazen tutma; bazen namaz kıl, bazan ara ver" (bunları nafile olan ibâdetleri için söylemiştir). Ebu'd-Derdâ' bu durumu Rasûlüllah (s.a.s)'e ilettiği zaman o; "Selman senden daha âlimdir" dedi ve bunu üç kere tekrarladı (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 85-86).



Hz. Ömer (r.a), ona büyük bir saygı gösterirdi. Ümmetin idaresinin sorumluluğu altında ezilen Ömer (r.a), duyduğu bir endişesini dile getirerek Selman (r.a)'a şöyle sormuştu: "Ben bir melik (kral) miyim, yoksa halife miyim?". Selman (r.a) ona şöyle karşılık verdi; "Eğer sen müslümanların toprağından bir dirhemden az veya fazla bir para alır, sonra onu, haksız bir şekilde sarfedersen, sen halife olmayıp bir melik olursun" (Taberi, a.g.e., IV, 211; İbnu'l-Esir, Tarih, III, 59).



Hz. Ömer (r.a), fey gelirlerini taksim ederken, Selman (r.a)'a dört bin dirhem hisse ayırmıştır. Bazı kimseler, "Halifenin oğlu (Abdullah) üç bin beşyüz dirhem alıyor, bu Farslı ise dört bin dirhem alıyor" diyerek bu durumu garipsemişlerdi. Oradakiler: "Selman, Rasûlüllah (s.a.s) ile Abdullah'ın katılmamış olduğu bir çok savaşa katılmıştır" diyerek cevapladılar (İbn Sa'd, IV, 86). Başka bir rivayette, Ömer (r.a), Fey gelirlerinden müslümanlara maaş bağlamak için Divanul-Atâ'yı tesis ettiği zaman, Sahabiler için islâm'daki öncelikleri ve katıldıkları savaşları göz önüne alarak bir gruplandırma yaptığı; Selman (r.a)'ı, Hasan (r.a), Hüseyin (r.a) ve Ebu Zer ile birlikte olmadıkları halde Bedir ehlinden sayarak alacakları miktarı beş bin dirhem olarak kararlaştırdığı bildirilmektedir (Taberi, a.g.e., III, 614).



Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: "Cennet üç kişiyi özler. Ali, Ammar ve Selman" (Tirmizi, Menâkib, 34).



Selman (r.a), son derece mütevazi ve kanaatkar bir hayat yaşamıştır. O, Medain'de vali bulunduğu ve çoğu devlet memurlarından fazla gelire sahip olduğu halde günlük yaşamı, son , derece sadeydi. O, köle olduğu zaman nasıl giyinir ve nasıl gezerdiyse Medain valisi olduğu zaman da aynı hal üzere devam etmişti. O, eline geçen parayı tasadduk eder ve kendi emeğiyle ürettiği şeylerden başkasını yemezdi. Tanımayan birisinin, onun vali olduğunu anlaması mümkün değildi. Medain sokaklarında yürürken Suriye tarafından gelen bir tüccar, üzerinde alelade bir aba ile gördüğü Selman'ı çağırarak yüklerini taşımasını istedi. O, hiç tereddüt etmeden yükleri sırtına aldı ve adamla birlikte yürümeye başladı. Onu bu halde görenler, "Bu validir" dediklerinde adam; "Seni tanımıyordum" diyerek özür diledi. Selman (r.a) ona, "Hayır bunları evine kadar götüreceğim" diyerek yoluna devam etti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 88; buna benzer diğer bir olay için bk. aynı yer).



Bazı kimselerin giyiminden dolayı kendisine dil uzatmaları ve hafife almalarına karşı hiç bir tepki göstermemiştir. Bir defasında iki genç asker yanından geçerlerken, onu göstererek; "Emiriniz budur" diyerek gülüyorlardı. Selman (r.a)'ın yanındaki adam ona, "Ey Ebu Abdullah! şunların ne dediğini görüyor musun?" dedi. Selman (r.a) ona şöyle dedi: "Onları bırak. Hayır ve şer bu günden sonradır. Eğer toprak yemeyi becerebilirsen onu ye de, iki kişiye dahi olsa emir olmaktan kaçın. Mazlumun ve sıkışık durumdaki kimselerin duasından sakın. Çünkü onların duaları ile Allah Teâlâ arasında perde yoktur" (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 87-88). Selman (r.a) çok cömert bir kişiliğe sahipti. Eline geçen her şeyi fakirlere bölüştürürdü (İbnul-Esîr, Üsdül-Gâbe, II, 420).



O, hiçbir zaman sadaka kabul etmemiştir. Çoğu zaman eline geçen parayla hemen et alır ve onu pişirerek, hadis ehlini çağırır ve birlikte yerlerdi (İbn Sa'd, IV, 9).



