Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Şeyh Makdisi : Bid'at Türlerinin Arasında Ayırım Yapmamak

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin

TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA 30 RİSALE

30. RİSALE :

KÜFÜR OLAN BİD’ATLAR İLE, MASİYET VE FURU’ TÜRÜNDEN OLAN BİD’ATLAR ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK



Tekfirde yapılan hatalardan biri de, küfür olan bid’atlar ile, masiyet ve furu’ türünden olan bid’atlar arasında ayırım yapmamak ve masiyet türünden olan bid’at sahiplerine de kafir muamelesi yapmaktır.
Hamaset sahiplerinden birçoğu kendi hasım ve muhaliflerini bid’at ehlinden saymakta, alimlerin Cehmiyye, Rafıziler ve benzerlerinden küfür olan bid’at ehli için kullandıkları terimleri, muhalifleri için de kullanmakta, onlarla her türlü ilişkiyi kesmeyi, selam vermemeyi ve dışlanmaları gerektiğini savunmakta ve arkalarında namaz kılmayı yasaklamaktadırlar. Bunlardan bazıları günahkar Müslümanları da bu kapsama sokmakta ve hepsine küfür olan bid’at sahipleri ve hatta mümteni’ mürted muamelesi yapmaktadır.
Allahu Teala’nın dinine karşı savaşan tağutların destekçilerine karşı yapılması gereken muamelenin neredeyse aynısını muhaliflerinden olan Müslümanlara karşı da uygulamaktadırlar. Kafirlerden uzaklaştıkları gibi Müslümanlardan da uzaklaşmakta, Müslümanlar hakkında Allahu Teala’nın ölçülerini çiğnemekte, dokunulmazlıklarını ihlal etmekte ve İslam’ın onlara tanıdığı hakları daraltmaktadırlar. Halbuki tamamen uzaklaşma (el-bera) ancak kafirlere karşı uygulanacak bir muameledir.
Günahkar Müslüman hakkında ise, uygulanması gereken muamele sadece onların günahlarından beri olmaktır.
Allahu Teala şöyle buyurur: “
Sana uyan mu’minlere kanadını indir. Şayet sana karşı gelirlerse de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım.” (26 Şuara/216)


Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Halid bin Velid’in Radıyallahu Anhu, Beni Cuzeyme’den alınan ve “Eslamna (Müslüman olduk)” diyemeyip, aynı manayı kastederek “Sabana” diyen esirleri öldürdüğü kendisine haber verilmesi üzerine şöyle buyurmuştur: “Allah’ım, Halid’in yaptığından beriyim.(Buhari, Kitabu’l-Meğazi)

Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Allah’ım, Halid’ten beriyim” dememiştir. Bu mananın altında birçok önemli incelikler bulunmaktadır.

İbn-i TeymiyeRahimehullah, kendilerinden daha üstün konumdaki ilim ehlinin dahi hata yapabildikleri bazı konularda yanılan zümrelerin tekfir edilmesine karşı çıkmış ve bu zümreler gerçekten bid’at sahipleri de olsalar, onlara kafir muamelesi yapılmasını şiddetle eleştirmiş, bu tür zümreleri tekfir eden veya onlara kafir muamalesi yapanların bid’atının, bunların bidatlarından daha büyük olabileceğini belirterek şöyle demiştir:
Bu nedenle selef, muhalif konumda olsalar dahi birbirine din dostluğunda bulunmuş ve kafirlere yapılan düşmanlık gibi bir muamelede bulunmamışlardır. Onlar, birbirinin şahitliğini kabul eder, birbirinden ilim öğrenir, karşılıklı miras ve evlenme hukukunu yerine getirir ve birbirlerine Müslüman muamelesi yaparlardı.” (Mecmuu’l-Fetava, 3/176, Daru İbn-i hazm baskısı)

Keşke günümüz hamaset sahiplerinde de durum bu şekilde olsaydı. Ne yazık ki onlar, kararlaştırdıkları bu haksız muamelelere riayet etmeyen kendi arkadaşlarına bile aynı şekilde davranmaktadırlar. Bu arkadaşlarını da bid’at ehli olarak nitelemekte ve onlarla her türlü ilişkiyi kesmektedirler. Onların bu tutumları, “kafiri tekfir etmeyen kafirdir” diyen ve bu ilke üzerinde zincirleme olarak bir çok kişinin kafir olduğunu söyleyen aşırı tekfircilerin yaptığına benzemektedir.

