TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA 30 RİSALE
23. RİSALE :
İSLAM DEVLETİNİN BULUNMADIĞI BİR YERDE TAĞUTLARDAN VEYA DESTEKÇİLERİNDEN YARDIM İSTEYEN YA DA MAHKEMELERİNE BAŞVURAN HER KİŞİYİ AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK
23. RİSALE :
İSLAM DEVLETİNİN BULUNMADIĞI BİR YERDE TAĞUTLARDAN VEYA DESTEKÇİLERİNDEN YARDIM İSTEYEN YA DA MAHKEMELERİNE BAŞVURAN HER KİŞİYİ AYIRIM YAPMADAN TEKFİR ETMEK
Tekfir konusunda yapılan hatalardan biri de, İslam devletinin bulunmadığı bir zamanda, hakkını almak veya bir haksızlığı önlemek için tağutların yahud destekçilerinin mahkemesine başvuran veya onlardan yardım isteyen her kişiyi ayırım yapmadan tekfir etmektir.
Aşırıya kaçan bazılarının, neredeyse ikrah derecesinde bir mecburiyet sebebi ile bu mahkemelere başvurmuş veya zorla götürülmüş ya da elinden bir şey gelmeyen ve başka bir yol da bulamayan mustad’aflardan olsa bile, beşeri kanunlarla hüküm veren mahkemelere başvuran her kişiyi tekfir ettiğini gördüm. Hatta bazıları, kendisi hakkında yapılmış bir şikayet ile ilgili olarak kendisini savunmak, suçlamayı reddetmek veya kaybolmuş olan çocuğu ya da eşyasını bulmak gibi bir amaçla karakolun birine müracaat eden insanları bile tekfir etmektedir.
Çünkü böyle bir işi, tağutun hükmüne başvurmak olarak kabul ederler.
İslam’ın hükümleriyle hüküm veren bir mahkemenin bulunmadığı dönemlerde, vicdansız bir düşmanın saldırısına uğranılması veya çocuklarından birinin kaçırılmış olması veya namusuna yönelik saldırıda bulunmuş olması ya da can ve malına tecavüz edilmiş olması halinde mustad’af konumundaki bir Müslüman, bu kurumlara müracaat etmekten başka ne yapabilirler ki?
Şeriat onları başıboş, sahibsiz ve korumasız olarak mı bırakmıştır?
Bu gibi yerlerde çözüm aramalarını yasaklamış mıdır? Bu tür yerlere müracaat etmeleri zorunda olduklarını söyledikleri halde, mücerred olarak bu müracaatları sebebi ile kafir mi olmaktadırlar?
Bu sorular, aşırıya kaçan o insanlara sorulduğunda cevab bulmakta zorluk çekmezler ve böyle bir dönemde Müslümanların içinde bulunduğu zayıflık halini göz önünde bulundurmazlar.
Onları ilgilendiren tek şey, insanları tekfir etmektir.
Alimler, küfür konusunda ikrah engelinin muteber olabilmesi için bazı şartlar olduğunu bildirmişlerdir. Bununla birlikte, suçsuz olan bir insanı öldürmesi yönünde zorlamaya maruz kalan kişi hakkında ikrah engelinin muteber sayılabilmesi konusunda çok daha titiz davranmışlardır . Ortaya konan bu şartlar ihtilaflı konulardandır. Âlimlerin bu konudaki sözlerini inceleyenler bunu görürler.
Aslında ihtilaf, kafirlerin yönetimleri altında mustad’af olarak bulunan kişinin cehaleti sebebi ile te’vil ederek hareket etmesi halinde mazeretli olarak kabul edileceği furû’attan olan meselelerdedir.
Bu nedenle ilim tahsili ile uğraşanların, kişiyi küfre düşmekten veya küfür kapısını çalmaktan sakındırmak için kullanılan mutlak tehdit ifadeleri ve azimete sarılmaya teşviki içeren ifadeler ile özellikle mustad’aflık veya tê’vil durumlarında, muayyen tekfir için kullanılan ifadeler arasında fark olduğunu öğrenmesi gerekir.
Kimileri, insanların, hakkı uygulamak ve haksızı cezalandırmak için gereken herhangi bir yetki ve otoriteye sahip olmayan ustadlarına muhakeme olmalarını mecburi tutmaktadırlar.
El-Cuveyni Rahimehullah, “el-Ğıyasî” isimli kitabında, Müslümanları yöneten bir imamın bulunmaması halinde, Müslüman alim ve kadıların, halkın işleri hakkında hüküm vermeleri gerektiğine yönelik bazı bölümler açmıştır.
Bu, her belde halkının, aralarında şeriatın hükümlerini uygulaması için oradaki muçtehidlere başvurması suretiyle olmaktadır. Bu ise ancak o muçtehidlerin etrafında odaklanmış ve uygulama otoritesi bulunan Müslüman bir cemaatin bulunmasıyla mümkündür. Çünkü ancak bu şekilde verilen hükümler uygulanabilir.
El-Cuveyni Rahimehullah, belli bir dönem Müslümanların imamının bulunmayabileceğini hesaba katarak bunu belirtmiştir.
Ancak, günümüzde olduğu gibi, Müslümanların devlet otoritelerinin olmamasına ilaveten İslam cemaatinin de bulunmamasını, ümmetin sürüler gibi dağınık olmasını, murtedlerin onların başına musallat olmasını ve insanlara kanunlarını zorla kabul ettirmelerini, alimlerin ve hal ve akd ehlinin ortadan kalkmasıyla ilminde yok olmasını, cahil liderlerin insanların başına geçmesini, ümmetten kitlelerin muşriklere katılmasını ve çağımızda, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem kıyametten önce ortaya çıkacağını belirttiği fitne ve musibetlerin ümmetin başına bu derece gelmesini aklına getirmemiştir.
Bugün, alimlerin, insanlar kendilerine anlaşmazlıklarını çözmeleri için müracaat etmeleri halinde, kararlarını uygulayacak ne bir otoriteleri ve ne de böyle bir cemaatleri kalmamıştır.
Özellikle haksızlık yapanlar, bir güce dayanarak, alimlerin otoritesini tanımayan kâfir ve fâsık kimseler ise, âlimlerin bunlara kararlarını uygulatma imkanı hiç bulunmamaktadır. Çünkü böyle bir durumda alimlerin kararlarına ancak Allahu Teala’dan korkan kimi insanlar boyun eğer. Bu ise hasım tarafların ancak takva ve iman ehlinden olmaları halinde mümkündür.