Selman (r.a), ölüm döşeğine yattığı zaman, ziyaretine giden Medain valisi Sa'd b. Malik ve Sa'd b. Mes'ud onu ağlarken buldular. Neden ağladığını sorduklarında o şöyle cevap vermişti: "Rasûlüllah (s.a.s) bizden bir ahid aldı. Hiç birimiz onu koruyamadık. O bize şöyle demişti: "Sizin dünyadaki geçimliliğiniz bir yolcunun azığı kadar olsun ".



Onun ilmi ve takvası diğer sahabileri de etkilemekteydi. Zira onu ziyarete giden Sa'd b. Ebi Vakkas, kendisine nasıl davranması gerektiği şeklinde tavsiyede bulunmasını istemişti (İbn Sa'd, a.g.e., IV, 90-91).



Selman (r.a), sık saçlı, uzun boylu bir kimseydi. Onun Medâin'de Bukeyre adında bir hanımı vardı (İbn Sa'd, IV, 92). Selman (r.a), Medine'deyken Hz. Ömer (r.a)'in kızını ondan istediği, fakat, Amr b. el-Âs'ın bu konuda Selman (r.a)'ı kızdırması üzerine bundan vazgeçtiği nakledilmektedir (İbn Abdirrabbih, İkdu'l-Ferid, Beyrut 1949, VI, 90). Ancak onun ailesi hakkında açık rivayetler bulunmamaktadır.



Sufiler, Selman (r.a)'ı Ashabul-Suffe ile birlikte tasavvufun kurucularından biri olarak kabul ederler. Bir çok tarikat silsilesi ona dayandırılmaktadır. O, Rasûlüllah (s.a.s)'ın berberliğini yaptığı için Futuvvet teşkilatına bağlı berberlerin piri olarak kabul edilmekteydi. Selman (r.a)'ın sahip olduğu haklı şöhreti, bütün müslümanların ona karşı içten bir sevgi duymalarına sebep olmuştur. Sünnî müslümanlar onun adını büyük bir sevgiyle anarlar. Ehli beytten sayılması, Şiilerin ona karşı farklı bir ilgi göstermelerine sebep olmuştur. Hacdan dönen Şiiler Kerbela'dan sonra onun mezarını ziyaret etmeyi ihmal etmezler. Ayrıca, Şiiler, Hz. Ali ve Ehli Beyt hakkında rivayet olunan hadislerin çoğunu ona isnad ederler. Gulat-ı Şia ekollerinde ise o, ilahî sudur sırasında Ali (r.a)'den hemen sonra yer alır. Nusayriler ise onu, üç gizli harften biri kabul ederler. Nusayriliğin teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali'yi, mim Muhammed (s.a.s)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab ise Selman'dır. Buna göre o Nusayrî teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü had'dir. Durzîler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde diğer bir kaç sahabi ile birlikte Selman (r.a)'ı temel unsur olarak kullanmışlar ve ona çesitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçekte mutedil Şia ile alakaları yoktur. Zira muhtevâlarındaki inanç prensipleri gözönüne alındığı zaman islâmî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç sistemi meydana getirdikleri görülecektir.
 