Bunlardan bazıları bu söylediklerini doğrulamak maksadı ile bu iddialarına ilim ehlinin sözleri ile yama yaparlar.
Kahtani’nin
Nuniyye’sinde söylediği “Bid’atçı, bid’atçı ile oturur kalkar, külün altında ise közler tutuşur” gibi sözler onların kendi iddialarına yama olarak kullandıkları sözlerdendir.
Selef bu sözleri ile küfür olan bid’at ve heva sahipleriyle oturup kalkmaktan sakındırmıştır. Ancak bunlar, şer’i birer delil niteliğinde olmayan bu sözleri, ısrarla günahkar Müslümanlar hakkında uygularlar ve herkesten de aynı tutum içerisinde olmalarını isterler. Bu tutum içerisinde olmayanları da, muhalifleri kategorisine ilave ederek bütün dokunulmazlıklarını mubah kılarlar.
Maalesef, bu fikrî terör ve bağnazlık yaygınlaşmış ve muhalifleri konumundaki insanlar için bir baskı halini almıştır. Bu hata, davetçiler arasında da yayılmış ve bazıları bid’at ve bid’atçı gibi sıfatları kullanmakta ölçüyü kaçırmışlardır.
İnsanlar birbirleriyle olan ilişkilerini kesmiş, birbirlerine karşı alçak gönüllü olmayı unutmuştur. Hatta fazilet sahibi kişilerden biri kardeşlerinin kendisini terkettiklerinden, kendisine haksızlık yaptıklarından ve kendisi ile selamı dahi kestiklerinden yakınmıştı. Bu yaptıklarının sebebinin ise, günahkar bazı kişilere zaman zaman uğramasının, onları aydınlatıp davet etmesinin ve batıl şeylerini kendilerine göstermeye çalışmasının olduğunu söyledi. Halbuki bu günahkar insanlar pişmanlık duyduklarını, tevbe edeceklerini söylemekte ve inat göstermemektedirler. Ancak şehvet ve kötü arkadaş onları perişan etmektedir. Bunların, kendilerine sabredecek, onları düzeltecek ve şeytanın musallat olmasını kolaylaştıran kötü arkadaşlara teslim etmeyecek kişilere ihtiyacı bulunmaktadır. Yoksa onları terkedecek kişilere değil.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ashabının en hayırlılarından olan üç kişi ile, Tebuk Seferi’ne katılmamaları nedeni ile ilişkiyi kesmiş, ancak imanı zayıf olan kişilere karşı böyle bir uygulamada bulunmamıştır. Dolayısıyla bu içtihadi bir mesele olup, davetçi, maslahatı kendi içtihadı ile belirler.
Davetçinin, bu tür durumlarda, önceden belirlenmiş olan muayyen bir içtihad veya tercihe bağımlı kalması doğru olmaz. İnsanları sapık ve bid’atçı saymak, onlara düşman kesilmek gibi baskı üsluplarından birini uygulamak bir yana, kimseyi onlardan ilişkiyi kesmeye zorlamak doğru değildir.
Fasık veya masiyet sahibi olan kişilere karşı, dalalet içerisinde olan sapık heva sahipleri veya küfür olan bid’at ehline yapılan muamelenin aynısı ile muamelede bulunmak ve baskı uygulama iddiası ile gerekli açıklama ve nasihatta bulunmadan onlardan ilişkiyi koparmak doğru olmaz. Bu hatayı işleyenler, belki de hırçın mizaçlarına uygun geldiği için veya Allahu Teala’ya yapılan davette sabırsız ve dayanıksız oldukları için bu şekilde davranmaktadırlar.