Bugün genel olarak, insanların davalarında musibet haline gelenler takva ve hatta iman ehli olan kişiler değildir. Aksine genellikle Kur’an’ı umursamayan, iman duygusuyla hareket etmeyen ve ancak otoritenin gücü ile yola gelecek olan insanlardır.
Müslümanın canına, malına, ırzına veya ehline haksızlık yapanlar, şeriatın hükümlerine boyun eğmeyen ve alimlerin verdiği bu hükümleri kabul etmeyen kişiler ise, bu hükümler ile yargılanıp haksızlıkları tespit edildiğinde onlara bunu uygulayacak Müslüman bir otorite de yoksa, zaten mazlum ve mağdur olan Müslüman, yargılanmak için bu alimlere başvurmaya nasıl mecbur edilebilir?
Halbuki bu alimler ne onun hakkını geri alabiliyor, ne de uğradığı haksızlığı giderebiliyorlar.
Müslüman, bir kafirden korunmak veya bir zalimin haksızlığını önlemek için, murted ve kafir hükümetlerin kurumlarına sığınmaya mecbur kalsa, yine de tekfir edilebilir mi?
Biz burada, bugün Müslümanların yaşadıkları acıklı durumu haklı çıkarmaya çalışmıyoruz. Aksine bizim davetimiz, insanları kullara kulluktan kurtarıp Allahu Teala’ya kul yapmak ve tağutların hükümlerinden Allahu Teala’nın tertemiz şeriatının hükmüne çıkarmak temeline dayanmaktadır.
Şüphesiz bu, avamından ilimli olan tabakasına kadar bütün Müslümanların gerçekleşmesi için çalışmaları vacip olan bir görevdir. Bunun için çalışıp çabalamaları ve bu gayeye yönelik olarak yapılacak olan her türlü cihadi faaliyetin içinde bulunmaları gerekir. Bütün problemler ve hastalıklar için en yararlı çözüm budur.
Ancak Allahu Teala bu konuda Müslümanlara lutfedinceye kadar böyle durumlarda mustaz’af konumundaki Müslümanlar ne yapmalıdır?
Bu mahkemelere ve otoritelere başvurmak zorunda kalırlarsa kafir mi olurlar?
Bu sorulara cevab vermeden önce hemen belirteyim ki bu sözlerim ile hiçbir zaman tağutun mahkemelerinde yargılanmaya veya bunu normal göstermeye çalışmıyorum. Allahu Teala bundan bizleri korusun. Hiçbir zaman böyle bir şey aklımdan geçmez. Biz ömürlerimizi Allahu Teala yolunda adadık ve hayata geldiğimizde başımıza musallat olduğunu gördüğümüz bu tağuti rejimler ile mücadele ederek geçirdik. Bugüne kadar da büyük küçük herhangi bir konuda onların hükmüne başvurmadık ve hiçbir anlaşmazlıkta onların karakollarına, mahkemelerine veya polislerine gitmedik.
Hatta hasmımızın hakkımızı teslim ettiği zaman, yol üzerindeki ihtilaflar veya basit olaylarla ilgili olarak da bu yerlere başvurmadığımız gibi, hakkımızın kaybolduğu zamanlarda da bu kurumlara başvurmadık. Bize yöneltilen kimi suçlamalar sebebiyle zaman zaman idam talebi ile elleri kelepçeli ve tutuklu olarak yargılandık. Allahu Teala bize lutfetti sebat ettik.
Buna rağmen küfür kanunlarıyla yargılama olacağını ve avukatların hemen hepsinin bu mahkemeleri ve kanunlarını yücelttiğini, kararlarının adalet ve hakkaniyet ile verildiğini söylediklerini bildiğimiz için kendimizi savunmak amacıyla avukat bile tutmadık. Allahu Teala’nın salih amellerimizi kabul etmesini ve canımızı Müslüman olarak almasını dileriz.
Her zaman insanlara bunu tavsiye ediyor, tağutlardan ve onların mahkemelerinden uzak durmalarını teşvik ediyoruz. Dünyalık kayıpları olsa bile elleri kelepçeli ve zorla götürülmedikleri, kendilerini savunmak zorunda kalmadıkları sürece onların mahkemelerine gitmemelerini söylüyoruz.
Bütün bunlarla beraber insanların ahvalinin farklı olduğunu, mustad’af olduklarını, şeriat hükümlerinin ve otoritesinin bulunmadığı bir ortamda imkanlarının değişik olduğunu da bilmekteyiz.
Dolayısıyla her Müslümanı azimete sarılmaya mecbur etmenin mümkün olmadığının da farkındayız.
Allahu Teala, dini hükümleri ve çözümleri sadece güçlüler için koymamıştır.
Aksine bütün ümmetten sıkıntıyı kaldırmış, zayıfların durumunu gözetmiş ve kimseye gücünün üstünde bir şey yüklememiştir.
Zaruret hallerinde mahzurlu olan bazı şeyleri mubah kılmış ve kalp imanla dolu iken ikrah durumunda küfür sözünü söylemeye de ruhsat vermiştir. Azim sahibi insanlar bile mecbur kaldıkları ve üstesinden gelemedikleri bazı şeylerde normal zamanda nefret ettikleri, uzak durup kaçındıkları kurum ve kişilere başvurmak zorunda kalabilirler. Mesele, her zaman kişinin vazgeçeceği veya dinini korumak için terkedeceği hukuk veya dünyalık türünden olmayabilir. Belki kimilerinin malına, canına, namusuna saldırıda bulunmuş olabilir.
Allahu Teala’nın ahkamının yürürlükten kaldırıldığı bu kokuşmuş toplumlarda olup bitenleri izleyenler, o kadar çok cinayetlere, özellikle iffet ve namuslara yapılan saldırı ve tecavüzlere tanık olur ki bu durumlarda kişinin başına gelenleri sineye çekmesi veya hakkını aramaması mümkün değildir. Her kişinin de kendi canını, namusunu ve malını koruyacak adamı, aşireti veya yakınları yahut güç ve otoriteyi elinde bulunduran bu mahkemelere başvurmadan işini halledecek destek ve iktidarı olmayabilir. İnsanların durumlarını bilen ve şeriatın maksatlarından haberdar olan ilim ehlinin, bütün bu durumları göz önünde bulundurması, bu gibi olaylar hakkında konuşurken bu durumları mutlaka hesaba katması ve bu gibi durumlarda acele ile insanları tekfir etmemeleri gerekir.
