Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Ubâde Bin Sâmit (r.a)

E Çevrimdışı

Ebu Bekir

Üye
İslam-TR Üyesi
Resûlullah efendimiz hicretten sonra Medîne'de, Yahûdîlerle antlaşma yapmışlardı. Buna göre Yahûdîler, Müslümanlara saldırmıyacaklar, onların düşmanlarına yardım etmiyeceklerdi!



Buna rağmen, Yahûdîler sözlerinde durmadılar ve Müslüman kanı dökmekten çekinmediler.



Medîneli Yahûdîler, üç kabîle hâlinde yaşıyorlardı. Kureyzâ, Nâdir ve Kaynukaoğulları. En cesûrları, Kaynuka Yahûdîleriydi. Pek sağlam bir kalede oturuyorlardı. Kuyumculuk ve tefecilikle geçinirlerdi.



Müslümanların Bedir zaferinden sonra, hepsi de hırslarından kuduracak hâle geldiler. Bir Müslüman kadınına saldırmaları üzerine, Resûlullah efendimiz Yahûdîlere, bu kadar şımarmamalarını, aradaki antlaşmaya saygılı olmalarını, aksi davranışları devam ederse; Bedir günü, Müslümanlara eziyet eden Kureyş müşriklerinin başına gelenlerin, onlara da gelebileceğini ihtâr ettiler.



Yahûdîler işi, daha da ileri götürerek dediler ki::



- Savaşmasını bilmeyen kimselere ya'nî Kureyş'e karşı kazanılan zafer, önemli değildir. Şâyet Müslümanlar bir gün bizlerle çarpışırlarsa, o zaman harb etmenin tadını öğrenirler!



Artık onlara, bir ders gerekliydi. Peygamber efendimiz Eshâb-ı kirâma hareket emrini verdiler.



Kaynukaoğulları, o çok sağlam kalelerine çekildiler. Müslümanlar da 15 gün müddetle, onları muhasara ettiler. Sonunda kaçacak delik bulamayan Yahûdîler, teslim olmaya mecbur kaldılar. Sevgili Peygamberimizden eman dileyip, merhâmetine sığındılar.



Sevgili Peygamberimiz her zaman olduğu gibi, Eshâbıyla istişâre ettiler.



Yahûdîlere, nasıl bir cezâ verilmesini, Eshâbına da sordular.



Münâfıkların başı İbni Selül, söz aldı:



- Yahûdilerle benim, anlaşmalarım vardır. Ben, onların dostluğunu bırakamam!.. deyince, Hz. Ubâde bin Sâmit de söz istedi ve dedi ki:



- Yâ Resûlullah! Benim Kabîlem de Yahûdîlerle dostluk anlaşması yapmıştır. Fakat onlar, bütün sözlerini; ayaklar altına aldılar. Antlaşmalarını bozdular. Artık bundan sonra benim, Allah ve Peygamberinden başka dostum yoktur. Allah ve Resûlüne sığınıyor, emirlerini bekliyorum.



Sevgili Peygamberimiz ikisine de ayrı ayrı bakarak buyurdu ki:



- Ey İbni Selül! Kendin için seçtiğin Yahûdîlerin dostluğu senin olsun! Ubâde'nin seçtiği, Allah ve Resûlünün dostluğu da, Onun olsun!



Bunun üzerine, Kur'ân-ı kerîm'in Mâide sûresi, 51. âyeti nâzil oldu. Meâlen şöyledir:



(Ey îmân edenler! Sizler, Yahûdî ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zîrâ onlar ancak, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim, onları dost edinirse; onlardan sayılır. Allah zâlimleri, doğru yola eriştirmez.)



Peygamber efendimiz onlara karşı, pek merhâmetli davrandılar. Kaynukaoğullarının, canlarını bağışladılar. Sâdece, Medîne'den çıkarılmalarını emrettiler. Bu vazifeyi de, Hz. Ubâde'ye verdiler. O da bu vazîfeyi hakkıyla yapmıştır.



