Allah (cc), son nebi olarak Hz. Muhammed (sav)’i seçti. Niçin? Bir başkasını değil de neden Onu? Hangi özelliklerinden dolayı? Bu soruları düşünürken, Kerim Kitab’ın şu ayetini hatırlıyoruz: “Şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin” (Kalem 4)
Allah’ın tercih ettiği son elçinin en belirgin özelliği; Onda bulunan muhteşem ahlaktı… Ayeti celilenin öne çıkardığı Ondaki üstün zekâ, siyasi deha, cesur yürek, güçlü irade, bükülmez bilek, asalet, aşiret, ihtişam değil… Sadece, yüce ahlak… Evet bu seçimde ilahi kriter, rabbani seçenek ahlaktı…
Zaten kendisi de bu gerçeğe vurgu yapmıyor muydu?
“Şüphesiz ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”
Peygamberlerin gönderildikleri toplumları ve zaman dilimlerini incelediğimizde şu vakıayla karşılaşıyoruz; zulmün yaygınlaştığı, isyanların derinleştiği, ahlaki çöküşlerin toplumları sarstığı dönemlere denk gelir. Halıktan, hilkatten, fıtrattan ve ahlaktan kopan insanın, yeniden dirilişi için nebevi söze ve soluğa ihtiyaç doğmuştur. Nübüvvet kervanı, o süreçte devreye giriyor. Nebiler, toplumların elinden tutup onları esfelden eşrefe taşıyor…
İşte âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav)… Bu rahmetin beşeriyete yansımasının önemli göstergesi, ondaki ahlaki yücelik değil miydi?
Kur’an’ın ilk nazil olan surelerinden olan Kalem suresinde “bahçe sahipleri” kıssası anlatılır. Ahlaki mesajlar içeren bu kıssanın inzali, henüz risaletin ilk dönemine rastlar. Buradan çıkan sonuç şu olsa gerek:
Mekke cahiliyesinin o zorba yönetimi ve kesintisiz zulümleri karşısında bir avuç müminin ne askeri, ne siyasi, ne de ekonomik güçleri vardı. Ancak güç odaklarına karşı onların direncini ve sabrını bileyen ana damar, sahip oldukları ahlaki güçtü… Düşmanları çaresiz bırakan, davetlerini etkili kılan bu ahlaki donanım idi. Onlar o toplumda ahlaki duruşlar ile öne çıkmışlardı. Haksız güce karşı ahlakı kuşanmışlardı. Yüreklere yönelik seferde, böylece yol bulabiliyorlardı…
Azgın Kureyş müşrikleri başta Hz. Muhammed (sav) olmak üzere, o ilk Kur’an neslini neyle suçluyorlardı? Hangi ithamlarla incitiyorlardı? Tevhidin etkisini kırmak, mücadele alanını daraltmak için mecnun, kâhin, şair, sahir, bölücü, akılsız, ayak takımı gibi yaftalarla karalıyorlardı. Fakat hiçbir gün, ne Hz. Muhammed’e ne de onun hidayet halkasına dâhil olanlara hırsız, hain, zalim, zani, cani, fahişe, yalancı ve ahlaksız diyemiyorlardı. Zaten o, muhavvidler de öylesine yüce bir ahlakı kuşandılar ki, bunu dedirtmediler. Çünkü öyle net bir kimlikleri ve öyle güçlü kişilikleri vardı ki, bunun hilafına bir iddiada bulunmak mümkün değildi. Ahlakta Muhammedi çizgi, o bedevi insanını farklı bir zirveye taşımıştı. Muhammedi mektebin müntesipleri, eşkiyalıktan güzel ahlaka terfi etmişlerdi. Dünün haydutları bir sonraki gün, huşu ile ürperen bir yürek olmuşlardı. Sahip oldukları bu üstün ahlakla artık yeni bir medeniyetin banileri olacaklardı.
İşte bu öz, Muhammed’in ruhunda meknuz idi. Bu cevher, Onun toprağında dolu idi.