Üstelik, “Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini ileri sürenleri görmedin mi? Zira tağuta iman etmemeleri emrolunduğu halde tağutun önünde muhakemeleşmek istiyorlar. Halbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor. Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün” (4 Nisa/60-61) ayetlerinin nuzul sebebi de, Allahu Teala’nın hükmünü uygulayacak bir otoritenin bulunmadığı böyle bir dönemde, üzerinde durduğumuz konudan farklı bir olaydır.
Bu ayetler, Allahu Teala’nın hükmünün devlet ve otorite sahibi olduğu, mazlumun ve zalimin hakkını, kısaca her hak sahibinin hakkını veren insanların en adaletlisi Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bulunduğu bir dönemde inmiştir. ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ ifadesi bunu göstermiyor mu? Buna rağmen, ayette sözü edilen insanlar kendi iradeleriyle, Allahu Teala’nın ve Rasulü’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem hükmünü bırakıp, tağutun hükmüne başvurmayı tercih etmişlerdir.
Bu insanlar, hükmüne başvurdukları kimseler ister Yahudi, ister kahin, ister başkaları olsun, kendi hevalarına uygun olarak hüküm vermeleri için onların yanına gidiyorlardı.
Elbette Allahu Teala’nın izin vermediği kanunları kendi kendilerine teşri eden, yönetim ve yasama yetkilerini ellerinde bulunduran tağutlar da Allahu Teala’nın şeriatını uygulamayı reddetmeleri, küfür kanunlarını uygulamaları ve herkesi buna uymaya mecbur etmeleri sebebi ile hem bizzat tağut ve hem de tağutların hükmüne başvuranlar kapsamına girmektedirler. Onlara yardım eden, Allahu Teala’nın şeriatını uygulamayı reddeden ve tağutların hüküm ve iktidarlarının ayakta kalmasını destekleyen herkes bunun içindedir.
Çünkü savaşta öncünün hükmü ile artçının hükmü aynıdır.( Ebu Bekir İbnu’l-Arabi, alimlerin çoğunun öncü ile artçının hükmünün aynı olduğunda ittifak ettiklerini belirtmekedir. Bakınız: Ahkamu’l-Kur’an, 1/148-151, Mecmuu’l-Fetava’da İbn-i Teymiye de aynı şeyi belirtmektedir.)
Genel olarak, Allahu Teala’nın hükmüne ulaşma ve anlaşmazlığı şeriatın hükmü ile çözme imkanı olduğu halde, kendi irade ve isteğiyle bunu reddedip, tağutun hükmüne başvuran herkes, Allahu Teala ve Rasulü’nün hükmünü bırakıp tağutun hükmüne başvurmuş sayılır. Tağutun hükmü ise, Allahu Teala’nın indirmediği ve izin vermediği her türlü hükümdür.
Ancak tekfir edilmemeleri gerektiğini söyledimiz insanlar, ayetlerde belirtilen tabloya uyan insanlar değildir. Dolayısıyla ayetteki hükmün kapsamına da girmemektedirler.
Günümüzde insanlar, yeryüzünde Allahu Teala’nın otoritesinin ve hükmünün yürürlükte olmadığı, mustad’af konumdaki Müslümanların haklarını almak için başvurup sığınacakları şer’i bir mahkemenin bulunmadığı bir ortamda tağutun mahkemelerine muracaat etmektedirler. Bunlar Allahu Teala’nın hükmünü ve otoritesini terk ederek, tağutun hüküm ve mahkemelerine gitmiyorlar. Allahu Teala’nın ve Müslümanların korumasını ve desteğini dışlayarak, tağutun koruma ve desteğine sığınmıyorlar. Zaten böyle bir şeyi savunmaktan ve korumaya çalışmaktan Allahu Teala’ya sığınırız.
Karşımızdaki manzara, kendilerini koruması altına alacak Müslüman bir imam veya sığınacak Müslüman bir otorite bulamayan, haklarını almak için mevcut mahkemelerden ve kanunlardan başkasını bulamayan mustad’af olaydır ve ezilmiş insanların manzarasıdır.
Güç ve aşiret sahibi başka bir kafirin canı, malı ve namusuna yönelik yaptığı saldırıdan kendisini korumak ve hakkını almak için veya tê’viline binaen mecbur kaldığı sonucuna ulaştığı için kafirlerin kuvvet ve otoritesine sığınanların manzarasıdır. İşte bu manzarayı, ayetlerin nüzul sebebi olarak belirtilen manzara ile aynı görmek doğru olmaz. Aynı şekilde Müslümanın canına veya namusuna saldıran kişinin, ancak kuvvet ve otoritenin caydırabileceği ve bundan başka da caydırma yolunun bulunmadığı, kendisini Müslüman sayan zalim ve facirlerden olması halinde de durum böyledir.
Bugün Müslümanların başına musallat olan küfür kanunlarının ne barbar hükümler içerdiğini, bu kanunların, insanların kan, mal ve namuslarının heder olmasında en büyük etken olduğunu, mal ve mülklerini her yağmacı ve soyguncunun telef etmesine müsaade ettiğini bilen biri olarak bunları söylüyorum. “Keşfu’n-Nikab an Şeriati’l-Ğâb” isimli kitabımızda bu kanunların maskesini indirdik ve barbarlıklarını gösteren örnekler verdik. (Kuveyt nüshası ile Ürdün’de muhtasar olarak hazırladığımız nüshayı birleştirdik.)
Ancak insanların başına gelen olaylar, kıyamet gününe kadar her gün değişmekte ve artmaktadır. İnsanların zaruretleri ve problemleri de farklıdır. Bilhassa namus meselesinde insanlarda zaruret, bazen ikrah derecesine varmaktadır.
Tağutların destekçileri ve şirk hükümlerini uygulayanlar arasında, yaptıklarını iyi sanan, namuslara saldırılmasına razı olmayan ve elinden geldiği kadar mazlumun hakkını almaya çalışan kişiler bulunabilir.
Özellikle bu kişiler iyi bir ailede yetişmiş, ahlaklı ve namus ehli insanlar ise, bu konuda daha titiz davranabilirler.