Ubâde bin Sâmit hazretleri, şöyle anlatır:



Ben birinci Akabe'de hazır bulunanlar içindeydim. Oniki kişi idik. Resûlullah efendimiz ile şunun üzerine bî'at ettik ki:



Allahü teâlâya hiçbir şeyi ortak koşmayalım, hırsızlık etmiyelim, zinâ yapmayalım, çocuklarımızı öldürmeyelim, dillerimizle yalan söyleyerek iftirâ etmeyelim, herhangi bir iyilik husûsunda O'na âsi olmayalım.



Bundan sonra, Peygamberimiz buyurdu ki:



- Eğer ahdinizde, sözünüzde durursanız sizin için Cennet vardır. Eğer onlardan bir şeyi örtbas ederseniz sizin işiniz Allahü teâlâya âittir, dilerse azâb eder, dilerse affeder.



Ubâde bin Sâmit, bîsetin 12. senesi hac mevsiminde Mekke'de yapılan ikinci Akabe bî'atinde de bulunan Hazrec kabîlesinin oniki temsilcisinden biridir. Bî'atte dedi ki:



- Yâ Resûlallah! Allah yolunda hiçbir kınayıcının kınaması beni tutmamak, yolumdan alıkoymamak üzere, sana bî'at ediyorum.



Ubâde bin Sâmit'in annesi de İslâmiyet ile şereflenip, çok kimsenin Müslüman olmasına vesîle oldu. Hicretten sonra Mekke'den göç eden Müslümanlardan Ebû Mersed ile kardeş oldu. Hz. Ümmü Hıram ile evlendi. Nikâhını Resûlullah efendimiz kıydı.



İslâm güneşi parladıkça, Medîne'ye hicret edenler de çoğalıyordu. Muhtaç olanları sevgili Peygamberimiz, ba'zı âilelerin yanına misâfir ediyorlardı. Kabiliyetli olanlara, Kur'ân-ı kerîm öğretilmesini de istiyorlardı.



Onlardan biri, Hz. Ubâde'nin misâfiri oldu. Kur'ân-ı kerîmi iyice öğreninceye kadar yedi, içti, ağırlandı. Ayrılık vakti gelince O da, Hz. Ubâde'ye bir karşılık vermek istedi. Elinde, çok güzel bir yay tutuyordu. Hem ağacı, hem kirişi, hem işçiliği fevkalâde idi. Dedi ki:



- Bana verdiğin emeklere karşı, lütfen bu yayı kabûl et!



Hz. Ubâde vaziyeti Peygamber efendimize arzetti. Allahü teâlânın Resûlü buyurdu ki:



- Eğer o yayı kuşanırsan; omuzların arasında bir ateş közü taşımış olursun.



Böylece öğrenmiş oluyoruz ki, ba'zı şeyler, bilhassa, Kur'ân kerim öğretilmesi; yalnız Allah rızâsı için yapılmalıdır. Karşılığında, herhangi bir şey almak, doğru değildir...



Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:



Birgün hasta idim. Peygamber efendimiz, Ensârdan ba'zı zâtlarla beni görmeye geldi. Resûlullah efendimiz, şehîdlerden bahsederek;



- Şehîdlerin kim olduğunu biliyor musunuz? diye sordu.



Herkes susmuştu. Resûlullah suâli üç defa tekrarladı. Beni kaldırdılar. Şöyle cevap verdim:



- Şehîd, İslâmiyeti kabûl eden, hicret eden, sonra Allah yolunda ölendir.



Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:



- O zaman ümmetimin şehîdleri çok az olur. Allah yolunda ölen şehîddir. Denizde boğulanlar şehîddir, karın ağrısından ölenler şehîddir, lohusalıktan ölen kadın şehîddir.



Ubâde bin Sâmit, talebelerinden Sanabic'in hastalığına üzülüp, ağladığını görünce:



- Ne ağlıyorsun, eğer mahşerde sana şehâdet etmeme ve şefâ'at etmeme müsâade edilirse, şehâdet ve şefâ'at ederim.



Bu Resûl-i ekremden işittiğim bir hadîstir. Size şimdi de Resûl-i ekremin diğer bir hadîs-i şerîfini rivâyet ediyorum. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki:



(Kim ki Allahtan başka tapacak bir ma'bûd bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın, Resûlullah olduğuna şehâdet ederse, onun cesedi Cehenneme harâm olur.)