Vahyi tecelli ettiği ilk gün, Hira dönüşü O’nu karşılayan Hz. Hatice, bunu önceden keşfettiği için bu gerçeğin altını çiziyor, O’nu teselli ediyordu. Hz. Muhammed (sav) eve döndüğünde tedirgindi.
“Beni örtün, beni örtün!” buyurdu. Biraz sükûnete erince, başından geçenleri, Hz. Hatice ile paylaştı ve endişesini dile getirdi:
“Nefsim hususunda korktum” Hz. Hatice de:
“Asla korkma! Vallahi Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen, akrabalarınla ilgilenirsin, doğru konuşursun, güçsüzlerin sıkıntılarını giderir, fakirin ihtiyacını karşılar, misafirine ikram eder, hak sahibine yardım edersin” der. (Buhari, Müslim)
Yani Hz. Hatice’nin anlatmak istediği şuydu: Sen de bu insaniyet, bu adalet, bu hakkaniyet ve bu ahlak bulunduğu sürece korkma… Kimse sana zarar veremez…
Nitekim ilerleyen yıllarda Mekke, müminler için çekilmez bir raddeye gelince ufukta Habeşiştan göründü ve ilk hicret gerçekleşti. Bu ahlak ordusunun ilk çaldığı kapı, Habeşiştan oldu. Necaşi’nin ülkesinde iyi karşılandılar. Ancak yeryüzünün müfsidleri orada da onlara huzur vermek niyetinde değillerdi. Müşriklerin temsilcileri Necaşi’ye şikâyette bulunup, muhacirlerin kendilerine iadesini talep ettiler. Kral, tarafları dinledi. Cafer bin Ebi Talip, İslami kimliği şöyle savundu:
“Ey hükümdar! Biz cahiliye ehlinden insanlar idik. Putlara tapar, leş yer ve ahlaksızlık yapardık. Akrabalık bağını koparır, komşuya kötülük yapardık. Güçlümüz zayıfımızı ezerdi. Allah (cc) bize, kendimizden, nesebini, doğruluğunu, eminliğini ve iffetini bilip tanıdığımız bir peygamber gönderinceye kadar böyleydik. O, bize Allah’a, O’nun birliğine, O’na ibadet etmeye, bizim ve atalarımızın Allah’tan başkasına tapınageldiğimiz taşları ve putları bırakmaya devam etti. Doğru sözlü olmayı, emanete ihanet etmemeyi ve akrabayı gözetmeyi emretti. Ahlaksızlıklardan bizi nehyetti. Biz de O’nu tasdik ederek O’na iman ettik. O’nun Allah’tan getirdiklerine talip olduk. Bu yüzden kavmimiz bize zulmetti. Bizi dinimizden çevirmek, Allah’a ibadetten vazgeçirip tekrar putlara taptırmak için bize baskı yaptılar. Bize zulmettikleri için ülkene sığındık, seni başkalarına tercih ettik. Senin komşuluğuna talip olduk ve yanında haksızlığa maruz kalmayacağımızı ümit ettik.” dedi. Necaşi, Cafer’den, Hz. Muhammed’in Allah katından getirdiğinden bir şeyler okumasını istedi. Cafer, Meryem suresinin baş tarafından bir miktar okudu. Necaşi sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra onlara:
“Gerçekten bu ve İsa (as)’ın getirdiği aynı ışıktandır.” dedi. Sonra da Kureyş elçilerine dönüp:
“Gidiniz, vallahi ben onları ne size teslim ederim, ne de başlarına bir iş gelmesine izin veririm.” dedi.
