Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Çözüldü Tağutun Kufru Kurumlarına Katılanı Kayıtsız Şartsız Tekfir Etmek Caiz mi?

Sevda Dedim Çevrimdışı

Sevda Dedim

Üyeliği İptal Edildi
Banned
ﺑﺴﻢﺍﻟﻠﻪﺍﻟﺮﺣﻤﻦﺍﻟﺮﺣﻴﻢ
BEN MÜSLÜMAN’IM…
Hamd; ilkte de sonda da âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.
Çünkü ben;
- Allah’ı (Azze ve Celle), hem Rububiyette, hem Ulûhiyette ve hem de İsim ve Sıfatlarında TEVHİD ETMEKTEYİM!
- O’ndan başka ilah olduğunu düşünenleri ya da ilahlaştırılan tağutları tekfir ettim!
- İbadete layık tek ilah olarak Allah’ı kabul ettim!
Çünkü ben;
- Muhammed (sas)’in Allah’ın Rasulu ve kulu olduğunu kabul ettim!
- Allah’a olan tüm ibâdetlerimi heva ve hevesime göre değil Rasulullah’ın öğrettiği şekilde yapmayı kabul ettim!


Çünkü ben;
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide: 44) ve
“Hüküm ancak Allah’ındır. Allah kendisinden başkasına değil, ancak kendisine ibadet edilmesini emretmiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf:40) ayetleri gereğince; Allah’ın şeriatından başka bir yolu, yürürlüğe konulmuş olan kanunları, sistemi ve her türlü düşünceyi tekfir ettim!

Çünkü ben;
“Sana ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmekle emrolunmuşken tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor. (Nisa:60) ve
“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin etmedikçe ve sonra senin vereceğin karara içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça hiç biri asla iman etmiş olmaz.” (Nisa:65) ayetleri gereğince; Allah’tan başka hüküm koymuş olan tağutların ve yahut kanunların mahkemelerini tekfir ettim! Tağutun muhakemesine zorla çıkarıldığım takdirde onların muhakemesini reddettiğimi açıkça belirtir onlardan müspet ya da menfi bir hüküm beklenti içerisine girmez, muhakeme ortamına ihtilaf ederim!

Çünkü ben;
“Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol ver¬meyecektir.” (Nisa:141) ve
“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasulüne çağırıldıklarında “işittik ve itaat ettik” demek sadece mü’minlerin söyleyeceği sözdür, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nur: 51) ayetleri gereğince; tağutun zindanına düştüğümde ya da normal zamanlarda beni savunması için yahut hakkımı almak için tutmama izin vermiş olduğu ve de benim durumumu yine tağutun muhakemesine sunacak olan avukata vekâlet vermiyorum, benim üstümdeki velayet hakkını kabul etmiyorum! Yine tağuta gidip, “şu konuda bizim için İslam’ın bu hükmünü icra et” deyip ona velayet vermeyi ve “günümüzde İslam mahkemesi yoktur sadece tağutun mahkemesi vardır, bu yüzden ondan hüküm alabilirim” i de tekfir ettim!

Çünkü ben;
“Allah'a ve Ahiret Gününe inanan bir milletin; babalan, oğulları, kardeşleri, ya da akrabaları olsalar bile, Allah'a ve Rasulü'ne karşı gelen kimselere sevgi beslediklerini göremezsin...” (Mücadele: 22),
“Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim onları veli edinirse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Tevbe: 23),
“Müminler, müminleri bırakıp ta kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allahtan bekleyeceği hiçbir şey yoktur. Ancak onlardan sa¬kınmanız hâli müstesnadır. Allah sizi, kendisinden sakındırır. Sonunda dö¬nüş ancak Allah’adır.” (A-li İmran: 28),
“Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanlar dost edinmeyin. Onlar, birbiri¬nin dostudur. Sizden kim, onları dost edinirse, şüphesiz ki onlardan olur. Mu¬hakkak ki Allah, zalim kavmi hidayete erdirmez.”(Mâide: 51),
"Ey iman edenler! Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin ..." (Nisa:144) ve
"Kâfirler birbirlerinin velileridirler. Siz bunu (birbirinize gerekli yardımı) yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa olur." (Enfal: 73) ayetleri gereği; Allah’ın emir ve yasaklarını kabul etmeyip küfre düşen kâfirlere karşı kim olursa olsun –anne, baba, kardeş vs- Allah’ın izin vermediği sevgi türünden zerre kadar dahi beslemeyi tekfir ettim! Ve bu sevgisizlikle birlikte onlarla dost olmayı, sırdaş edinmeyi, onlarla Müslümanlar gibi ilişkiler kurmayı da tekfir ettim!

Çünkü ben;
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse kâfirlerin ta kendileridir” (Mâide: 44),
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse zâlimlerin ta kendileridir” (Mâide: 45) ve
“Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse fâsıkların ta kendileridir” (Mâide: 47) ayetlerinde bahsi geçen kâfir, zâlim ve fâsık olan tağutların ve kanunlarının hakimiyetini;
“Diyorlar ki hüküm vazetme işinde bize bir pay var mı? Deki: “Emir ve hüküm yalnız Allah’a mahsustur’’ (A’li İmran: 154)
“Yerin ve göklerin hükümranlığı Allah’ındır, bütün işler Allah’a döndürülür.’’ (Hadid: 5)
“Onlar cahiliyenin hükmünü mü istiyorlar? İnanmış, akıllı bir topluluk için Allah’tan daha iyi yasa koyucu var mıdır?’’ (Mâide: 50) ayetleri gereğince reddettiğimden dolayı; bu tağutların kanunlarını, düşüncelerini ve dinleri olan demokrasilerini kabul manasına gelecek herhangi bir işte çalışmayı tekfir ettim! Bundan dolayı demokrasi dininin hakimlik, avukatlık, polislik, öğretmenlik, imam (!) ve yahut buna benzer, sistemin bekası için çalışan, sistemi koruyan yada gelişmesini sağlayan, fikirlerini enjekte edip, onlar için meslek edinilmiş her türlü memurluk dallarında çalışmayı tekfir ettim!

Çünkü ben;
“İman edenler Allah yolunda savaşır, kâfirler tağutun yolunda savaşır.” (Nisa: 76) ayeti gereğince; küfür nizamı olan demokrasi ve laiklik veya buna benzer olarak Allah’ın şeriatından başka kanunlarla yönetilen herhangi bir diyarın askeri olmayı tekfir ettim! Bu tağutun ordusu-askerlik Allah’ın şeriatına karşı bizzat savaş açmış olan bir kurum olduğu için “Kim imanından sonra Allah'a (karşı) küfre sapıp ta, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- küfre göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazap vardır ve büyük azap onlarındır” (Nahl:106) ayeti ile vermiş olduğu ruhsatı dışında herhangi bir bahane ile gitmeyi tekfir ettim! Paralı askerlik bahanesini, “bir kere yakalandım, en iyisi yapıp geleyim” bahanesini, “tağutun askerliği bizatihi küfür değildir, bu yüzden orada kendimi şirkten-küfürden korurum” bahanesini, “oraya tağutu çökertmek yada askeri eğitim amacı ile gidiyorum” bahanesini, “sen cemaate lazımsın” diyerek üstat izin verdi (!) bahanesini, yakalandıktan sonra geçerli bir ikrah olmaksızın kaçma girişiminde bulunmamayı tekfir ettim!

Çünkü ben;
“Diyorlar ki; hüküm verme işinde bize bir pay var mıdır? De ki; emrin ve hükmün tamamı yalnız Allah'a aittir.” (Al-i İmran: 154) ve
“Hüküm vermek ancak Allah’a aittir.” (Yusuf: 40) ayetlerinde hâkimiyetin ve teşrinin sadece Allah’a ait olma özelliğini “Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi kanun kılacak ortakları mı var?” (Şura:21) ayetinde geçtiği üzere; demokrasi dininde kişilerin kendilerini yönetecek, nizama sokacak hükümleri çıkaracak olan ilahlarını oy vererek seçmeyi tekfir ettim! Ve hatta onların şirk olan demokrasi dinlerinin bir parçası olan oy binasına gitmenin onların bu demokratik parlamenter sistemini tanımaktan başka bir çıkarılış gayesi taşımadığı için boş oy atmayı ve sandık başına gitmeyi de tekfir ettim!

Çünkü ben;
“Onlar Allah'ı bırakarak kendilerine ne zarar ve ne de yarar dokunduramayan putlara tapıyorlar ve "Bunlar Allah katında bizim aracılarımızdır" diyorlar. Onlara de ki; "Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz? Allah onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir.” (Yunus: 18),
“İyi bil ki, halis din yalnız Allah'ındır. O'ndan başka dostlar edinerek, "Onlar bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz " derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde hüküm verecektir. Allah, yalancı, inkârcı insanı doğru yola iletmez.” (Zümer: 3) ve
“Rabbiniz buyurdu ki: "Bana dua edin, duanızı kabul edeyim. Bana kulluk etmeye tenezzül etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min: 60) ayetleri gereğince; şeyhlerini, tarikat liderlerini “günahsız (!), temiz (!), takva sahibi (!), Allah dostu (!)” gibi takdim edip kendileri ile Allah (Azze ve Celle) arasında aracılar kılıp, onlara dua edip; dua etmek bir ibadet olduğu için Allah’a dua etmeyip onlardan medet bekleyen şirk düşüncesini tekfir ettim!

Çünkü ben;
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arşa istiva eden O'dur.” (Hadid: 4 – A’raf: 54) ayeti gereğince; Allah’ın zatı ile her yerde olduğunu ya da her şeyin Allah olduğunu söyleyip, hulul ve ittihad fikirlerini savunan vahdet-i vücud felsefesini tekfir ettim!

Çünkü ben;
“Allah size indirdiği kitapta onun ayetlerinin inkar edildiğini ya da alaya alındığını işittiğinizde başka bir konuya geçmedikleri sürece onlarla bir arada oturmamanızı, yoksa sizin de onlar gibi olacağınızı bildirdi. Hiç kuşkusuz Allah münafıklar ile kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisa: 140) ve
“Ayetlerimiz hakkında asılsız lâf ebeliğine dalanları gördüğünde (bu adamlar) başka bir söze geçinceye kadar yanlarından uzaklaş. Eğer şeytan sana yanlarından kalkmayı unutturursa, hatırladıktan sonra sakın o zalimler ile birlikte oturma.” (En’am: 68) ayetleri gereğince; demokrasi lideri tağutların çığırını açmış olduğu şirk yuvaları olan ve Kemalist düzenin put haneleri olan; içeriğindeki şirk ve küfür unsurları ihtiva eden eğitim – öğretim hanelerinde eğitim görmeyi küfre iştirak ve rıza göstermeden dolayı tekfir ettim! Bu konuda getirilen “çocuğuma gerekli eğitim verdim, küfürlere karşı gelir” bahanelerini, “çocuğuma bilgi verip ant, marş ya da saygı duruşu esnasında o halleri bozucu hareketlerde bulundururum” bahanelerini de; temyiz yaşına gelmemiş olup buluğa ermemiş çocuğun şahitliğinin muteber olmadığından dolayı tekfir ettim!

Çünkü ben;
“Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol ver¬meyecektir.” (Nisa:141) ayeti gereğince; ibadet olan nikâh akdi meselesinde kâfir memura yetki vererek ona vela gösterip nikâhın geçerliliğini onaylayıcı imza attırmak ya da mühür bastırmak suretiyle resmi nikâh yaptırmayı tekfir ettim! Resmi nikâh meselesinde hem prosedüre imza atmak sureti ile hem de ibadet olan, Müslümanları ilgilendiren bir meselede kâfire vela/üstünlük vermekten dolayı oluşan küfür amelini tekfir ettim!