Bu alanda ifrat ve tefrit içerisinde olan insanlar bulunmaktadır. Bir kesim şirk ve küfür erleri olan Allahu Teala’nın düşmanlarına yalakalık yaparak, muvahhidlerin davetteki katı üslubunu bahane edip, Müslümanlara göstermedikleri yumuşak muameleyi onlara uygulamaktadırlar.
Bunların tam zıddı olan kesim ise, bazen tekfir etmek, bazen de katı ve kaba davranmak, sapık ve bid’atçı saymak ve ilişkileri kesmek suretiyle kendilerine muhalif olanları, tekfir ettikleri şirk askerleriyle eşit saymışlardır. Hatta bunlardan öyleleri bulunmaktadır ki, tekfir ettikleri şirk askerlerine gösterdikleri yumuşak davranma, hikmetli ve güzel öğüt verme gibi muameleleri, kendilerine muhalif olan ve aynı yoldan gitmeyi kabul etmeyen hasımlarına veya masiyet sahibi Müslümanlara göstermemektedirler. Oysa ki bu davranış, şeriatın ölçüleriyle zaptedilmez ise, sahibinin, putperestleri bırakıp Müslümanlarla savaşan Haricilere katılmasından endişe edilir.
Durum olarak daha kötü ve yol olarak daha sapık olan ise günümüz Cehmiyye ve Murcie çömezlerinin tavrıdır. Bunlar davetçilere dillerini ve kalemlerini musallat etmiş, muvahhidlere savaş açmış ve mücahidlere düşmanlık bayrağını yükseltmişlerdir. Halbuki bunlar aynı zamanda tağutları savunmak için ellerinden geleni yapmakta, onların eşiklerinde debelenmekte ve kendilerini, bu tağutların kucaklarına atmaktadırlar.
Halbuki hak, orta yoldur ve ne ifrata kaçanların ifratı, ne de tefrite kaçanların tefritinde değildir. İbn-i Teymiye Rahimehullah, Ehl-i Sünnet ve’l- Cemaat’e mensup olan kelam ehlinden çoğunun durumunu ve sünnete kendilerinden daha uzak olan fırkalara cevap verirken ölçüyü kaçırdıklarını, bazen haksızlık yaparak büyük bir bid’atı ve batılı red edebilmek için, ondan daha küçük bir bid’atı ve batılı işlediklerini belirterek şöyle der:
“Bunlar gibi olanlar, bu tür bid’atlarını, Müslümanların cemaatini böldükleri, dostluk ve düşmanlıklarını üzerine bina ettikleri bir akide haline getirmedikleri sürece hataya düşmüş kişiler olarak kabul edilirler. Allahu Teala bu tür şeylerde mü’minlerin hatalarını bağışlar. Ümmetin selef ve imamlarından birçok kişi bu hataya düşmüştür. Bu tür hatalara düşmüş olanların, içtihad ederek söyledikleri öyle görüşleri vardır ki Kitap ve Sünnet’e aykırıdır. Ancak bu tür hatalar, kendisine muvafakat edene dostluk gösteren ve kendisine muhalefet eden her kişiyi fasık veya kafir olmakla suçlayarak düşmanlık yapan ve Müslümanların cemaatini bölen, tefrika ve ihtilaf ehlinden olan kişilerin işledikleri seviyesinde değildir.”
(Mecmuu’l-Fetava, 3/217)