Sükût etmemiş bir vicdanın, yüce ahlakı nasıl selamladığını görüyoruz…
O (sav) bu ahlaki yücelikten hiç ödün vermedi…
Hayatı pahasına ahlaki ilkelerini sürdürmeyi göze aldı… Darun-Nedve’de O’nun ölüm fermanını imzalayanların bile emanetlerini O’na bırakmaktan başka seçenekleri yoktu. O ise suikast planlarının yapıldığı gece Hz. Ali’ye, şu tenbihatta bulunuyordu. Emanetlerin sahiplerine tevdi edilmesi… Velevki bunlar düşmana ait olsa bile… Emanet emanetti… Ne ihmal edilebilir, ne de ihanet… Ahlaktaki bu ufkun bugüne yönelik bir mesajı yok mudur?
Bu muhteşem ve mükemmel ahlakın en güzel numunesi; Hz. Muhammed idi… Menbaı ise Kur’an’dı… Hz. Aişe (r.a) annemize; Efendimiz (sav) ahlakı sorulduğunda onun cevabı oldukça anlamlıdır:
“O’nun ahlakı Kur’an’dı. Yoksa siz Kur’an okumuyor musunuz?” Kur’an ahlakı Onda ete kemiğe büründü.
O ahlakı sadece kendi şahsında tutmadı, bir ahlak ordusu yetiştirdi… Ahlakı toplumsallaştırdı… Hayatı bir ahlak okuluna çevirdi…
O bireysel bir ahlakçı değildi… Ferdi erdemlilik çabalarının kokuşmaya çare olamayacağını biz ondan öğreniyoruz…
O’nun ki salt bir ahlak öğretisi, ahlak felsefesi, ahlak söylemi, ahlak dersi, ahlak gösterisi değildi… Ahlakın vücutlaşmış hali idi… Vahiy O’na iniyor, O’nda ahlaka dönüşüp, topluma hayat veriyordu. O’nun ahlak mektebinden geçenlerin nasıl yıldızlaştıklarını biliyoruz…
Hz. Muhammed (sav) ahlakı tartışmıyor, üretiyordu. Ahlakın edebiyatını yapmıyor, ahlaklı bir toplum inşa ediyordu. Daha doğrusu ahlakı hayatlaştırıyordu…
Bütün güzelliklerin kendisinde toplandığı ve insanlığa sunulduğu model insan, merkez insan Hz. Muhammed’dir. Yüce ahlakta ve güzel örneklikte kemal, cemal, model, ideal onda mündemiç…
O biliyordu ki ahlakı oluşturmayan toplumsal hareketler, çözülmeye ve çürümeye mahkumdur. Hayatlarında ahlaki değerleri içselleştirememiş oluşum ve yapılanmalar, çökmekten kurtulamazlar. O yüce Nebi (sav), ümmetini en çok bu konuda uyarıyordu. Her vesile ile ashabına güzel ahlakı aşılıyordu… Bir defasında abdest alırken kullandıkları suyu Allah ve Rasulüne sevgilerinden dolayı eline, yüzüne sürmeye çalışanlara şöyle buyurdu:
“İçinizden, Allah ve Rasulüne sevgisini göstermek isteyen varsa, emanete ihanet etmesin, sözünün arkasında dursun, komşu hakkına riayet etsin.”
Böylece, Allah ve rasulüne bağlılığın kanıtının gündelik hayat içinde ahlaki davranmak olduğunu ortaya koyuyordu…
O rahmet-i Rahmana yürüdükten sonra O’ndan geriye kalan miras neydi? Meta mı? Eşya mı? Madde mi? Mülk mü? Toprak mı? Tapu mu? Saltanat mı? Servet mi?
Yoksa…
“Yüce ahlak” (68/4) ve “Güzel örnek”lik mi?