Çünkü ben;
“Sana ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmüyor musun? Reddetmekle emrolunmuşken tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor. (Nisa:60),
“Hayır! Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin etmedikçe ve sonra senin vereceğin karara içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça hiç biri asla iman etmiş olmaz.” (Nisa:65) ve
“Allah, mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol ver¬meyecektir.” (Nisa:141) ayetleri gereğince; trafik kazaları esnasında iki kişi arasında oluşan ihtilaf bir davadır. Bu yüzden oluşan ihtilafın çözümü için “trafik polisi” adı altında ya da başka bir sıfatla ile bir kimsenin çağrılıp hakem tayin edilmesini; kâfirlere, ibadet olan muhakeme meselesinde yetki/vela/üstünlük vermekten dolayı tekfir ettim!

Çünkü ben;
“İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayetin kendisi olan ayetleri insanlar için biz kitapta açıkladıktan sonra gizleyenler var ya, mutlaka onlara Allah lanet eder. Lanet edebilecek olanlar da lanet ederler.” (Bakara:59),
“Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de, bununla az pir pay alanlar gerçekten karınları dolusu ateşten başka bir şey yemezler. Kıyamet günü Allah onlara ne söz söyler, ne de kendilerini temize çıkarır. Onlara sadece acı veren bir azap vardır. İşte onlar, hidayeti verip sapıklığı, affedilmeyi bırakıp azabı satın alan kimselerdir. Bunlar ateşe karşı ne kadar da sabırlıdırlar!” (Bakara: 174-175) ve
“Allah’ın ayetlerini az bir çıkara değiştirdiler de Allah yolundan engellediler. Gerçekten de bunlar ne fena şeyler yapa geldiler.” (Tevbe:9) ayetleri gereğince; firavunların en çok ihtiyaç duyduğu, kendi sisteminin batıllığını gizleyip İslam süsü veren “İmam (!)” kimliğini kullanan “Bel’am”lar gibi Allah’ın dinini gizlemeyi tekfir ettim! “Tevhidi anlatan (!) bel’amlar vardır” safsatalarını da tekfir ettim!

Çünkü ben;
“Hayır, Rabbine and olsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin etmedikçe ve sonra senin vereceğin karara içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan teslim olmadıkça hiç biri asla iman etmiş olmaz.” (Nisa:65) ayeti gereğince; içeriğinde küfür ve şirk maddeleri geçen bir mecmuaya, sözleşmeye (senet, vs) geçerli bir ikrah olmaksızın gönül rızası ile imza yahut kabul manasına gelecek her hangi bir davranışı tekfir ettim! Tahrif ederek imza atanlar her ne kadar işlev olarak küfür ibaresine imza atmayıp küfürden kurtulsalar da, Necaşi ile aynı konumda olmadıklarını da bilmeleri gerekmektedir!

Çünkü ben;
“Kıyamet gününde, “biz bundan habersizdik demeyesiniz” diye Rabbin Âdemoğulların-dan, onların bellerinden zürriyetlerini aldı ve onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Onlar da) “evet (rabbimiz olduğuna) şahit olduk” dediler. Yahut (ne yapalım) “daha önce babalarımız Allah’a ortak koştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik (onun için biz de onların izinden gittik). (Ahdi) iptal edenlerin yüzünden bizi helak edecek misin?” (demeyesiniz diye) İşte böylece (kâfirlikten) dönmeleri için ayetleri açıklıyoruz. (Araf: 172–174) ayeti gereğince; dinin temeli olan Allah’ın ulûhiyeti, rububiyeti ve isim sıfatlarını ilgilendiren asıllarda (usuluddin de) cehaleti mazeret görmeyi tekfir ettim! Çünkü böyle yapmak kâfire Müslüman hükmü verdirecektir!

Çünkü ben;
“Yoksa Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi kanun kılacak ortakları mı var?” (Şura:21) ve
“Nesi’ (haram ayların yerlerini değiştirmek) ancak inkârda bir artıştır. Bununla kâfirler şaşırtılıp şaşırtılıp saptırılır. Allah’ın haram kıldığına sayı bakımından uymak için, onu bir yıl helal, bir yıl haram kılıyorlar. Böylelikle Allah’ın haram kıldığını helal kılmış oluyorlar. Yaptıklarının kötülüğü kendilerine "çekici ve süslü" gösterilmiştir. Allah, inkârcı bir topluluğa hidayet vermez.” (Tevbe: 37) ayetlerinde geçtiği üzere; herhangi bir şeyin helal yahut haram olduğunu bildirme yetkisini –Allah’ın belirttiği nassların dışına çıkarak- kendisinde gören ya da haramı helâl, helâlı haram kılma fiilini ve failini tekfir ettim!

Çünkü ben;
“İbrahim ve beraberinde olanlarda sizler için güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: “Biz, sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi reddettik. Bizimle sizin aranızda, bir olan Allah’a iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve kin başlamıştır.”” (Mümtahine: 4),
“(İbrahim dedi ki) Sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan uzaklaşıyorum...” (Meryem: 48)
“(İbrahim) onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından uzaklaşınca ona İshak ve Yakub’u bağışladık ve hepsini de nebi yaptık.” (Meryem: 49) ve
“De ki: “Ey kâfirler!...” (Kâfirun: 1) ayetleri gereğince; Allah’ın Kur’an’da şirk-küfür diye belirttiği şeylerden herhangi birisini işleme fiilini ve dolayısı ile failini tekfir ettim! Ve tekfiri (küfrü reddetmeyi) akideden görmeyenleri de tekfir ettim!
BİZİ İSLAM’LA ŞEREFLENDİREN ALLAH’A SAYISIZ ŞEKİLDE HAMD U SENALAR OLSUN! VE SON NEFESİMİZDE MÜSLÜMANLAR OLARAK ÖLMEYİ NASİP ETSİN! (ÂMİN)

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
1 Muharrem 1431 – Ebu Rumeysa Zeyd el-Muhaciri
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Tağutları reddediyorum derken aşırı şekilde ifrata düşen, tekfirin manilerini kaale almadan düz mantıkla ummeti tekfir etme yanılgısına düşen bir tavır.
Tabi ki reddettiği ya da tavır aldığı işleri bizler de redddediyoruz, bunların kufur/şirk işler/kurumlar olduğunu söylüyoruz. Fakat tüm bunlardan sakınan veya çeşitli sebeblerle bu işlere irtikab edenleri, yukarıdaki yazının sahibi gibi kayıtsız şartsız ebedi cehennemlik kafir gibi gönül rahatlığınca söylenemeyeceğine inanıyoruz!

Askere, mahkemeye, okula, sandığa severek veya küfrederek giden arasında ayırım yapmadan hepsini eşit gören; Bunların tekfire engel olma durumlarını veya tekfirin engelleri olabileceğini benimseyen ummetin alimlerini ve tekfirin usulunu ya kabul etmiyor , ya da tevhidi tağutu yeni kavradığından, böyle sivri ve sınırsız sözlerle dikkat çekmek istemiş olabilir.
Yukarıda bahsettiğim gibi; Tağutun okulları , askeriyesi (er, erat, kısa dönem) , mahkemesi , oy kullanma gibi fiillere "istemeyerek de olsa" iştirak etmek , her ne kadar küfür fiiller kısmına girsede, sahibini sorgusuz sualsiz kayıtsız şartsız ebedi cehennemlik kafir yapmayabileceğinden ;
Bu fiili işleyenlere , Tekfirin manilerinden olup olmadığına bakılmalıdır. Bu engeller, cehl, cebr, ikrah, lazım gibi konuları içerir. Kişinin tekfirine bunlardan biri sahih şekilde mani oluyorsa, tekfir etmek caiz değildir. Velev ki haddin uygulanabileceği (İçki içmeye fasid bir tevil getiren Kudame bin Maz'un'un (r.anh) durumu gibi) durumlar olsa bile.
Bu sebeble bu konular ilim adamlarının yapacağı değerlendirmelerdir. Yoldan geçenin , nete üye olanın harici mantığıyla buradan hukum verip kişinin kanını malını canını ırzını helal göreceği işler değildir. Çünkü karşımızdaki şahıs, İslamı yaşayan, benimseyen, namaz kılan oruç tutan şehadeteyn getiren, zekat vermeyi kabul eden kimsedir. Durumu aşikar, net olmadığından, diğerleri gibi açıktan tekfir edemiyoruz. Çünkü kendi imanımızın tehlikeye düşmesi söz konusudur. Ayrıca biz, kişinin bu yaptığı fiilleri caiz, helal görüp, bir sakıncası yoktur, musluman kalırsın da demiyoruz.
Tüm bunlara rağmen bir kişi (bize göre hatalı da olsa) bu fiili işleyenlere açıktan Kâfir de diyebilir. Bu kendisini bağlar.
Fakat bu kişi, tekfir etmekle kalmayıp; Dar'ul harbde yaşamanın vermiş olduğu sıkıntılardan biri olarak, küfür fiili işleyen klişilere; tekfirin engellerinin muhakemesi sorgulanıp yapılamadığından, kufrun kendisine dönmesi ihtimali ile kendi imanının tehlikeye düşüb, küfrün bize dönmemesi için ihtiyaten, kişiye kanı malı canı helal görerek ebedi cehennemlik kâfirdir diyemeyenleri (tekfirin engellerindeki değerlendirmenin sonucunda kendisi gibi cesurca açıktan tekfir etmeyenleri de) ; tekfir ederlerse bunu batıl görüp, karşı çıkıyoruz.

İnşeAllah yazımızı insaf ile anlamak için okuyunuz. Buraya her yeni üye olan kişilere tek tek anlatmaktan yorulduk, usandık. İnşeAllah "ilmi munazaralar" bölümünü sabırla inceler, dikkatli okursanız, genelde ehli sunnet alimlerin izlediği menhecin bu olduğunu göreceksiniz.
Bu konuyu kapatıyoruz.
 
Sevda Dedim Çevrimdışı

Sevda Dedim

Üyeliği İptal Edildi
Banned
İnşeallah yazımızı insaf ile anlamak için okuyunuz. Buraya her yeni üye olan kişilere tek tek anlatmaktan yorulduk, usandık. İnşeallah "ilmi munazaralar" bölümünü sabırla inceler, dikkatli okursanız, genelde ehli sunnet alimlerin izlediği menhecin bu olduğunu göreceksiniz.
Bu Konuyu kapatıyoruz.

ben forumu takip ederek anlattıklarınızı okuyor bilgi sahibi oluyorum zaten..başlık farklı idi editlenmiş.ben sadece paylaştım ve tek soru sordum..!..hangi bölümler yanlıştır..açıklamasını değil..kimler hangi bölümü tasvip etmiyor onu öğrenmek istedim,her konu hakkında açıklama yapmaya zaten gerek yok,ne düşündüğünüzü forumu takip ederek anlayabiliyorum..
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
images




TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA 30 RİSALE





30. RİSALE :


HARİCİLERİN NİTELİKLERİ VE ONLARA EN ÇOK BENZEYENLER



A- Buraya kadar aktarılan tarihsel ve akidevi bilgilerden, bu sapık fırkanın nitelikleri ve ahlakı ortaya çıkmıştır. Onlardan sakındırmak, onlarla ilişkimizin olmadığını belirtmek ve farkında olmadan birilerinin bizleri onların nitelikleriyle nitelemesinin önüne geçmek için bu fırkanın en önemli özelliklerini ve ahlakını belirtmek istiyorum.
Bunlar, Müslümanları tekfir etme konusunda taşkın ve cesurdurlar.
Hatta en üstün kuşaklar olduğu belirtilen sahabe ve tabi’inden olan insanları bile tekfir etme konusunda pervasızdırlar. Tekfir ettiklerinin başında Osman, Ali, Aişe, Talha, Zubeyr, Ebu Musa el-Eşari, Amr bin As, Muaviye ve diğerleri gelmektedir.
İbn-i Ömer bunlar için şöyle der:
Bunlar, insanların en şerlileridir. Kafirler hakkında inen ayetleri almış ve Müslümanlara uygulamışlardır.” (Buhari muallak olarak, “İnkarcıların ve Haricilerin Öldürülmesi” babında rivayet etmiştir.)

Tekfir ettiklerinin canlarını, mallarını ve namuslarını da helal görürler.
Muhaliflerini öldürür, mallarını ganimet olarak alır ve kadınlarını esir edinirler.
İbn-i Habbab’ı öldürdüklerini ve hamile olan eşinin karnını yardıklarını yukarıda Aktarmıştık. Müslümanlar hakkında sergiledikleri bu aşırılığa karşın, müşrik ve kafirlere karşı soğuk ve yapay bir takva gösterisinde bulunurlar.