A Çevrimdışı

Abdullah Yusuf

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
SELMÂN-i FÂRİSÎ

Hakikat Araştırıcısı

Bu seferki kahraman, İran’dan.
Bu İran ülkesinden, bundan sonra birçok müslüman İslâm’la ku*caklaşacak ve onların arasından imanda, ilimde, dinde ve dünyada sa*halarında erişilmez eş*siz insanlar çıkacaktı. İslâm’ın zirveleri ve dehaları olacak... Hiçbir İslâm bel*desinde görülmeyen üstünlükte ve eşsizlikte insanlar... Felsefede, tıpta, fıkıhta, astronomide, buluş ve icatta, mate*matikte devrinin ve sahasının en bü*yükleri... Her bir ufuktan doğacaklar, bütün beldeleri aydınlatacaklar... İslâm’ın ilk asırlarında sayıları oldukça kabarık… Birçok bölgelere dağıldılar, va*tanları farklı farklı ama dinleri bir…
İslâm’ın bu yayılışını Resûlullah haber vermişti… Hayır, bu bizzat Al*lah Teâlâ tarafından ona gerçek bir söz olarak vaat edilmişti. Çok zaman geçmedi. İslâm sancağının bütün beldeler ve saraylar üzerinde dalgalan*dığını gördü.
Selmân bu olaya şahit olanlardandı… Hendek savaşı günleriydi. Hicretin be*şinci senesi. Yahudi liderleri, müşriklerle anlaşıp, müs*lü*man*la*ra saldırmak için Mek*ke’ye giderler… Amaçları bu yeni dini kökünden kazımaktır.
Bu korkunç, anlaşmalı harbin planını yaptılar: Kureyş ve Gatafan dı*şarıdan Medine’ye saldıracaklar, henüz Medine’de ikamet etmekte olan Benî Kurayza’da müslümanları içten ve arkadan vuracaktı. Böylelikle müslümanlar iki ateş ara*sında kalacaktı.
Resûlullah’a Medine’ye doğru bir ordunun yaklaşmakta olduğu ha*ber ve*rildi. müslümanlar büyük bir korkuya kapılmıştı. Nitekim bu du*rumu Kur’ân şöyle tasvir eder: “Hatırlayın ki, size üstünüzden ve altı*nızdan gelmişlerdi. Ha*tırlayın ki, gözler korkudan fıldır fıldır olmuş, kalp neredeyse göğüslerden dışarı fırla*yacaktı. Allah hakkında kuş*kuya düşmüştünüz.” (Ahzab, 33/l0)
Ebû Süfyân ve Uyeyne b. Hısn komutasındaki yirmi bin kişilik bir ordu, Muhammed (s.a.v.) ve dinini ortadan kaldırmak için, Medine’nin etrafını çepe*çevre kuşatmaya başladılar. Bu ordu sadece Kureyş’ten oluşmuyordu. İslâm’ı bir tehlike olarak gören bütün kabilelerin müttefik kuvvetinden meydana geliyordu.
Bütün düşmanları bünyesinde toplayan son saldırıydı. Kabile kabile, ce*maat cemaat, fert fert...
Müslümanlar ise kendilerinin içindeki zor konumun idrakindeydiler.
Allah Resûlü istişare için bütün ashabını topladı.
Kendilerini savunma ve savaşma hususunda ittifak ettiler. Ama bu nasıl bir savunma olmalıydı?
Uzun bacaklı, gür saçlı, Resûlullah’ın kendisini son derece sevdiği ve hür*met gösterdiği biri öne çıktı. Bu Selmân-i Farisî idi. Medine’yi şöyle bir gözden geçirdi, etrafını inceledi. Medine dört taraftan dağlar ve kaya*larla korunan bir şehirdi. Ancak bazı geçitler ve açıklıklar vardı. Kendi ülkesi İran’da uygulanan bir harp hilesi vardı: Hendek. Eğer bu geçitlere ve geçilebilecek her yerin önüne geniş hendekler kazılırsa düşmandan korunmak ve şehri savunmak kolay olacaktı.
Allah Teâla müslümanların beklediği çıkış yolunun ne olduğunu bili*yordu. Kureyş böyle bir hendek taktiği bilmiyordu. Dolayısıyla ansızın karşılaştıkları bu olaydan dolayı psikolojik olarak sarsıldılar. Allah’ın gön*derdiği şiddetli bir kum fırtına*sıyla da dayanamayıp mevzilerini boşaltmak zorunda kaldılar. Neticede Ebû Süfyân geldikleri yere geri dönmeleri için nida ettirmek zorunda kaldı. Büyük hayallerle geldiler, hor, zelil, perişan ve çökmüş olarak döndüler.
* * *

Hendek kazma işinde bütün müslümanlarla birlikte Selmân da yerini almış ve kazma işinde aktif olarak çalışıyordu. Resûlullah da elinde balyoz müslümanlarla birlikte çalışıyordu. Öyle bir yere gelindi ki, kaya bir türlü parçalanmak istemiyor, vurulan balyoz darbelerine karşı koyuyordu. Selmân son derece güçlü ve boyca bir hayli uzun olmasına rağmen bu kaya karşısında aciz kalmış; darbeleri para etmemişti. Bunun üzerine Allah Resûlü’ne giderek, hendeğin yerinin değiştirilmesini talep etti. Aksi takdirde bu inatçı kaya ile mücadele imkansızdı.
Resûlullah (s.a.v.), Selmân ile beraber kayanın bulunduğu yere geldi ve kayayı inceledi. Kaya hakikaten çetindi. Resûlullah (s.a.v.) balyozu istedi ve sahâbesinden balyo*zunu vuracağı yerden uzak durmalarını istedi. Allah Resûlü (s.a.v.) besmele çekip, iki mübarek eliyle balyozu sımsıkı kavradı ve var gücüyle kayaya indirdi.
Daha sonra Selmân, çıkan ateş parçasından Medine’nin aydınlandı*ğını gördüğünü söylemiştir.
Resûlullah (s.a.v.) tekbir getirerek şöyle seslendi: “Allahu ekber! İran’ın anahtarları bana verildi. Bana Hîre şehrinin köşkleri ve Kisra’nın Medain’i gösterildi . Ümmetim oraları fethedecektir.”
Sonra Allah Resûlü (s.a.v.) ikinci defa vurdu. Aydınlık tekrar ortalığı kapladı. Pey*gamber (s.a.v.) tekbir getirerek buyurdu: “Allahu ekber Bana Roma şehirlerinin anahtarları verildi. Kızıl köşkleri, sarayları bana göste*rildi. Ümmetim oraları da fethedecek*tir.”
Sonra Resûlullah (s.a.v.) üçüncü bir darbe daha indirdi kayaya. Bu darbeyle kaya tamamen parça*landı. Bu esnada Resûlullah (s.a.v.) kendi*sine Suriye ve San’a köşklerinin gösterildiğini ve diğer yeryüzü şehirleri*nin gönderlerinde de bir gün İslâm sancağının dalgalanaca*ğını bildirdi. Bunun üzerine müslümanlar büyük bir iman coşkusuyla şöyle ses*lendi*ler:
“Bu bize Allah ve Resûlü’nün bir vaadidir. Allah ve Resûlü doğru söylemişlerdir.”
Hendek kazılması görüşünü dile getiren ve geçen müjdelerin veril*mesine sebep olan ka*yayla karşılaşan Selmân, bütün bu müjdelerin ger*çek olduğuna, yaşayarak, gözleriyle görerek tanık oldu. Çünkü o, İran’ın ve diğer yerlerin fethinde bizzat bulun*du. Suriye, San’a, Mısır ve Irak sa*raylarını gördü. Bütün yeryüzünün, hidâyet ve hayır ışıklarını saçarak, yüksek minarelerden yayılan o mübarek sesle sarsıldığını gördü.
* * *