Ubâde bin Sâmit şöyle anlatır:



Birgün bir zât Peygamber efendimize gelerek sordu:



- Yâ Resûlallah, amellerin en üstünü nedir?



- Allahü teâlâya îmân ile O'nu tasdik, O'nun yolunda cihâddır.



- Yâ Resûlallah, daha kolayı yok mu?



- O hâlde, sabırlı ve iyilik sever ol!



- Yâ Resûlallah, daha da kolayını istiyorum.



- O hâlde, Allahü teâlâ sana ne kısmet etmiş ise ona râzı ol!



Başka bir zamanda da Resûlullah efendimiz o'na şöyle buyurdu:



- Ben sizin benden sonra şirke düşeceğinizden korkmam. Sizin için korktuğum mala meyl ve rağbet etmenizdir.



Birisi Ubâde bin Sâmit'e dedi ki:



- Ben harb ederken Allahü teâlânın rızâsını murâd ettiğim gibi, başkalarının beni övmesini de isterim.



Bunun üzerine Ubâde hazretleri buyurdu ki:



- Sana bundan kâr yok.



Adam üç kere aynı sözü tekrar edince, Ubâde hazretleri, şu hadîs-i şerîfi okudu:



(Allahü teâlâ buyuruyor ki: Ben ortaklıktan müstagnî olanların en müstagnîsiyim. Kim ki benim için amel eder ve başkasını da bu amele katarsa, hissemi o ortağıma devrederim.)



Ubâde bin Sâmit, Eshâb-ı kirâmın en fazîletlerinden biri idi. Peygamber efendimiz zamanında Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiş, ayrıca bir de Kur'ân-ı kerîm yazmıştı.



Buyurdu ki:



"Cehennemin yedi kapısı vardır; üçü zenginler, üçü kadınlar, birisi de fakirler içindir."



"Yapacağın işin sonunu düşün, salâh ve iyilik ise onu yap. Azgınlık ise ondan vaz geç."



Allahü teâlânın rızâsı için yaşıyan Peygamber efendimiz, vazîfelerini tamamladıktan sonra; bu dünyadan ebedî âleme göçtüler. Birinci halîfesi, Hz. Ebû Bekir de ömrünü tamamladı. Arkasından, Hz. Ömer halîfe seçildi. Onun zamanında İslâm orduları, büyük fetihler yaptılar.



Hz. Amr ibni Âs kumandasında bir ordu, Mısır seferine çıktı. Epeyce zaman geçmesine rağmen, zafer haberi gelmiyordu. Nihâyet bir mektup geldi. Mısır için, yardım isteniyordu!..



Bunun üzerine Hz. Ömer de, bir mektup yazdı:



Ey Amr! Şunu bil ki Cenâb-ı Allah, hiçbir millete doğru niyetli olmadıkça, yardım etmez. Sana yardım için, dört Müslüman gönderiyorum. Bildiğim kadarıyla bunlardan her biri, bin kişiye bedeldir.



Mektubumu aldığın zaman, askerlerini topla. Onlara güzel bir şekilde hitâb et. Yolladığım dört Müslümanı, onlara tanıt. Askerlerine evvelâ niyetlerini düzeltmelerini; sonra da, düşman karşısında sabır ve sebatla savaşmalarını söyle.



Cum'a Günü, zevâlden sonra hücûm emrini ver. Çünkü o saatte, duâlar kabûl olunur ve Allahın rahmeti yağar. Bütün mücâhidler yüksek sesle Tekbîr getirip, Allahü teâlâdan yardım dilesinler. Sonra da, hücûma kalksınlar!



Mısır Başkumandanı bu mektubu alır almaz, askerlerini topladı. Önce Halîfenin yazdıklarını, saygıyla okudu. Sonra da şöyle konuştu:



- Ey mücâhid gâziler. Emîr-ül Mü'minîn, Ömer bin Hattâb hazretlerinin; bizlere yardım için yolladığı bahâdırları, işte sizlere tanıtıyorum:



Bu zât: Cennetle müjdelenmiş, 10 büyük Müslümandan, sevgili Peygamberimizin öz halasının oğlu, Zübeyr bin Avvâm'dır.