İbn-i Habbab’ı öldürmelerine rağmen, zimmet ehlinden olan birinin, bir hurmasını yemekten kaçındıklarını ve domuzunu yaraladıkları için sahibinden helallik dilediklerini aktardık. Bu ise Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlar için söylediği “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar” sözünün doğruluğunu gösterir.
Kurtubi
Rahimehullah, el-Mufhim’de, onların bu özelliğini belirttikten sonra şöyle der: “Bütün bunlar, ilim nuru ile gönülleri aydınlanmamış ve ilmin sağlam ipine sarılmamış olan cahillere kulluk etmeleri sebebiyledir.

Öncüleri olan kişinin Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem ganimeti paylaştırmasını reddetmesi ve haksızlık olarak nitelemesi onların ne olduğunu göstermektedir. Allahu Teala korusun!” (Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı)

Müslümanların en hayırlılarına karşı pervasızlıkları, haksızlıkları ve taşkınlıkları, ispat edemeden ve sadece kötü zan ile insanların hatalarını bayraklaştırmaları da bunların temel niteliklerindendir. Onların bu durumu ne kadar kibirli olduklarını, nefislerine uyduklarını, Müslümanları nasıl hor gördüklerini ve onlara nasıl tepeden baktıklarını gösterir. Onların öncüsü olan Zu’l-huvaysira, cüretkarlık ederek Rasulullah’a Sallallahu Aleyhi ve Sellem Adaletli ol” başka bir rivayette “Adaletli davranmıyorsun” ve yine başka bir rivayette ise “Görüyorum ki adaletli davranmıyorsun” diyecek küstahlığı göstermiştir.
Böyle olunca, tahkim tutanağında mü’minlerin emiri yerine, kendi ismini yazdığı için Ali’ye, “Mu’minlerin emiri değilsen, kafirlerin emirisin” demeleri çok görülmez. Halbuki ondan önce kendileri tahkime gidilmesi meselesinde ısrar etmiş ve “Ey Ali, kendisine çağrıldığın zaman Allah’ın Kitabı'na icabet et, aksi halde seni düşmanın eline veririz veya İbn-i Afvan’a yaptığımızı sana da yaparız” demişlerdir. Dolayısıyla Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem onlar hakkında buyurduğu, “Dillerinden Kur’an dökülür ama şiddetlidirler” sözü tam yerindedir.

Halbuki İslam, inatçı davranan ve karşı koyan kafirlere karşı şiddetli olmayı teşvik etmiş, bununla birlikte Müslümanlara karşı şefkat ve merhamet ile davranmayı emretmiştir. Hariciler ise bunu tam tersine çevirmişlerdir.

Ebu Ya’la, Enes’ten merfu olarak şöyle rivayet eder:
Aranızda öyle bir topluluk var ki, ibadetlerine insanlar hayran kalır. Bunların kendileri de yaptıklarını beğenirler. Ancak okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkarlar.” (Ebu Ya’la, 3/1007)

Haricilerin kendilerini ve liderlerini beğenmesinin en açık ifadesi, insanların en kötüleri olmasına rağmen onları çokça övmeleridir. Halbuki aynı kişiler sahabeye sövmekte, hakaret etmekte ve hatta tekfir etmektedir.

Şatıbi, Sapık fırkalardan ve Haricilerden söz ederken şöyle der: “Hariciler, Allahu Teala ve Rasulu’nün Sallallahu Aleyhi ve Sellem övdüğünü ve salih selefin övülmesinde ittifak ettiği kişileri yerdiler. Salih selefin ittifakla kötülediği ve Ali’yi öldüren Abdurrahman bin Mulcem gibi kişileri övdüler ve Ali’yi Radıyallahu Anhu öldürmesini onayladılar.
Allahu Teala’nın, “İnsanlardan öyleleri de var ki Allah’ın rızasını almak için kendini satar (feda eder)” ( 2 Bakara/207) ayetinin İbn-i Mulcem hakkında indiğini ve bundan önceki “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri hoşuna gider ( 2 Bakara/204) ayetinin ise Ali Radıyallahu Anhu hakkında indiğini söylediler. Allah onların canını alsın, ne kadar da yalan söylüyorlar. Umran bin Hitan (Bu, İmran bin Hittan es-Sedusi’dir. Haricilerin önde gelen şair ve hatiplerindendir. Hicri 84 yılında öldü. Haricilerin mezhebine katılmasının sebebi, onların anlayışında olan amcasının bir kızı ile evlenmesidir. Evlendiği kadının görüşüne meyletmiştir. Buhari bundan hadis rivayet ettiği için eleştirilmiştir. Halbuki sadece ipek giymenin haramlığına dair bir rivayet nakletmiştir. Bunu da tabi rivayetler arasında belirtmiştir. Sözkonusu hadisin Buhari’de başka yolları da aktarılır. Bunun için, Fethu’l-Bari’nin mukkadimesine bakınız. Buhari’nin Haricilerin görüşlerine meyletmeden önceki durumuna bakarak ondan rivayette bulunduğu söylenir. Başkaları ise, ömrünün sonunda Haricilikten vazgeçtiğini belirtmektedir.
Bununla birlikte Ebu Davud şöyle der: “Fırka mensupları arasında hadisleri en sahih olanlar Haricilerdir.” Daha sonra ise İmran ve başkalarını zikretmiştir. Çünkü Hariciler yalan söylemeyi küfür olarak görürler. İbnu’l-Kayyim Rahimehullah şöyle der: “Günahlar sebebiyle tekfir eden ve yalan söylemeyi bu tür günahlardan görenlerin şahitliği, böyle olmayanların şahitliğinden daha makbuldür. Selef de, halef de bunların şahitliğini kabul etmeye devam etmiştir.” Et-Turuku’l-Hukmiyye, 232 ) İbn-i Mulcem’i şöyle övmektedir:

“Muttaki adam öyle bir vuruş vurdu ki, onunla Arş’ın sahibinin rızasını kazanmak istedi.
Ne zaman aklıma gelse, onu Allah’a karşı görevini en iyi yapmış kişi olarak sayarım.”

Allah kendisine lanet etsin, nasıl da yalan söylüyor.”
(
El-İtisam, 2/268. Buna cevap vermek için yazılmış beyitler ile ilgili olarak el-Bağdadi’nin, el-Farku Beyne’l-Fırak isimli kitabı, 93. Sayfaya bakınız)


Onların bir diğer vasıfları ise, şer’i delilleri anlamadan, Şari’nin ondan maksadını kavramadan ve nassların neye delalet ettiğini bilmeden hüküm vermeleridir. Anlayışları bozuktur. Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem onları, “akılca kıt(Muslim’in rivayet ettiği hadisten bir bölümdür.) diye nitelemiştir.
Sünnetin, Kur’an’ı açıklamasından kendilerini mahrum bıraktıkları için bocalamışlar, meselelerde birbirlerini tekfir etmişler, sonra tevbe etmişler ancak daha sonra yaptıkları bu tevbenin de hata olduğunu söylemişlerdir. Veya başka bir görüşe yönelmişler ve öncekinden tevbe etmişler, ama daha sonra o tevbeden de vaz geçmişler ve aksi halde kafir olacaklarını söylemişlerdir. Bütün bunlar delillendirme yöntemini bilmedikleri ve kavrayışlarının yetersizliği sebebiyle olmuştur.

Muberred, el-Kamil’de şöyle anlatır: “Haşimoğullarının bir velisi Nafi bin Ezrak’a gelmiş ve şöyle demiş: ‘Müşriklerin çocukları ateştedir, bizemuhalefet edenler de müşriktir. Dolayısıyla onların çocuklarını öldürmemiz helaldir.’ Bunun üzerine Nafi kendisine, ‘Kafir oldun ve kendin delil getirdin’ demiştir.
(Nafi’nin ona “sapıttın”, yanıldın”, “hata ettin” gibi bir şey söylemeden hemen “kafir oldun” demesine dikkat etmek gerekir. Öldürme, insanların kanını helal sayma ve küfür hükmünün sonuçlarını uygulama meselelerinde ne kadar acele davranmaktadırlar.)

Adam; ‘Allah’ın Kitabı'ndan sana bunun delilini getirmezsem beni öldür’ dedi ve şu ayeti okudu: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar; yalnız ahlaksız, nankör (insanlar) doğururlar.” ( 71 Nuh/26-27)
Bunun üzerine Nafi, kendilerine muhalefet edenlerin çocuklarının da cehennemlik olduğunu ve öldürülebileceklerini söyleyerek şunu ilave etti:
Yaşadıkları memleket, küfür memleketidir. Ve bundan sadece imanını izhar eden hariç tutulur. Geri kalanının kestiklerini yemek, kadınlarıyla evlenmek ve onlara mirasçı olmak

helal değildir.”
Nuh’un Aleyhisselam kavmini dokuz yüz elli yıl İslam’a davet ettiği halde, davetine karşı parmaklarıyla kulaklarını tıkayan, elbiselerine bürünen ve kibirlendikçe kibirlenenler için söylediği sözlerini hatalı bir şekilde kendilerine delil göstermişlerdir.
Allahu Teala, Nuh’a
Aleyhisselam şöyle vahyetmişti:

..artık kavminden iman etmiş olanlardan başkası (sana) asla iman etmeyecek.” (11 Hud/36)
Nuh’un Aleyhisselam kafirler için söylediğini insanların en hayırlı kişileri ve çocukları için söylemektedirler. Çünkü basiretli ve yeterli bir anlama ve kavrama yeteneğine sahip değildirler. Akılları doğru istidlal yapmaktan uzaktır.
Bu durumları Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, onlar için buyurduğu “Kur’an’ı okurlar ama boğazlarından aşağı inmez” sözünün ne kadar doğru olduğunu gösterir.

NeveviRahimehullah şöyle der:
Bundan maksat, dilleriyle tekrar etmekten başka Kur’an’dan nasiplerinin olmadığını, kalplerine ulaşması bir yana, gırtlaklarından aşağıya bile geçmediğini belirtmektir. Çünkü Kur’an okumaktan maksat, kalpte anlamak ve üzerinde düşünmektir.” Şer’i ahkamda katı tutum takınmaları, Allahu Teala’nın Müslümanlar için tanıdığı kolaylığı tanımamaları ve ümmetin işini zorlaştırmaları da onların vasıflarındandır. Onlardan bazıları hayızlı kadının kılmadığı namazları sonra kaza etmesini vacip görmüş, hırsızlıkta nisap ölçüsünü gözetmeden az veya çok mal çalan kişinin elini omuzdan kesmiş, kendilerine hicret etmeyi vacip saymış, kendi mezheplerinden de olsalar muhaliflerine karşı kendi yanlarında savaşmayan kişileri tekfir etmiş, kadınlar da dahil kendilerine hicret etmede birbirlerini mazur görmemiş, mezheplerinden olmayan bir erkek ile evlenmeye ailesi tarafından zorlanan bir kadını, “Daru’l-küfürde ikamet eden herkes kafirdir ve oradan hicret etmesi gerekir” diyerek kendilerine hicret etmediği için tekfir etmişlerdir. (Eş’ari, Makalat, 1/88)

Bu nedenle ilk dönemlerdeki Müslümanlar, Allahu Teala’nın kolaylık tanıdığını zorlaştıran herkesin Haricilerden olduğunu düşünürdü.
Buhari ve Muslim, Muaze adındaki kadından şöyle rivayet ederler:
Aişe’ye; ‘Hayızlı kadın neden orucu kaza ediyor da namazı kaza etmiyor?’ diye sordum.
Bana; ‘
Sen Harurilerden misin?’ dedi. Ben; ‘Hayır, ama soruyorum’ dedim.
Bunun üzerine şöyle dedi: ‘
Hayızlı olduğumuz zaman orucu kaza etmemiz emredildi ancak namazı kaza etmemiz emredilmedi.’”