İşte o… Medain’deki evinin önünde oturmuş, etrafına toplanan*lara hakikat yolunda geçirdiği merhaleleri, çektiği çileleri anlatıyor. İranlılara, atalarının di*ninden Hıristiyanlığa ve daha sonra İslám’a nasıl geçtiğini anlatıyor.
Aklını ve ruhunu kurtaracak bir yol aramak için baba yurdundan gurbete atılışını...
Hakikati bulma yolunda, köle pazarında nasıl satıldığını...
Allah Resûlü (s.a.v.) ile nasıl karşılaştığını ve ona iman edişini anla*tıyor.
Haydi onun meclisine biz de sokulalım ve hikâyesini ondan dinleye*lim…
* * *

“Ben, İsfahan’ın “Cey” denilen köyündendim.
Babam köyün reisiydi.
Babamın en çok sevdiği kişiydim. Mecusilik dinini öğrenmek için çok çalıştım. Nihayet onların ateşgedesi oldum. Ateşin sönmemesi için onu sürekli gözetimde tutardık.
Babamın bir çiftliği vardı. Bir gün beni oraya gönderdi. Yolda Hıristi*yanların bir kilisesine uğradım. İbadetlerini işittim. Girdim ve ne yaptıkla*rına baktım. Gördüğüm ibadetleri hoşuma gitti. Kendi kendime: “Bu bizim din*imizden daha hayırlıdır.” dedim. Güneş batana kadar orada kal*dım. Ne babamın çiftliğine gittim ne de tekrar yanına döndüm. Niha*yet beni aramaya adam gönder*di.
Hıristiyanlara dinlerinin aslının nerede olduğunu sordum, bana: “Şam’dadır” dediler.
Döndüğümde babama şöyle dedim: “Kiliselerinde ibadet eden bir topluluğa rastladım. İbadetleri hoşuma gitti. Anladım ki, onların dini, bizimkinden daha ha*yırlı.”
Karşılıklı uzun süre konuştuk, tartıştık. Beni ikna edemeyince, aya*ğıma zincir vurdu ve beni hapsetti.
Hıristiyanlara, onların dinine girdiğime dair haber gönderdim ve şa*yet Şam’dan bir kafile gelirse, dönmeden önce bana haber vermelerini istedim. Çünkü o kafile ile birlikte Şam’a gitmek istiyordum. İsteğimi yerine getirdiler. Ben de ayağımdaki zinciri kırdım ve onlarla birlikte Şam’a gittim.
Şam’a vardığımda, oranın en bilgilisinin kim olduğunu sordum: “O kilisedeki piskopostur denildi.” Bunun üzerine ona gittim, olanları anlat*tım. Onun ya*nında kalmaya başladım. Hizmet ediyor, ibadetlerimi yapı*yor ve ilim öğreniyordum. Ama piskopos kötü bir adamdı. İnsanlar fa*kirlere dağıtsın diye topladıkları sadakayı kendisine getiriyorlar; fakat o bu sadakaları kendisi için depoluyordu.
Bir gün o öldü. Onun yerine başka birini geçirdiler. İçlerinde o adamdan daha dindarını görmedim. Her işinde Allah’a yönelen, âhireti arzulayan, dünya*ya karşı isteksiz, kendini ibadete vermiş biriydi.
Daha önce hiç kimseyi sevmediğim kadar onu sevdim. Fakat Allah-ın tak*diri gerçekleşip, ölüm ona da gelince şöyle dedim: “Gördüğün gibi takdir-i ilâhî gelmiş durumda. Bundan sonrası için bana ne emreder, ne tavsiye edersin?” Şöyle dedi: “Ey oğul! Musul’daki bir adam dışında be*nim yolumda ve bulunduğum hâl üzere olan birini tanımıyorum.”
O vefat edince Musul’daki rahibin yanına gittim. Durumu ona anlat*tım. Allah’ın kalmamı dilediği kadar bir zaman onun yanında kaldım. Derken ölüm ona da geldi. Ondan da bana tav*siyede bulunmasını iste*dim. O da Nusaybin’de yaşayan bir abidi bana tavsiye etti.
Ona gittim, durumu ona da izah ettim. Allah’ın dilediği kadar bir zaman onunla kal*dım. O da öteki dünyaya gitmek üzereydi ki, tavsiyede bulunmasını istedim. Bana Rum topraklarında bulunan Ammûriye şeh*rindeki bir adama katılmamı tavsiye etti. Ben de ona katılmak üzere yola koyuldum. Onunla birlikte yaşamaya başladım. Geçimim için sığır ve koyunlar edindim…
Ölüm ona da geldi. “Kime gitmemi tavsiye edersin?” dedim. “Ey oğul!” dedi. “Bu dinde bizim gidişatımızda olan kimseyi bilmiyorum. Bu yüzden kimseyi sana tavsiye edemem. Fakat İbrahim (a.s.)’ın dini üzere gönderilecek Peygamber’in gelme zamanı yaklaşmıştır. Karataşlı iki da*ğın arasında bulunan bir şehre hicret edecektir. Eğer ona ulaşmaya güç yeti*rebilirsen, durma git. Onun çok açık mucizeleri vardır. Asla sadaka kabul etmez; ama hediyeyi kabul eder. İki omuz kemiği arasında pey*gamberlik mührü vardır. Onu gör*düğün zaman tanırsın.”