O’nun işareti “yarar”lı olana değil, “değer”li olana yönelikti… Ümmetini tevhid, adalet, özgürlük, ahlak, erdem, izzet ve takva gibi müteal değerlerle donattı…
İlahi inşa projesinin en önemli sacayağını ahlak oluşturuyordu…
İslami kimliğin oluşmasında ahlak, tamamlayıcı bir unsur olmanın ötesinde kimliğin kendisi olarak ortaya çıkıyordu…
Bununla beraber, şu gerçeğin de göz ardı edilmemesi gerekiyor; Hz. Muhammed’i bir bütünlük içerisinde ele almayıp sadece ahlaki boyutu ile tanımak ve tanımlamak da O’nu yanlış anlamaktır… Bütünü atlayan bir ahlakçılık ise sonuçta maddi dünyanın zorbalığına boyun eğmek zorunda kalacaktır… Kaldı ki, Hz. Rasulün önerdiği ahlak nizamı, yalnızca uyumu, uysallığı, toplumsal mutabakatı, içermiyor. Yanlışları kanıksamak anlamına da gelmiyor… “Efendilik” adına sorumlulukları geçiştirmek tarzında da almamak lazım… Böylesi bir ahlaki algı belki de birçok kötülüğün önünü açmak demektir…
Hz. Peygamberin sunduğu ahlak sistemi, bütün şeytani dürtülerin, cahili modellerin, behimi arzuların reddini gerektiren bir özellik arzeder… Münkerin terkini, zulmün izalesini, yanlışın ıslahını akidevi bir görev olarak omuzlarımıza yükler. Vicdanlara itilmeyen, sohbetlerle sınırlanmayan bir “isyan ahlakı” olarak beliriyordu. Devrimci bir öz, sorgulayıcı bir özellik arzediyordu… Müslümanların direncini ve muhalefet bilincini körelten bir ahlak iddiasının geçersizliğinin en iyi kanıtı, bizatihi Hz. Peygamberin sunduğu ahlaki duruştur… Bu durum ahlakta bir devrimdi…
Silik değil, mistik değil… Laik ve etik hiç değil… Kerim ve azim bir ahlak...
Bu ahlak düzeni bize itaatı öğrettiği gibi itirazı da öğretti. Hep “Evet, efendimci”, “özür dilemeci” değil, sırasınca “hayır” da diyebilen bir ahlak öğretisi… Modern dünyanın çıkmazlarında dik durmayı öğreten bir erdem iklimi…
Şimdi Hz. Muhammed (sav) gibi muhteşem bir ahlak önderinin izini sürdürürken yaşamakta olduğumuz ahlaki sefaleti nasıl izah edeceğiz?
Çevremizde acaba var mıdır? İşte ahlakı, tıpkı Hz. Muhammed’in ahlakı gibi diyebileceğimiz kaç kişi gösterebiliriz?
Ne yazık ki, Muhammedi bir duruşun bütün ahlaki, insani, zerafeti, nezaketi, nezaheti, letafeti elimizden kayıp gidiyor… Rasulün temiz eli ile bize sunulan öğreti ve değerler modern çağın belirsizlikleri içinde eritiliyor… Onun yoluna baş koyması gerekenler, dünyevi tuzakların anaforunda başları dönüyor. Ahlak, erdem, izzet, hayâ, iffet, vakar sulanıyor, siliniyor… Ve bir kısır döngüdür ki ömür tükeniyor…
Ahlakı ile onunla buluşan, örtüşen, benzeşen, aynileşen Muhammedilere ihtiyacımız var… Bu çağın kâht-ı ricali işte bu alanda…
Bunun için hiç gecikmeden, bir ahlak seferberliğine yetişmek lazım…
Hz. Peygamberin ahlak çağrısı doğrudan bu günle yani bizimle ilgili…
Artık bir ahlak yürüyüşü kaçınılmaz… Ya da yürüyen ahlak olmak… Ahlakı ayağa kaldırdığımız gün, kapalı kapıların bize açıldığını göreceğiz. Ahlak üzerinden yürekler arası köprüler örülecektir…
Biz ahlak ve erdem sınavını yüz akıyla verdiğimiz zaman, Firavunlar diyarında bile hazinelerin ve nesillerin bize emanet edildiğini göreceğiz… Tıpkı Yusufleyin…
Şunu unutmayalım ki; tüm olumsuzluklara rağmen, yani ahlaksız bir dünyada ahlaklı yaşamın imkânı bizde… Yeter ki, kendimizi ihmal etmeyelim ve kendimize ihanet etmeyelim…
ramazan kayan
Allah’ın tercih ettiği son elçinin en belirgin özelliği; Onda bulunan muhteşem ahlaktı… Ayeti celilenin öne çıkardığı Ondaki üstün zekâ, siyasi deha, cesur yürek, güçlü irade, bükülmez bilek, asalet, aşiret, ihtişam değil… Sadece, yüce ahlak… Evet bu seçimde ilahi kriter, rabbani seçenek ahlaktı…
Zaten kendisi de bu gerçeğe vurgu yapmıyor muydu?