Onların niteliklerinden biri de, müteşabih ayetlere uymaları ve muhkem olan ayetleri ölçü almamalarıdır. Taberi, Tehzibu’l-Asar’da, İbn-i Hacer’in sahih olduğunu bildirdiği bir sened ile Hariciler hakkında İbn-i Abbas’tan Radıyallahu Anhuma şöyle rivayet eder:
Kur’an’ın muhkemlerine iman ederler ancak muteşabihleri ile helak olurlar.” ( Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı)

Bu nedenle sahabe Radıyallahu Anhum, bu şekilde davranan birini gördüklerinde onu Haricilerden zannederdi. Subayğ bin İsl hadisinde Ebu Osman en-Nehdi’den şöyle rivayet edilmektedir:
“Beni Yarbu veya Beni Temim’den bir adam Ömer İbnu’l-Hattab’a, Zariyat, Naziat, Murselat veya başka bazı ayetler hakkında sordu.
Ömer ona, ‘
Başını göreyim, Allah’a yemin ederim saçının traş edildiğini görseydim başını vururdum’ dedi ve Basra halkına onunla oturup kalkmamalarını yazdı. Şöyle denmiştir:
Yüz kişi de olsalar, o adam geldiği zaman dağılırlardı.’
” ( Es-Sarimu’l-Meslul, 188, Emevi ve başkalarından sahih bir sened ile rivayet edilmiştir)

Tabi’in’in bakışı böyledir. Malik, Muvatta’da, Said bin Mansur Sünen’de ve Beyhaki (8/96) Rabia bin Ebi Abdurrahman’dan şöyle rivayet ederler:
“Said bin Museyyeb’e; ‘Kadın parmağını kesmenin cezası nedir?’ diye sordum. ‘
On deve’ diye cevap verdi. Ben; ‘İki parmağı kesilirse, cezası ne olur?’ diye sordum. ‘Yirmi deve’ dedi. Ben; ‘Üç parmak kesilirse’ dedim. ‘Otuz deve’ dedi. Ben yine; ‘Dört parmak kesilirse’ diye sordum. O; ‘Yirmi deve’ diye cevap verince kendisine; ‘Neden yarası ve acısı arttığı halde cezası azaldı?’ dedim.
Bana; ‘
Sen Iraklı mısın?’ dedi. Ben; ‘Hayır, ama öğrenmek istiyen bir cahil veya bildiğini pekiştirmek isteyen bir alimim’ dedim. Bunun üzerine şöyle cevap verdi:
Ey kardeşimin oğlu, sünnet böyledir.’”
Kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısı kadardır.
Bu mesele hakkında el-Muğni ve diğer kitapların “Diyetler” bölümüne bakınız.

Said bin Museyyeb, kendisine gelen bu kişinin sorup durduğunu görünce, sünnete itiraz ettiğini ve müteşabihin peşine düştüğünü zannetti. Bu nedenle kendisine Iraklı olup olmadığını sormuştur. Çünkü o dönem Irak fitne ve Haricilerin yatağı idi. Bu Aişe’nin Radıyallahu Anha, hayızlı kadının namazını neden kaza etmediğini soran Muaze adındaki kadına Harurilerden olup olmadığını sorması kabilindendir.

Ömer İbnu’l-Hattab’ın Radıyallahu Anhu, Allah’a yemin ederim saçının traş edildiğini görseydim başını vururdum” demesinden anlaşılmaktadır ki; onların vasıflarından biri de saçlarını tamamen kesmeleridir.
Rasulullah’tan Sallallahu Aleyhi ve Sellem gelen rivayetlerde onlar bununla da nitelenmişlerdir.
İmam Ahmed, Enes’ten merfu olarak şöyle rivayet eder:
Ümmetimde ihtilaf ve tefrika olacaktır. Onlardan bir kavim çıkacak ki Kur’an’ı okuyacaklar, ama boğazlarından aşağı inmeyecektir. Onların özelliklerinden biri de saçlarını tamamen traş etmeleridir.” (İmam Ahmed, Musned, 3/197. İlginçtir ki, haksız yere Harici olmakla suçlanan bizim ve diğer Tevhid davetçilerinin bilinen tavrı, saçlarını uzatmalarıdır. Hatta bazıları bunu bize uygun görmemiş ve eleştirmiştir.)

Onların bir diğer niteliği ise, batıl görüşlerini yaldızlamaları ve ona hak süsü vermeleridir. Bu nedenle ciddi bir bilgisi veya derin basireti olmayan kişiler onlara kanar ve peşlerinden giderler. Ali’yi tahkime zorladıklarında “Kendilerine Kitap'tan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında Allah'ın Kitabı hükmetsin diye çağrılıyorlar da, onlardan bir bölümü yüz çeviriyor. Onlar, işte böyle arka dönenlerdir(Al-i İmran/23) ayetini dillerine doladılar. Ali’nin Radıyallahu Anhu kendilerine hitap etmesi esnasında, “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek bağırdılar. Bunun üzerine Ali bin Ebi Talib Radıyallahu Anhu, “Batıl için kullanılan hak bir söz” diyerek onlara cevap verdi.
Onların emirleri insanlara hitap ettikleri zaman cenneti ve şehitliği öne çıkararak insanların duygularını coşturur, Müslümanlardan söz ederken ise şunu söylerlerdi:
Bizi, halkı zalim olan bu memleketten çıkar..” İbn-i Kesir Rahimehullah, onları “İnsanların en tuhafı” diye nitelemiştir.
Onlar, İbn-i Kesir’in dediği gibi insanların en tuhafı olmaları nedeniyledir ki, halkı Ali ile savaşmaya teşvik ederken şöyle derlerdi: “Rahman ve rahim olan Allah’a itaatin gerçekleşmesi için onların yüzlerine ve sırtlarına kılıçlarla vurunuz.
Bunu başarır ve istediğiniz gibi Allah’a itaat ederlerse, size itaat edenlerin sevabı vardır. Ancak siz öldürülürseniz, Allah’ın rızasına ve cennetine ulaşmaktan daha güzel ne olabilir ki?”

İbn-i Kesir Rahimehullah, Ali’nin ordusundaki komutanlardan biri olan Ebu Eyyub el-Ensari’nin şöyle dediğini rivayet eder: “Attığım mızraklardan biri, Haricilerden bir adama isabet etti ve sırtından çıktı. Ben Ona şöyle dedim: ‘Ey Allah’ın düşmanı müjde, sana eteş var.’ Bunun üzerine bana; ‘Hangimizin orada kalmaya daha layık olduğunu öğreneceksin’ dedi.”

İbn-i HacerRahimehullah, Fethu’l-Bari’de, Haricilerin vasıfları ile ilgili olan hadisteki “..yaratılanlar arasında en hayırlı konuşanlardır” sözüne işaret ederek bundan maksadın kalpler olduğunu ve en güzel sözün de Kur’an olduğunu söyleyenlere işaret ettikten sonra şöyle der:
“Bu sözün zahir anlamda olması muhtemeldir. Bundan maksat, zahirde güzel, ama batında bunun aksi söz söylemektir. Aynen cevap olarak Ali’ye Radıyallahu Anhu,
“Hüküm ancak Allah’ındır” dedikleri gibi.” (Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı)

Onların nitelikleriden biri de, çabuk görüş değiştirmeleri ve kararsız olmalarıdır. Ali’nin tahkime gitmesi için baskı yapan, ancak daha sonradan bunu kabul ettiği için onu tekfir edenler, aynı kişilerdir. Kendilerine “Mu’minlerin emirine itaat ediniz” denildiğinde, “Bize Ömer gibi birini getirin, kabul ederiz” demişlerdi. Çok geçmeden kendilerine emir olarak, sahabeden olmayan, herhangi bir geçmişi veya üstünlüğü bulunmayan Abdullah bin Vehb er-Rasibi’yi atadılar.

Basra’ya, yanında mahremi olmadan gittiğini iddia ederek Aişe’yi Radıyallahu Anha tekfir ettiler ve ona “Evlerinizde vakarınızla oturun(33 Ahzab/33) ayetini okudular. Halbuki kardeşinin oğlu Abdurrahman ve kızkardeşinin oğlu Abdullah bin Zubeyr, yolculuğu esnasında Aişe’nin Radıyallahu Anha yanında bulunuyorlardı. Ayrıca Müslümanların hepsi onun mahremidir. Çünkü o, Müslümanların annesidir. Aişe’ye Radıyallahu Anha bu şekilde karşı çıkan Şebibiyye fırkası, çok geçmeden başlarına liderlerinin karısı olan Ğazale’yi getirdiler. Ğazale, Haricilerden olan diğer kadınları da yanına alarak Haccac’a karşı savaştı. Bu ise benzer şeyler arasında denge kuramamaları ve hevalarına uymaları sebebiyledir. Halbuki insanlar arasında kıyasa en çok itibar edenler de kendileridir. (Şehristani, El-Milel ve’n-Nihal, 116)

Onların niteliklerinden biri de, en basit sebeplerden dolayı bile çabuk bölünmeleri ve fırkalaşmalarıdır. Çok basit bir ihtilaf yüzünden birbirlerine girip ilişkilerini kesebilir, hatta birbirlerini tekfir edebilirler. Şüphesiz bütün bu nitelikleri çirkin, akide ve düşünceleri ise sapıklıktır. Allahu Teala’nın dinine bağlı olan cemaatin bir mensubu olmak isteyen ve hakkın peşinde olan herkesin, bu niteliklerden ve akidelerden uzak durması ve sakınması gerekir. Şöyle denilir:

Sana öyle bir iş hazırladılar ki;
Farkında olsan,
Onu yapmak yerine kuzularla beraber otlamaya razı olursun.

Bizi, menhecimizi ve davetimizi bilen herkes, Allahu Teala’nın lütfu ile bütün bu nitelik, akide ve düşünceler ile ilişkilerimizin olmadığını ve bunlardan en fazla sakındıranın da biz olduğumuzu bilir. Hatta bu gibi akide ve düşüncelerden beri olduğumuzu belirtmemiz ve insanları bunlardan sakındırmamız sebebi ile, hakkımızda karalamalar yapılmış, bizlere haksızlık yapılmıştır. Hatta bazıları bu sebepten dolayı bizleri tekfir etmiştir. Buna rağmen uzak veya yakın kimseye taviz vermedik ve bu çirkin nitelikleri ve sapık akideleri tasvip etmedik. Hasımlarımızdan insaf ve vicdan sahibi olan
herkes bunu itiraf eder ve şahitlik yapar. Bununla birlikte şuna dikkat çekmek isteriz ki; bu çirkin huylardan herhangi birine sahip olan herkesin Haricilerden olduğuna hükmetmek
doğru değildir. Aksine, Haricilerin prensiplerini ve sapık akidelerini benimsediğini kabul etmedikçe, kimseyi bu nitelikler ile nitelemek doğru olmaz.
Sahabeyi tekfir etmek, günah işleyen Müslümanları tekfir etmek, putperestleri bırakıp Müslümanlarla savaşmak, onların kan, mal ve namuslarını helal görmek gibi temel anlayışlarını, yöntem olarak kabul etmedikçe, kimseyi onlardan saymak caiz değildir.