Şu kahraman; "Resûlullahın süvârisi" ve Bedir savaşını yaşayan kahramanlarından, Mikdâd bin Esved'dir.



Bu genç ise; Peygamber efendimizin duâlarına mazhâr olan, meşhur Mesleme bin Muhalled'dir.



Sonuncu Müslüman da; hem âlim, hem hâfız, hem cengâver ve de Akabe Bî'atlarının reislerinden, Ubâde bin Sâmit hazretleridir.



Bu konuşmadan sonra mücâhidler gerçekten coştular. Hz. Ömer'in dediklerini aynen yapmaya başladılar. Mübârek Cum'a vaktinde, herkes güzelce abdestlerini aldı. Namazlarını kıldılar ve zafer için, Cenâbı Hakka duâ ettiler. Sonra da tekbîrlerle, hücûma geçtiler. İşte bu îmânlı hücûmlar sonunda, duâlar nihâyet kabûl oldu. Mısır topraklarına da, İslâm güneşi doğdu.



Hz. Ubâde, dirâyetli, üstün kabiliyetli bir kimseydi. Hz. Ebû Bekir, hilâfeti zamanında Bizans Kralı Herakliyus'a elçi olarak Haşim bin Âs ile Ubâde bin Sâmit'i gönderdi.



Bu iki zât, Şam'a uğradıktan ve uzun bir yolculuktan sonra İstanbul'a vardılar. Boyunlarında kılıçları olduğu hâlde atlarının üzerinde kralın sarayına kadar yaklaştılar. İstanbul halkı onları hayret ve hayranlıkla seyrediyordu. Hayvanlarından inerken;



- Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, deyince, sarayın, hurma ağacı gibi sallandığını gördüler.



Kralın huzuruna çıktılar. Kral kendilerine, Peygamberimiz ve İslâmiyet hakkında bir hayli suâl sordu. Aralarında şu konuşmalar geçti:



- Sizin yanınızda en büyük kelâmınız nedir?



- Lâ ilâhe illallahu vallahü ekber'dir.



- Siz evinizde, memleketinizde bunu söylediğiniz zaman evleriniz sarsılıp, tavanlarınız üzerlerinize çökmüyor mu?



- Hayır, biz bu sözün hiçbir zaman öyle yaptığını görmedik. Ancak senin yanında gördük. O, bize öğütten başka birşey değildir.



- Vallahi mülkümden çıkmaktan nefsim hoşlansaydı size tâbi olurdum, ölünceye kadar da sizin hakîr bir köleniz olmayı isterdim.



Kral, bu itiraftan sonra elçileri kıymetli hediyelerle gönderdi.



Hz. Ubâde 655 yılında yetmişiki yaşlarında iken Remle'de hastalandı. Çok sevilen ve sayılan bir sahâbî olduğu için, bütün mü'minler ziyâretine koşuyorlardı.



Hasta yatağında bile, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerini ve mübârek Kur'ân-ı kerîm âyetlerini açıklıyor; güzel nasîhatlerde bulunuyordu. Bir keresinde oğlu Velid dedi ki:



- Babacığım! Bana da bir nasîhatta bulunur musun? Fakat lütfen en önemlisi hangisiyle, onu söyleyiniz.



- Beni yatağımda doğrultun, oturayım!



Dediğini yaptılar. Sonra şunları söyledi:



- Oğlum! Eğer sen, kaderin hayrına ve şerrine inanmazsan; îmânın tadına eremezsin.



- Fakat Babacığım, kaderin, hayrını ve şerrini nasıl anlıyabilirim?



- Şöyle inanmalısın ki: kaderinde olmayan şey, seni aslâ bulamaz. Kaderinde yazılı olandan da, aslâ kaçamazsın.



Hz. Ubâde'nin hastalığı ziyâdeleşti. Vefât edeceğini anlayınca dedi ki:



- Ne kadar akrabam, azatlı, hizmetli ve komşularım varsa; toplayıp getirin!



Hepsi gelince, onlara;



- Sanıyorum bugün; dünyadaki son günüm, âhiretteki ilk gecem olacaktır. Ba'zılarınızı, elimle veya dilimle incitmiş olabilirim. İşte şimdi bana, kısas yapın. Çünkü bu dünyada kısas yapmazsanız, yemin ederim ki öbür dünyada, hakkınızı benden alacaksınız, dedi.



Etrafındakilerle helâlleşti. Sonra son vasiyetini yaptı:



- Rûhumu teslim eder etmez, hepiniz kalkıp güzelce abdest alın. İkişer rek'at namaz kılıp; hem kendinize, hem de şu garip Ubâde'ye duâ edin. Çünkü cenâbı Hak, yüce Kitâbında (Sabır ve namazla, Allaha sığının!) buyurmuştur. Daha sonra hiç bekletmeden, beni kabrime götürün.
 
A Çevrimdışı

Abdullah Yusuf

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
UBÂDE b. SÂMİT

Allah’ın Ordusunda Bir Komutan

Ensârdan bir müslümandır. Ensâr hakkında da Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle demiştir: “Şayet ensâr bir vadiye veya guruba girseydi, ben de ensârın vadisine (yoluna) ve gurubuna katılırdım. Yine hicret olmayıp, muhacir olmasaydım. Ensârdan birisi olurdum.”
Ubâde b. Sâmit ensârdan olmakla beraber, Resûlullah’ın kendi ak*raba ve aşiretlerine (kabilelerine) başkan tayin ettiği liderlerden de biri*sidir.
İlk ensâr heyeti Mekke’ye, Resûlullah’a, İslâm’a girmek üzere biat etmeye geldiğinde Ubâde (r.a.) on iki mü’min kişiden birisiydi. Bu olay “Birinci Akabe Biati” diye meşhur olmuştur. Bildiğimiz gibi o mü’minler, İslâm’a koşmuş, Allah Resûlü’ne (s.a.v.) biat ederek, ellerini uzatmışlar ve müslüman olarak ona güç ve kuvvet verip, yardımcı olmuşlardır.
Bir sonraki sene hac mevsimi geldiğinde, “İkinci Akabe Biati”nde de bulundu. Bu biatle mü’min erkek ve kadınlardan oluşan yetmiş kişi*lik ikinci ensâr heyeti Allah Resûlü’ne biat etmişti. Ubâde yine heyetin ileri gelenleri arasındaydı ve ensârın temsilcilerindendi.
Bundan sonra olaylar birbirini takip etti. İslâm’ın malla, canla, başla sürekli desteklenmesi gerekti. Ubâde yine oralardaydı, hiçbirinden geri kalmadı. Malını feda etmede de cimri davranmadı. Allah’ı ve Resûlü’nü tercih ettiğinden beri bu seçimin gereklerini en mükemmel bir şekilde yerine getiriyordu...
Bütün hayatı Allah içindi. Bütün taati Allah içindi... Akrabalarıyla, anlaşmalı olduğu kişilerle ve düşmanlarıyla olan bütün ilişkilerini imanı şekillendiriyordu. Bu ilişkilerini imanının gerektirdiği biçimde tanzim ediyordu…
Ubâde’nin ailesi, Medine’de yahudi Kaynuka oğullarına eski bir antlaşma ile bağlıydı.
Resûlullah ve ashabının Medine’ye hicret etmesinden itibaren Me*dineli yahudiler anlaşma yolunu tercih ettiler. Nihayet Bedir gazvesin*den sonra Uhud gazvesinden önceki günlerde, Medineli yahudiler kö*tülük yapmaya ve anlaşmayı ihlal etmeye başladılar...
Onların kabilelerinden biri olan Kaynuka oğulları, müslümanların aleyhine fitne ve bozgunculuk çıkaran bazı şeyler yaptılar...
Ubâde onların bu durumlarını görür görmez, verdikleri sözü ken*dilerine iade ederek anlaşmayı feshetti. Bunu da şu sözleriyle ifade etti:
“İyi biliniz ki ben, Allah’ı, Resûlü’nü ve mü’minleri dost edindim.”
Bunun üzerine onun durumunun ve dostluğunun vahyî ifadesi olan Kur’ân âyetleri nazil oldu. Şöyle diyordu Cenabı Hak:
Kim Allah’ı, Resûlü’nü ve inananları dost edinirse, muhakkak ki galip gelecek olan Allah’ın ordusudur.” (Mâide, 56)
* * *

Şüphesiz âyet-i kerime, Allah’ın yolunu savunanların sonsuza dek var olacağını ilan etmiştir.
Allah’ın ordusu, Allah Resûlü’nün etrafında Hüda’nın ve Hakk’ın bayrağını taşıyarak savaş yapmış mü’min kimselerdir. Ayrıca mü’minlerin saflarına mübarek bir uzantı teşkil eden, kendilerinden önce yaşamış, tarih boyu nebî ve resûlleri etrafında birbirlerinin destek*leyicisi, zamanlarında ve çağlarında Hay ve Kayyûm olan Allah’ın kelâ*mının tebliğcileri olan kimseler de bu guruba dahildir…
Allah’ın ordusu bu defa Muhammed (s.a.v.) ve onun ashabı ile sı*nırlı kalmayacaktır. Bilakis gelecek nesillere ve çağlara uzanacak, ta ki Allah, saflarını birleştirerek, yeryüzünü ve yer üstündekileri sadece Al*lah’a ve Resûlü’ne inananlara miras kılsın…
İşte böylece, hakkında âyet nazil olup durumu açıklığa kavuşturu*lan ve imanı yüceltilen bu kişi, Medine’de ensârın liderlerinden bir lider olarak kalmayacaktı. Aksine yeryüzünün bütün kıtalarına yayılacak bir dinin ileri gelen şahsiyetlerinden olacaktı...
Evet… Ubâde b. Sâmit, kabilesi Hazrec’in temsilcisi, İslâm’ın ku*mandanlarından bir kumandan ve müslümanların liderlerinden bir lider oldu. Yeryüzünün kıtalarının büyük bir bölümünde ismi bir bayrak gibi dalgalanmaktadır. Bu bayrak bir, iki, üç nesil değil; bilakis Allah dilediği sürece, nesiller boyu, sonsuza dek dalgalanacaktır.
* * *

Bir gün Resûlullah’ı (s.a.v.) başkanların ve valilerin sorumlulukların*dan konuşurken işitti.
Nebî (a.s)’ı bir hakkı ihlal etmeleri veya zimmetlerine mal geçirme*leri sebebiyle başkanların akıbetlerine ilişkin konuşurken dinledi.. Bu*nun üzerine şiddetli bir sarsıntı geçirdi ve bundan sonra iki kişiye bile olsa başkan olmayacağına dair Allah adına yemin etti...
Gerçekten yeminini de tuttu.
Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer’in (r.a.) hilafeti döneminde kendisine resmî nitelikte hiçbir görev verilemedi. İnsanlara dini ve fıkhı öğret*mekten başka her tür görevden el çekmişti...
Evet... Bu, nefsini diğer işlerden uzaklaştırarak kibirden, sultadan ve servetten çekinerek, aynı zamanda dinini ve âhiretini tehlikeye düşü*recek hatalardan sakınarak, sadece Ubâde’nin tercih ettiği bir tutumdu.
Böylece üç kişiden biri olarak Şam’a hicret etti: O, Muâz b. Cebel ve Ebü’d-Derdâ... Onlar bölgeyi ilim, fıkıh ve nurla doldurdular.
Ubâde daha sonra bazı dönemler hakimliğini yürüttüğü Filistin'e göçtü. Orayı halife adına Muaviye yönetirdi.
* * *

Ubâde b. Sâmit Şam’da oturmasına rağmen gözünü hudutların gerisine, İslâm’ın başkentine ve hilafetin merkezi olan Medine-i Münev*vere’ye çevirir ve orada Ömer b. Hattab’ı görürdü. Benzeri olmayan adamı…
Sonra Filistin’de oturduğu sırada gözünü dünyayı seven ve saltanat aşığı bir adam olan Muaviye b. Ebû Süfyan’a çevirir ve onu görürdü.
Ubâde, ömrünün en hayırlı, en çok ve en bereketli günlerini Resûlullah ile beraber geçirmiş ilk İslâm büyüklerindendi. Ubâde gay*rette pek çok insanı geçmiş ve malını da bu yolda kullanmış bir kişidir. İslâm’ı isteyerek kucaklamış, korkuya yer bırakmamıştır... Canını ve malını Allah’a satmıştır.
Ubâde, Muhammed’in (s.a.v.) bizzat kendi eliyle terbiye ettiği; ruhundan, nurundan ve azametinden ona lütfettiği ilk İslâm büyüklerindendir.
Yaşayanlar için adaletli bir hakim olarak, en ideal örnek, Medine’de ikamet eden büyük insan Ömer b. Hattab’dı... Ona sonsuz bir güven besliyordu.
Ubâde, Muaviye’nin uygulamalarını Hz. Ömer’in uygulamalarıyla kı*yasladı. Tabi ki ikisi arasındaki fark büyük olacaktı… Muaviye ile çar*pışması da kesin olacaktı. Nitekim öyle de oldu…
* * *

Ubâde (r.a.) şöyle dedi:
“Resûlullah (s.a.v.)’e Allah yolunda hiçbir kınayanın kınamasından korkmamak üzere biat ettik.”
Ubâde de bu biate sadık kalanların en hayırlılarındandı. Öyleyse bütün saltanatıyla beraber Muaviye’den de kesinlikle korkmayacak ve bütün hatalarını gözetip söyleyecekti...
O günlerde Filistinliler garip bir şeye şahit olmuşlardı. Ubâde’nin Muaviye’ye karşı başlattığı cesur muhalefetinin haberleri, bir örnek tavır olarak İslâm ülkesinin birçok bölgesine ulaşmıştı.
Muaviye, meşhur olduğu büyük yumuşaklığına ve sakinliğine rağ*men Ubâde’nin yaptıklarından rahatsızlık duydu. Ve saltanatına karşı onda ciddi bir tehdit sezdi.
Ubâde de kendi bakışıyla, Muaviye’yle arasında bulunan uçurumun artarak genişlediğini gördü. Bunun üzerine Muaviye’ye: “Allah’a yemin olsun ki, seni ebediyen yeryüzünün hiçbir yerinde rahat bırakmayaca*ğım!” dedi. Filistin’i terk ederek, Medine’ye geldi...
* * *

Mü’minlerin Emiri Hz. Ömer, büyük bir zekaya ve uzak görüşlülüğe sahipti. Bu sebeple Muaviye gibi zekâsına güvenen ve onu hesapsızca kullanan valileri denetimsiz bırakmamakta kararlı idi. Bunun için, böyle valilerin etrafında, onları nefsin tamahından ve dünyaya rağbetten vaz*geçiren, onlara ve halka daima Peygamberimiz (s.a.v.)’in günlerini ve çağını hatırlatan, verâ ve zühd sahibi ve Allah için nasihat eden bir gu*rup (sahâbe) bulundururdu.
Bundan dolayı Emir’ül-mü’minin, Ubâde b. Sâmit’in Medine’ye döndüğünü görür görmez: “Seni buraya getiren nedir ey Ubâde?” diye sordu. Muaviye ile aralarında olanları anlatınca da: “Yerine dön! Senin gibi birinin bulunmadığı bir yeri Allah hayırlı kılmaz.” dedi. Sonra Ömer, Muaviye’ye bir ferman gönderdi. Fermanda şunlar yazıyordu:
“Senin valiliğin Ubâde karşısında geçersizdir. Ona karşı valilik nüfu*zunu kullanamazsın.”
Evet… Ubâde kendisinin valisiydi…
Hz. Ömer el-Faruk, bir kişiye böyle bir ikramda bulunduğu zaman o ikram edilen insan gerçekten büyük demektir...
Gerçekten Ubâde, iman, vicdan ve hayatının doğruluğu açısından büyük bir insandı…
Ensârın ve İslâm’ın liderlerinden bu iyi insan, varını yoğunu dün*yada bırakarak hicri 34. senede Filistin bölgesinde Remle’de vefat etti…

60 Seçkin Sahabe / Beka Yay./Halid Muhammed Halid
 
Üst Ana Sayfa Alt