Bir gün bir kervan geldi. Ülkelerini sordum. Anladım ki, onlar Arap yarı*madasından. Onlara: “Şu sığırlar ve koyunlar karşılığında ülkenize beni götürür müsünüz?” dedim. “Evet.” dediler. Onlarla birlikte yola ko*yuldum. Ama yolda bana zulmettiler ve beni bir Yahudi’ye köle diye sat*tılar. Yahudi’nin memleke*tine varınca, birçok hurma ağacı gördüm. Oranın bana anlatılan ve son Peygamber’in hicret edeceği yer olabilece*ğini düşündüm. Ama değildi. O Yahudi’nin yanında bir müddet kaldım. Bir gün Kurayza oğulları Yahudilerinden biri geldi ve beni satın aldı. Sonra da Medine’ye götürdü. Burasının bana anlatılan yer olduğuna kesin kanaat getirdim.
Kurayza oğulları yurdunda adamın hurma bahçesinde çalışmaya başladım. Sonunda Hz. Peygamber (s.a.v.), peygamber olarak gönderildi ve Medine’ye hicret etti. Kuba’da Amr b. Avf oğullarının evinde konakladı. O sırada ben hurmanın tepesinde, efendim olan kişi de altında oturu*yordu. Amcasının oğlu ona gelerek: “Şu Kayle oğullarını Allah kah*retsin! Kuba’da bir adamın etrafına üşüşmüşler. Mekke’den geliyormuş, pey*gamber olduğunu söylüyorlar!”
Allah’a yemin olsun ki, adam bunu der demez, beni bir heyecan sardı; aya*ğım kaydı, nerdeyse efendimin başına düşüyordum. Hızla aşağı indim. “Ne dedin? Ne dedin?” demeye başladım. Efendim elini kaldırdı ve çe*neme şiddetli bir yumruk indirdi. “Sana ne ondan! Sen işine bak!” dedi. İşime dön*düm. Akşam olduğunda yanıma biraz hurma aldım, çık*tım ve Kuba’da Allah Resûlü’ne (s.a.v.) geldim. Yanına girdiğimde orada sahâbeden bir grup vardı. ona (s.a.v.) şöyle dedim: “Siz ihtiyaç sahibi*sin, gurbettesin. Yanımda sadaka için ayırdığım biraz yiyecek var. Bulun*duğun yer bana haber verilince buna en layık olanın siz olduğunu dü*şündüm ve size getirdim.”
Yanına koyduğumda, ashabına “Allah’ın ismini anarak yiyiniz!” bu*yurdu. Ama o elini hiç uzatmadı. İçimden “Vallahi, işte birinci peygam*berlik işareti… O sadaka yemiyor.” dedim.
Sonra eve döndüm. Sabahleyin ona biraz yiyecek daha götürdüm:
“Görüyorum ki, sadaka yemiyorsunuz. O zaman şu yanımdaki şeyi size hediye etmek istiyorum.” dedim ve önüne koydum. Ashabına: “Al*lah’ın ismini anarak yiyin!” dedi ve kendisi de onlarla beraber yedi. Kendi kendime “İşte vallahi bu ikincisi… Hediye yiyor.” dedim.
Allah’ın dilediği kadar bekledim. Sonra tekrar yanına gittim. Onu bir cenazeyi uğurlarken buldum. Üzerinde ince kadifeden bir elbise vardı. Selâm verdim; sırtının en yüksek yerini görmek için uzandım. Ne yapmak istediğimi anladı. Bürdesini hafif kaldırdı. Peygamberlik alâmeti iki omzu arasından göründü. Tıpkı rahibin bana anlattığı gibiydi.
Tuttum, öptüm ve ağladım. Sonra Allah Resûlü (s.a.v.) beni çağırdı. Önünde diz çöktüm, şimdi size anlattığım gibi başımdan geçenleri ona anlattım. Sonra müslüman ol*dum. Köle olmam, Bedir ve Uhud’a katıl*mama engel oldu.
Bir gün Resûlullah (s.a.v.): “Efendinle anlaşma yap da seni azad et*sin.” buyurdu. Ben de anlaşma yaptım. Sahâbîlere bana yardım etmeleri için emretti. Allah Teâlâ bana hürriyeti nasip etti. Artık hür bir müslümandım. Hendek Savaşı’nda ve diğer savaşlarda bulundum.”
İşte bu şekilde Selmân-i Farisî hayat hikâyesini, hak dini araştırmada başından geçenleri anlattı. Rabbine ulaştı ve tarihte bir iz bıraktı...
Ne ulu insandır bu?!...
Ne yüce duygulardır ki bunlar, onu dünyevî zevklerden koparıp, be*laların, meşak*katlerin içine sürüklüyor?..
Hakk’a nasıl bir yöneliş, nasıl bir Hak dostluğudur ki bu, baba yur*dundan, çiftliklerinden, nimetlerinden sahibini çıkarıyor, bilinmez bir meçhule doğru sürüklüyor? Bir ülkeden diğerine, bir şehirden başkasına sürüklenerek... İnsanları, dinlerini, mezheplerini yaşantılarını gözlemleyip araştırarak... Köle olarak satılıncaya kadar Hak peşinde bu ıs*rarlı yolcu*luğunu, bitmek bilmez azmini sürdürüyor… Allah Teâla onun sevabını tam olarak veriyor, Hak ile bütünleştiriyor, Resûlü’ne (s.a.v.) erdiriyor, uzun ömrü içinde yeryüzünün birçok şehrinde İslâm sancağının dalgala*nışına tanık yapıyor. Müslü*manların bu şehirleri hidâyet, adalet ve mede*niyetle baştan başa donatışlarını gösteriyor.
* * *

