SEVGİDE ŞİRK : ALLAH'I SEVER GİBİ SEVMEK
"İnsanlardan kimi de ALLAH'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları, ALLAH'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin ALLAH sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin ALLAH'a ait olduğunu ve ALLAH'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı." [Bakara: 165]
Bakara: 165. ayetin tefsiri:
Buna karşılık velileri, peygamberleri veya ruhlarını ya da melekleri müşriklerin araya giren mabudları gibi bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken ALLAH'ı ve ALLAH'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurbanlar kesmek, âyinler yapmak, onların isimlerini "Bismillah" gibi işlerin başı kabul etmek, "Onları, ALLAH'ı sever gibi severler" ifadesinin tam anlamıyla şüphe yok ki, bir şirk ve küfürdür.
Ayrıca böyle yapmak, onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar ancak ALLAH'ı sevmişlerdir. Üzülmekle beraber müslümanlık adına da böyle batıl bir sevgi akidesine tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz, zanneden birtakım gafil kimseler de ortaya çıkmıştır. Bunlar genellikle din ilminin iyi tahsil edilmediği ve dinî bilgilerin esası bilinmeden ağızdan ağıza bir efsane gibi dolaştırıldığı cahillik devirlerinde ve cahillik bölgelerinde ortaya çıkagelmiştir.
Çünkü kulluk duygusu insanlarda yaratılıştan geldiği için gerçek ve gelişmiş din ilmi sönünce insanlar, ilk cahiliye devrindeki efsanelerle gönlüne doğan acayip hevesler içinde ibadete çalışır. Hurafelerle boğulur, gider. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanır.
VADET-İ VUCUD ŞİRKİ
Bununla beraber bu sapıklığın felsefe yoluyla ilim ve marifet adı altında gelişip yayılan kısmı da yok değildir. Bu elbette daha mühimdir. Burada ALLAH'ı inkar eden ta'tıl (batıl ve metruk, ateizm) felsefelerinden söz etmeye lüzum görmüyoruz. En derin cehalete eşit ve hatta daha beter olan ta'til (ateizm) felsefelerinin kötülüğünü, çeşitli yönleriyle hatırlatmaya ihtiyaç duyulmadığı gibi bunların ilmi ve felsefî bakımdan kıymetleri de yoktur. Fakat ilâhlık felsefesi ve vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir metrût (ateist) felsefe vardır ki, din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar bundan doğagelmiştir. Her nerede bir şirk varsa bununla az çok bir alakası vardır.
İşte birtakım cahiller veya inkarcılar, ALLAH'ın hikmeti adıyla imkansız olan bu birleşmeyi veya hulûl ya da ta'tıl (ateizm, ilâhsızlık) teorisini vahdet-i vücud ve sırf tevhid diye ele alarak "O'ndan başka ilâh yoktur" demek "O'ndan başka mevcud yoktur" demek olduğunda ısrar ederler.
Bunu da: "Her mevcud O'dur" mânâsıyla açıklarlar. Hatta kulli mecmuî ile kulli ifradîyi birbirinden ayırmayarak "Hepsi O'dur." derler.
Her şeyden ötede ALLAH'ı görecek yerde, her şeyde ve hatta her şeyi ALLAH görmek isterler.
"İlk ve son olan, açık ve gizli olan O'dur." (Hadid, 57/3)âyetinin açıkladığı birleşme mertebesini ayrılma mertebesinde ayrı ayrı söylerler ve böylece kendilerini ALLAH görmek ve göstermek için kâmil insanları, bizzat ALLAH gösterirler. Artık erenler, veliler, bir ilâhlar topluluğu manzarasında hayal edilir, oysa bu görüşün esasına göre şeytanların velilerden, kâfirlerin müminlerden farkı kalmaması gerekir. Çünkü her varlık O sayılır.
İşte: "İnsanlardan kimi de ALLAH'tan başka şeyleri O'na eşler tutuyorlar da onları, ALLAH'ı sever gibi seviyorlar." âyet-i kerimesi özellikle bunları da red ve iptal içindir.
Zaten İsa'ya "ALLAH" veya "ALLAH'ın oğlu" denmesi de Mısır'dan, Hind'den, Yunan'dan, Roma'dan gelen bu birleşme teorisinin bir koludur. Bu aşırılıktan ve meseleyi karıştırmaktan kaçınmak için son zamanlarda İslâm dünyasında Hanbelîler içinden Vahhabî mezhebi ortaya çıkmıştır. Bu mezheb ALLAH'tan başka her kim olursa olsun ona hürmet göstermenin ve muhabbet beslemenin şirk olduğunu ilan etmiştir. Buna dayanarak kabirlere hürmet etmeyi bile şirk kabul etmiştir.