“Şüphesiz ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”
Peygamberlerin gönderildikleri toplumları ve zaman dilimlerini incelediğimizde şu vakıayla karşılaşıyoruz; zulmün yaygınlaştığı, isyanların derinleştiği, ahlaki çöküşlerin toplumları sarstığı dönemlere denk gelir. Halıktan, hilkatten, fıtrattan ve ahlaktan kopan insanın, yeniden dirilişi için nebevi söze ve soluğa ihtiyaç doğmuştur. Nübüvvet kervanı, o süreçte devreye giriyor. Nebiler, toplumların elinden tutup onları esfelden eşrefe taşıyor…
İşte âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (sav)… Bu rahmetin beşeriyete yansımasının önemli göstergesi, ondaki ahlaki yücelik değil miydi?
Kur’an’ın ilk nazil olan surelerinden olan Kalem suresinde “bahçe sahipleri” kıssası anlatılır. Ahlaki mesajlar içeren bu kıssanın inzali, henüz risaletin ilk dönemine rastlar. Buradan çıkan sonuç şu olsa gerek:
Mekke cahiliyesinin o zorba yönetimi ve kesintisiz zulümleri karşısında bir avuç müminin ne askeri, ne siyasi, ne de ekonomik güçleri vardı. Ancak güç odaklarına karşı onların direncini ve sabrını bileyen ana damar, sahip oldukları ahlaki güçtü… Düşmanları çaresiz bırakan, davetlerini etkili kılan bu ahlaki donanım idi. Onlar o toplumda ahlaki duruşlar ile öne çıkmışlardı. Haksız güce karşı ahlakı kuşanmışlardı. Yüreklere yönelik seferde, böylece yol bulabiliyorlardı…
Azgın Kureyş müşrikleri başta Hz. Muhammed (sav) olmak üzere, o ilk Kur’an neslini neyle suçluyorlardı? Hangi ithamlarla incitiyorlardı? Tevhidin etkisini kırmak, mücadele alanını daraltmak için mecnun, kâhin, şair, sahir, bölücü, akılsız, ayak takımı gibi yaftalarla karalıyorlardı. Fakat hiçbir gün, ne Hz. Muhammed’e ne de onun hidayet halkasına dâhil olanlara hırsız, hain, zalim, zani, cani, fahişe, yalancı ve ahlaksız diyemiyorlardı. Zaten o, muhavvidler de öylesine yüce bir ahlakı kuşandılar ki, bunu dedirtmediler. Çünkü öyle net bir kimlikleri ve öyle güçlü kişilikleri vardı ki, bunun hilafına bir iddiada bulunmak mümkün değildi. Ahlakta Muhammedi çizgi, o bedevi insanını farklı bir zirveye taşımıştı. Muhammedi mektebin müntesipleri, eşkiyalıktan güzel ahlaka terfi etmişlerdi. Dünün haydutları bir sonraki gün, huşu ile ürperen bir yürek olmuşlardı. Sahip oldukları bu üstün ahlakla artık yeni bir medeniyetin banileri olacaklardı.
İşte bu öz, Muhammed’in ruhunda meknuz idi. Bu cevher, Onun toprağında dolu idi.