Gayreti ve sadakati böyle olan bir adamın müslümanlığının daha başka nasıl olmasını bekleyebiliriz? Müttaki iyi kimselerin İslâm’ı idi, onun müslümanlığı. Zühdü, zekası ve takvasıyla insanlar içinde Hz. Ömer’e en çok benzeyendi.
Günlerce Ebü’d-Derdâ ile bir evde beraber kaldılar. Ebü’d-Derdâ ge*celeri ibâ*det ediyor, gündüzlerini ise oruçla geçiriyordu. Selmân onun bu şekilde ibadette aşırıya gitmesini tenkit ediyordu. Bir gün onu bu kara*rından vazgeçir*meye çalıştı. Çünkü yaptığı ibadet nihayetinde nafile bir ibadet idi. Ebü’d-Derdâ onu kınayarak: “Beni Allah için oruç tutmak ve namaz kılmaktan alıkoymak mı istiyorsun?” dedi. Ce*vaben Selmân: “Gözlerinin ve ev halkının senin üzerinde hakkı vardır. Oruç tutmadığın günler olsun, bazen namaz kıl ve bazen uyu.” dedi. Bu durum Allah Re*sûlü’ne (s.a.v.) iletildiğinde şöyle buyurdu: “Selmân ilimle yoğrulmuş*tur.” Allah Resûlü (s.a.v.) onun zekasının ve ilminin çoklu*ğundan övgüyle bahsediyordu. Aynı şekilde ahlâkını ve dinini de çok beğeni*yordu.
Hendek gününde ensâr “Selmân bizdendir!” diyor; muhacirler de “Hayır Selmân bizdendir!” diyerek buna karşı çıkıyorlardı. Allah Resûlü (s.a.v.) sesini yükselterek: “Selmân biz*den, ehlibeyttendir!” buyurdu. Selmân gerçekten bu şerefe lâyıktı…
Ali b. Ebû Tâlib ona “Lokman-ı Hakim” lakabını takmıştı. Selmân öldük*ten sonra Hz. Ali’ye onu niçin böyle isimlendirdiğini sordu*lar: “O bizden, ehlibeyttendir. Lokman gibi sizde kim var? İlk ilim ve son ilim ona verilmiştir. İlk kitabı ve son kitabı o okumuştur. O, bitmeyen bir deryadır.”
Sahâbe içinde yüce bir makama ve onurlu bir yere sahipti. Hz. Ömer’in hi*lafetinde bir gün Medine’ye ziyarete gelmişti. Hz. Ömer bir başkasına yapmadığı bir muameleyi yaptı ona. Bütün ashabı topladı şöyle dedi: “Haydi, hep beraber Selmân’ı karşılayalım.” Medine kenarında Selmân’ı karşılamaya çıktılar. Selmân, Allah Resûlü (s.a.v.) ile karşılaştı ve ona iman ettiği günden itibaren, hür bir mü’min mücahit ve abid bir kimse olarak onunla birlikte yaşadı. Aynı şekilde Halife Ebû Bekr, Ömer ve Osman (r.anhum) ile de birlikte yaşamış, Hz. Osman’ın hi*lafeti döne*minde âhirete göç etmişti.
O senelerin çoğunda, İslâm bayrağı yeryüzü ufuklarında dalgalan*mış, ganimet ve cizyeden elde edilen hazineler yığın yığın Medine’ye ak*mış, düzenli gelir ve maaşlar hâlinde insanlara dağıtılmıştı.
Neredeydi Selmân böyle bir bolluk esnasında? Biz bu servet, bu re*fah ve bu rahatlık günlerinde onu nerede bulabiliriz?
* * *