Şatıbi, Fırkatu’n-Naciye’ye muhalif olan diğer fırkalardan söz ederken şöyle der:
“Beşinci konu: Herhangi bir fırkanın, Fırkatu’n-Naciye’ye muhalif sayılması, ayrıntıların birinde değil, genel din anlayışı ve şeriatın kaidelerinin birinde ona muhalefet etmesi sebebi ile olur. Çünkü cüz’i ve tali olan şeyler üzerindeki ihtilaf sebebiyle fırkalaşma olmaz. Fırkalaşma ve bölünme ancak genel konulardaki muhalefet ile meydana gelir.”
“Genel kaideler, cüz’i konuların çokluğu ile oluşur. Kişi, teferruattan olan bir çok meselede farklı görüş ortaya koyarsa, bunlar şeriatın kaidelerinden birine veya daha fazlasına muhalefet ile sonuçlanır. Ancak cüz’i olan tek bir meseledeki ihtilaf böyle değildir. İhtilafın böyle bir meselede meydana gelmesi, bid’atçının hata ve yanılması kabilindendir.”
( Şatıbi, El-İtisam, 2/233 ve 287)

Bundan da anlaşılmaktadır ki, Hariciler veya diğer dalalet ehli fırkaların Ehl-i Sünnet'e muhalif olan genel usül ve kurallarını benimsediği sabit olmadıkça, kimsenin onlara nisbet edilmesi caiz değildir. Şiddet, taassub, aşırılık ve hüküm vermede pervasızlık gibi kötü huyların biri sebebi ile onlara muvafık düşen kimseyi, onlardan saymak doğru olmaz. Bu, Haricilerde bulunan ve onların ayırıcı özelliklerinden sayılan bir nitelik bile olsa, Ehl-i Sünnet'e muhalefet ettikleri genel kural ve usullerinden değildir. Üstelik bu ahlak, sadece onlara mahsus ve başkalarında bulunmayan bir şey de değildir. Çünkü buna benzer şeyler herkeste bulunabilir.
Bunların çoğu imanı ve ilmi az olan kişilerde bulunabilen nitelikler olup, kalpteki hastalık, zayıflık ve ifrazattan başka bir şey değildir. Buna özellikle dikkati çekmek istiyorum. Çünkü ilim tahsilinin henüz başlarında olan bazı kişilerin tam kavrayamadıkları bazı konularda heyecanlı davrandıkları ve aşarılığa kaçtıkları görülmektedir. Bu kişiler zaman zaman görüşlerinde ileri giderler ve ölçüyü kaçırırlar. Bu durumlarda onları hemen Harici olmak ile nitelemek doğru değildir. Özellikle bu aşırı davranışlar, ihlaslı ve dürüst kişilerde Allahu Teala’nın Kur’an’da ilim ehlini nitelediği ve ilmin aslı olan Allah korkusu ile çok geçmeden kaybolur. Bu ise Allahu Teala’nın Kitabı'nı iyice düşünüp taşınmak ve ilim talebesini aşırılıktan, riyadan, faydasız tartışmalara girmekten, arsız insanlarla vakti boşa geçirmekten ve ilmi bu tür işler için öğrenmekten sakındıran hadisleri incelemekle olur. Alimlerin söylediklerini incelemek, siyerlerini okumak, ahlak ve davranışlarını öğrenmek de buna yardımcı olur.

Abdullah bin Ömer’den rivayet edilen bir hadiste Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur:
Her çalışanda bir şevk vardır, her şevkin de bir sonu vardır. Kimin şevkinin sonu sünnetimde kalırsa doğru yoldadır. Kim de hata eder (sünnetimin haricinde kalır) ise o da helak olmuştur.”

Bu rivayet, işin başında herkeste bu hamasetin az çok bulunduğunu gösterir. Allahu Teala iyililiğini istediği kişileri nefsin kötü arzusuna karşı koymaya ve Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem sünnetine uymaya muvaffak eder. Haricilerin kötü niteliklerini tanıdıktan sonra hak peşinde olan bir kişiye düşen görev, bu niteliklerden herhangi birinde onlara benzememeye çalışmak, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in niteliklerine sahip olmak için gayret etmek ve kişiyi dinden çıkmaya kadar götürebilen aşırılıklardan kaçınmaktır.
İbadet ehli olmalarına rağmen, aşırılık ve hevalarına uymaları, Haricileri dinden çıkmaya ve Nübüvvet dönemine çok yakın ve nesillerin en hayırlısı olan sahabe ve tabi’in ile beraber olmalarına rağmen onların yeryüzünde öldürülen en şerli insanlar olmalarına yol açmıştır. Bu nedenle onlardan sonra gelen nesillerin bundan dersler çıkarması, kötülüğünün farkına varıp sakınması, ilmin azaldığı ve cehaletin yayıldığı, insanların dalalet öncülerini lider edindiği ve heva sahiplerinin peşine takıldığı günümüzde onların yolundan şiddetle sakınması gerekir.

İbn-i TeymiyeRahimehullah şöyle der:
“Allahu Teala’nın dini, onda aşırı giden ile geri duran arasında vasattır. Allahu Teala ne zaman bir kula bir şeyi emretse, mutlaka şeytan ya ifrat veya tefrit ile karşısına çıkarak itiraz eder. Bu itarızının hangisinde başarılı olması onun için önemli değildir. İslam Allahu Teala’nın dinidir ve din olarak insanlardan sadece o kabul edilecektir.
Bu nedenle şeytan, İslam’a mensup herkesin yoluna çıkmış, şer’i hükümlerin birçoğundan saptırmış, hatta bu ümmetin en abid ve en zahid kitlelerini bile dalalete düşürmüş ve okun yaydan çıkması gibi dinden çıkmalarına sebep olmuştur.”
(Mecmuu’l-Fetava, 3/236)

İbn-i Teymiye Rahimehullah, Hariciler ile ilgili yukarıda aktarılan hadisleri belirttikten sonra şöyle der:
“Rasulullah
Sallallahu Aleyhi ve Sellem ve raşid halifeler zamanında İslam’a mensup olup çokça ibadet etmelerine rağmen dinden çıkan ve kendilerine karşı savaşı hak eden olmuşsa, bilinmelidir ki bugün de İslam’a veya sünnete mensup insanlar İslam’dan ve sünnetten çıkabilir; hatta sünnet ile ilgisi olmayanlar ona bağlı olduğunu iddia edebilir. Halbuki kendisi ondan çıkmıştır. Bunun sebepleri vardır ve aşırılık bunlardan biridir. Allahu Teala, Kur’an’da aşırılığı kötülüyerek şöyle buyurmuştur:

Ey kitap ehli, dininizde aşırı gitmeyin..”( 4 Nisa/171)
De ki: Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın.”( 5 Maide/77)

Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurur:
Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekilerin helak olmasının sebebi, dinde aşırılığa kaçmalarıdır.” (Sahih bir hadistir)
Bu sebeplerden biri de Allahu Teala’nın Kur’an’da belirttiği ihtilaf ve bölünmedir. Diğer bir sebep ise, ilim sahiplerinin ittifakı ile Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem adına uydurma olduğu bilinen birtakım hadislerdir.
Cahil kişiler bunları hadis olarak duyar ve hevasına uygun düştüğü için onlara inanır.
Dalaletin aslı, zan ve hevaya uymaktır. Allahu Teala, kınadığı kişiler hakkında şöyle buyurur:
Onlar sadece zanna ve nefislerin arzularına uyarlar. Halbuki onlara Rableri tarafından hidayet gelmiştir.”( 53 Necm/23)

Allahu Teala, Rasulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem için ise şöyle buyurur:
Battığı zaman andolsun yıldıza ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı; o, kötü arzularına göre de konuşmaz. O(nun konuşması, kendisine) vahyedilenden başkası değildir.”( 53 Necm/1-4)
Allahu Teala, Rasulü'nü cehalet ve zulüm olan dalalet ve sapıklıktan tenzih etmiştir. Dalalette olan, hakkı bilmeyendir. Sapmış olan ise, hevasına uyandır. Allahu Teala, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem nefsin arzusu ile konuşmadığını, ancak Allahu Teala’nın kendisine vahyettiğini aktardığını bildirmiş, onu ilim ile nitelemiş ve hevaya uymaktan tenzih etmiştir.”( Mecmuu’l-Fetava, 3/238)



B- “Harici” teriminin ıstılahi manasına dikkat edilmeli ve gerek zulmü kaldırmak için olsun ve gerekse idareyi ele geçirmek için olsun yönetime karşı çıkan ve ayaklananlar ile bid’at olan akide sahibi olan ve usül bakımından Ehl-i Sünnet'e muhalif olan Haricileri birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü bu her iki kesim içinde “Hariciler” kelimesi kullanılır.
Haricilerin ilk ortaya çıktıklarında amaçları yönetimi ele geçirmek değildi. Birçoklarının dünyaya iltifat etmediği, zühd ve ibadete düşkünlükleri ve sapık da olsa akideleri için ölmeye hevesli oldukları bilinmektedir. Ayrıca sadece yöneticilere karşı değil, bütün Müslümanlara karşı çıkmışlar, iyi ile kötüleri arasında ayırım yapmamışlardır.
Kafir olduklarına hüküm verdikten sonra Müslümanları öldürmeyi, mallarını yağmalamayı ve kadınlarını esir almayı helal saymış, bu uygulamalarında kadın ve çocukları bile istisna etmemişlerdir. Onların hareket noktası sapık ve yanlış bir akidedir.
Harici” olarak nitelenen diğer kesim ise, bir akide davasıyla değil, yönetime karşı başkaldırma veya ele geçirme için yöneticiye karşı çıkanlardır.


Bunlar iki kısımdır:
Birincisi: Din adına öfkelendikleri için veya yöneticilerin zulmüne ve sünnete göre hareket etmemelerine ya da namazları bırakmalarına tepki gösterme sebebiyle ayaklananlar. Bunlar hak ehlidir. Alimler bunlardan sayılırlar. Ali’nin oğlu Hasan, Harra’da toplanan Medineliler ve Abdurrahman bin Eş’as ile beraber Haccac’a karşı çıkan “Kurra” bunlardandır.
İkincisi: Şüpheleri olsun veya olmasın, sadece iktidar için ayaklanmış olanlardır. Bunlar ise bağiler hükmündedir. ( Fethu’l-Bari, “Mürtedlere İstitabenin Uygulanması” kitabı)

Bilindiği gibi Ehl-i Sünnet'in cumhuru, zalim de olsa Müslüman imama karşı sabretmeyi tercih etmekte ve açık küfür içinde olmadıkları sürece onlara karşı ayaklanmayı uygun görmemektedir. Alimlerin, zalim imama karşı zulmüne karşı çıkmak için ayaklananları hak ehli olarak gördüğü ve hiçbir şekilde sapık Hariciler ile eşit saymadığı halde, acaba yöneticilerin bir çok sebebi işleyerek açık küfre ve şirke girdiklerini görerek, dinine yardım etmek için onlara karşı çıkan kişileri Hariciler olarak isimlendirmek caiz olur mu?
Allahu Teala’nın basiretlerini körelttiği ve kalplerini mühürlediği birçok kişinin yaptığı gibi, bu insanlara Hariciler ismini takmak caiz midir?
Basireti kapalı bu kişiler, yasama yapan tağutları ve küfür kanunlarını egemen kılan müşrik kafirleri eleştiren veya tekfir edenlere, Ehl-i Sünnet'in en iyileri ve muvahhidlerin en samimilerinden olsalar bile, Hariciler adını vermektedirler.
Bu insanların tağut müşriklere karşı çıkışı kalem veya dil ile, kuvvet veya kılıç ile olması da onlar için farketmez.
Onların bu iddialarının doğru olduğunu söylesek ve bu muvahhidlerin Harici olduğunu kabul etsek bile, keşke bu muvahhidler ile tağutlar arasında verdikleri zarar yönünden tercihte bulunma konusunda mağrib alimleri kadar basiretli ve kavrayışlı olsalardı. Mağrib alimleri Haricilerden Ebu Yezid el-Harici liderliğinde Beni Ubeyd (Fatımiler) ile savaşmak üzere çıktıkları zaman, bu bayrak altında savaşmalarını kınayan kişilere şöyle demişlerdir: “
Allahu Teala’ya karşı günah işleyen kişilerin yanında, Allahu Teala’ya küfredenlere karşı savaşıyoruz.”
O dönemin fakihlerinden olan Ebu İshak şöyle der:
Bunlar kıble ehlidir. Ancak kendilerine karşı savaşılan Beni Ubeyd kıble ehli değildir. Onları yenersek, Harici olan Ebu Yezid’in sancağı altında bulunmaya devam etmeyeceğiz.”