Vahyi tecelli ettiği ilk gün, Hira dönüşü O’nu karşılayan Hz. Hatice, bunu önceden keşfettiği için bu gerçeğin altını çiziyor, O’nu teselli ediyordu. Hz. Muhammed (sav) eve döndüğünde tedirgindi.
“Beni örtün, beni örtün!” buyurdu. Biraz sükûnete erince, başından geçenleri, Hz. Hatice ile paylaştı ve endişesini dile getirdi:
“Nefsim hususunda korktum” Hz. Hatice de:
“Asla korkma! Vallahi Allah seni asla utandırmaz. Çünkü sen, akrabalarınla ilgilenirsin, doğru konuşursun, güçsüzlerin sıkıntılarını giderir, fakirin ihtiyacını karşılar, misafirine ikram eder, hak sahibine yardım edersin” der. (Buhari, Müslim)
Yani Hz. Hatice’nin anlatmak istediği şuydu: Sen de bu insaniyet, bu adalet, bu hakkaniyet ve bu ahlak bulunduğu sürece korkma… Kimse sana zarar veremez…
Nitekim ilerleyen yıllarda Mekke, müminler için çekilmez bir raddeye gelince ufukta Habeşiştan göründü ve ilk hicret gerçekleşti. Bu ahlak ordusunun ilk çaldığı kapı, Habeşiştan oldu. Necaşi’nin ülkesinde iyi karşılandılar. Ancak yeryüzünün müfsidleri orada da onlara huzur vermek niyetinde değillerdi. Müşriklerin temsilcileri Necaşi’ye şikâyette bulunup, muhacirlerin kendilerine iadesini talep ettiler. Kral, tarafları dinledi. Cafer bin Ebi Talip, İslami kimliği şöyle savundu:
“Ey hükümdar! Biz cahiliye ehlinden insanlar idik. Putlara tapar, leş yer ve ahlaksızlık yapardık. Akrabalık bağını koparır, komşuya kötülük yapardık. Güçlümüz zayıfımızı ezerdi. Allah (cc) bize, kendimizden, nesebini, doğruluğunu, eminliğini ve iffetini bilip tanıdığımız bir peygamber gönderinceye kadar böyleydik. O, bize Allah’a, O’nun birliğine, O’na ibadet etmeye, bizim ve atalarımızın Allah’tan başkasına tapınageldiğimiz taşları ve putları bırakmaya devam etti. Doğru sözlü olmayı, emanete ihanet etmemeyi ve akrabayı gözetmeyi emretti. Ahlaksızlıklardan bizi nehyetti. Biz de O’nu tasdik ederek O’na iman ettik. O’nun Allah’tan getirdiklerine talip olduk. Bu yüzden kavmimiz bize zulmetti. Bizi dinimizden çevirmek, Allah’a ibadetten vazgeçirip tekrar putlara taptırmak için bize baskı yaptılar. Bize zulmettikleri için ülkene sığındık, seni başkalarına tercih ettik. Senin komşuluğuna talip olduk ve yanında haksızlığa maruz kalmayacağımızı ümit ettik.” dedi. Necaşi, Cafer’den, Hz. Muhammed’in Allah katından getirdiğinden bir şeyler okumasını istedi. Cafer, Meryem suresinin baş tarafından bir miktar okudu. Necaşi sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Sonra onlara:
“Gerçekten bu ve İsa (as)’ın getirdiği aynı ışıktandır.” dedi. Sonra da Kureyş elçilerine dönüp:
“Gidiniz, vallahi ben onları ne size teslim ederim, ne de başlarına bir iş gelmesine izin veririm.” dedi.
Sükût etmemiş bir vicdanın, yüce ahlakı nasıl selamladığını görüyoruz…
O (sav) bu ahlaki yücelikten hiç ödün vermedi…
Hayatı pahasına ahlaki ilkelerini sürdürmeyi göze aldı… Darun-Nedve’de O’nun ölüm fermanını imzalayanların bile emanetlerini O’na bırakmaktan başka seçenekleri yoktu. O ise suikast planlarının yapıldığı gece Hz. Ali’ye, şu tenbihatta bulunuyordu. Emanetlerin sahiplerine tevdi edilmesi… Velevki bunlar düşmana ait olsa bile… Emanet emanetti… Ne ihmal edilebilir, ne de ihanet… Ahlaktaki bu ufkun bugüne yönelik bir mesajı yok mudur?