İbn-i Teymiye Rahimehullah, bu sözlerinin hemen ardından Hariciler hakkında bahseder. Çünkü sözünde aktardığı bu sıfatlar, özellikle Haricilerin niteliklerindendir. Bu nedenle, bu davetçilerin bağnazlığı o dereceye varmıştır ki; kafir, müşrik, tağut ve tağutların destekçileri olanlar ile, masiyet sahibi olan Müslümanlar arasında ayırım yapmamakta ve küfür olan bid’atlar ile küfür olmayan bid’atları birbirine karıştırmaktadırlar. Bu ise, davetin düşmanları olan insanların eline, Haricilerin yaptıkları gibi bütün insanların
mutlak olarak tekfir edildiğini kanıtlamaları ve dolayısıyla da davet ve davetçileri kötülemeleri açısından büyük fırsatlar vermektedir. Çünkü maalesef, bu davetçilerin mümteni’ olan kafirlere olan muameleleri ile fasık yahut te’vil ehlinden olan muvahhidlere olan muameleleri arasında bir fark görmemektedirler.
Hapishanede beni ziyaret eden gençlerden bazıları, bana kendilerine yapılan bazı haksızlıklar hakkında yakınmıştı. Bu gençler, Allahu Teala’nın isim ve sıfatları konusunda Eş’arilerin görüşlerine yakın bazı te’villerde bulunma ile suçlanmışlar. Bu gençlerden biri bana, Tevhid davetine mensup bir takım kişilerin kendilerine haksızlık yaptığını, kendilerinden ilişkiyi kesmede ölçüyü kaçırdıklarını, bu türden bir takım te’villeri bulunsa da, bunlarla meşgul olmadıklarını ve gündeme getirmediklerini, esas işlerinin Tevhid’e davet ve gençleri tağutlardan beri durmaları üzere yetiştirmek olduğunu, bundan dolayı Allahu Teala’nın düşmanlarının yakalarını bırakmadıklarını ve onlara karşı hoşgörülü davranmadıklarını, Tevhid’e çağıran ve tağuta düşmanlık yapan herkes gibi kendilerinin de, bu tağutların askerleri tarafından takip edildiklerini, kendilerine bu askerler tarafından baskı yapıldığını ve tutuklandıklarını, buna rağmen kendileri hakkında aşırıya kaçan bu kişilere yaranamadıklarını anlattılar.
Tağutlara düşman ve onlardan beri olmanın kendilerine nisbet edilen bu tür te’villerden çok daha önemli olduğunu onlara izah edemediklerini, aralarındaki bu sorunu bağnazlık ve bühtan ile değil, delil ve bürhan ile çözmek gerektiğini kabul ettiremediklerini söyledi.
Kendilerine yapılan bu muamelenin hala devam ettiğini, hiçbir açıklama ve nasihatta bulunulmadan kendileri hakkında gıybet edilmesini helal gördüklerini ve Allahu Teala’nın düşmanlarının eline fırsat verildiğini anlattı. Allahu Teala’nın düşmanlarının kendilerini tutukladıkları zaman saflar arasında nifak çıkarmak ve tağutların kendilerini istihbarat elemanı olarak kullanmak istedikleri ile suçlandıklarını, haksızlıkta bulunan bu kişilerin kendileri ile ilişkileri kesip selam bile vermediklerini ve kafir olduklarına karar verdikleri tağutların destekçilerine yapılan muamelenin aynısı ile kendilerine muamelede bulunduklarını haber verdi.
Bu genç Allahu Teala’nın düşmanlarının oyunlarına gelmemiş ve tuzaklarına düşmemiş ise, acaba diğer bütün gençler bu seviyede midir?
Bu davetçilerin bağnaz ve sert tutumları nedeni ile, bunlar içerisinde tağutların kucağına düşebilme ihtimali olanlar yok mudur?
Acaba bu gençlerden her biri, kendisine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve diğer Müslümanlar tarafından konuşma boykotu uygulanması üzerine Ğassan hükümdarının bir mektup göndererek yönetimine sığınabileceğini teklif ettiği Kab bin Malik’in olayını hatırlayabilecek ve kendisini zarardan koruyabilecek durumda mıdır?
Acaba bu gençler, Kab’ın Radıyallahu Anhu, hükümdarın mektubunu ateşe attığı gibi, tağutların zararlarından korunmak için tekliflerini yüzlerine vuracak bilinçte midir?
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve ashabının, daru’l-İslam’da boykot ettikleri üç Müslümanın durumu ile bu gençlerin durumunun aynı olmadığını, bugün Müslümanların mustaz’af durumda olduklarını ve halkın imanının o üç sahabenin imanı derecesinde bulunmadığını göz önünde bulundurmamız gerekmez mi? Bu nedenledir ki, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, imanı zayıf olup Tebük Seferi’ne katılmayan diğerlerine böyle bir muamelede bulunmamış, kendisine beyan ettikleri özürlerini kabul etmiştir.