Bu ahlakta olanlar her zaman kafirler arasında da bulunabilir. Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur:
“İnsanlar madenler gibidir. Anlarlarsa, cahiliyye devrinde iyi olanlar, İslam devrinde de iyi olurlar.” (Buhari,3383 ve Muslim)
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, Kurayş’in eziyetlerinden bunalan ashabına hitaben buyurduğu şu sözler de bunu desteklemektedir:
“Habeşistan’a gitseniz. Orada kimseye haksızlık yapmayan adaletli bir kral vardır.”
Gerçekten de henüz kafir olmasına rağmen Necaşi haksızlık yapmadı ve hicret edenleri geri getirmek için giden Kureyş heyetine Müslümanları teslim etmedi. O zaman Necaşi, henüz Müslüman değildi.
İbnu’d-Dığne, Ebu Bekir’in Radıyallahu Anhu yola çıktığını gördüğünde ona şöyle söylemiştir:
“Ey Ebu Bekir, senin gibi biri ne çıkar, ne de çıkarılır... Sen benim komşumsun, dön ve memleketinde Rabb'ine ibadet et.” ( Buhari, 3905, As bin Vail’in Ömer İbnu’l-Hattab’ı koruması altına alması konusunda da bakınız: Buhari, 3864-3865.)
O, Ebu Bekir’in komşusu ve muşrik biriydi. Bunun gibi kafirler arasında da zulümden nefret eden, mazlumun ve darda kalanın imdadına yetişen insanlar olduğunu gösteren örnekler çoktur. Ancak şuna dikkat edilmelidir ki, biz, kanunlardan söz etmiyoruz. Sadece bu kanunlarla hükmeden hakimlerden, bazen haksızlığı önlemek veya hakları geri vermekte yetki ve otoritelerini kullanan insanların olduğunu söylüyoruz.
Ancak İbnu’d-Dığne’nin, Ebu Bekir’i Radıyallahu Anhu himaye etmesi, onun hakkındaki küfür hükmünü değiştirmediği gibi, bu tağuti kanunlarla hükmeden insanların, bazen mazluma yardımda bulunmaları, haklarındaki hükmü değiştirmez ve görevlerinde kalmalarını caiz veya mubah kılmaz.
Bizim söylediklerimiz bununla ilgili değildir. Biz sadece bu gibi insanlara ve hükmettikleri kanunlara insanları başvurmaya mecbur bırakan, onlardan yardım almaya iten tê’viller, haklı sebepler ve gerekçeler ile ilgili olup, bu sebeplerden dolayı, bu kurumlara müracaat eden insanların tekfir edilmelerinin doğru olmadığını söylüyoruz.
Müslümanın, koruyacak ve ahkamına başvuracak İslami bir otorite ve mahkemenin bulunmadığı bir ortamda, zaruret durumunda, kendisini koruyan, haksızlıktan kurtaran veya başka bir kafirin haksızlığına karşı destekleyen ve kendisine gelecek kötülüklere göğüs geren bir kafirin korumasına sığınması, hiçbir şekilde tağutun hükmüne başvurmak anlamına gelmez.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kafirler tarafından kurulmasına rağmen Hılfu’l-Fudul hakkındaki övücü sözlerini daha önce aktarmıştık.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, küçük yaşta tanık olduğu o ittifak hakkında şöyle buyurur:
“Kırmızı develerimin olmasını ona tercih etmem.
İslam’da da böyle bir şeye çağrılsam kabul ederim.” (Ebu Davud, Hakim ve Beyhaki rivayet etmiştir.)
Bu ittifak, câhiliyye devrinde, oluşturdukları güç ve imkan sayesinde mazluma yardım, haksızlığa uğrayanı destekleme ve haklarını geri verme konusunda aralarında sözleşen kişilerden oluşuyordu. Bu ise, İslam’ın kuvvet ve devlet olmadığı, Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem henüz peygamber olmadığı ve bu kurumun mucerred bir câhiliyye kurumu olduğu bir dönemde idi.
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bu ittifakı övmesi, İslam’ın devlet olmadığı bir dönemde kafirlerin veya zalimlerin saldırılarına karşı haklarını korumak, gasbedilen hakları geri almak, haksızlığı gidermek ve can, mal veya namusa yönelik yapılan tecavüzün önüne geçmek için mustad’af Müslümanın da böyle yerlere ve benzerlerine başvurmasında sakınca olmadığını gösterir.
Haram veya küfür olması bir yana, bunda en ufak bur sakınca olsaydı, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu överken bunu da belirtirdi.
Çünkü Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmetin en takvalısı ve dini konusunda en dikkatli olanıdır. Sakındırmadığı bir kötülük de olmaz.
Bizim savunduğumuz ve küfür olmadığını söylediğimiz şey, bu tür durumlarda bir yardım isteme ve destek aramadır. Değilse, kafir tağutların kanun ve hükümlerine başvurmayı veya muvahhid Müslümanlara karşı onlardan yardım istemeyi ve mahkemelerine başvurmayı mutlak olarak caiz görmemiz asla söz konusu değildir. Böyle bir şeyi hiçbir zaman söylemedik.
Müslümanda, hiçbir otoriteden korkmadan ve tağutların baskısından çekinmeden kendisini Allahu Teala’nın hükmüne başvurmaya ve ona radı olmaya sevk edecek kadar iman, takva ve din duygusu olması gerekir. Kişi, hakkını, hasmı ancak kafirlerin mahkemelerinde yargılanmayı kabul ettiği halde, tağutların mahkemesine gitmeden de alabileceğini biliyorsa ve buna rağmen tağutun mahkemesine kendi isteği ve iradesiyle giderse, yukarıdaki ayetin nüzul sebebi kapsamına girer ve o manzara içinde yerini almış olur.
Uğradığı haksızlığı gidermek ve davayı çözmek için mevcut olan İslam yönetiminin mahkemesine ve Allahu Teala’nın hükmüne davet edildiği halde, bunu kabul etmeyip reddeden kişiler, Allahu Teala’nın şu ayetlerinin kapsamına girmektedirler:
“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine ve Rasul’e gelin’ denildiği zaman, münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün” 4 Nisa/61,
“Hayır; Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” 4 Nisa/62
Tekfir konusunda aşırıya giden kimileri, avam kesimden olan Müslümanları protesto etmede aşırıya kaçmış, sıkıştırmış ve güçlerinin yetmediği şeyleri onlara yüklemişlerdir. Hatta bu mahkemelerde duruşmaya katılmasını, istendiği veya arandığı için bu yönetimlerin karakollarına girmesini bile yasaklamış, bundan kaçınmalarını, kaçıp gitmelerini, aksi halde kafir olacaklarını söylemişlerdir.
Halbuki özellikle gücün olmadığı dönemlerde ve yaşadığımız şartlarda buna herkesin gücü yetmez. İnsanlar zaruret ve eziyetlere katlanma konusunda farklıdırlar. Fakihler aç kalınması halinde, yeterli dirence sahip olan kişilere caiz görmedikleri bazı hususları, direnci olmayan ve yaşlı için caiz görürler. Nitekim ikrahın derecesinde de insanlar farklı farklıdır. Bu nedenledir ki her durum ve makam için söylenecek söz de farklıdır.
Günün birinde tek başına olduğu halde kavmine meydan okuyan ve alevli ateşlerine aldırış etmeyen İbrahim Aleyhisselam, başka bir zamanda kendisinin ve eşinin mustad’af olduğunu kabul etmiş ve Sare’yi çağıran kafirin isteği hakkında kendisini mecbur ve muzdar görmüştür.
Buhari Rahimehullah, bu olayın anlatıldığı hadisi, Sahih’inin ikrah bölümüne almıştır.
Ebu Hureyre’den Radıyallahu Anhu, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“İbrahim Aleyhisselam, zevcesi Sare ile hicret yolculuğuna çıkıp, onunla bir memlekete girdi. Orada meliklerden bir melik yahud zalimlerden bir zalim hükümdar var idi.
Neticede o hükümdar, İbrahim’e; ‘Yanındaki kadını bana gönder’ diye haberci gönderdi.
Bunun üzerine İbrahim, Sare’yi o hükümdara yolladı. Sare onun yanına varınca, hükümdar Sare’den nasib almak için harekete geçti.
Sare kalkıp abdest aldı ve namaza durdu. Namazın ardından; ‘Allah’ım! Eğer ben, Sana ve Rasulü’ne iman ettim ise, benim üzerime şu kafiri musallat etme’ diye dua etti.
Bu dua ile o zalimin hemen nefesi boğulup yere düştü ve ayağı ile yere vurup debelenmeye başladı.”
Buhari Rahimehullah bu hadise, “Kadın zina üzerine zorlandığı zaman kendisine had cezası yoktur” bölümünde yer vermiştir.
Onların bu durumu ikrah kabul edilmiş ve Sare’nin zalim kişi ile başbaşa kalması kendisi veya İbrahim Aleyhisselam açısından bir kötülük olarak kabul edilmemiştir.
İbn-i Hacer Rahimehullah, alimlerin bu görüşte olduklarını belirtmiştir.
İbrahim Aleyhisselam ve eşi, kaçıp kurtulmadıkları için kınanmamış ve bundan dolayı da sorumlu olduklarını kimse söylememiştir. Çünkü bulundukları makamda, kendi durumlarını en iyi yine kendileri bilmekteydi.
Ayrıca bilinmektedir ki, kafirlere, onların mahkeme veya karakollarına yapılan her muracaat, tağutların hükmüne başvurmak veya küfür değildir.
Bununla birlikte, çoğu zaman, suçlamalar veya açılan davalar için, bu tür yerlere yapılan mucerred başvuru ile çözüm aranmaktadır. Oysa ki hiçbir sakıncası bulunmayan ve küfür ile ilişkisi de olmayan, hakem tayin etme yöntemi ile veya tarafların birbirleriyle barışması ile de bu sorunlar çözümlenebilir.
Allahu Teala, “Sulh (daima) hayırlıdır” 4 Nisa/128 buyurur. İnsanların aralarında yaptığı gizli ve kötü fısıldaşmalardan, “insanların arasını düzeltmek isteyen” 4 Nisa/114 kişinin yaptığı fısıldaşma istisna edilmiştir. Allahu Teala, Müslüman kesimler arasındaki anlaşmazlık ve çatışma hakkında da şöyle buyurur:
“..aralarını adaletle düzeltin ve (her işte) adaletli davranın.” 49 Hucurat/9
Ebu Hureyre’den Radıyallahu Anhu, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Müslümanlar arasında, haramı helal, helali de haram etmedikçe sulh caizdir.”
Ömer ibnu’l-Hattab Radıyallahu Anhu, aralarında barışmaları için hasımları geri çevirirdi. Bu nedenle fakihler, Allahu Teala’nın haklarından birinin söz konusu olmadığı bütün davalarda, hakimin, hasımları barıştırmaya çalışmasını mustehab saymışlardır.
Bilindiği gibi davalarda konu ya Allahu Teala’nın haklarından biridir veya insanların haklarından biridir ya da taraflardan birinin galip olduğu ortak bir haktır. Kulların kendi hakları için aralarında barışmaları caiz olsa da, Allahu Teala’nın hakları konusunda bunun caiz olmadığı fıkıh kitaplarında aktarılmaktadır. (İlamu’l-Muvakkıin, 1/107-108)
Câiz olan barışma, insanlar arasında genel olup, sadece karı-koca ile sınırlı değildir. İki ortak, iki hasım, iki kesim ve tartışan iki taraf arasında da barışma geçerlidir.
Eşler arasındaki anlaşmazlıkta, tarafların barışması caiz olduğu gibi, ayrılık ve anlaşmazlıktan daha hayırlı olan barışı sağlamak için taraflardan birinin hakkından vazgeçmesinin istenmesi de caizdir. Bütün anlaşmazlık ve ihtilaflar da bu şekilde, tarafların anlaşması veya birinin hakkından vazgeçmesi suretiyle anlaşma yapılarak çözülebilir. Tarafları uzlaştırmayı şeriatın caiz gördüğü ve bu meselede, helali haram kılma yahut haramı helal kılma olmadıkça hiçbir engelin bulunmadığı bilinmektedir.
İbn-i Hacer Rahimehullah şöyle der:
“Anlaşmalar çeşitlidir; Müslümanın kafir ile anlaşma yapması, eşlerin anlaştırılması, adaletli taraf ile saldırgan taraf arasındaki anlaşma, yaralama olaylarında uygulanacak anlaşma, arazi sınırları hakkında olduğu gibi diğer ortak olan şeylerde anlaşmazlık çıktığı zaman tarafların aralarının bulunması bunların misallerindendir.” (Fethu’l-Bari, 2961 nolu hadis ile ilgili)
Allahu Teala bu konuda genişlik sağlamıştır. Bunun küfür olan kanunlar veya küfür olan kanun koyma ile bir ilgisi yoktur. Bu, Allahu Teala’nın indirmediğine veya tağutun hükmüne başvurmak da değildir.