Gözünüzü iyice açın!..
Şu gölgelikte oturan heybetli ihtiyarı görüyor musunuz? Elindeki hurma yaprağını iyice bükerek ip ve sepet yapmaya çalışan ihtiyarı...
İşte o Selmân’dır!..
Ona iyi bakın…
Kısalmış elbisesine iyice bakın!.. Öyle kısalmış ki, dizleri görüle*cek…
O bu sade yaşantısına rağmen…
O, bol bol infak ederdi. Yılda dört bin - altı bin dirhem arasında ge*liri olurdu. Bunun tümünü dağıtır, sadece bir dirhem bırakırdı. O bu ko*nuda şöyle der: “Bir dirhem ile hurma yaprağı alırım. Ondan imalât ya*parım. Ürettiğimi üç dirheme satarım. Bir dirhemi ile tekrar hurma yap*rağı satın alırım. Kalan bir dirhemi aileme harcarım, bir dirhemi de sa*daka olarak veririm. Eğer Ömer b. Hattâb, beni bundan alıkoymasaydı, hepsini infak ederdim.”
* * *

Sonra ne, ey Muhammed’e uyanlar??..
Sonra ne, ey bütün zaman ve mekanların şerefli insanları!
Biz, Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ebû Zer gibi bazı sahabîlerin darlık içinde ya*şadıklarını ve takvalarını duyunca zannederiz ki, bu, Arap yarı*madasının tabii yaşantı şeklidir.
Şimdi ise İranlı bir zatın huzurundayız. Bolluk, refah ve medeniyet diyarı... O fakir değildi; aksine insanların en seçkinlerinden idi. Niçin malı, mülkü, serveti terk etti de el emeği ile kazandığı bir dirhem ile gü*nünü idare etmeye çalıştı?
Niçin emirliği reddediyor, ondan kaçıyor ve şöyle diyordu: “İki kişiye reis olmakla toprak yemek arasında kalırsan, toprağı ye.”
Niçin reis olmaktan ve bir yere tayin olunmaktan kaçıyordu? Ancak bir seriyenin içinde cihada gitme durumunda kalırsa iş değişiyordu. Ama bir yere vali olmaktan korkuyor, bunu kendine yakıştıramıyordu.
Sonra kendisine yüklenilen reislikten, yöneticilikten helal olarak ve*rilen maaşı al*maktan neden kaçınmıştı? Hişam b. Hassan, Hasan’dan naklen şöyle der: “Selmân’ın maaşı beş bin dirhemdi. Üç bin kişiye emir tayin edilmişti. Ama o yarısını ya*tak, yansını da elbise olarak kullandığı bir aba ile hutbe okurdu. Maaşı veril*diğinde, almazdı. Sadece eliyle ka*zandığından yerdi.”
Niçin bütün bunları yapardı? Niçin dünyadan el-etek çekmişti? Hal*buki o, bol nimet içinde yetişmişti.
Cevabı kendisinden alalım. O ölüm yatağında, ruhu Rabbine ka*vuşmaya hazır iken Sa’d b. Ebû Vakkâs onu ziyaret etti. Selmân, hüngür hüngür ağlıyordu.
Sa’d: “Seni ağlatan nedir ey Ebû Abdullah? Allah’ın Resûlü (s.a.v.) senden razı ola*rak vefat etmiştir.” dedi.
Selmân: “Vallahi, ölümden korktuğumdan veya dünyaya olan bağ*lı*lığımdan ağlamıyorum. Resûlullah (s.a.v.) bizden söz almıştı ve demişti ki: “Sizin dün*yadan olan nasibiniz, yolcunun azığı kadar olsun”. Şimdi ise görüyorsun etra*fımda bir sürü karartı var.”
O karartıyla eşyayı kastediyordu. Sa’d diyor ki: “Baktım, etrafında temiz bir tabaktan başka bir şey yoktu. Ona: “Ey Ebû Abdullah, bize tav*siyede bulun!” dedim.”
“Ey Sa’d!” dedi, “Bir işe kalkıştığında, bir hüküm vermek duru*munda kaldığında veya yemin ettiğinde Allah’ı hatırla!..”
Dünyadan işte böyle bir anlayışla aldığı bir malı, makamı ve şanı vardı. Resûlullah’ın (s.a.v.) ona ve bütün ashâbından aldığı söz şuydu: “Dünyalık mal, mülk edinme*yecekler ve dünyadan ancak bir yolcunun azığı kadar bir şeye sahip olacaklar”