(Kab bin Malik hadisi için : Buhari, Kitabu’l-Meğazi. İbn-i Hacer’in bu hadis ile ilgili açıklamaları için ise Fethu’l-Bari’nin “Din yönünden kuvvetli ve zayıf kişileri boykot etmede ayırım yapmak” bölümüne bakınız.
İbn-i Teymiye El-Fetava, 28/115’de bununla ilgili olarak güzel açıklamalarda bulunmuştur. Bizim de, bu konu ile ilgili olarak, Sevaka Hapishanesi’nde kaleme aldığımız bir risale vardır.)


Bu konuda aşırıya kaçanların çoğu, işte bu kavrayış ve anlayıştan yoksun olmaları sebebiyle Allahu Teala’nın düşmanlarının gözlerini aydın etmişlerdir.
Mutezile’den olanlar geçmişte, mezheplerini Haricilerinden ayırmak maksadı ile dinden çıkmamış olan fasık kişinin tekfir edilmemesi yönünde görüş bildirdiler. Bu kişiye kafir ismini vermediklerini, ancak Müslüman olduğunu da söylemediklerini ve bu kişinin İslam ve küfür arasında olduğunu (menzile beyne’l-menzileteyn) uydurdular. Bu fasığın akibeti konusunda ise Hariciler ile aynı görüşü paylaşmaya devam ettiler ve bu kişinin ebedi cehennemlik olduğunu bildirdiler. Peki tekfir ederek ebedi cehennemlik olduğuna hükmettikten sonra, bu kelime oyunlarının o fasık kişiye olan faydası nedir?
Günümüzde aşırıya kaçmış olanların çoğu da Haricilerin ve Mutezilenin mezhebini bilmekte ve onlardan beri olduklarını söylemektedir. Hasımlarını tekfir etmediklerini, onları İslam ve küfür arasında bir yere de koymadıklarını, aksine Müslüman olduklarına hükmettiklerini, ancak onları bid’at ve masiyet sahibi olarak gördüklerini söylerler. Buna rağmen, hasımlarına müşrik ve kafirlere karşı yapılan muamelenin aynısını uygularlar. Dolayısıyla isimlendirme ve hükümde Ehl-i Sünnet’e muvafakat ederler, ancak dünyevi muamelede Hariciler ve benzerleri gibi davranırlar.
Bu yeni bir bid’at mıdır, yoksa düşmanlık insanların gözlerini kör ederek onları saptırmakta mıdır?
Bilindiği gibi uygulanan bu dünyevi muamelenin insanlara olan zararı, Mutezilenin vermiş olduğu uhrevi hükümden çok daha fazla ve şiddetlidir.
Çünkü ne Mutezile ve ne de bir başkası, insanlar hakkında verdikleri hükümleri, ahirette onlara uygulama imkanına sahip değildir. Onların verdikleri bu hüküm sadece itikadi bir mesele niteliğindedir. Ancak aşırıya kaçanların fasık Müslümanlara yaptıkları muamele böyle değildir. Onlar dünyada insanlara bu şekilde ceza vermekte ve uygulamaktadırlar.
İşin daha da kötüsü, bu muamelenin zararı sadece ilişkiyi kesme, selam vermeme, iftira, baskı ve hakların daraltılması ile kalmamakta ve bazı yerlerde Müslümanların kanlarının dökülmesine kadar varmaktadır. Hata içerisinde olan bu kişilerden bazıları, bid’at ehli olduğunu söyledikleri hasımlarının kanını bütün dünyanın gözü önünde dökmüştür. Böylece Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Benden sonra birbirinin boynunu vuran kafirler olmayın(Buhari) buyararak sakındırdığı işi yapmışlardır.
Halbuki her iki taraf da Allahu Teala’nın düşmanlarının pençesinde ezilmiş ve takibat altındadır. Ne devletleri, ne de güç ve iktidarları vardır. Bir de bunların devletleri olsa acaba neler yaparlardı?