Halbuki bu mübarek daveti taşıyan o insanlar, kurdun Yusuf’un Aleyhisselam kanından beri olduğu gibi Haricilerin akide ve usullerinden beridirler. Mücadeleden geri kalan ve Allahu Teala’nın düşmanlarına karşı zillet, meskenet ve aşağılık içerisinde oturan bu beceriksizlerin, hiç olmazsa bu mücahid muvahhidlere iftira etmek ve yalan söylemekten kaçınmaları gerekmez miydi?
Hiç olmazsa, onları kınamayı bırakın veya onların sizin hakkınızda sustukları gibi siz de onlar hakkında susun.


C- Şimdiye kadar gördüklerimizden anlaşılmaktadır ki akide yönünden olmasa da, diğer alanlarda Haricilere en çok benzeyen ve onların kötü niteliklerine en fazla sahip olmaya layık olanlar, dine ve ilme mensup olan bu yalakalardır. Haricilerin birçok kötü niteliği bunlar ile tam olarak uyuşmaktadır.
Bu niteliklerin başında, Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Selem
hadiste belirttiği “Putperestleri bırakır, Müslümanlarla savaşırlar” sıfatı gelmektedir.

Tağutlarla dost, ama muvahhidlere, onların davet ve cihadlarına düşman olan, hatta tağutlara karşı Mürcie, ama muvahhidlere karşı Hariciler olan bu sözde alimler ve benzerlerinin, nice kez muvahhid Müslümanlara ve davetlerine karşı tağutları teşvik ettiklerini, onları kışkırttıklarını, bunun için fetvalar düzenlediklerini (Hicaz ve başka memleketlerde bu türden çok kişiler bulunmaktadır. Bunlardan birinin bu alanda yazdığı bir kasidesine reddiye olarak bizim yazdığımız ve “İla harisi’t-Tendidi ve Ruhbanihi” ismini verdiğimiz kasidemize bakınız. Ürdün’de de Ali el-Halebi bu doğrultuda verdiği fetva ile tağutların ve destekçilerinin gönlüne su serpmiştir. Bazı fazilet sahibi kardeşler onun bu fetvasını “El-Kavlu’l-Mubin fi Şeyhi’l-Muhbirin” adıyla yayınlamıştır.) ve hatta bu muvahhid mücahidlerin bağiler olduğunu söyleyerek, verdikleri fetvalarının kendilerini Allah’a yaklaştırdığını düşündüklerini gördük.
Onlar, muvahhid mücahidlere Hariciler adını vererek karalamakta ve Haricileri tekfir eden kimi alimlerin söylediklerinden hareketle onları tekfir etmektedirler. Bu yaptıkları ile onlar, dalalet ehlinden olan Haricilerden çok daha kötü bir dereceye düşmektedirler. Hariciler günah ve masiyetler sebebiyle insanları tekfir ettiler. Bunlar ise sırf Tevhid ehlinden olmaları ve, şirke karşı çıkıp müşriklerden beri olmaları sebebiyle insanları tekfir ediyorlar.


İbnu’l-KayyimRahimehullah böyleleri için ne güzel söylemiş:
“Haricilere benzeyen ve haksız yere günahlar sebebiyle insanları tekfir eden mi var!
Hasımlarımız ise Tevhid ve imanın zirvesi olan şeyler ile bizi tekfir ettiler.
Ne tuhaftır ki Kur’an ve hadis ehlini suçlayarak zahir şeyler ile hareket eden
ve doğru yolu bulamayan Hariciler gibisiniz, dediler.
Şu ahmaklıklarına bak, iman ehline Haricilik sıfatını nisbet ettiler.
Rasulullah’ın sünnetlerine hem dilleri ve hem de kılıçlarıyla saldırdılar.
Allah’a yemin ederim ki azgınlığın öncüleri olan Hariciler böyle değildi.
Onlar günahkarı tekfir ederken, siz sırf itaat ehli oldukları için tekfir ettiniz Ehli Sünnet'i.
Onlar sizden daha iyidir, dersem, kim hayır diyecek; iki taraf eşit değildir, vallahi.
Günah sebebiyle tekfir edenler nerede, sünnete uyanları tekfir edenler nerede!
İçtihad ettik, dediniz, onlar da içtihad ettiler, baği birer topluluksunuz ikiniz de.
İkiniz de nasslara muhalefet ettiniz, aranızda odur hakem de.
Onlar benzer bir nassla başka bir nassa muhalefet ettiler ve uzlaştıramadılar ikisini de.

Sizler nasslara muhalefet ettiniz, zihinlerde oluşan şüphelerle.
(Bu, İbnu’l-Kayyim’in çok güzel bir nitelemesi ve karşılaştırmasıdır. Sanki günümüzde tağutların çömezlerini anlatmaktadır. Hariciler, sünneti ihmal etmeleri ve Kur’an anlayışlarındaki zayıflık ve bu ikisini uzlaştırmadaki yetersizlikleri sebebiyle o duruma düştüler. Ancak bu çömezlerin istidlallerine bakan bir insan, hiçbir ciddi delil göremez. Aksine bütün delilleri önemsiz şeylerdir. Hattabi kelam ehli için şöyle söyler: “Baktığın zaman gerçek sandığın şüpheler, hepsi kırılmış ve dağılmış cam parçalarından farksızdır.” Bunların durumu aynen böyledir.)

Sizler hangi sebeple onlardan daha hayırlı ve hakka daha yakınsınız?
Onlar Kur’an’ın lafzından anladıklarını, onu açıklayan hadisten aldılar öne.
Halbuki sizler kişilerin görüşlerini ikisinin de önüne aldınız, şimdi eşit misiniz ikiniz de?
Yoksa onlar İslam’a sizden daha mı yakındır? Artık sabah oldu gözü görenlere.
Ahiret günü Allah aranızda hüküm verecektir, adalet ve insaf ile.
Biz, Allah’ın hidayet verdikleri dışında, onlardan da beriyiz, sizden de.”


Ali ve beraberindekilerin, hakiki Haricilere nasıl muamele yaptıklarını yukarıda aktardık. Onlara hiçbir şekilde haksızlık yapmamışlar, savaşmadan önce kendilerine defalarca elçi göndermişler, şüpheleri konusunda onlarla münakaşa etmişler ve Müslümanların kanını akıtıncaya, mallarına ve ailelerine saldırıncaya kadar onlar ile savaşa başlamamışlardır. Onlara saldırmadan önce savaşa katılmayan veya Kufe ve Medain’e gidenlerin eman altında olacaklarını bildirdiler. Ayrıca onlarla savaştıklarında mallarını ganimet olarak almadılar ve yağmalamadılar. Aksine mallarını velilerine ve mirasçılarına iade ettiler.

Bütün bunlar, Ali’nin Radıyallahu Anhu Müslümanların can ve malları hakkında gösterdiği titizlikten kaynaklanmaktadır. Öldürülenler arasında Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem bir hadiste bildirdiği, vücudunda kadın memesine benzer bir çıkıntı olan kişinin bulunması üzerine, hadislerde kastedilen kişilerin bunlar olduklarına kanaat etmişler ve ancak bundan sonra onların öldürülmelerine sevinmişlerdir. Buna rağmen Ali’ye Radıyallahu Anhu, “Onlar müşrik midir?” diye sorulduğunda, “Zaten şirkten kaçtılar” diye cevap vermiş ve yine “Münafık mıdırlar?” diye sorulduğunda ise, “Münafıklar Allah’ı az anarlar” demiştir.
(Muslim’in şartına uygun bir sened ile İbn Ebi Şeybe’nin Musannef’inde, “O halde onlar nedir?” sorusuna, “Onlar kardeşlerimizdir. Bize karşı ayaklandılar, biz de bundan dolayı onlarla savaştık” cevabını verdiği anlatılmaktadır. Ayrıca bunu İbn-i Kesir’de, El-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/290’da aktarmaktadır. Ancak Buhari, hadisin ravisi olan Heysem bin Adiy için, güvenilir olmadığını ve yalan söylediğini belirtmektedir. Aktarılan bu eki, Ali’nin Cemel olayına katılanlar hakkında söylediği rivayet edilir.)

Hadiste, okun yaydan çıkması gibi dinden çıktıkları bildirilen bu Hariciler hakkında bile selefin insaf, adalet ve kavrayışı ile, günümüzde tağutların çömezlerinin muvahhidlere karşı yaptıkları saldırı ve haksızlıklar arasında ne kadar fark bulunmaktadır.


D- Asılsız iftiralarda bulunan bu muhaliflerin Haricilere benzeyen bir diğer vasıfları ise, gereğince kavramadan Kitap ve Sünnet’in nasslarıyla istidlalde bulunmaları ve alimlerin sözlerini yerinde kullanmamalarıdır.
Rasulullah’ın
Sallallahu Aleyhi ve Sellem
Hariciler için buyurduğu “Kur’an’ı okurlar ama boğazlarından aşağı inmez” niteliği, onlarda da bulunmaktadır. Akletme ve kavramanın yeri olan kalbe, okudukları Kur’an ulaşmaz.

Bilindiği gibi Hariciler, “Kim Allah’ın indirdiği (hükümler) ile hükmetmezse işte onlar kafirlerin ta kendileridir( 5 Maide/44) ayetinin, günah işleyen bütün Müslümanlar hakkında olduğunu kabul etmektedirler. Hatta bu ve buna benzer ayetleri delil göstererek Ali, Muaviye ve tahkim olayında onlarla beraber olan bütün Müslümanları tekfir etmişlerdir.
Bu iftiracı kişiler, Haricilerin bu yöntemini eleştiren selef alimlerinin sözlerini, küfür ve şirkin en ağırını işleyen bu tağutların ve mürted müşriklerin temize çıkarılması için kullanmaktadırlar. Bu tağutların yaptıklarını, selef alimlerinin büyük günahı kastederek kullandıkları kişiyi dinden çıkarmayan küfür (Kufrun dûne kufr) ifadesi kapsamında sayıyor ve bunu savunuyorlar.
Halbuki bu tağutların yaptıkları ile selefin kişiyi dinden çıkarmayan küfür (Kufrun dûne kufr) diye niteledikleri şeyler arasında dağlar kadar fark bulunmaktadır.
Bunun sebebi ise, insanların nasslar ve deliller konusunda emanet ehlinden olmayan kişileri kendilerine lider edinmeleridir. Bu liderlerin geneli anlayışlarının azlığı, kavramalarının yetersizliği ve Kur’an ayetlerini ve nüzul sebeplerini yeterince bilmemeleri sebebiyle bu konularda bocalamaktadırlar. Bu ise Haricilerin durumuna benzemektedir.


İbn-i Teymiye Rahimehullah şöyle der:
“İlk bid’atler, aynen Haricilerde de olduğu gibi, Kur’an’ı yanlış anlamadan kaynaklanmış, Kur’an’a muhalefet kastedilmemiştir. Kur’an’ın delalet etmediğini, delalet ediyor gibi algıladılar.
Mu’minin tanımı, takva ve iyilik sahibi olduğuna göre, günah işleyenin tekfir edileceğini, dolayısıyla takvalı ve iyilik sahibi olmayanın kafir olup, ebedi cehennemlik olduğunu söylediler. Ayrıca Osman, Ali ve onların yanında bulunanların Müslüman olmadığını, çünkü onların, Allahu Teala’nın indirmediği şeyler ile hükmettiklerini söylediler. Böylece onların bid’atının iki başlangıcı bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi; bir görüş veya bir amel ile Kur’an hakkında hata eden ve bu hatası sebebi ile ona muhalefet eden kişinin kafir olduğunu söylemeleri. Diğeri ise; Ali, Osman ve onların taraftarları olan Müslümanları da Kur’an’a muhalefet eden ve dolayısıyla da tekfir edilen kişilerden saymaları.”
(Mecmuu’l-Fetava, 13/20)

“Küfrun dune küfr” yani kişiyi dinden çıkarmayan küfür gibi ifadeleri apaçık şirk olan hükümleri yasalaştıran ve uygulayan kafir ve müşrikler için kullandılar.
Bununla birlikte sahabeye nisbet edilen bu ifadelerden bazılarının senedi hakkında ihtilaflar bulunmaktadır.