Selmân verdiği sözü tutmuştu. Bununla birlikte ruhunun ebedî yol*culuğa çıkaca*ğını anlayınca, korkudan gözleri yaşla dolmuştu. Halbuki yegane malı mülkü, yemek yediği bir tek kaptı. O kapda hem su içiyor, hem abdest alıyordu. Bununla birlikte yine de korkuyordu.
Demedim mi size, o, insanlar içinde Hz. Ömer’e en çok benzeyendir diye?
Medain’e vali tayin edildiği ve orada valilik yaptığı günlerde bile ya*şantısında hiçbir şey değişmedi. Valilikten tek bir dirhem bile almadı. Yine hurma dalların*dan imal ettiği şeylerle geçimini temin etti. Elbisesi, sadece eski mütevazı bir abadan ibaretti.
Bir gün Şam’dan incir ve hurma yükü getiren bir adam yolda Selmân’a rast*ladı. Adam baktı ki, gelen fakir, aşağı tabakadan bir kimse. Yükü ona taşıtabileceğini ve karşılığında para verebileceğini düşündü. Selmân’a işaret etti. O da adama yö*neldi. Adam: “Şu yükü taşır mısın? dedi. Selmân yükleri yüklendi ve birlikte yü*rüdüler.
Yolda giderlerken bir topluluğa rastladılar ve selâm verdiler. Onlar da: “Selâm valiye olsun” diye cevap verdiler.
Şamlı adam “Selâm valiye olsun…? Hangi valiye?” diye içinden geçiri*yordu. Birtakım insanlar, koşarak gelip, “Yükünü alalım ey valimiz!” de*diklerinde adamın şaşkınlığı had safhaya varmıştı.
Şamlı anladı ki, bu adam Medain valisi Selmân-i Farisî’den başkası değildir. Hemen ellerine sa*rıldı, bin bir özür ve af diledi. Yükü indirmek için atıldı. Ama Selmân başını sallayarak “Hayır, ta ki evine kadar ulaştı*racağım.” diye adamı geri çevirdi.
Bir gün soruldu: “Sana valiliği kötü, çirkin gösteren nedir?”
Cevap verdi: “Başlangıcının tatlı, ayrılmanın acı olması.”
Arkadaşı bir gün evine geldi. Bir de ne görsün?.. Selmân hamur yo*ğuruyor. “Hizmetçin nerde?” diye sordu. “Onu bir iş için göndermiştim. İki işi birden yapmasını uygun bulmadım.” diye cevap verdi:
Ev dediysek de hatırlayalım: Bu nasıl bir evdi?.. Selmân bir ev yap*tırmaya karar verince, bir ustaya sordu: “Nasıl bir ev yapacaksın?” Usta zeki biri olduğundan Selmân’ın takva ve zühdünü biliyordu, şöyle dedi: “Endişelenme!... Sıcağa karşı gölgelik, soğuğa karşı sığınak, dik durunca kafanın değeceği, uzanınca ayaklarının dokunacağı bir ev olacak.”
Selmân: “Tamam, bu şekilde yap.” dedi.
* * *

Selmân’ın kendisine yöneleceği, bağlanacağı dünya hayatının bir güzelliği yoktu. O sadece hanımından, uzak güvenilir bir yerde gizleme*sini istediği bir şeyi vardı. Ölüm hastalığına yakalandığı, öldüğü günün sabahında hanımına: “Gizlemeni istediğim keseyi getir!” dedi. Hanımı hemen onu getirdi.
Bu, içinde misk kokusu bulunan bir kese idi. Celvelâ şehrinin fet*hinde eline geçmiş ve öleceği gün sürünmek üzere saklamıştı.
Hanımından bir bardak su istedi, sonra elindeki miski sulandırarak eritti ve: “Bunu etrafıma dök. Çünkü buraya birtakım kullar gelecek ki, onlar yemek yemezler; sadece güzel kokudan hoşlanırlar.” dedi.

Kadın bunu yapınca, ona kapıyı üzerine kapayıp, biraz dışarı çıkma*sını söyledi. Kadın çıktı. Biraz sonra döndüğünde mübarek ruhunun dünyadan ayrılmış olduğunu gördü. O mele-i alâya katılmıştı. Allah Re*sûlü (s.a.v.), arkadaşları Hz. Ebû Bekir, Ömer ve diğer şehidlerle buluş*muştu.


60 Seçkin Sahabe / Beka Yay./Halid Muhammed Halid
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt