Şeyhulislam İbn Teymiyye : Yezid b. Muaviye b. Ebu Sufyan
Yezid Hakkında Farklı Görüşler:
Şeyhulislam -Allah rahmet etsin şöyle dedi:
İnsanlar, Muaviye b. Ebi Sufyan'ın oğlu Yezid hakkında ikisi aşırı, mutedil olmak üzere üç fırkaya ayrıldılar:
Aşırılardan birincisine göre;
O, munafık bir kafir îdi. Rasulullah'a (s.a.v.) olan kinine su serpmek, ondan intikam almak Bedir gazvesinde ve diğer savaşlarda Ali b. Ebi Talib ve diğerlerinin eli üzere öldürülen dedesi Utbe, dedesinin kardeşi Şeybe, dayısı Utbe'nin oğlu el-Velid ve diğer akrabalarının öcünü almak için Rasulullah'ın torunlarını öldürmeye çalıştı.
Dediler ki: Bu yaptığı Bedir savaşından kalma bir kin ve cahiliye damarıdır. Onun dili üzere de şöyle bir şiir söylerler:
" O yüklü develer görüldüğünde ve o başlar Cirun tepesinde yükseldiğinde,
Karga öttü. İster öt ister ötme dedim.
Ben Peygamber den alacağımı aldım."
Yine İbn ez-Ziba'ra'nın Uhud günü söylediği şu şiirini okuduğunu söylerler:
"Keşke Bedir'deki büyüklerim göreydi
Hazrec'lilerin atılan oklardan nasıl korktuklarını.
Büyüklerinden bir çoğunu öldürdük
Bedir'e karşılık olsun diye tam da karşılık oldu."
Ve buna benzer daha nice şeyler söylediler.
Rafizi'ler için böyle sözler söylemek kolaydır. O Rafizi'ler ki Ebu Bekir, Ömer ve Osman gibilerini bile tekfir ederken, elbette Yezidi' tekfir etmek onlar için çok daha kolaydır.
Aşırı fırkaları ikincisi ise,
Yezid'i salih bir kişi ve adil bir imam sanırlar. Onlara göre o, Rasulullah (s.a.v.) döneminde doğmuş "sahabe"dendir. Rasulullah onu eline almış ve ona dua etmiştir.
Bazen onu Ebu Bekir ve Ömer'den üstün tutarlar. Aralarında onun bir Peygamber olduğunu söyleyen de olmuştur.
Şeyh Adiy veya Hasan el-Maktul'un dilinden yalan uydurarak şöyle dediğini naklederler:
"Yezid hakkında tereddüde düştüklerinden dolayı yetmiş velinin yüzü kıbleden alıkonmuştur."
Bu gibi sözleri Adaviyye tarikatının aşırıları ile Kürtler ve benzeri sapıklar söylerler.
Oysa Şeyh Adiy, Umeyyeoğullar'indan salih, zahid ve fazıl bir kişiydi. O, ancak Şeyh Ebu'l-Ferec el-Makdisi ve benzerlerinin davet ettiği tarikata davet ederdi.
Akidesi, şeyhinin akidesine uygundu. Fakat sonradan tarikatlarına mevzu hadisler, batıl teşbih.
Şeyh Adiy ve Yezid konusunda aşırılıkla, Rafizilere saldırı hususunda birtakım aşırılıklar; Rafizi'lerin tevbesinin kabul edilmeyeceği ve benzeri yalan ve sapıklıklar ilave edildi.
Az bir aklı, geçmişlerin hal ve tavırları konusunda az bir bilgisi olan, bu iki gömsün de batıl olduğunu bilir. Bu sebepledir ki sünnete bağlılıklarıyla bilinen ilim ehlinden, değerlendirme kabiliyeti olan akıl erbabından hiç kimse bu iki görüşe de ihtilaf etmemiştir.
Üçüncü görüş ise şöyledir;
O, müslüman sultanlardan olup hem iyilikleri, hem de kötülükleri vardır. Osman'ın (r.anh) hilafeti döneminde doğmuştur. Kafir değildir. Ne var ki kendisi sebebiyle Huseyin (r.anh) şehid edilmiş ve Harra baskını vuku bulmustur. Ne sahabi, ne de Allah'ın salih kullanndandı. Akıl, ilim, Sünnet ve Cemaat ehlinin hepsinin görüşü budur.
Sonra Yezid konusunda üç fırkaya ayrılmışlar.
Bir fırka onu lanetlemiş; bir fırka onu sevmiş ve birisi de ona ne sövmüş, ne de onu sevmiştir.
İmam Ahmed'den ve onun ashabı ile diğer müslümanlardan mutedil olanların hepsinden nakledilen, sonuncu görüştür.
İmam Ahmed'in oğlu Salih şöyle diyor:
"Babama dedim ki: Bir topluluk Yezid'i sevdiklerini söylüyorlar.
"Ey oğul dedi, Allah'a ve ahiret gününe inanan, Yezid'i sever mi?"
"O halde niçin onu lanetlemiyorsun?" dedim.
Ey oğul dedi, babanın bir kimseye lanet ettiğini hiç gördün mü?
Mehna şöyle demektedir: Yezid b. Muaviye b. Ebi Sufyan'ı Ahmed'e sordum.
"O Öyle biridir ki, Medine'de yaptığını yaptı" dedi.
"Ne yaptı?" dedim.
"Rasulullah'in (s.a.v.) ashabından bazısını öldürdü ve bunun dışında birtakım şeyler yaptı" dedi.
"Başka ne yaptı?" dedim.
"Medine'yi yağmaladı" dedi.
"Kendisinden hadis nakledilir mi?" dedim.
"Hayır, kendisinden bir hadis bile nakledilmez" dedi.
Kadı Ebu Ya'la ve başkaları da aynı şeyi zikrederler.
Ebu Muhammed el-Makdisi'ye Yezid'in durumu sorulduğunda:
"Bana ulusan şey o ki kendisine ne sövülür ne de sevilir" dedi.
Bize de ulaşan o ki, dedemiz Ebu Abdillah b. Teymiye'ye Yezid'in durumu sorulduğunda: Ne eksilt, ne de arttır, demiştir. Yezid ve benzerleri hakkında söylenecek en adil ve en güzel söz budur.
Kendisine sövülmemesi ve lânetlenmemesi meselesine gelince; lanetlenmesini gerektiren bir fıskının bulunmaması, ya da tahrimen veya tenzihen belli bir fasığın bizzat lânetlenmeyeceği sebebiyledir.
Buhari'nin Sahih'inde, Ömer'den (r.anh) nakledilen "Hımar" isimli zatın kıssasında, bu zatın tekrar tekrar içki içtiği ve bunun için kırbaçlandığı (celd) bunun üzerine sahabeden biri Hımar'ı lanetleyince Rasulullah'in (s.a.v.):
"Ona lanet etme, çünkü o, Allah ve Rasulunu sever" (Ahmed, 4 / 115) buyurduğu sabittir.
Yine şöyle buyurmuştur: "Mûmine lanet okumak, onu öldürmek gibidir." (Buhari, Edeb, 44; Muslim, Eyman, 176)
Oysa Rasulullah (s.a.v.) içkiyi ve içki içeni lanetlemiştir. Böylece Rasulullah (s.a.v.) genel olarak içki içeni lanetlediği halde sahih hadiste içki içen şu belli şahsı lanetlememiştir.
Aynı şekilde yetimlerin mallarını yiyen, zina eden ve hırsızlık yapanlar hakkındaki cezalarla ilgili nasslar genel olmakla birlikte bu gibi şeyleri yapan bir kimsenin bizzat Cehennem ehlinden olacağını kesin olarak söyleyemeyiz. Çünkü ya tevbe etmesi, ya günahları bağışlatan iyilikler işlemesi, ya günahları bağışlatan musibetlere uğraması ya makbul şefaat ya da başka yerlerde anlattığımız diğer sebeplerden dolayı tercih edici bir engel sebebiyle o genel nassların gereğinin gerçekleşmemesi mümkündür. Böylece lanetlenmemesinin üç gerekçesi zikredilmiş oldu.
Onu lanetleyenlere gelince, bunlardan bir kısmına göre onu lanetlememek, lanetlenmesinin caiz olmadığından değil, sair mubah sözleri terketme nevilidendir.
Onu sevmeye gelince, çünkü özel sevgi ancak peygamberler, sıddikler, salihler ve şehidler için olup kendisi bunların hiçbirinden değildir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.): "Kişi, sevdiğiyle beraberdir" (Buhari, Edeb: 96; Muslim, Birn 165; Tirmizi, Zuhd: 50) buyurmuştur.
Allah ve ahiret gününe inanan bir kimse ise, ne Yezid, ne benzeri adil olmayan herhangi bir sultanla beraber olmak ister.
Yezidi sevmemenin de iki gerekçesi vardır;
Birincisi; sevilmesini gerektiren salih amelleri yoktur. Zorba sultanlardan biri olarak kalmıştır. Böyle kimseleri sevmek meşru değildir. Bu gerekçe ve fâsıklığı kendisi indinde sabit olmadığını söyleyenin gerekçesi kanaatimce tevile musaittir.
İkincisi: Hal ve tavırlarında zalimliğini ve faşıklığını gerektiren hususlar kendisinden sadır olmuştur. Huseyin'in (r.anh) durumu ve Harre halkının durumu gibi.
Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi, Keyelherrasi ve başka alimlerin onu lanetlemelerine gelince lanetlenmesini mubah kılan fiileri işlemesi sebebiyledir. Ayrıca onlar o bir fasıktı ve her fasık lanetlenir, ya da fasıklığına hukmolunmasa bile masiyet sahibinin lanetlenebileceği görüşünde olabilirler. Nitekim Sıffin savaşına katılanlar Kunut duasında birbirlerini lanetlemişlerdir.
Ali ve taraftarları namazdaki Kunut dualarında Şam halkından bazı kimseleri şahıslarını zikrederek lanetlerken, aynı şekilde Şamlılar da karşı tarafı lânetlemişlerdir. Oysa savaşan her iki taraf da: adil olanları da, baği olanları da caiz tevil ehlindendir ve onlardan hiçbiri fasık olarak nitelenemez.
Sair fasıklar lanetlenmese de, işlediği büyük günahların özelliği sebebiyle lanetleniyor da olabilir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.), bazı masiyetleri işleyenleri genel olarak lanetlediği gibi hepsini olmasa da bazı a'sileri şahıs olarak laneti emiştir. Bunlar da, laneti edilmesinin üç gerekçesidir.
Sevilmesini caiz gören veya onu seven Gazali ve Dusti'nin görüşlerine gelince, bunların da iki gerekçesi vardır:
Birincisi: O, sahabe döneminde ümmetin idare görevini yürütmüş ve sahebeden hala hayatta olanların kendisine tabı oldukları bir müsiümandır. İyi birtakım hasletleri vardı. Hoş karşılanmayan Harre olayı ve diğer; hususlarda kendisine göre tevilleri vardı. O, hata etmiş bir muctehiddir, derler. Ayrıca diyorlar ki: Harre halkı, kendileri başta ona biati bozmuşlardı. İbn Ömer ve başkaları Harre halkının bu tavırlarının yanlış olduğunu söylemişlerdir. Huseyin'in (r.anh) öldürülmesine gelince. Yezid ne böyle bir şeyi emretmiş, ne de kınamıştır. Huseyin'in (r.anh) başı kendisine değil. İbn Ziyad'a götürülmüştü.
İkincisi: Buhari'nin Sahih'inde İbn Ömer'den yaptığı bir rivayette Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu sabittir;
"Kostantiniyye (İstanbul) üzerine yürüyen ilk ordunun günahları bağışlanmıştır."
Kostantiniyye "ye sefer yapan ilk ordunun komutanı, Yezid idi,
Meselenin gerçeği şu ki: Bu görüşlerin her ikisinde de içtihad geçerlidir. Çünkü masiyetleri işleyen birini lanetlemek içtihadın geçerli olduğu bir sahadır. Hem. iyilikleri, hem de kötülükleri işleyen birini sevme hususunda da durum budur. Bilakis, bir kimsede hem övülecek, hem de yerilecek hasletlerin hem sevab, hem de günahın bir arada bulunması çelişen bir durum değildir. Aynı şekilde, hem iyilikleri. hem de kötülükleri bulunması sebebiyle bir kimseye hem rahmet okunması ve dua edilmesi ile lanetlenip sövülmesi de çelişkili bir durum değildir.
Ehl-i Sünnet, -Cehennem'e girseler yahut girmeye mustahak olsalar bile- din ehli fasıkların eninde sonunda Cennet'e gireceleri, böylece hem sevab, hem de cezayı bir arada bulunduracakları konusunda ittifak halindedirler. Ancak Mu'tezile ve Hariciler buna karşılar. Onlara göre mukafatı hak eden cezayı hak etmez, ikabı hakaden de sevabı haketmez. Bu mesele meşhur olup ayrıntılara girmenin yeri burası değildir.
Bir kimseye hem duanın, hem de beddua etmenin caiz olduğu meselesi cenazeler konusunda tafsilatlı bir şekilde anlatılacaktır. Burada şu kadarını belirtelim ki: Müslümanların iyisine de facirine de rahmet okunur. Her ne kadar bunun yanında facir olanına ya şahsı veya nev'i itibariyle lanetlenebilse de durum budur. Lakin ilk durum -yani ne kendisine sövülmesi, ne de sevilmesi- daha orta ve adil bir yoldur.
İşte bu sebeple ben, büyük fitne esnasında Dımaşk'a gelen Moğol komutanına bu şekilde cevap verdim.
Benimle onun ve başkaları arasında birtakım konuşmalar geçti. Bana bazı sorular sormuştur ve ben de cevab verdim.
Sorularından biri de: "Yezid hakkında ne diyorsunuz?" şeklindeydi.
"Ona ne söver, ne de onu severiz; çünkü o, salih biri değil ki onu sevelim, ama biz, müslümanlardan herhangi birine şahsını belirterek de sövmeyiz" dedim.
Bunun üzerine: "Onu lanetlemiyor musunuz? Zalim biri değil miydi? Huseyin'i öldürmedi mi?" dedi.
Ona dedim ki: Haccac b. Yusuf ve benzeri zalimlerden söz edildiğinde Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de buyurduğu:
"İyi bilin ki Allah'ın laneti zalimlerin üzerindedir." (Hud: 18) sözüne benzer söyleriz. Herhangi bir kimseyi bizzat lanetlemeyi sevmeyiz. Ama şunu da belirtelim ki, alimlerden bir kısmı onu lanetlemiştir. Aslında bu ictihada açık bir husustur. Lakin bizim tercih edib tasvib ettiğimiz görüş budur.
Huseyin'i (r.anh) öldüren, ya da öldürülmesine yardımcı olan, buna rıza gösteren kimseye gelince; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun; Allah onu ne bağışlar, ne de affeder.
Moğol komutanı: "Ehî-i Beyt'i sevmiyor musunuz?" dedi.
Dedim ki: Aksine, onları sevmek bizce farzdır ve ifa edilmesi gereken bir görevdir. Kişi, onları sevmekten dolayı mukafatlandırılır. Çünkü Muslim'in Sahih'inde naklettiği bir rivayete göre Zeyd b. Erkam şöyle demektedir: Rasulullah (s.a.v.) Mekke ile Medine arasında "Hum" denilen bir göl yatağında bize bir hutbe verdi ve bu hutbesinde şöyle dedi:
"Ey insanlar! Size iki değerli şey bıraktım. Bunlardan biri: Allah'ın Kitabı'dır."
Allah'ın Kitabından sözetti ve ona sarılmamızı sıkı bir şekilde tavsiye etti. Sonra şöyle devam etti:
"Diğeri de: Akrabam, Ehl-i Beyt'imdir. Ehl-i Beyt'im konusunda size Allah'ı hatırlatırım." (Muslim, Fad’lu Sahabe: 36, 37)
O Moğol komutanına ayrıca şöyle dedim: Biz namazımızda her gün şöyle deriz:
''Allah'ım. İbrahim ve aline salat ettiğin gibi Muhammed'e ve aline de salat et. Şüphe yok ki Sen, övülensin, azamet ve celal sahibisin. Allah'ım, İbrahim ve alinin feyiz ve bereketini arttırdığın gibi Muhammed ve âli'nin feyiz ve bereketini de arttır. Şubhe yok ki Sen, övülensin, azâmet ve celal sahibisin."
O zaman Moğol komutanı; "Peki onlara buğz besleyenler kim?" dedi.
Dedim ki: "Kim onlara buğz besliyorsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Allah onu ne bağışlar, ne de afveder."
Sonra Moğol vezire sordum: "Bu adam Tatar olduğu halde niçin Yezid'i soruyor?"
"Kendisine Dımaşk halkının Nasibe'den olduğunu söylemişlerdi" dedi. O zaman yüksek bir sesle bağırarak şöyle dedim:
"Bunu söyleyen yalan söylüyor. Kim bu iddiada bulunuyorsa Allah'ın laneti onun üzerine olsun. Allah'a yemin ederim ki Dimaşk halkı arasında Nasibe'den kimse yoktur. Onlar arasında böyle bir kişi bile tanımıyorum. Dımaşkta Ali'ye (r.anh) dil uzatan biri çıksa müslümanlar ona gereken cevabı verirler. Evet önceleri Emeviler buralara hakim iken onlardan bazısı Ali'ye (r.anh) düşmanlık besler ve nahoş sözler söylerlerdi. Ama bugün, onlardan bir kişi bile kalmış değildir.
(İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 93-101)
Yezid Hakkında Farklı Görüşler:
Şeyhulislam -Allah rahmet etsin şöyle dedi:
İnsanlar, Muaviye b. Ebi Sufyan'ın oğlu Yezid hakkında ikisi aşırı, mutedil olmak üzere üç fırkaya ayrıldılar:
Aşırılardan birincisine göre;
O, munafık bir kafir îdi. Rasulullah'a (s.a.v.) olan kinine su serpmek, ondan intikam almak Bedir gazvesinde ve diğer savaşlarda Ali b. Ebi Talib ve diğerlerinin eli üzere öldürülen dedesi Utbe, dedesinin kardeşi Şeybe, dayısı Utbe'nin oğlu el-Velid ve diğer akrabalarının öcünü almak için Rasulullah'ın torunlarını öldürmeye çalıştı.
Dediler ki: Bu yaptığı Bedir savaşından kalma bir kin ve cahiliye damarıdır. Onun dili üzere de şöyle bir şiir söylerler:
" O yüklü develer görüldüğünde ve o başlar Cirun tepesinde yükseldiğinde,
Karga öttü. İster öt ister ötme dedim.
Ben Peygamber den alacağımı aldım."
Yine İbn ez-Ziba'ra'nın Uhud günü söylediği şu şiirini okuduğunu söylerler:
"Keşke Bedir'deki büyüklerim göreydi
Hazrec'lilerin atılan oklardan nasıl korktuklarını.
Büyüklerinden bir çoğunu öldürdük
Bedir'e karşılık olsun diye tam da karşılık oldu."
Ve buna benzer daha nice şeyler söylediler.
Rafizi'ler için böyle sözler söylemek kolaydır. O Rafizi'ler ki Ebu Bekir, Ömer ve Osman gibilerini bile tekfir ederken, elbette Yezidi' tekfir etmek onlar için çok daha kolaydır.
Aşırı fırkaları ikincisi ise,
Yezid'i salih bir kişi ve adil bir imam sanırlar. Onlara göre o, Rasulullah (s.a.v.) döneminde doğmuş "sahabe"dendir. Rasulullah onu eline almış ve ona dua etmiştir.
Bazen onu Ebu Bekir ve Ömer'den üstün tutarlar. Aralarında onun bir Peygamber olduğunu söyleyen de olmuştur.
Şeyh Adiy veya Hasan el-Maktul'un dilinden yalan uydurarak şöyle dediğini naklederler:
"Yezid hakkında tereddüde düştüklerinden dolayı yetmiş velinin yüzü kıbleden alıkonmuştur."
Bu gibi sözleri Adaviyye tarikatının aşırıları ile Kürtler ve benzeri sapıklar söylerler.
Oysa Şeyh Adiy, Umeyyeoğullar'indan salih, zahid ve fazıl bir kişiydi. O, ancak Şeyh Ebu'l-Ferec el-Makdisi ve benzerlerinin davet ettiği tarikata davet ederdi.
Akidesi, şeyhinin akidesine uygundu. Fakat sonradan tarikatlarına mevzu hadisler, batıl teşbih.
Şeyh Adiy ve Yezid konusunda aşırılıkla, Rafizilere saldırı hususunda birtakım aşırılıklar; Rafizi'lerin tevbesinin kabul edilmeyeceği ve benzeri yalan ve sapıklıklar ilave edildi.
Az bir aklı, geçmişlerin hal ve tavırları konusunda az bir bilgisi olan, bu iki gömsün de batıl olduğunu bilir. Bu sebepledir ki sünnete bağlılıklarıyla bilinen ilim ehlinden, değerlendirme kabiliyeti olan akıl erbabından hiç kimse bu iki görüşe de ihtilaf etmemiştir.
Üçüncü görüş ise şöyledir;
O, müslüman sultanlardan olup hem iyilikleri, hem de kötülükleri vardır. Osman'ın (r.anh) hilafeti döneminde doğmuştur. Kafir değildir. Ne var ki kendisi sebebiyle Huseyin (r.anh) şehid edilmiş ve Harra baskını vuku bulmustur. Ne sahabi, ne de Allah'ın salih kullanndandı. Akıl, ilim, Sünnet ve Cemaat ehlinin hepsinin görüşü budur.
Sonra Yezid konusunda üç fırkaya ayrılmışlar.
Bir fırka onu lanetlemiş; bir fırka onu sevmiş ve birisi de ona ne sövmüş, ne de onu sevmiştir.
İmam Ahmed'den ve onun ashabı ile diğer müslümanlardan mutedil olanların hepsinden nakledilen, sonuncu görüştür.
İmam Ahmed'in oğlu Salih şöyle diyor:
"Babama dedim ki: Bir topluluk Yezid'i sevdiklerini söylüyorlar.
"Ey oğul dedi, Allah'a ve ahiret gününe inanan, Yezid'i sever mi?"
"O halde niçin onu lanetlemiyorsun?" dedim.
Ey oğul dedi, babanın bir kimseye lanet ettiğini hiç gördün mü?
Mehna şöyle demektedir: Yezid b. Muaviye b. Ebi Sufyan'ı Ahmed'e sordum.
"O Öyle biridir ki, Medine'de yaptığını yaptı" dedi.
"Ne yaptı?" dedim.
"Rasulullah'in (s.a.v.) ashabından bazısını öldürdü ve bunun dışında birtakım şeyler yaptı" dedi.
"Başka ne yaptı?" dedim.
"Medine'yi yağmaladı" dedi.
"Kendisinden hadis nakledilir mi?" dedim.
"Hayır, kendisinden bir hadis bile nakledilmez" dedi.
Kadı Ebu Ya'la ve başkaları da aynı şeyi zikrederler.
Ebu Muhammed el-Makdisi'ye Yezid'in durumu sorulduğunda:
"Bana ulusan şey o ki kendisine ne sövülür ne de sevilir" dedi.
Bize de ulaşan o ki, dedemiz Ebu Abdillah b. Teymiye'ye Yezid'in durumu sorulduğunda: Ne eksilt, ne de arttır, demiştir. Yezid ve benzerleri hakkında söylenecek en adil ve en güzel söz budur.
Kendisine sövülmemesi ve lânetlenmemesi meselesine gelince; lanetlenmesini gerektiren bir fıskının bulunmaması, ya da tahrimen veya tenzihen belli bir fasığın bizzat lânetlenmeyeceği sebebiyledir.
Buhari'nin Sahih'inde, Ömer'den (r.anh) nakledilen "Hımar" isimli zatın kıssasında, bu zatın tekrar tekrar içki içtiği ve bunun için kırbaçlandığı (celd) bunun üzerine sahabeden biri Hımar'ı lanetleyince Rasulullah'in (s.a.v.):
"Ona lanet etme, çünkü o, Allah ve Rasulunu sever" (Ahmed, 4 / 115) buyurduğu sabittir.
Yine şöyle buyurmuştur: "Mûmine lanet okumak, onu öldürmek gibidir." (Buhari, Edeb, 44; Muslim, Eyman, 176)
Oysa Rasulullah (s.a.v.) içkiyi ve içki içeni lanetlemiştir. Böylece Rasulullah (s.a.v.) genel olarak içki içeni lanetlediği halde sahih hadiste içki içen şu belli şahsı lanetlememiştir.
Aynı şekilde yetimlerin mallarını yiyen, zina eden ve hırsızlık yapanlar hakkındaki cezalarla ilgili nasslar genel olmakla birlikte bu gibi şeyleri yapan bir kimsenin bizzat Cehennem ehlinden olacağını kesin olarak söyleyemeyiz. Çünkü ya tevbe etmesi, ya günahları bağışlatan iyilikler işlemesi, ya günahları bağışlatan musibetlere uğraması ya makbul şefaat ya da başka yerlerde anlattığımız diğer sebeplerden dolayı tercih edici bir engel sebebiyle o genel nassların gereğinin gerçekleşmemesi mümkündür. Böylece lanetlenmemesinin üç gerekçesi zikredilmiş oldu.
Onu lanetleyenlere gelince, bunlardan bir kısmına göre onu lanetlememek, lanetlenmesinin caiz olmadığından değil, sair mubah sözleri terketme nevilidendir.
Onu sevmeye gelince, çünkü özel sevgi ancak peygamberler, sıddikler, salihler ve şehidler için olup kendisi bunların hiçbirinden değildir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.): "Kişi, sevdiğiyle beraberdir" (Buhari, Edeb: 96; Muslim, Birn 165; Tirmizi, Zuhd: 50) buyurmuştur.
Allah ve ahiret gününe inanan bir kimse ise, ne Yezid, ne benzeri adil olmayan herhangi bir sultanla beraber olmak ister.
Yezidi sevmemenin de iki gerekçesi vardır;
Birincisi; sevilmesini gerektiren salih amelleri yoktur. Zorba sultanlardan biri olarak kalmıştır. Böyle kimseleri sevmek meşru değildir. Bu gerekçe ve fâsıklığı kendisi indinde sabit olmadığını söyleyenin gerekçesi kanaatimce tevile musaittir.
