Toplumsal İnşa Sorumluluğumuz
İnsan, sosyal bir varlıktır. Bu durum ona sosyal sorumluluklar yükler… Hele hele bu insan Müslümansa sorumluluk katlanarak büyüyecektir. Çünkü Müslüman sadece kendisi için yaşayan kişi değildir.
Yeryüzüne çıkarılış amacınız ortada… İnsanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olmak… İnsanlığın ortak sorunlarına eğilmek… Vahye tanıklığı sürdürerek, rotasını şaşırmış toplumlara istikamet uyarısında bulunmak… Öncü ve örnek bir duruşla insanları hakka ve hidayete yönlendirmek…
Bu ümmetin her ferdi toplumun salah ve felahı için kendi kişisel rahat ve huzurunu bile feda edendir… Doğruya, güzele, gerçeğe ulaşmanın bir bedeli olacaksa bunu da biz öderiz.
Kendi özelimizle kendimizi bağlayamayız. Kendimize ördüğümüz kapalı dünyalarımızdan kurtulmamız lazım…
Nesiller cahiliyeye kurban giderken, gelir artışı ile nasıl mutlu olabiliriz?
Çirkefe, çürümeye terk edilen kimsesizlerin dünyasında, kişisel başarılarla tatmin olmamız düşünülebilir mi?
Toplumu endüstriyel bir metaya dönüştüren popüler kültürün bozucu, boğucu, bitirici etkilerine karşın, insanı "meta"dan "mana"ya taşıyacak olan toplumsal projelere imza atmamız gerekiyor…
Bu projeyi hayata geçirebilmek içinde; toplumsal ilişkilerimizde "yarar"ı değil, "değer"i öncelememiz gerekecektir… Diğer bir ifade ile "toplumsal fayda" hesapları yapmak yerine "toplumsal felah" üzerinde çalışacağız… Çünkü bize düşen görev; muttaki bir toplum olmak yoksa illa ki müreffeh bir toplum olmamız gerekmiyor… İnancımıza göre kalkınmış bir toplumun tanımı taşıdığı değerlerle, ilkelerle belirginleşecektir…
Bunu başarabilmek içinde öncelikle içinde bulunduğumuz toplumu iyi tanımamız gerekecektir…
Üzücü ama gerçek; bu toplum "önemli" olana değil, "ilginç" olana ilgi duyuyor… Toplumsal "bilinçlenme"nin yerini, toplumsal "büyülenme" aldı… Toplum ciddi anlamda bilinç kaybına maruz kaldı. Modernizmin, teknolojinin büyüsüne kapıldı… Kitlelerin dönüştürülmesinde magazin kültürü belirleyici… Hız ve haz medeniyeti yığınları başkalaştırarak sürüklüyor… İnsanlar midenin baskısından kurtulup akledemiyorlar…
Bunun neticesi olarak çağdaş toplumların hüsranını hızlandıran iki sonuç ortaya çıkıyor:
1- Toplumsal hafızasızlık…
2- Toplumsal iradesizlik…
Böylece hedefsiz, değersiz, duyarsız, tepkisiz bir toplum güdülmeye ve sömürülmeye hazır bir ruh hali ile var olmaya çalışacaktır…
Artık toplumsal muhalefet ruhunun nasıl köreldiğini herkes görebiliyor… Eleştirel aklın nasıl engellendiği herkesçe malum… Artı toplumsal sorumluluk anlayışında ciddi aşınmalar var… Nesilleri öğüten, kitleleri törpüleyip bireyselleştiren, kişileri bencilliğin bataklığına sürükleyen bir sistem var… Devletin ideolojik aygıtları toplumu tektipleştirme, nesilleri nesneleştirme işlevini fasılasız sürdürüyor… Gücün efendileri halkı tepeden inme yöntemlerle biçimlendirme, buna direnenleri jakoben uygulamalarla hizaya getirme hakkının hep kendilerinde olduğunu düşünüyorlar… Toplumun tepkisizliği, onları, kendilerinin haklılığına ve uygulamalarının doğruluğuna inandırıyor… Kısacası, bu toplum sisteme kurban… Peki, bu toplum hepten masum mu? Değil… Başka bir soru: Bu tespitleri yapan, olayı teşhis eden aydın, alim, öncü, kanaat önderi vs. bunlar olup-bitenler karşısında mazur ve muaf mıdır? Hayır, değil!
Daha da beteri, toplumun hastalıklarını savunuyor olması… Tedavi kabul etmemesi… Bundan daha büyük hamakat ve gaflet olabilir mi? İşte bu gün yaşanan budur…
Toplumu hasta olduğuna kim ikna edecek?
Tedavi önerenden, reçete sunandan cüzzamlıdan kaçar gibi uzak duruyor…
Toplumsal bünyeye sirayet eden cahili, şeytani, hevai virüsler toplum sağlığını tehdit ediyor. Takva korumasında olmayan bir toplumun iflahı zor… Nedir bu iflah etmez marazlar?
Dünyevileşmek… Yaşam ufku bu dünya ile sınırlı hesapçı, hazırcı, hazcı, şimdici, dünyacı insanların gündemine ortak hedefleri, dertleri, davaları koyabilmek kolay mı sanıyorsunuz? Dünyanın fiziki değerlerini ''değişmez değerler'' görme yanılgısı insana çok pahalıya mal oldu. Eşya değer kazanırken insan ve insanlık ucuzladı. Dünyayı kontrol altına alma çabaları insanı dünyaya bağımlı hale getirdi. Artık insan değerlerden vazgeçip fiyatlarla ilgilenir oldu… İnsanın kafası, karnesi rakamlarla dolu… Fakat insanlar ruhlarını satıp, cesetlerini makyajlamaya durdular. Öte dünyasız bir hayatın tadını çıkarmaya çalıştılar. Bu hastalığa müptela olan kişi değerler dünyasındaki puanlamayı ilahi olandan alıp gayrı ilahi olana vermektedir. Hayat vahyin kılavuzluğundan kopmaktadır…
Bireyselleşme… Toplumsal sorumluluklardan uzaklaşıp içe kapanma… Müslümanlarla birlikte olmanın sıkıntılarına katlanmadan, yalnızlığın rahat ve rehavetini tercih etme anlayışı… Yalnızlaşan, yalnızlaştıkça yabancılaşan… Böyleleri için ümmet, vahdet, cemaat, kardeşlik nostaljik bir takıntıdır. Bu hastalık başka hastalıklarında habercisidir, ''ben merkezci'' bir açmazın girdabında insanlar zayi olup gidiyor… Tek kişilik bir dünyası vardır… Başkası yoktur… ''Biz''i yoktur…
Gayesizlik… İnsan yaratılış amacından uzaklaştıkça hayat anlamını kaybeder… Doyumsuz, güvensiz, hedefsiz bir mecraya savrulur… Gayeden kopunca insan, artık onun için uğrunda mücadele etmeye değer dava, doğru, değer kalmamıştır… Bu insan aldırışsızdır, dertsizdir, gamsızdır… Yaşamı parçalanmıştır, birleştirici öğelerin kaybolması ile birlikte başıboşluk ve sorumsuzluk baş gösterir… İç dünyada başlayan çözülme ve bozulma, kişiyle sınırlı kalmıyor, kişinin dünyaya bir bozguncu olarak çıkmasına neden oluyor…
Eylemsizlik… Ruhunu yitiren çağın insanı neyin mücadelesini verecek? Atalet, rehavet ve sefahat yaşam kodlarını işlevsiz kılmıştır… Aksiyon yok! Heyecan yok! İrade yok! Hareket olmayınca hayat boş, kof, durağan, monoton kalır, çekilmez bir hal alır. Ne düşünme eylemi… Ne okuma eylemi… Ne sorgulama eylemi…. Ne inşa ve ne de imar eylemi yok… Kendini dondurmuştur…
Değersizlik… Vahiyle bağını koparan insan kutsal tanımaz oldu… Sonra kendi kutsallarını üretti… Tatmin olmadı bu defa kutsallarını tahrip etti… Tüm ilahi v beşeri kutsallara ilan-ı harp etti… Değer yitimi ile başlayan değersizleşme zamanla yerini modern yapay değerlere bıraktı… Başarı, kazanç, kar, güç, iktidar, kapital gelir artışı kutsanır oldu… Sonra bunların savaşı başladı… İnsanın değeri, tüketim gücü ile ölçülür oldu… Kıblesini yitiren insan yönsüzlük girdabında bocalıyor.
Bu savaşta yenik ve yorgun düşen insan kendini arıyor…
İlkeli bir yaşamdan koptuğundan beri hiçbir şeyde karar kılamıyor…
Duyarsızlık… Ruhu işgale uğramış, kalbi kuşatma altında olandan nasıl duyarlılık beklenebilir ki? Tepkisiz, sinirleri alınmış, uyuşumcu, edilgen, pasif bir ruh hali… Sömürülmeye aday silik ve sinmiş kişilik… Böylelerinin iradesi çökmüş, iddialarından vazgeçmiş, ideallerini yitirmiş durumdadırlar… His yok, aşk yok, öfke yok… ''Gelene ağam, gidene paşam'' felsefesi… İtiraz, sorgu, tepki, tavır, lügatlerinde yoktur… Dertsizlik derdine müptela olan kolay kolay iflah olmuyor…
Peki, tüm bu ve benzeri marazların, zaafların, reçetesi yok mudur? Kuşkusuz vardır… İşte bu çağın, bu toplumun içinden yükselen bir ses şöyle diyordu:
"Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur''an''dır."
Şimdi Kur''an''la yola çıkarak sorumluluklarımıza dönecek olursak…
Bu durumda toplumsal marazların bozucu, boğucu, batırıcı etkilerine karşı ne yapabiliriz? Toplumsal yozlaşmaya karşı yalnızca söylem geliştirmeyle bir yere varılamayacağını iyi biliyoruz… Bu güne kadar süre gelen pratikten uzak, hayata yansımayan toplumsal çözümlemeler, derin tahliller, orijinal fikirler sorunu çözmeye yetmedi… Müminler olarak mutlaka koruyucu önlemler almalıyız… Farklı bir toplum modeli oluşturmalıyız… Alternatif sunamadığımız kirli bir mekanizma tarafından yutulmamız kaçınılmazdır… İşte bu bağlamda yapmamız gerekenlerden bir kısmı:
Bir… Ruh, yürek ve bilinç dünyamızın zengin olması lazım. Vahiyde derinleşerek, ''rahmet'' ve ''şifa'' menbaı olan Kitabımızdan beslenerek iç donanımızı tamamlamalıyız… Yorgun ruhlarımızı vahyin ruhu ile ayağa kaldırabiliriz… Yoksul yüreklerimizi takva ile takviye edebiliriz…
İki… İslami kimlik ve kişiliğimizi ciddiye almalıyız… Kimliğimize yönelik çarpıtma, karartma, örtme çabalarına fırsat vermemeliyiz… Bu kimlikle elde ettiğimiz erdem, onur, iffet ve haysiyeti taşıma liyakatini sürekli korumalıyız…
Üç… Cemaat ruhuna, Müslümanlar arası hukuka, disiplin ve davranış biçimine önem vermeliyiz… Bireyselleşmenin önüne geçmenin yolu aidiyet bilincini canlı tutmaktan geçer…
Dört… Siyasal, sosyal, kültürel, düşünsel yönden gelişimimizi sürdürürken ameli, ahlaki ve deruni boyutumuzu ihmal etmemeliyiz… İbadet hayatımıza bir çeki- düzen vermeliyiz… Vakti giren ibadetlerde gecikmemeliyiz… Sünnet hassasiyetine yeni bir ivme kazandırmalıyız… Çünkü sünnet, zamanı, mekanı aşarak Hz. Peygamberin örnek, özne ve öncü kişiliğini hayatımıza taşıma, hayatımızda yaşatma ve yansıtma pratiğidir… Peygamberi yaşam biçimini içselleştirme ve nebevi disiplinle şekillenme çabasıdır… Muhammedî aidiyetin fiili ispatıdır; sünnet…
Beş… Sade bir yaşam ve mütevazı bir duruşu tercih etmeliyiz… Ahireti önceleyerek sonlu rahata değil, sonsuz rahmete müşteri olmalıyız… Vahşi kapitalizmin sınırsız tüketim alışkanlığı hastalıktan öte bir çılgınlığa dönüştü… Nasıl korunabileceksek korunmalıyız artık! Mutlaka alternatif yaşam modelimizi gerçekleştirebilmeliyiz… Çünkü heva ve hevesin sürüklemesi ile ''ihtiyaç''ların ve ''zaruret''lerin tanımı değişti… Üretilen ''zaruret''lerle nice israflar, savurganlıklar, isyanlar mübahlaştı… İlahi emirler karşısında gevşeyenler, gaflet ve kasvet kuşatmasına yenik düşüyor… Ruhsatlarla amel dinde laubaliliğe, lakaytlığa dönüşüyorsa bunun üzerinde durmak gerekir…
Sekülerizmin maddeye yüklediği ''dünyevi'' değere bizim birde ''uhrevi'' boyut kazandırmamız gerekir, bu bir görevdir… İş dünyamızda kar etmenin dünyevi getirisi yanında infak etmenin, hayır işlemenin, sevap kazanmanın manevi hazzına talip olmalıyız…
Altı… Helal- haram sınırlarının flulaştığı bir zaman diliminde ''helal kazanç'' hassasiyetini daha bir diri tutmamız gerekiyor… ''Helal'' olmayan bir hayatın sonunun ''helak'' olacağını unutmamak lazım… Günahların küçümsendiği hatta özendirildiği günlerden geçiyoruz… Nasıl korunacağız? Her günah bir sonraki günaha çağrıdır… Din adına konuşanlar günah konusunda hiçbir tarihte bu kadar esnek davrandılar mı hatırlamıyorum…
Günahlara karşı ''ölümü çokça hatırlayarak'' önemli bir korunma yöntemini yakalamış oluruz…
Yedi… Medyanın Müslüman zihin üzerindeki blokajını kırmalıyız. Kendimizi sanal dünyaya salmadan bire bir sohbet ortamlarını canlandırmalıyız… Göz göze gelerek, gönül gönüle vererek sıcak sohbetlerle sorumluluk bilinci, kulluk direnci gelişecektir… Bizi ayakta tutacak bu programlardır…
Sekiz … Yaygın ve etkin bir İslami eğitimin her seviyede gerçekleşmesi için bu alana yoğunlaşmamız kaçınılmaz ve ertelenemez bir görevdir… İslami bir terbiye ve tekamül için bu şarttır… Toplumsal sorumlulukların üstesinden gelebilmenin yolu da, kulluğun gereği de eğitimden geçiyor…
Dokuz… Önce ailenin güvenliğini sağlayıp sonra da güçlendirmeliyiz. Çünkü aile bizim direnme ve dirilme yerimizdir. Son kalemizdir… Toplumun rahmidir… Liberal, seküler, modern depremlere karşı aileyi sağlamlaştırmamız zaruret arz ediyor… Evlerimizin mescitleşeceği, mektepleşeceği imkanlar oluşturmalıyız…
On… Toplum içinde "adil şahitliğimiz", "güzel örneğimiz", "yüce ahlakımız", "vasat ümmet" olma vasfımız, temsil gücümüz, sahih duruşumuz ile mesaj misyonumuzu öne çıkarmalıyız… Bu eksende tutarlı, kararlı, nitelikli çizgimizi sürdürmeliyiz.
On bir… Diğer Müslümanlarla aramızda olması gereken "kardeşlik hukukunu" zedeleyecek davranış bozukluklarını ıslah etmeliyiz
İnsanlığın aklı, yüreği, vicdanı, ufku ve umudu biz olmalıyız.
Toplumsal hastalıklarla mücadele ederken "Tıbbın-Nebevi" böyle gerektiriyor…
Ramazan Kayan
İnsan, sosyal bir varlıktır. Bu durum ona sosyal sorumluluklar yükler… Hele hele bu insan Müslümansa sorumluluk katlanarak büyüyecektir. Çünkü Müslüman sadece kendisi için yaşayan kişi değildir.
Yeryüzüne çıkarılış amacınız ortada… İnsanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmet olmak… İnsanlığın ortak sorunlarına eğilmek… Vahye tanıklığı sürdürerek, rotasını şaşırmış toplumlara istikamet uyarısında bulunmak… Öncü ve örnek bir duruşla insanları hakka ve hidayete yönlendirmek…
Bu ümmetin her ferdi toplumun salah ve felahı için kendi kişisel rahat ve huzurunu bile feda edendir… Doğruya, güzele, gerçeğe ulaşmanın bir bedeli olacaksa bunu da biz öderiz.
Kendi özelimizle kendimizi bağlayamayız. Kendimize ördüğümüz kapalı dünyalarımızdan kurtulmamız lazım…
Nesiller cahiliyeye kurban giderken, gelir artışı ile nasıl mutlu olabiliriz?
Çirkefe, çürümeye terk edilen kimsesizlerin dünyasında, kişisel başarılarla tatmin olmamız düşünülebilir mi?
Toplumu endüstriyel bir metaya dönüştüren popüler kültürün bozucu, boğucu, bitirici etkilerine karşın, insanı "meta"dan "mana"ya taşıyacak olan toplumsal projelere imza atmamız gerekiyor…
Bu projeyi hayata geçirebilmek içinde; toplumsal ilişkilerimizde "yarar"ı değil, "değer"i öncelememiz gerekecektir… Diğer bir ifade ile "toplumsal fayda" hesapları yapmak yerine "toplumsal felah" üzerinde çalışacağız… Çünkü bize düşen görev; muttaki bir toplum olmak yoksa illa ki müreffeh bir toplum olmamız gerekmiyor… İnancımıza göre kalkınmış bir toplumun tanımı taşıdığı değerlerle, ilkelerle belirginleşecektir…
Bunu başarabilmek içinde öncelikle içinde bulunduğumuz toplumu iyi tanımamız gerekecektir…
Üzücü ama gerçek; bu toplum "önemli" olana değil, "ilginç" olana ilgi duyuyor… Toplumsal "bilinçlenme"nin yerini, toplumsal "büyülenme" aldı… Toplum ciddi anlamda bilinç kaybına maruz kaldı. Modernizmin, teknolojinin büyüsüne kapıldı… Kitlelerin dönüştürülmesinde magazin kültürü belirleyici… Hız ve haz medeniyeti yığınları başkalaştırarak sürüklüyor… İnsanlar midenin baskısından kurtulup akledemiyorlar…
Bunun neticesi olarak çağdaş toplumların hüsranını hızlandıran iki sonuç ortaya çıkıyor:
1- Toplumsal hafızasızlık…
2- Toplumsal iradesizlik…
Böylece hedefsiz, değersiz, duyarsız, tepkisiz bir toplum güdülmeye ve sömürülmeye hazır bir ruh hali ile var olmaya çalışacaktır…
Artık toplumsal muhalefet ruhunun nasıl köreldiğini herkes görebiliyor… Eleştirel aklın nasıl engellendiği herkesçe malum… Artı toplumsal sorumluluk anlayışında ciddi aşınmalar var… Nesilleri öğüten, kitleleri törpüleyip bireyselleştiren, kişileri bencilliğin bataklığına sürükleyen bir sistem var… Devletin ideolojik aygıtları toplumu tektipleştirme, nesilleri nesneleştirme işlevini fasılasız sürdürüyor… Gücün efendileri halkı tepeden inme yöntemlerle biçimlendirme, buna direnenleri jakoben uygulamalarla hizaya getirme hakkının hep kendilerinde olduğunu düşünüyorlar… Toplumun tepkisizliği, onları, kendilerinin haklılığına ve uygulamalarının doğruluğuna inandırıyor… Kısacası, bu toplum sisteme kurban… Peki, bu toplum hepten masum mu? Değil… Başka bir soru: Bu tespitleri yapan, olayı teşhis eden aydın, alim, öncü, kanaat önderi vs. bunlar olup-bitenler karşısında mazur ve muaf mıdır? Hayır, değil!
Daha da beteri, toplumun hastalıklarını savunuyor olması… Tedavi kabul etmemesi… Bundan daha büyük hamakat ve gaflet olabilir mi? İşte bu gün yaşanan budur…
Toplumu hasta olduğuna kim ikna edecek?
Tedavi önerenden, reçete sunandan cüzzamlıdan kaçar gibi uzak duruyor…
Toplumsal bünyeye sirayet eden cahili, şeytani, hevai virüsler toplum sağlığını tehdit ediyor. Takva korumasında olmayan bir toplumun iflahı zor… Nedir bu iflah etmez marazlar?
Dünyevileşmek… Yaşam ufku bu dünya ile sınırlı hesapçı, hazırcı, hazcı, şimdici, dünyacı insanların gündemine ortak hedefleri, dertleri, davaları koyabilmek kolay mı sanıyorsunuz? Dünyanın fiziki değerlerini ''değişmez değerler'' görme yanılgısı insana çok pahalıya mal oldu. Eşya değer kazanırken insan ve insanlık ucuzladı. Dünyayı kontrol altına alma çabaları insanı dünyaya bağımlı hale getirdi. Artık insan değerlerden vazgeçip fiyatlarla ilgilenir oldu… İnsanın kafası, karnesi rakamlarla dolu… Fakat insanlar ruhlarını satıp, cesetlerini makyajlamaya durdular. Öte dünyasız bir hayatın tadını çıkarmaya çalıştılar. Bu hastalığa müptela olan kişi değerler dünyasındaki puanlamayı ilahi olandan alıp gayrı ilahi olana vermektedir. Hayat vahyin kılavuzluğundan kopmaktadır…
Bireyselleşme… Toplumsal sorumluluklardan uzaklaşıp içe kapanma… Müslümanlarla birlikte olmanın sıkıntılarına katlanmadan, yalnızlığın rahat ve rehavetini tercih etme anlayışı… Yalnızlaşan, yalnızlaştıkça yabancılaşan… Böyleleri için ümmet, vahdet, cemaat, kardeşlik nostaljik bir takıntıdır. Bu hastalık başka hastalıklarında habercisidir, ''ben merkezci'' bir açmazın girdabında insanlar zayi olup gidiyor… Tek kişilik bir dünyası vardır… Başkası yoktur… ''Biz''i yoktur…
Gayesizlik… İnsan yaratılış amacından uzaklaştıkça hayat anlamını kaybeder… Doyumsuz, güvensiz, hedefsiz bir mecraya savrulur… Gayeden kopunca insan, artık onun için uğrunda mücadele etmeye değer dava, doğru, değer kalmamıştır… Bu insan aldırışsızdır, dertsizdir, gamsızdır… Yaşamı parçalanmıştır, birleştirici öğelerin kaybolması ile birlikte başıboşluk ve sorumsuzluk baş gösterir… İç dünyada başlayan çözülme ve bozulma, kişiyle sınırlı kalmıyor, kişinin dünyaya bir bozguncu olarak çıkmasına neden oluyor…
Eylemsizlik… Ruhunu yitiren çağın insanı neyin mücadelesini verecek? Atalet, rehavet ve sefahat yaşam kodlarını işlevsiz kılmıştır… Aksiyon yok! Heyecan yok! İrade yok! Hareket olmayınca hayat boş, kof, durağan, monoton kalır, çekilmez bir hal alır. Ne düşünme eylemi… Ne okuma eylemi… Ne sorgulama eylemi…. Ne inşa ve ne de imar eylemi yok… Kendini dondurmuştur…
Değersizlik… Vahiyle bağını koparan insan kutsal tanımaz oldu… Sonra kendi kutsallarını üretti… Tatmin olmadı bu defa kutsallarını tahrip etti… Tüm ilahi v beşeri kutsallara ilan-ı harp etti… Değer yitimi ile başlayan değersizleşme zamanla yerini modern yapay değerlere bıraktı… Başarı, kazanç, kar, güç, iktidar, kapital gelir artışı kutsanır oldu… Sonra bunların savaşı başladı… İnsanın değeri, tüketim gücü ile ölçülür oldu… Kıblesini yitiren insan yönsüzlük girdabında bocalıyor.
Bu savaşta yenik ve yorgun düşen insan kendini arıyor…
İlkeli bir yaşamdan koptuğundan beri hiçbir şeyde karar kılamıyor…
Duyarsızlık… Ruhu işgale uğramış, kalbi kuşatma altında olandan nasıl duyarlılık beklenebilir ki? Tepkisiz, sinirleri alınmış, uyuşumcu, edilgen, pasif bir ruh hali… Sömürülmeye aday silik ve sinmiş kişilik… Böylelerinin iradesi çökmüş, iddialarından vazgeçmiş, ideallerini yitirmiş durumdadırlar… His yok, aşk yok, öfke yok… ''Gelene ağam, gidene paşam'' felsefesi… İtiraz, sorgu, tepki, tavır, lügatlerinde yoktur… Dertsizlik derdine müptela olan kolay kolay iflah olmuyor…
Peki, tüm bu ve benzeri marazların, zaafların, reçetesi yok mudur? Kuşkusuz vardır… İşte bu çağın, bu toplumun içinden yükselen bir ses şöyle diyordu:
"Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur''an''dır."
Şimdi Kur''an''la yola çıkarak sorumluluklarımıza dönecek olursak…
Bu durumda toplumsal marazların bozucu, boğucu, batırıcı etkilerine karşı ne yapabiliriz? Toplumsal yozlaşmaya karşı yalnızca söylem geliştirmeyle bir yere varılamayacağını iyi biliyoruz… Bu güne kadar süre gelen pratikten uzak, hayata yansımayan toplumsal çözümlemeler, derin tahliller, orijinal fikirler sorunu çözmeye yetmedi… Müminler olarak mutlaka koruyucu önlemler almalıyız… Farklı bir toplum modeli oluşturmalıyız… Alternatif sunamadığımız kirli bir mekanizma tarafından yutulmamız kaçınılmazdır… İşte bu bağlamda yapmamız gerekenlerden bir kısmı:
Bir… Ruh, yürek ve bilinç dünyamızın zengin olması lazım. Vahiyde derinleşerek, ''rahmet'' ve ''şifa'' menbaı olan Kitabımızdan beslenerek iç donanımızı tamamlamalıyız… Yorgun ruhlarımızı vahyin ruhu ile ayağa kaldırabiliriz… Yoksul yüreklerimizi takva ile takviye edebiliriz…
İki… İslami kimlik ve kişiliğimizi ciddiye almalıyız… Kimliğimize yönelik çarpıtma, karartma, örtme çabalarına fırsat vermemeliyiz… Bu kimlikle elde ettiğimiz erdem, onur, iffet ve haysiyeti taşıma liyakatini sürekli korumalıyız…
Üç… Cemaat ruhuna, Müslümanlar arası hukuka, disiplin ve davranış biçimine önem vermeliyiz… Bireyselleşmenin önüne geçmenin yolu aidiyet bilincini canlı tutmaktan geçer…
Dört… Siyasal, sosyal, kültürel, düşünsel yönden gelişimimizi sürdürürken ameli, ahlaki ve deruni boyutumuzu ihmal etmemeliyiz… İbadet hayatımıza bir çeki- düzen vermeliyiz… Vakti giren ibadetlerde gecikmemeliyiz… Sünnet hassasiyetine yeni bir ivme kazandırmalıyız… Çünkü sünnet, zamanı, mekanı aşarak Hz. Peygamberin örnek, özne ve öncü kişiliğini hayatımıza taşıma, hayatımızda yaşatma ve yansıtma pratiğidir… Peygamberi yaşam biçimini içselleştirme ve nebevi disiplinle şekillenme çabasıdır… Muhammedî aidiyetin fiili ispatıdır; sünnet…
Beş… Sade bir yaşam ve mütevazı bir duruşu tercih etmeliyiz… Ahireti önceleyerek sonlu rahata değil, sonsuz rahmete müşteri olmalıyız… Vahşi kapitalizmin sınırsız tüketim alışkanlığı hastalıktan öte bir çılgınlığa dönüştü… Nasıl korunabileceksek korunmalıyız artık! Mutlaka alternatif yaşam modelimizi gerçekleştirebilmeliyiz… Çünkü heva ve hevesin sürüklemesi ile ''ihtiyaç''ların ve ''zaruret''lerin tanımı değişti… Üretilen ''zaruret''lerle nice israflar, savurganlıklar, isyanlar mübahlaştı… İlahi emirler karşısında gevşeyenler, gaflet ve kasvet kuşatmasına yenik düşüyor… Ruhsatlarla amel dinde laubaliliğe, lakaytlığa dönüşüyorsa bunun üzerinde durmak gerekir…
Sekülerizmin maddeye yüklediği ''dünyevi'' değere bizim birde ''uhrevi'' boyut kazandırmamız gerekir, bu bir görevdir… İş dünyamızda kar etmenin dünyevi getirisi yanında infak etmenin, hayır işlemenin, sevap kazanmanın manevi hazzına talip olmalıyız…
Altı… Helal- haram sınırlarının flulaştığı bir zaman diliminde ''helal kazanç'' hassasiyetini daha bir diri tutmamız gerekiyor… ''Helal'' olmayan bir hayatın sonunun ''helak'' olacağını unutmamak lazım… Günahların küçümsendiği hatta özendirildiği günlerden geçiyoruz… Nasıl korunacağız? Her günah bir sonraki günaha çağrıdır… Din adına konuşanlar günah konusunda hiçbir tarihte bu kadar esnek davrandılar mı hatırlamıyorum…
Günahlara karşı ''ölümü çokça hatırlayarak'' önemli bir korunma yöntemini yakalamış oluruz…
Yedi… Medyanın Müslüman zihin üzerindeki blokajını kırmalıyız. Kendimizi sanal dünyaya salmadan bire bir sohbet ortamlarını canlandırmalıyız… Göz göze gelerek, gönül gönüle vererek sıcak sohbetlerle sorumluluk bilinci, kulluk direnci gelişecektir… Bizi ayakta tutacak bu programlardır…
Sekiz … Yaygın ve etkin bir İslami eğitimin her seviyede gerçekleşmesi için bu alana yoğunlaşmamız kaçınılmaz ve ertelenemez bir görevdir… İslami bir terbiye ve tekamül için bu şarttır… Toplumsal sorumlulukların üstesinden gelebilmenin yolu da, kulluğun gereği de eğitimden geçiyor…
Dokuz… Önce ailenin güvenliğini sağlayıp sonra da güçlendirmeliyiz. Çünkü aile bizim direnme ve dirilme yerimizdir. Son kalemizdir… Toplumun rahmidir… Liberal, seküler, modern depremlere karşı aileyi sağlamlaştırmamız zaruret arz ediyor… Evlerimizin mescitleşeceği, mektepleşeceği imkanlar oluşturmalıyız…
On… Toplum içinde "adil şahitliğimiz", "güzel örneğimiz", "yüce ahlakımız", "vasat ümmet" olma vasfımız, temsil gücümüz, sahih duruşumuz ile mesaj misyonumuzu öne çıkarmalıyız… Bu eksende tutarlı, kararlı, nitelikli çizgimizi sürdürmeliyiz.
On bir… Diğer Müslümanlarla aramızda olması gereken "kardeşlik hukukunu" zedeleyecek davranış bozukluklarını ıslah etmeliyiz
İnsanlığın aklı, yüreği, vicdanı, ufku ve umudu biz olmalıyız.
Toplumsal hastalıklarla mücadele ederken "Tıbbın-Nebevi" böyle gerektiriyor…
Ramazan Kayan