Bu muhteşem ve mükemmel ahlakın en güzel numunesi; Hz. Muhammed idi… Menbaı ise Kur’an’dı… Hz. Aişe (r.a) annemize; Efendimiz (sav) ahlakı sorulduğunda onun cevabı oldukça anlamlıdır:
“O’nun ahlakı Kur’an’dı. Yoksa siz Kur’an okumuyor musunuz?” Kur’an ahlakı Onda ete kemiğe büründü.
O ahlakı sadece kendi şahsında tutmadı, bir ahlak ordusu yetiştirdi… Ahlakı toplumsallaştırdı… Hayatı bir ahlak okuluna çevirdi…
O bireysel bir ahlakçı değildi… Ferdi erdemlilik çabalarının kokuşmaya çare olamayacağını biz ondan öğreniyoruz…
O’nun ki salt bir ahlak öğretisi, ahlak felsefesi, ahlak söylemi, ahlak dersi, ahlak gösterisi değildi… Ahlakın vücutlaşmış hali idi… Vahiy O’na iniyor, O’nda ahlaka dönüşüp, topluma hayat veriyordu. O’nun ahlak mektebinden geçenlerin nasıl yıldızlaştıklarını biliyoruz…
Hz. Muhammed (sav) ahlakı tartışmıyor, üretiyordu. Ahlakın edebiyatını yapmıyor, ahlaklı bir toplum inşa ediyordu. Daha doğrusu ahlakı hayatlaştırıyordu…
Bütün güzelliklerin kendisinde toplandığı ve insanlığa sunulduğu model insan, merkez insan Hz. Muhammed’dir. Yüce ahlakta ve güzel örneklikte kemal, cemal, model, ideal onda mündemiç…
O biliyordu ki ahlakı oluşturmayan toplumsal hareketler, çözülmeye ve çürümeye mahkumdur. Hayatlarında ahlaki değerleri içselleştirememiş oluşum ve yapılanmalar, çökmekten kurtulamazlar. O yüce Nebi (sav), ümmetini en çok bu konuda uyarıyordu. Her vesile ile ashabına güzel ahlakı aşılıyordu… Bir defasında abdest alırken kullandıkları suyu Allah ve Rasulüne sevgilerinden dolayı eline, yüzüne sürmeye çalışanlara şöyle buyurdu:
“İçinizden, Allah ve Rasulüne sevgisini göstermek isteyen varsa, emanete ihanet etmesin, sözünün arkasında dursun, komşu hakkına riayet etsin.”
Böylece, Allah ve rasulüne bağlılığın kanıtının gündelik hayat içinde ahlaki davranmak olduğunu ortaya koyuyordu…
O rahmet-i Rahmana yürüdükten sonra O’ndan geriye kalan miras neydi? Meta mı? Eşya mı? Madde mi? Mülk mü? Toprak mı? Tapu mu? Saltanat mı? Servet mi?
Yoksa…
“Yüce ahlak” (68/4) ve “Güzel örnek”lik mi?
O’nun işareti “yarar”lı olana değil, “değer”li olana yönelikti… Ümmetini tevhid, adalet, özgürlük, ahlak, erdem, izzet ve takva gibi müteal değerlerle donattı…
İlahi inşa projesinin en önemli sacayağını ahlak oluşturuyordu…
İslami kimliğin oluşmasında ahlak, tamamlayıcı bir unsur olmanın ötesinde kimliğin kendisi olarak ortaya çıkıyordu…
Bununla beraber, şu gerçeğin de göz ardı edilmemesi gerekiyor; Hz. Muhammed’i bir bütünlük içerisinde ele almayıp sadece ahlaki boyutu ile tanımak ve tanımlamak da O’nu yanlış anlamaktır… Bütünü atlayan bir ahlakçılık ise sonuçta maddi dünyanın zorbalığına boyun eğmek zorunda kalacaktır… Kaldı ki, Hz. Rasulün önerdiği ahlak nizamı, yalnızca uyumu, uysallığı, toplumsal mutabakatı, içermiyor. Yanlışları kanıksamak anlamına da gelmiyor… “Efendilik” adına sorumlulukları geçiştirmek tarzında da almamak lazım… Böylesi bir ahlaki algı belki de birçok kötülüğün önünü açmak demektir…
Hz. Peygamberin sunduğu ahlak sistemi, bütün şeytani dürtülerin, cahili modellerin, behimi arzuların reddini gerektiren bir özellik arzeder… Münkerin terkini, zulmün izalesini, yanlışın ıslahını akidevi bir görev olarak omuzlarımıza yükler. Vicdanlara itilmeyen, sohbetlerle sınırlanmayan bir “isyan ahlakı” olarak beliriyordu. Devrimci bir öz, sorgulayıcı bir özellik arzediyordu… Müslümanların direncini ve muhalefet bilincini körelten bir ahlak iddiasının geçersizliğinin en iyi kanıtı, bizatihi Hz. Peygamberin sunduğu ahlaki duruştur… Bu durum ahlakta bir devrimdi…
Silik değil, mistik değil… Laik ve etik hiç değil… Kerim ve azim bir ahlak...
Bu ahlak düzeni bize itaatı öğrettiği gibi itirazı da öğretti. Hep “Evet, efendimci”, “özür dilemeci” değil, sırasınca “hayır” da diyebilen bir ahlak öğretisi… Modern dünyanın çıkmazlarında dik durmayı öğreten bir erdem iklimi…
Şimdi Hz. Muhammed (sav) gibi muhteşem bir ahlak önderinin izini sürdürürken yaşamakta olduğumuz ahlaki sefaleti nasıl izah edeceğiz?
Çevremizde acaba var mıdır? İşte ahlakı, tıpkı Hz. Muhammed’in ahlakı gibi diyebileceğimiz kaç kişi gösterebiliriz?
Ne yazık ki, Muhammedi bir duruşun bütün ahlaki, insani, zerafeti, nezaketi, nezaheti, letafeti elimizden kayıp gidiyor… Rasulün temiz eli ile bize sunulan öğreti ve değerler modern çağın belirsizlikleri içinde eritiliyor… Onun yoluna baş koyması gerekenler, dünyevi tuzakların anaforunda başları dönüyor. Ahlak, erdem, izzet, hayâ, iffet, vakar sulanıyor, siliniyor… Ve bir kısır döngüdür ki ömür tükeniyor…
Ahlakı ile onunla buluşan, örtüşen, benzeşen, aynileşen Muhammedilere ihtiyacımız var… Bu çağın kâht-ı ricali işte bu alanda…
Bunun için hiç gecikmeden, bir ahlak seferberliğine yetişmek lazım…
Hz. Peygamberin ahlak çağrısı doğrudan bu günle yani bizimle ilgili…
Artık bir ahlak yürüyüşü kaçınılmaz… Ya da yürüyen ahlak olmak… Ahlakı ayağa kaldırdığımız gün, kapalı kapıların bize açıldığını göreceğiz. Ahlak üzerinden yürekler arası köprüler örülecektir…
Biz ahlak ve erdem sınavını yüz akıyla verdiğimiz zaman, Firavunlar diyarında bile hazinelerin ve nesillerin bize emanet edildiğini göreceğiz… Tıpkı Yusufleyin…
Şunu unutmayalım ki; tüm olumsuzluklara rağmen, yani ahlaksız bir dünyada ahlaklı yaşamın imkânı bizde… Yeter ki, kendimizi ihmal etmeyelim ve kendimize ihanet etmeyelim…
ramazan kayan