Ömer ibnu’l-Hattab Radıyallahu Anhu şöyle der:
“Allahu Teala genişletmiş ise, siz de genişletin.” ( Buhari )
Ancak, Allahu Teala’nın genişlettiği konularda insanlara genişletme yapılması, bazılarının hoşuna gitmemekte ve hakkın her zaman zorda olduğunu zannetmektedirler. Bu kesimin tipik örneği Haricilerdir. Bu nedenledir ki onlar, bu meseleleri anlamada zorlanmışlar, Ali bin Ebi Talip ile Muaviye Radıyallahu Anhuma arasında sulh yapılmasına ve meydana gelen hakem olayına itiraz etmişlerdir.
Özellikle Ali bin Ebi Talib’in barış anlaşmasında kendisi için kullanılan, “Emiru’l-Mûminin” ifadesinden ve buna benzer bazı şeylerden vazgeçtiğini ve Amr bin el-As ile Ebu Musa el-Eş’ari arasında meydana gelenleri gördüklerinde, bunun Allahu Teala’nın indirmediği hükümlere başvurmak olduğunu öne sürmüşler ve şöyle demişlerdir:
“İnsanlara hükmolundunuz. (Oysa Allahu Teala şöyle buyurur: “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir.” (5 Maide/44)
Bunun üzerine İbn-i Abbas Radıyallahu Anhuma, Ali bin Ebi Talip’in Radıyallahu Anhu sözcüsü olarak onlarla tartışmış ve Rasulullah’ın da Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hudeybiye anlaşması sırasında bazı şeylerden vazgeçtiğini ve Ali’nin Radıyallahu Anhu yaptığının da bu türden olduğunu onlara izah etmiştir.
İbn-i Abbas’ın onlara söylediklerinin bazıları şunlardır: “Allahu Teala Kitab’ında kişi ve o kişinin hanımı için şöyle buyurur:
“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şubhesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” 4 Nisa/35
Karı ve koca için caiz olan şey, Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmeti için câiz olmaz mı?
Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem ümmetinin kanı, karı ve kocanın kanından evleviyatla dokunulmaz değil midir?” (El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/281)
Bunun üzerine bazıları söylemlerinden vazgeçti. Ancak bazıları ise aynı söylemleri ve iddiaları üzere kalmaya devam etti.
Şatıbi Rahimehullah, “el-İtisam” isimli kitabında bid’at ve heva sahibi fırkaların özelliklerini belirtirken şöyle der: “Birinci özellik, Allahu Teala’nın “İşte kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun tê’viline yeltenmek için muteşabih ayetlere yapışıp, onlarla uğraşır dururlar” (3 Al-i İmran/7) ayetinde belirttiği husustur.
Ayet, dalalet ehlinin Kur’an’ın muteşabihlerine takılıp kaldıklarını belirtmektedir. (Kur’an’ın kötülediği şey, muteşabih sayılan ayetlerin anlamını bilmeye çalışmak değil, o ayetlerde gündeme getirilen ve ancak Allahu Teala’nın bildiği şeyin veya olayın ne olduğunu, nasıl olacağını ve ne zaman olacağını anlamaya çalışmaktır. Halbuki bu, ğayb bilgisi olup Allahu Teala’nın bildirmediği sürece insanların bilmesi mümkün değildir. Yoksa müteşabih olarak adlandırılan ayetlerin lafız olarak anlamını bilmeye çalışmak, diğer ayetleri anlamaya çalışmak gibi gerekli ve iyidir.)
Muteşabih olan ayetler, manası herkes için açık olmayan ayetlerdir. Bunlar bazen, mücmel lafızlar gibi, hakiki müteşabih şeklindedir ve bazen de izafi müteşabih şeklindedir.
İzafi muteşabih ise, ilk anda anlamı açık gibi görünse de, hakiki anlamının bilinebilmesi için başka bir delile ihtiyaç duyulur. Haricilerin, hakem tayin etmenin batıl olduğuna dair, “Hüküm ancak Allah’ındır” (6 En’am/57) ayetini delil göstermeleri, izafi muteşabihe sarılmanın misallerindendir.
Ayetin zahiri, onların yaptıkları bu delillendirmeyi doğrular gibi olsa da, ayrıntılara inildiği zaman, açıklamaya muhtaçtır.
Bu açıklama ise, İbn-i Abbas’ın Radıyallahu Anhuma söylediğidir. Çünkü hükmün Allahu Teala’nın olması, hakem tayin ederek de olabilir. Zira hakem tayin etmek ile emrolunmuşsak, onunla hüküm vermek de Allahu Teala’nın hükmüdür.” (İlamu’l-Muvakkıin, 2/264-265, özetle)
Eşler arasında sulhun yapılması meşrudur. Allahu Teala, taraflardan birinin alacağı hakların bir kısmından vazgeçmesi şeklinde kişilerin anlaştırılması, savaşta alınan esirler konusunda, komutanın veya yöneticinin, bu esirleri öldürmesi, gaziler arasında paylaştırması, serbest bırakması veya fidye karşılığında salıvermesi konusunda muhayyer bırakılması gibi meselelerde insanlara genişlik ve kolaylık sağlamıştır.
Sad bin Muaz’ın Beni Kureyza hakkında hakemlik yapması da bu türdendir. Onun hakem olarak tayin edilmesi kabul gördü ve o da savaşçı erkeklerinin öldürülmesi, kadın ve çocuklarının esir alınmasına hükmetti.
Bunun üzerine Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem, “Onlar hakkında Allahu Teala’nın hükmü ile hükmettin” buyurdu. (Muttefekun aleyhi)
Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, ordu komutanlarına yaptığı tavsiye ile ilgili Bureyde hadisinde şöyle geçmektedir:
“Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir ordunun veya seriyyenin başına komutan tayin ettiği zaman, Allahu Teala’ya karşı muttaki olmasını bildirir, beraberindeki Müslümanlara da hayır tavsiye eder ve sonra şunları söylerdi:
“..Eğer bir kale ahalisini kuşattığında onlar, senden Allahu Teala’nın hükmünü tatbik etmeni isterlerse sakın onlara Allahu Teala’nın hükmünü tatbik etme, lakin kendi hükmünü tatbik et. Zira Allahu Teala’nın onlar hakkındaki hükmüne isabet edip etmeyeceğini bilemezsin.” ( Muslim ve Ahmed rivayet etmişlerdir)
Böyle demesinin sebebi, komutanın veya emirin değişik alternatifler arasında içtihad etme ve tercih yapma serbestisi olmasıdır.