İbn-i Teymiye şöyle der: “İslam’da ilk tefrika ve ayrılıklar, Osman’ın Radıyallahu Anhu öldürülmesinden sonra başladı. Ali ve Muaviye, aralarında hakem belirleme konusunda ittifak edince, Hariciler buna karşı çıktılar ve “Hüküm ancak Allah’ındır” diyerek Müslüman cemaatten ayrıldılar. Kendileri ile konuşması için yanlarına gönderilen Abdullah bin Abbas’ın onlarla yaptığı münakaşalar sonunda yarısı bu söylemlerinden vazgeçti. Diğer yarısı ise, Ali, Osman ve onlardan yana olanlar hakkında, Allahu Teala’nın indirmediği şeyler ile hükmettiklerini, Allahu Teala’nın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin ise kafir olduğunu söylediler. Böylece Müslümanları tekfir ettiler.

Onların bu konuda hataya düşmelerinin iki sebebi bulunmaktadır:

Birincisi: Bu söylediklerinin Kur’an’a aykırı olması.
İkincisi: Haramı helal veya helalı haram saymadığı halde, hata veya günah kabilinden Kur’an’a muhalefet eden kişinin kafir olduğunu söylemeleri.” (Mecmuu’l-Fetava, 13/112)

Şeyhu’l-İslam’ın bu sözüne dikkat etmek gerekir. Haricilerin Müslümanları ve Allahu Teala’nın şeriatıyla hükmeden imamları, bu iki bozuk sebep üzerinde bulunmalarından dolayı tekfir etmeleri, selef tarafından reddedilmiştir. (Hariciler ile münakaşa edenlerin başında Ali, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, Ebu Bekre ve Tabiinden olan Tavus, Ebu Miclez ve Ömer bin Abdulaziz gelmektedir)

İbn-i Ömer Radıyallahu Anhuma onlar hakkında şöyler der:
Bunlar yaratılanların en şerlileridir. Çünkü kafirler hakkında inen ayetleri, mü’minler hakkında uyguladılar.”
Akıllarının kıtlığı bakımından Haricilere en çok benzeyen bu muhalifler ise, Haricilerin günah sebebiyle mü’minleri tekfir etmesine karşı çıkan selefin mü’minleri savunmak için söylediklerini, mürted tağutları ve müşrik mulhidleri savunmak için kullandılar.
Selefin bu türden olan ifadelerini, bu tağutların açık küfürlerini ve gün ışığı kadar ortada olan riddetlerini savunmak için kullanmalarının yanında, cephe aldıkları mü’minleri tekfir etmek için de kullandılar.



E- Bahsettiğimiz bu kişilerin Haricilere benzer olan yönlerinden biri de, yasalar koyan mürted tağutları, mü’minlerin emiri veya Müslümanların imamı olarak isimlendirmeleri, onlara bey’at etmeleri, şeriata uygun emirliğin veya imamlığın herhangi bir şartına itibar etmemeleri ve o tağutlarda bu şartların bulunup bulunmadığına bakmamalarıdır. Hatta bu konuda Haricilerden daha kötü bir tavırları bulunmaktadır. Hariciler Ali ve Osman’ın hilafetini dışladıklarında, imamlığın şartlarını taşımayan bir kişiye bey’at ettiler.
Ancak onların bey’at ettiği bu kişi Müslümandı. Onlar bu yaptıklarıyla ümmetin üzerinde birleşmediği ve Kureyş’ten olmayan birini mü’minlerin emiri olarak isimlendirdiler. Bu meselede, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e muhalif davrandılar.
Kadı İyad şöyle der:
“İmamın Kureyş’ten olması şartı, bütün alimlerin görüşüdür. Bunu hakkında icma bulunan konulardan sayarlar. Seleften bu konuda herhangi bir muhalefet eden nakledilmemiştir. Ayrıca seleften sonra da hiçbir memlekette bu meselede ihtilaf olduğu aktarılmamaktadır. Haricilerin ve onlara muvafakat eden Mutezilenin bu konuda söylediklerine itibar edilmez.” ( Fethu’l-Bari, Şehristani, el-Milel ve’n-Nihal,116)

Hariciler, imamın Kureyş’ten olmasını şart görmemelerine ve Şebibiyye fırkasının yaptığı gibi kadının da bu görevde bulunmasına razı olmalarına rağmen, bu muhaliflerin içine düştüğü rezil duruma düşmemişlerdir. Çünkü bunlar mürtedlerin de Müslümanlara emir olmasını caiz görmekte ve onlara bey’at etmektedirler. Şer’i imamet konusunda çiğnemedikleri hiçbir şart bırakmadılar. Şüphesiz bütün şartların başında ise emir olarak vasıflanan kişinin Müslüman olması gelmektedir. Dolayısıyla bu konuda onlar, Haricilerden çok daha kötü ve zararlı bir hale geldiler. Çünkü, küfür kanunlarını çıkaran, onlarla hükmeden, Allahu Teala’nın din ve şeriatına savaş açan, doğu ve batı kafirlerini dost edinen, onlarla dost olup tokalaşan ve sevgilerine gönüllerini açanları dost bildiler, ancak küfür ve şirklerine karşı çıkıp batıl uygulamalarını tenkit eden herkesi bağiler ve Hariciler olarak gördüler.


F- Günümüzde Murcie çömezlerinden ve Cehmiyye davetçilerinden tağutları ve destekçilerini savunan, muvahhidlere ve davetlerine savaş açan bazı aşırıların işledikleri cinayetler, onları Haricilerden daha kötü kılmaktadır.
Onlar, çoğu zaman muvahhidleri Haricilerden olmakla suçladılar. Halbuki muvahhidler Müslüman ve adalet sahibi imamlara karşı değil, mürted kafir tağutlara karşı çıktılar. Çünkü bu Tevhid’in pratik bir uygulaması ve şirk ve tağutlardan beri olmaktır.
Şüphe yok ki bu çömezlerin, Allahu Teala’ya itaatları sebebiyle muvahhidlere düşmanlık yapması, onları günah ve masiyet sebebiyle Müslümanlara saldırıp tekfir eden önceki Haricilerden çok daha kötü ve zararlı yapmaktadır. Bu nedenle kadı Şurayh’ın Murcie için “Onlar en kötü topluluktur”, Zuhri’nin de “İslam’da, Müslümanlar için, Murcielikten daha zararlı bir bid’at olmamıştır” demesine şaşmamak gerekir.

Yahya bin Ebi Kesir ve Katade ise şöyle der:
Ümmet için Murcielikten daha tehlikeli bir heva yoktur.”
İbrahim Nehai şöyle der:
Murcienin fitnesi, bu ümmet için Ezraki Haricilerinin fitnesinden daha tehlikelidir.” ( Mecmuu’l-Fetava, 7/246, Daru İbn-i Hazm baskısı)
Kaldı ki başlangıçta Murcienin, Ehl-i Sünnet ile olan ihtilafı, sadece isim ve lafızlardaydı. Yani Ehl-i Sünnet ve onlar arasındaki ihtilaf, sadece imanın tanımı ve amellerin iman isminin kapsamına girip girmemesiyle ilgiliydi. Onlardan hiç kimse, amelleri ihmal etmeye veya farzları terk etmeye çağırmak bir yana, kafirlerin küfrüne, müşriklerin şirkine ve mulhidlerin inkarına kılıf aramaya gitmemiştir. Asla onlar böyle bir şey yapmadılar.
Bilakis onlardan ibadet ve zühd ehli, imanıyla amel eden ve müçtehid olanlar vardı.
( Örnek olarak Ömer bin Zer bin Abdullah el-Hemedani’nin biyoğrafisine bakınız. İmam Ahmed onun için şöyle der: “Murcielikten ilk söz eden odur.” Halkın en abid ve zahidlerindendi. Onun ibadet ve teheccud ile ilgili söyledikleri için bakınız: Haliyyetu’l-Evliya, 5/108-115.

Kays bin Muslim hakkında, Sufyan şunları söyler: “Allahu Teala’ya saygısızlık etmemek için şu zamandan beri başını semaya kaldırmamıştır.” Yahya bin Said, Ebu Davud ve Nesai, onun Mürcieden olduğunu söylemişlerdir.)
Ne var ki Murcielik daha sonra, seleften bazılarının tekfir ettiği ‘ğulatu’l-murcie’ denen ve aşırı giden bazı kişilerin mezhebi haline geldi.
Günümüzde bu mezhebin bir çok mensubu utanmadan şunu açıkça söylemektedir:
Tasdik veya doğru bir itikad kişide bulunduğu sürece, zahiri küfür sebeplerinden olan ameller ve sözler, herhangi bir amelin cinsini tümden bırakmak, dinden yüz çevirmek ve farzları tamamen terketmek imana zarar vermez.”


Selefin, ilk ortaya çıktıklarında dahi Mürcie mezhebine karşı takındıkları tavır, onların firasetlerinin ve basiretlerinin kuvvetini gösteren bir delildir. Halbuki Murcie ilk dönemlerinde, küfür olan herhangi bir şeyi izhar etmemiş veya bunu onaylamamıştır. Ancak selef, kuvvetli basiretleri sebebi ile bu mezhebin dinden kopmaya ve dinin hükümlerinden sıyrılmaya götüreceğini anlamıştır.
Günümüzde Murcie çömezlerinin eserleri ve yaptıkları, selefin ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. Çünkü Murcielik anlayışı, mensuplarını saptırmaya ve aşırılarını dinden çıkarıp küfrün içine atmaya devam etmektedir. Durum o dereceye ulaşmıştır ki, onlardan bazıları küfrü basit görmeye, onaylamaya, kafir ve müşrikleri savunmaya, onlar için fetva vermeye, onlara katılmaya, desteklemeye, korumaya ve dostlukta bulunmaya kadar gitti.
Bu nedenle İbrahim en-Nehai’nin feraset ve basiretiyle, ilk Murcie mensupları için “Murcienin fitnesi, bu ümmet için Ezraki Haricilerinin fitnesinden daha tehlikelidir” demesine şaşmamak gerek. Üstelik Haricilerin mezhebinin temeli, Kur’an’ı yüceltmek ve ona uyulmasını istemeye dayanmaktadır.

(Mecmuu’l-Fetava, 7/112)

Ne var ki Kur’an’ı açıklayan sünnetten yüz çevirmeleri ve yukarıda sözünü ettiğimiz diğer kötü davranışları onları saptırmıştır. Ancak Mürcienin ahlaksız çömezleri, hakkı batıla karıştırmalarıyla İslam’ın, iman ve Kur’an’ın halkalarını birer birer çözmekte, onun hükümlerini aşmanın önemsiz olduğunu söylemekte ve kurallarını çiğnemeyi basit görmektedirler. Bu bakımdan onlar Haricilerden çok daha kötü ve zararlıdırlar.