İkincisi: Hal ve tavırlarında zalimliğini ve faşıklığını gerektiren hususlar kendisinden sadır olmuştur. Huseyin'in (r.anh) durumu ve Harre halkının durumu gibi.
Ebu'l-Ferec İbnu'l-Cevzi, Keyelherrasi ve başka alimlerin onu lanetlemelerine gelince lanetlenmesini mubah kılan fiileri işlemesi sebebiyledir. Ayrıca onlar o bir fasıktı ve her fasık lanetlenir, ya da fasıklığına hukmolunmasa bile masiyet sahibinin lanetlenebileceği görüşünde olabilirler. Nitekim Sıffin savaşına katılanlar Kunut duasında birbirlerini lanetlemişlerdir.
Ali ve taraftarları namazdaki Kunut dualarında Şam halkından bazı kimseleri şahıslarını zikrederek lanetlerken, aynı şekilde Şamlılar da karşı tarafı lânetlemişlerdir. Oysa savaşan her iki taraf da: adil olanları da, baği olanları da caiz tevil ehlindendir ve onlardan hiçbiri fasık olarak nitelenemez.
Sair fasıklar lanetlenmese de, işlediği büyük günahların özelliği sebebiyle lanetleniyor da olabilir. Nitekim Rasulullah (s.a.v.), bazı masiyetleri işleyenleri genel olarak lanetlediği gibi hepsini olmasa da bazı a'sileri şahıs olarak laneti emiştir. Bunlar da, laneti edilmesinin üç gerekçesidir.
Sevilmesini caiz gören veya onu seven Gazali ve Dusti'nin görüşlerine gelince, bunların da iki gerekçesi vardır:
Birincisi: O, sahabe döneminde ümmetin idare görevini yürütmüş ve sahebeden hala hayatta olanların kendisine tabı oldukları bir müsiümandır. İyi birtakım hasletleri vardı. Hoş karşılanmayan Harre olayı ve diğer; hususlarda kendisine göre tevilleri vardı. O, hata etmiş bir muctehiddir, derler. Ayrıca diyorlar ki: Harre halkı, kendileri başta ona biati bozmuşlardı. İbn Ömer ve başkaları Harre halkının bu tavırlarının yanlış olduğunu söylemişlerdir. Huseyin'in (r.anh) öldürülmesine gelince. Yezid ne böyle bir şeyi emretmiş, ne de kınamıştır. Huseyin'in (r.anh) başı kendisine değil. İbn Ziyad'a götürülmüştü.
İkincisi: Buhari'nin Sahih'inde İbn Ömer'den yaptığı bir rivayette Rasulullah'ın (s.a.v.) şöyle buyurduğu sabittir;
"Kostantiniyye (İstanbul) üzerine yürüyen ilk ordunun günahları bağışlanmıştır."
Kostantiniyye "ye sefer yapan ilk ordunun komutanı, Yezid idi,
Meselenin gerçeği şu ki: Bu görüşlerin her ikisinde de içtihad geçerlidir. Çünkü masiyetleri işleyen birini lanetlemek içtihadın geçerli olduğu bir sahadır. Hem. iyilikleri, hem de kötülükleri işleyen birini sevme hususunda da durum budur. Bilakis, bir kimsede hem övülecek, hem de yerilecek hasletlerin hem sevab, hem de günahın bir arada bulunması çelişen bir durum değildir. Aynı şekilde, hem iyilikleri. hem de kötülükleri bulunması sebebiyle bir kimseye hem rahmet okunması ve dua edilmesi ile lanetlenip sövülmesi de çelişkili bir durum değildir.
Ehl-i Sünnet, -Cehennem'e girseler yahut girmeye mustahak olsalar bile- din ehli fasıkların eninde sonunda Cennet'e gireceleri, böylece hem sevab, hem de cezayı bir arada bulunduracakları konusunda ittifak halindedirler. Ancak Mu'tezile ve Hariciler buna karşılar. Onlara göre mukafatı hak eden cezayı hak etmez, ikabı hakaden de sevabı haketmez. Bu mesele meşhur olup ayrıntılara girmenin yeri burası değildir.
Bir kimseye hem duanın, hem de beddua etmenin caiz olduğu meselesi cenazeler konusunda tafsilatlı bir şekilde anlatılacaktır. Burada şu kadarını belirtelim ki: Müslümanların iyisine de facirine de rahmet okunur. Her ne kadar bunun yanında facir olanına ya şahsı veya nev'i itibariyle lanetlenebilse de durum budur. Lakin ilk durum -yani ne kendisine sövülmesi, ne de sevilmesi- daha orta ve adil bir yoldur.