Sulh ve hakem tayini ile ilgili olarak şu olay da nakledilir:
Ebu Şurayh, halkı ile beraber Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem yanına geldiklerinde, insanların ona Ebu’l-Hakem dediklerini duydu.
Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onu yanına çağırdı ve şöyle buyurdu:
“Şubhesiz hakem Allah’tır. Sana niçin Ebu’l-Hakem diyorlar?”
Bunun üzerine o; “EyAllah’ın Rasulü, kavmim bir konuda ihtilaf ettikleri zaman bana gelirler, ben de aralarında hüküm veririm ve iki taraf da razı olur.”
Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem; “Ne güzel. Oğullarının arasında en büyük olanı kimdir”
dedi.
O: “Şurayh” diye cevap verdi.
Allah Rasulü Sallallahu Aleyhi ve Sellem;
“O zaman sen Ebu Şurayh ol” diye buyurdu. (Ebu Davud, Nesai, Buhari, Edebu’l-Mufred)
Ebu Şurayh, İslam’a girmeden önce kavmi içerisinde hakemlik yapardı. ( İbn-i Abdilber, El-İstiab, 4/97, İbn-i Sa’d, Tabakat, 6/49 )
Bu nedenle cahiliyye devrinin hakemlerinden sayılmış ve Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onun yaptıklarını
beğenmiştir. Böyle bir şey Allahu Teala’nın indirdiğinden başkasıyla hükmetmek olsaydı, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem ona karşı çıkar ve hiçbir şekilde tasvip etmezdi.
Bütün bunlar, sulhun caiz olduğuna, bunun, tağutun hükmüne başvurmak veya Allahu Teala’nın indirmediği ile hükmolunmak olmadığına ve helali haram veya haramı helal kılmadığı sürece hakemlik makamında bir kafirin bulunmasının haram olmadığına dair delil niteliğindedir.
Eşler arasında sulh yapılması ile ilgili olarak Allahu Teala’nın şu ayeti de bunu desteklemektedir:
“Eğer karı kocanın aralarının açılmasından korkarsanız,
erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmak isterlerse Allah aralarını bulur; şüphesiz Allah her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır.” (4 Nisa/35)
Bilindiği gibi kadın, radı olacağı hakemi seçmekte serbesttir. Kadın, kitab ehlinden ise, kitap ehlinden olan birisini kendisi için hakem olarak tayin etme hakkına sahibdir.
Muhammed bin İbrahim Al’uş-şeyh şöyle der:
“Aşiret büyüklerinin karara bağladığı şeylere gelince; bu sulh yolu ile olmuş ve haramı helal veya helalı haram kılmamışsa, helaldir. Ancak hüküm vermek suretiyle olursa, helal olmaz. Çünkü aşiret liderleri genellikle cahildir ve şer’i ahkamı bilmezler. Onların (helal veya haram konusunda) hükmüne başvurmak, tağuta başvurmak kabilinden olur.” (Muhammed bin İbrahim, Fetava ve Resail, 12/292)
Bütün bunlardan da anlaşılmaktadır ki Allahu Teala’nın düşmanlarının bazı kurumlarında veya mahkemelerinde yapılan her duruşma kişiyi küfre götüren muhakeme sayılmaz. Ayrıca kişi, kendi hakkında açılan bazı duruşmalara katılmazsa, işleri daha karmaşık ve zor bir hale gelir ve cezası da katlanır. Hakkındaki suçlama ise batıl yolla kendisi hakkında sabit olur. Ğıyabi verilen hükümlerin vicahi hükümlerden daha katı ve fazla olduğu da unutulmamalıdır. Müslüman, iki zarardan, en asgari olanını tercih ederek bu zararı kendinden savmakla yükümlüdür. Bu ise çok yönlü olarak tê’vil ve içtihada açık büyük bir konudur. Dolayısıyla böyle durumlarda, mahkeme veya karakolda duruşmaya katılmak, tağutun hükmüne başvurmak değil, sadece haksız ve saldırgan kişiyi defetmek, mümkün olduğu kadar suçlamayı kabullenmemek ve zararı önlemeye çalışmaktır.
Bu konu ile ilgili olarak misal olmaya uygun olaylardan biri de, kendilerini teslim almak için gelen Kurayş heyeti ile birlikte, Cafer ve arkadaşlarının Radıyallahu Anhum, henüz Müslüman olmayan Habeşistan kralı Necaşi’nin önünde duruşmaya katılmaları, içlerinden hiçbirinin kralın karşısına çıkmayı reddetmemesi ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem böyle davrandıkları için onları kınamamasıdır. ( İbn-i Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, Ebu Nuaym ve Beyhaki, Delail kitaplarında birbirini takviye eden senetler ile rivayet etmişlerdir. Necaşi’nin onlara eman verdiği, desteklediği ve Kureyş’e teslim etmediği belirtilmektedir.)
Yusuf’un Aleyhisselam, sarkıntılıkla suçlayan kadına karşı söyledikleri de bunun misallerindendir.
Allahu Teala şöyle buyurur:
“Kadın dedi ki: ‘Senin ailene kötülük etmek isteyenin cezası, zindana atılmaktan ya da acıklı bir işkenceden başka bir şey midir?’ (Yusuf), ‘Hayır o kendisi benim nefsimden (murad almak) istedi’ dedi. Kadının akrabasından biri şöyle şahitlik etti. Eğer onun gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylemiştir, o ise yalancılardandır. Eğer onun gömleği arkadan yırtıldıysa, kadın yalan söylemiştir. O ise doğru söyleyenlerdendir.” ( 12 Yusuf/25-27)
Yusuf Aleyhisselam, kafir bir toplumda kendini savunmakta, birileri ona şahitlik yapmakta ve sonunda da beraat etmektedir. Bundan daha açık olanı ise, Yusuf’un Aleyhisselam hapishanedeyken yaptığıdır.