G- Tevhid ehlini ve davetçilerini, Müslüman halk tarafından sevilmeyen bu isim ile anarak karalamak, birbirlerinden miras aldıkları eski bir alışkanlıktır. Her milletin varislerinin olması, Allahu Teala’nın insanlar arasındaki sünnetidir. Peygamberlerin, izlerini takip eden ve Tevhid akidelerini destekleyen muvahhid mirasçıları olduğu gibi (Allah’ım, bizi onlardan eyle), onların hasım ve düşmanlarının da, münafıkların da, alçakların da, hakla batılı birbirine karıştıran sahtekarların da mirasçıları vardır. Onların batıl ve şüphelerini miras alırlar, her zaman birbirlerine aktarırlar, bid’atlarını yaymak ve hakkın sahiplerini karalamak için kullanırlar. Karalamak onlarda çok ucuzdur, çünkü ölçü ve tartısı olmadan dağıtmaktadırlar.
Yukarıda, İbnu’l-Kayyim’in “el-Kafiyetu’ş-Şafiye fi’l-İntisari li’l-Firkati’n-Naciye” isimli kasidesinden bazı bölümler aktarmıştık. Bu kaside de önceden beri, bid’atçı fırkalara mensup kişilerin, Ehl-i Sünnet mensuplarını Hariciler adını takarak karalamalarının onların adetlerinden olduğu belirtilmektedir.
Hallal’ın, es-Sunne’de şöyle nakleder:
“Ebu Abdullah (Ahmed binHanbel) şöyle dedi: “Bize ulaştığına göre Ebu Halid, Musa bin Mansur ve benzerleri hasımlarımızın yanında oturarak, bizim sözümüzü ayıplıyorlar ve
şöyle diyorlar: “Kur’an ne mahluktur, ne de mahluk değil.” Ayrıca tekfir ile ilgili görüşlerimizi de kınayarak, Hariciler gibi düşündüğümüzü iddia ediyorlar.”
Ebu Abdullah bunları söylerken öfkeli biri gibi tebessüm ediyordu.”
(Mecmuu’l-Fetava ,6/479, Daru’l-Kutubi’l-İlmiyye baskısı)

Şatıbi, hafız Abdurrahman bin Batta’nın kendisi ile aynı dönemde bulunan muhaliflerinin ona iftira etmelerinden, lakaplar takarak ithamlarda bulunmalarından yakındığını aktarır ve şöyle der:
“Hafız Abdurrahman bin Batta’nın, kendisi ile aynı dönemde olan bazı kişilerden gördüğü muameleye benzer bir muamele ben de gördüm. İbn-i Batta kendi durumunu anlatarak şöyle der: İkamette ve yolculukta, yakınımda ve uzağımda, tanıyan ve tanımayanlar arasındaki halime şaştım kaldım. Mekke, Horasan ve başka yerlerde gördüğüm muvafık ve muhaliflerin çoğu beni kendi düşüncelerine uymaya, söylediklerini tasdik etmeye ve kendilerine şahitlikte bulunmaya davet etti. Söylediklerini tasdik ederek onaylarsam, bana “muvafık” derler, söylediklerinin bir harfine veya yaptıklarının bir bölümüne itiraz edersem, bana “muhalif” derlerdi. Bu söz ve amelerinden herhangi biri hakkında Kur’an ve Sünnet’in başka bir şey söylediğini belirtirsem bana “Harici” adını takarlardı..
Kendilerine Tevhid ile ilgili bir hadis okusam bana “Muşebbiheci” derlerdi.
Allahu Teala’nın görülmesiyle ilgili bir hadis söylesem bana “Salimiyyeci” derdi. Söylediğim söz iman ile ilgili ise, bana “Murciesin” derlerdi. Ameller ile ilgili bir şey söylesem, bana “Kaderiyyeci” derlerdi. Ne zaman birine muvafakat edersem, bana başkasının adı verildi.
Cemaatlerine yalakalık yapsam, Allahu Teala’yı kızdırmış olurum. Halbuki bunların hiçbiri beni Allahu Teala’nın gadabından kurtaramaz. Ben sadece Kitap ve Sünnet’e
sarılıyorum ve ğafur ve rahim olan Allah’a istiğfar ediyorum.”


Şatıbi şöyle der:
“Bu aktardığım hikayenin tamamıdır ve sanki o
Rahimehullah, hepimizin dilinden konuşmaktadır. Bu lakaplardan biri veya birkaçıyla anılmamış olan meşhur bir alim veya tanınmış faziletli bir kişi bulmak çok nadirdir. Çünkü muhalifler genellikle hevalarına göre hareket ederler. Sünnetten ayrılmanın sebebi ise cehalettir. Böyle kişiler, sünnete bağlı olan insanlara yüklenirler, bu insanların yaptıklarını karalayıp kötülerler ve bu lakaplardan biri ile ona iftirada bulunurlar.

Sahabeden Radıyallahu Anhum sonra ibadet edenlerin en üstünlerinden olan Üveys el-Karani’nin şöyle dediği rivayet edilir: “Emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker mu’minlere dost bırakmadı. İnsanlara emr-i bi’l-maruf yapıyoruz, ancak onlar bu sebepten dolayı namuslarımıza söverler. Üstelik fasıklardan da buna destekçiler bulurlar. Allah’ım, o kadar suçlamalar yaptılar ki! Vallahi buna rağmen ben onlara karşı Allah’ın hakkını yerine getirmeye devam edeceğim.” (El-İtisam, 1/31-33)

İbn-i TeymiyeRahimehullah şöyle der:
“Cehmiyye ve Mutezile bugüne kadar Allahu Teala’nın sıfatlarını kabul eden kimseye, Muşebbiheci olduğunu söyleyerek yalan ve iftirada bulundu. Hatta onlardan o kadar ileri gidenler var ki peygamberleri bile bu şekilde suçladılar. Cehmiyye’nin önde gelenlerinden Sumame bin Eşras, peygamberlerden üç kişinin Muşebbihe’den olduğunu söylemektedir.
Bu sözüne delil olarak ise Musa’nın Aleyhisselam, Allahu Teala’ya “Bu iş senin imtihanından başka bir şey değildir(7 A’raf/155) demesini, İsa’nın Aleyhisselam Sen benim içimdeki bilirsin, halbuki ben senin zatında olanı bilmem ( 5 Maide/115) sözünü ve Muhammed’in Sallallahu Aleyhi ve Sellem Rabbimiz iner..” sözünü gösterir.
Hatta Mutezilenin çoğu, Malik ve ashabının, Sevri ve ashabının, Evzai ve ashabının, Şafii ve ashabının, Ahmed ve ashabının, İshak bin Rahuye ve ashabının, Ebu Ubeyd ve diğer bütün imamların Müşebbihe’den olduğunu söyler. Nitekim Ebu İshak bin Osman bin Dirbas eş-Şafii, “
Tenzihu Eimmeti’ş-Şeria ani’l-Elkabi’ş-Şenia” adında bir kitap yazmış, selefin ve başkalarının bu konudaki sözlerini aktarmış ve müşriklerin Rasulullah’ı
Sallallahu Aleyhi ve Sellem lakaplarla andığı gibi bid’at ehlinden her fırkanın kendine göre doğru sandığı bir lakapla Ehl-i Sünnet’i karaladığını söylemiştir.

Rafıziler Ehl-i Sünnet’e Navasıb (Yani Ehl-i Beyt’e düşmanlık besleyenler) lakabını verirler. Bunun dışında Kaderiyyeciler Cebriyye, Murcie Şüpheciler (Çünkü “İnşaallah mü’minim” demeyi caiz görürler), Cehmiyye Muşebbihe ve Kelamcılar ise Haşeviyye, Nevabit (Türedi, toy anlamındadır), Ğusa’(Çerçöp anlamındadır) veya Ğusera’(Ayak takımı, anlamındadır) gibi lakaplarla Ehl-i Sünnet’i anarlar. Nitekim Kureyş de, Rasulullah’ı Sallallahu Aleyhi ve Sellem deli, şair, kahin, müfteri gibi lakaplarla anıyordu...
İnsanların söylediklerini naklederek ve sırf taşıdıkları akideye muhalif olmaları sebebi ile, insanları bu isimler ile isimlendirenleri Allahu Teala’ya havale ediyorum. Allahu Teala hepsinin hakkından gelir. Kötü tuzak ancak sahibinin ayağına dolanır.” ( Mecmuu’l-Fetava, 5/72-74, Daru İbn-i Hazm baskısı)

İbn-i Teymiye’nin öğrencisi olan İbnu’l-Kayyim meşhur kasidesinde hadis ve şeriat ehli imamların bu kötü lakaplardan uzak olduğunu belirterek şöyle der:

“Yalana kaçarak onları her türlü lakapla suçlarlar, halbuki bu iftira ve yalandan beridirler.
Haksızlık yaparak iftira edenin iftira ettiği kişiden daha layık olduğu şeylerle suçlarlar.
Suçsuz kişi yaptıklarından dolayı karalanıyor, bunu bilmeyen ikisini eşit sayıyor.
Onlara Haşeviyye, Nevabit, Mücessime ve putlara tapanlar adını verdiler.
Halbuki Rasulullah’ın ve ashabının düşmanı olan Rafıziler hayvanların en kötüleridir.

(Nitekim günümüzde onların çömezleri de, Rasulullah’ın Sallallahu Aleyhi ve Sellem, kendisinin aşırı övülmemesi tavsiyesini hatırlatan veya gördükleri delile uyarak sahabeye nisbet edilen kimi içtihad ve sözleri reddeden muvahhid insanları Peygamber ve ashabınadüşmanlıkla suçlarlar.)


Sahabeye düşmanlık yapıyorlar ve sahabeye olan bu düşmanlıklarından dolayı Rahman’ın taraftarlarına Nasıbiyye diyorlar.
Hayret verici bir incelik var ey kardeşler, onu size açıklayayım;
Rasul’e ve Rasul’ün muhaliflerine insanlardan farklı iki zümre varis olacaktır.
Rasul’e varis olanlar, onun yolundadır, muhaliflerine varis olanlar ise iki fırkadır;
Onlardan biri Rasul’e ve tabilerine düşmandır ve bunu açıkça yaparlar,
Allah’ın sevgili kulu demezler ve asıl olarak kendilerine yakışan başka bir lakap takarlar.
Onlardan sonra gelenler de bu uygulamayı miras olarak aldılar ve haksızlık yaparak karaladılar.
Her biri, miras olarak aldığını gerçekleştiriyor, ey işiten ve anlayan kişi, duy ve anla!
Münafıklık yapan diğerleri ise, gizlediklerinin aksini açığa vururlar.
Bunlar kulların miraslarıdır. Nimeti bol Allah’ın taksimidir bu.
Bir nükte daha vardır ki haksız yere sövülen kişilere teselli verir,
Allah’ı cisim gibi insana benzeten kişilere muattılanın lanet okuduğunu görürsün.
Allah hidayet ehlinden bunu savıyor, tıpkı Muhemmed ve muzemmem isimleri gibi.

(Buhari’nin şu hadisine işaret etmektedir: “Kureyş’in bana sövmesini ve lanet okumasını Allahu Teala’nın nasıl uzaklaştırdığına şaşmıyor musunuz? Onlar kötülenen birine (muzemmem) sövüyorlar ve yine kötülenen birine lanet ediyorlar. Halbuki ben Muhammed’im (övülmüşüm).” Muattıla ve müşebbihe lakaplarıyla, Hariciler ve tekfirciler nitelemeleriyle hasımlarının kendilerini karalamaya çalıştığı muvahhidler için bunda bir teselli vardır. Allahu Teala bu şekilde sövgüleri onlardan uzaklaştırmaktadır. Çünkü onlar bu şeylerden beri ve uzaktırlar. Bütün karalama ve sövmeler, her türlü kötüleme ve karalamaya layık olan hasımlarına dönmektedir.)


Onlar muzemmem’e söverler, Muhammed ise onların sövmelerinden uzaktır.
Allah hem lafızda ve hem de manada Muhammed’i sövmelerinden korumuştur.
Tabileri de Muattıla ve Müşebbihe’den beridir.
Sövmeleri kendilerine geri döner, çünkü her türlü kötüleme ve karalamaya onlar layıktır.
Muattıladan kişi Müşebbiheden kişiye lanet okuyor, ama muvahhid’i Allah koruyor...
Bunlar size ikram edilen güzel şeylerdir, ama Muattıla’dan olanlar için çirkindir.
İlim, kapıcıya ve izin almaya ihtiyaç kalmadan muvaffak olan her kalbe girer.
Rezil olduğu için mahrum kişi onu red eder.
Allah’ım, bizi ilimden mahrum etme.
Öfkenizle geberin, Rabbim içinizi ve kaplerinizde olanları çok iyi biliyor.
Allah, Dini’ni, Kitabını, Peygamberini ilim ve sultan ile her zaman destekliyor.
Hak öyle bir duvardır ki insanlar ve cinler bir araya gelse kimse onu yıkamaz.
Ne tuhaf! Kur’an ile ve hadisler ile sözlerini delillendiren kişilere dediler ki;

Siz bununla Hariciler gibisiniz. Onlar zahire baktılar, ama manaları anlamadılar...”



Şeyh Ebu Makdisi ; TEKFİRDE AŞIRILIKTAN SAKINDIRMA KONUSUNDA 30 RİSALE - Cilt 2, HARİCİLERİN NİTELİKLERİ VE ONLARA EN ÇOK BENZEYENLER...S....184

images
 
Üst Ana Sayfa Alt