İbn-i TeymiyeRahimehullah şöyle der:
“Müslüman taifelerden birinin diğerini tekfir etmesi, kan ve mallarını helal görmesi en çirkin bid’atlardandır. Bu konuda şöyle denir: Bu durum bid’atçının ekinidir. Halbuki bu, iki yönden çok sakıncalıdır:
Birincisi: Tekfir edilen fırkanın iddia edilen bid’atı, tekfir eden fırkanın işlediği bid’attan daha küçük olabilir. Yani tekfir eden fırkanın bid’atı daha büyük, daha çirkin ve daha zararlı olabilir. Birbirlerini tekfir eden bid’at ehlinin çoğunun durumu budur. Şayet bid’atçı tekfir edilecekse, her iki tarafın da kafir olması gerekir. Tekfir edilmeyecekse, her iki taraf da tekfir edilmez. Çünkü her iki taraf aynı şekilde bid’atçıdır ve belki de bid’atları aynı seviyededir. Taifelerden birinin hasımlarını tekfir ederken kendi mensuplarını tekfir etmemesi, cehalet ve haksızlıktır. İşte bunlar, Allahu Teala’nın haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir:
Dinlerini parça parça edip, gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.” (6 En’am/159)
İkincisi: Bu iki taifeden sadece birinin bid’atçı olduğu varsayılsa bile, diğer taifenin, Ehl-i Sünnet’in görüşünde hata eden herkesi tekfir etmeye hakkı yoktur...”
(Mecmuu’l-Fetava, 7/417)


Şeyhu’l-İslam Rahimehullah, bunları aktardıktan sonra, Müslümanların hatalarından dolayı mazur görülmeleri gerektiğini deliller ile izah etmektedir. Bunu önceki konularda aktarmıştık.
Yine yukarıda izah ettiğimiz gibi, alimlerin te’vil kafirleri olarak isimlendirdikleri, yani kişiyi küfre götüren bid’at sahipleri ile açık bir riddet ile mürted olan kişinin arasında ayırım yapılması gerekir. Her iki tarafı kendilerine uygulanacak muamelede, istitabede, tekfir hükmünü muayyen bir kişiye indirgemede ve dokunulmazlarının helal kılınmasında eşit tutmak doğru değildir. Kaldı ki mücerred riddet suçu işleyen kişi ile riddet suçunda ileriye giden kişi arasında, istitabenin uygulanması konusunda da fark bulunmaktadır.
Durum böyle iken, bid’atları, mücerred veya daha ileri derecede bir riddet derecesine varması bir yana, küfür derecesine bile varmayan insanlar hakkında nasıl böyle hüküm verilebilir ki!
Bid’at ehli oldukları gerekçesiyle Müslüman kardeşlerinin kanını döken bu kişilere karşı alimlerin tepkisi şiddetli olunca, selefin bid’at ehline karşı amansız tavrına ve onlar hakkında kullandıkları kimi ifadelere sığındılar.
İbn-i Teymiye’nin hulul (yaratanın, yaratılan suretinde bulunabilmesi) ve ittihadçıların elebaşılarını kötüleyen, onlarla mücadele edilmesi, cihad edilmesi ve onların söylemlerini savunanlarının şiddetle cezalandırılması gerektiğini, bunların zararlarının Moğollardan, eşkiyalardan, hırsızlardan, halkın
mallarına musallat olanlardan ve İslam dininden çıkanlardan daha büyük olduğunu belirten bazı ifadelerini naklettiler. Kendilerinin bid’atçı olarak nitelendirdikleri kişilerin, bu sayılanlardan daha zararlı ve kötü olduklarını, çünkü İslam dinine büyük zararlar verdiklerini öne sürdüler ve bütün bunları hasımlarını öldürmeyi meşru göstermek için yaptılar.
Günümüzde Müslümanlar arasındaki husumetlerde, insaf nadir olarak bulunduğu için İbn-i Teymiye’nin bu sözlerine sığınanlar, onun bu sözlerinin, İslam ve Müslümanlar için Yahudi, Hristiyan ve küfrün önderleri olan Firavun ve benzerlerinden daha kötü olduğunu söylediği hulul ve ittihadçılar hakkında olduğunu açıklamadılar.