Allahu Teala şöyle buyurur:
“Onlardan, kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: ‘Beni efendinin yanında an.’ ( 12 Yusuf/42)
Kafir olan ve küfür kanunları ile hükmeden Mısır kralının, başka dine mensup olması, Yusuf’u Aleyhisselam, kendisini ona hatırlatacak ve haksız yere mazlum olarak hapishaneye atıldığını bildirecek birini ona göndermekten alıkoymamıştır. Belki onu hapisten çıkaracak, mağduriyetini giderecek ve hapishaneye atıldığı suçlamadan beraat ettirecek ümidiyle bunu yaptı. Bu durum, Kral onu yanına çağırdığı zaman kendini savunmaktan ve suçsuzluğunu ortaya koymaktan da kendisini alıkoymamıştır. Bu nedenle Yusuf Aleyhisselam, kendisine gelen elçiye şöyle dedi:
“Efendine dön de ona, ‘Ellerini kesen o kadınların zoru neydi’ diye sor.”( 12 Yusuf/50)
Yusuf Aleyhisselam, kafir krala, suçsuz olduğunu göstermek için uğradığı haksızlıktan şikayet etmekte ve mağduriyetini dile getirmektedir.
Yusuf’un Aleyhisselam bu yaptığı ile, avamdan olan Müslümanları tekfir eden aşırıların yaptığı arasında ne kadar da fark bulunmaktadır.
Bütün bunları masum bir peygamber yapmaktadır. Bütün peygamberler Tevhid’i korumak ve dini sadece Allahu Teala’ya halis kılmak için gönderilmişlerdir. Bilindiği gibi bütün peygamberlerin daveti Tevhid’e olmuştur.
Allahu Teala’nın peygamberi olan Yusuf’un da Aleyhisselam buna muhalefet etmesi ve ataları İbrahim, İshak ve Yakub’un Aleyhimisselam dininden bir adım sapması düşünülemez. Nasıl olsun ki, Allahu Teala onu tenzih etmiş ve bunun dışındaki daha basit şeylerden de onu korumuştur.
Allahu Teala şöyle buyurur:
“Andolsun ki kadın ona meyletti. Eğer Rabb'inin burhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti. İşte böylece biz, kötülük ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için (delillerimizi gösterdik). Çünkü o ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.”( 12 Yusuf/24)
Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki bu gibi durumlarda Tevhid ehli için bir sakınca bulunmamaktadır. Kafirlerle, tağutlarla, polis, jandarma, gardiyan, hakim ve mahkeme ile olan her ilişkinin de tağutların hükmüne başvurma sayılması ve Tevhid’e aykırı olması gerekmez.. Onlara yapılan her başvuru yahut her duruşmanın da küfür olması gerekmez.
Bu konuda ayrı ayrı değerlendirme yapmak gerekir. Bu işlerden bazısı, yardım istemek türündendir. Bunun hükmünün ne olduğunu yukarıda belirttik. Bazısı ise sulh kabilindendir ki bunun da hükmünü belirttik. Bazısı da kişinin canını koruması veya iki zarardan hafif olanını tercih ederek büyük olanı defetmesi kabilinden olabilir ki, bu da kişinin içtihad edeceği bir meseledir.
Bazısı onları hakem tayin etmek kabilinden olabilir. İşte bunun küfür olan tağuta muhakeme veya Allahu Teala’nın genişlik tanıdığı idari işlerden olup olmadığına bakmak gerekir. Bunun üzerinde ise aşağıda duracağız inşeAllah.
Bunu yapan kişinin ikrah altında olup olmadığına, kendi tê’villerine, ümmetin ezilmişliğine ve İslam hükmünün otoriteden yoksun bulunduğuna bakmak gerekir.
Şubhesiz tağuta muhakeme olmak veya yasak olan, kafirlere meyletmek kapsamına girmeyen bu işlerden zararlı veya yararlı olan şeyleri Müslümanın kendisi daha iyi bilir. Muslim’in, Ebu Hurayra’den Radıyallahu Anhu merfu olarak rivayet ettiği hadiste şöyle geçmektedir:
“Sana yararlı olan şeyde titizlik göster, Allahu Teala’ya dayan ve aciz olma. Başına bir şey gelirse, şöyle şöyle yapsaydım deme. Çünkü bu, şeytanın işinin kapısını açar. Ancak şunu söyle: Allah’ın takdiri böyledir ve o istediğini yapar.”
Dolayısıyla, Müslümana düşen, güzel hesab yapması, haksızlık yapmadan işleri miktarlarıyla değerlendirmesi, maslahata bakması ve zararlar arasında karşılaştırma yapmasıdır. Yaptığı değerlendirmede Allahu Teala’nın düşmanlarının, Allahu Teala’nın dinine musallat olduğunu veya gücünün yetmediği şeyi kendine yüklediğini görürse, Müslümanın kendisini zelil etmesi ve böyle durumlarda onlara kendini teslim etmesi doğru olmaz. Çoğu zaman kaçmak kurtuluştur.
Her Müslüman kendi durumunu, sıkıntılarını ve zaruretlerini daha iyi bilir. Bulunduğu durumda fayda ve zararı ölçer. Her makam için söylenecek söz farklıdır. Allahu Teala, bu ümmete bir kurtuluş yolu açıncaya kadar Müslümanın zararı kendisinden uzaklaştırması gerekir.
Buhari’de, “Kitabu’l-Cihad ve’s-Siyer” bölümünde, Ensar’dan Asım bin Sabit seriyyesi olayı anlatılmaktadır.
Bu olayda, sahabeden Radıyallahu Anhum bazıları, kafirlerin söz ve anlaşmalarına bakarak, kendisini onlara teslim edebileceği yönünde içtihad etmiş ve yine bazıları da öldürülünceye kadar kafirlerin söz ve anlaşmalarına bakılmadan çarpışılması gerektiğini tercih etmiştir. (Buhari, 3045, Fethu’l-Bari, Mağazi, 4086)
Yine Buhari’nin, “Kitabu’l-İman” bölümünde Ebu Said el-Hudri’den Radıyallahu Anhu rivayet ettiğine göre Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
“Kişinin en hayırlı malının, peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dinini fitnelerden kaçırmış olur.”
Şeyh Ebu Makdisi ; TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA 30 RİSALE -İdari Sisteme Uymak Ve Muhakeme Olmak İle, Kafir Kanunlarla Muhakeme Olmak Arasında Ayırım Yapmamak...S....53