İşte bu sebeple ben, büyük fitne esnasında Dımaşk'a gelen Moğol komutanına bu şekilde cevap verdim.
Benimle onun ve başkaları arasında birtakım konuşmalar geçti. Bana bazı sorular sormuştur ve ben de cevab verdim.
Sorularından biri de: "Yezid hakkında ne diyorsunuz?" şeklindeydi.
"Ona ne söver, ne de onu severiz; çünkü o, salih biri değil ki onu sevelim, ama biz, müslümanlardan herhangi birine şahsını belirterek de sövmeyiz" dedim.
Bunun üzerine: "Onu lanetlemiyor musunuz? Zalim biri değil miydi? Huseyin'i öldürmedi mi?" dedi.
Ona dedim ki: Haccac b. Yusuf ve benzeri zalimlerden söz edildiğinde Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de buyurduğu:
"İyi bilin ki Allah'ın laneti zalimlerin üzerindedir." (Hud: 18) sözüne benzer söyleriz. Herhangi bir kimseyi bizzat lanetlemeyi sevmeyiz. Ama şunu da belirtelim ki, alimlerden bir kısmı onu lanetlemiştir. Aslında bu ictihada açık bir husustur. Lakin bizim tercih edib tasvib ettiğimiz görüş budur.
Huseyin'i (r.anh) öldüren, ya da öldürülmesine yardımcı olan, buna rıza gösteren kimseye gelince; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun; Allah onu ne bağışlar, ne de affeder.
Moğol komutanı: "Ehî-i Beyt'i sevmiyor musunuz?" dedi.
Dedim ki: Aksine, onları sevmek bizce farzdır ve ifa edilmesi gereken bir görevdir. Kişi, onları sevmekten dolayı mukafatlandırılır. Çünkü Muslim'in Sahih'inde naklettiği bir rivayete göre Zeyd b. Erkam şöyle demektedir: Rasulullah (s.a.v.) Mekke ile Medine arasında "Hum" denilen bir göl yatağında bize bir hutbe verdi ve bu hutbesinde şöyle dedi:
"Ey insanlar! Size iki değerli şey bıraktım. Bunlardan biri: Allah'ın Kitabı'dır."
Allah'ın Kitabından sözetti ve ona sarılmamızı sıkı bir şekilde tavsiye etti. Sonra şöyle devam etti:
"Diğeri de: Akrabam, Ehl-i Beyt'imdir. Ehl-i Beyt'im konusunda size Allah'ı hatırlatırım." (Muslim, Fad’lu Sahabe: 36, 37)
O Moğol komutanına ayrıca şöyle dedim: Biz namazımızda her gün şöyle deriz:
''Allah'ım. İbrahim ve aline salat ettiğin gibi Muhammed'e ve aline de salat et. Şüphe yok ki Sen, övülensin, azamet ve celal sahibisin. Allah'ım, İbrahim ve alinin feyiz ve bereketini arttırdığın gibi Muhammed ve âli'nin feyiz ve bereketini de arttır. Şubhe yok ki Sen, övülensin, azâmet ve celal sahibisin."
O zaman Moğol komutanı; "Peki onlara buğz besleyenler kim?" dedi.
Dedim ki: "Kim onlara buğz besliyorsa Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun. Allah onu ne bağışlar, ne de afveder."
Sonra Moğol vezire sordum: "Bu adam Tatar olduğu halde niçin Yezid'i soruyor?"
"Kendisine Dımaşk halkının Nasibe'den olduğunu söylemişlerdi" dedi. O zaman yüksek bir sesle bağırarak şöyle dedim:
"Bunu söyleyen yalan söylüyor. Kim bu iddiada bulunuyorsa Allah'ın laneti onun üzerine olsun. Allah'a yemin ederim ki Dimaşk halkı arasında Nasibe'den kimse yoktur. Onlar arasında böyle bir kişi bile tanımıyorum. Dımaşkta Ali'ye (r.anh) dil uzatan biri çıksa müslümanlar ona gereken cevabı verirler. Evet önceleri Emeviler buralara hakim iken onlardan bazısı Ali'ye (r.anh) düşmanlık besler ve nahoş sözler söylerlerdi. Ama bugün, onlardan bir kişi bile kalmış değildir.
(İbn-i Teymiyye, Ashab,ı Kiram, Tevhid yayınları: 93-101)
Muâviye bin Ebu Sufyan (r.anhuma) - Şeyh Suleyman el Ulvan
Muâviye bin Ebu Sufyan (r.anhuma) - Şeyh Suleyman el Ulvan
www.islam-tr.org