İbn-i Teymiye’ye ait olan şu sözleri aktarmak ile yetindiler:
“Onların liderleri küfür önderleridir, öldürülmeleri gerekir, tevbe etmeden önce ele geçirilirler ise hiçbirinin tevbesi kabul edilmez. Çünkü bunlar Müslüman görünüp zındık olanlarınkinden daha büyük bir küfür ile kafir olanlardır. Onlar İslam dinine aykırı olan sözlerinin bilincinde ve farkındadırlar. Onlara mensup olan, onları savunan, öven, kitaplarına değer veren, onlara yardım ve destek verdiği bilinen veya onların aleyhine konuşmaktan nefret eden ve onları mazur göstermeye çalışan herkesin cezalandırılması gerekir..”
“Halbuki bu tür mazeretleri ancak cahil veya münafık olanlar ileri sürebilir. Hatta onların durumunu bilip, onlarla mücadele konusunda yardımcı olmayan herkesin de cezalandırılması gerekir. Çünkü bunlar ile yapılacak savaş, akılları ve dinleri bozmaları nedeni ile en önemli vaciplerdendir.”


İbn-i Teymiye Rahimehullah bu sözlerinin sonunda şöyle demektedir:
“Bunların dine olan zararları, yolkesen ve insanların mallarını alıp yağmalayan, ama onların dinine dokunmayan Moğolların yaptığı gibi, Müslümanların dinlerine dokunmayarak, sadece dünyalarını ifsad edenlerin zararından daha büyüktür. Onları tanımayanlar, onların ne derece tehlikeli olduklarını bilmezler. Onların sapıklığı ve saptırmaları, anlatılamayacak kadar büyüktür. Bunlar Karamati Batiniyyeleri’nden farksızdırlar.”
(Mecmuu’l-Fetava, 2/131-132)


Aşırıya kaçan bu kişilere yavaş olmalarını tavsiye ediyorum. Bir meseleyi delillendirme (istidlal) bu şekilde yapılmaz. İbn-i Teymiye’nin sözünü ettiği bu kişiler nerede, furu’dan olan bazı meselelerde fasıklık yapan ve muhalefet eden günahkar insanlar nerede?!
Dolayısıyla hüküm verirken ve isimlendirme yapılırken, mutlaka ayırım yapılması gerekir. Eksikleri bulunsa ve günah işleseler de, İman dairesinde kaldıkları sürece, Rahman’ın dostları ile şeytanın dostları olan kafir ve mürtedler arasında, gerek dostluk (vela) konusunda ve gerekse uygulanacak muamele konusunda ayırım yapılması gereklidir.
Husumet sebebiyle haksızlık yapılarak, iki tarafı birbirine karıştırmaktan şiddetle sakınmak gerekir. Allahu Teala şöyle buyurur:
Ölçeği tam ölçün, eksiltenlerden olmayın. Doğru terazi ile tartın(26 Şuara/181-182),
Hilekarlara yazıklar olsun.” (83 Mutaffifin/1)


Allahu Teala bereketini artırsın, İbn-i Teymiye’nin Fetava’larında çok güzel tesbitler bulunmaktadır.
Bu tespit ve değerlendirmeleri, hasımlarına karşı taşıdığı insaftan kaynaklanmaktadır. Ona muhalif olanların bu insafa sahip oldukları ne yazık ki çok nadirdir. Özellikle bugünkü husumetlerde bu insafı görmemiz çok zordur. O, bu insaf tablolarının birinde şöyle demektedir:
“Bid’at ehlinden olan kimileri, hem zahiri ve hem de batıni imana sahip olmakla beraber haksızlık ve cehaletlerinden dolayı sünnetler konusunda hata etmiş olabilirler. Böyleleri münafık veya kafir değildir. Bu kişiler zulüm ve haksızlığı sebebiyle masiyet sahibi veya fasık da olabilirler. Ya da yapmış oldukları te’villerinde hataya düşmüş ve bu hataları da bağışlanmış olabilir. Bütün bunlarla beraber İman ve takva derecesine göre Allahu Teala’ya dostluğu ve imanı da bulunabilir.”
(Mecmuu’l-Fetava, 3/220)



Şeyh Ebu Makdisi ; TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA 30 RİSALE - Cilt 2, KÜFÜR OLAN BİD’ATLAR İLE, MASİYET VE FURU’ TÜRÜNDEN OLAN BİD’ATLAR ARASINDA AYIRIM YAPMAMAK...S....112
1035.jpg
images
 
Üst Ana Sayfa Alt