Böylece ALLAH'a eşler edinmek suretiyle zulmetmiş, haksızlık yapmış olanlar, yani ALLAH'a karşı başkalarını eş ve ortak tutmak; onları, ALLAH'ı sever gibi sevmek ve ALLAH'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek özellikle ALLAH Teâlâ'nın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve mabudluğuna başkalarını da ortak etmek en büyük zulümdür.
"Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür." (Lukmân, 31/13)ve bunu yapanlar son derece zâlimdirler.
Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kainat saltanatının mutlak hâkimi olan ALLAH Teâlâ'nın hakkına tecavüz etmek cüretinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar?
ALLAH'ın kullarına, aciz yaratıklarına neler yapmak istemezler? Bundan dolayıdır ki, dilimizde "Kork, ALLAH'tan korkmayandan." diye bir ata sözü vardır.
Elbette böyle yapan zalimler, birgün gelecek, ALLAH'ın azabını göreceklerdir.
Bu zâlimler, işte o azabı gerçekten görecekleri vakit, Ne kadar kuvvet ve kudret varsa hepsi, ALLAH'ın olduğunu, ve ALLAH'ın azabının ne kadar şiddetli bulunduğunu bir görecek olsalar!...
Burada bu "onlar bir görecek olsalar" şart cümlesinin cevabı tehvîl (korkutmak, uyarmak) için hazfedilmiştir, belirtilmemiştir. Nitekim dilimizde de bu gibi tehdit makamında: "başına geleceği bilsen..." deriz ve cevabı gizli tutarız ki, bu gizlilikten maksat, bu cevapta anlatılması mümkün olmayan bütün tehlikeleri toplamaktır.
Yani o gün bunların uğrayacakları acı, pişmanlık ve hasret, o kadar dehşetlidir ki, şimdiden anlatılması mümkün değildir. Neler olacak, neler çekecekler!..
ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR BAKARA 165 TEFSİRİ
http://www.biriz.biz/kuran/bakara/bakara165.htm
Halbuki, bunlar bâzan felsefeciler ve kelâmcılardan olarak Sünnet'e tamamen zıt düşen Cehmî inançlara sahip çıkmakta ve bu inanç onları Allah'ın yolundan alıkoymaktadır.
Onların kalbleri ne zaman Rablerine yaklaşmayı, O'na ileten dosdoğru yola sülük etmeyi ve - fıtratlarının gereği olarak ve kendilerine peygamberlerin tebliğ ettiği Cenâb-ı Hakk'ın yüceliği ve azameti icabı- O'na kulluk etmeyi arzulamışsa, hep bu saptırıcı engeller onları bundan alıkoymuştur.
Öyle ki Cehmiyye mukallidi bazı kimselerin dilleriyle onlara muvafakat ettiklerini, kalblerinin ise fıtrat ve Sünnet üzere olduğunu görmek mümkündür. Bunların büyük çoğunluğu, dilleriyle söyledikleri Allah'ın sıfatlarını reddetmenin ne demek olduğunu anlamamakta, hattâ bunu mutlak ve mücmel olarak bir tenzîh saymaktadırlar.
Bunlar arasında Cehmiyye'nin görüşünü anlamayan, sıfatları reddetmekten doğru bir mânâ anlayan ve kasdeden kimseler de vardır ki, bunlar sıfatları kabul edenlerin bu doğru mânânın aksini kabul ettiğine inanmakta, birtakım kimselerden de bu yolda bâzı şeyler duymaktadırlar.
Meselâ bunlar, Cehmiyye'ye âit olan, "Allah, herhangi bir yönde değildir; mekândan munezzehtir; gökte de değildir" şeklindeki görüşlerden Allah'ın, göklerin ortasında olmadığı mânâsını anlar ki, bu doğrudur ve buna inanmak haktır.
Fakat bu kimseler zannederler ki, bu red görüşüne sahip olanlar sâdece bu kadarla kalacaklardır. Halbuki durum böyle değildir.
Bunlar şunu demek istemektedirler:
"Kesin olarak Arş üzerinde hiçbir şey yoktur; göklerin üzerinde ancak sırf yokluk vardır ve burada ibâdet olunan ilâh, duâ olunan ve istenilen Rab, mahlûkatı yaratan yaratıcı da yoktur. Hz. Peygamber, asla mi'rac ile Rabbine yükselmemiştir".
Evet, onların maksadı bunları söylemektir.
Vahdet-i vucûdçuları, "Allah, bizzat mevcudatın kendisidir" sözüne götüren husus da işte budur.
Çünkü onların kalbleri, bu mevcudatın üzerinde başka bir şey olmadığı tasavvur edildiği zaman bu mevcudattan başka bir mevcut bulamayacaktır.
Halbuki fıtrî olarak bilinen, müşâhade olunan ve varlığı görülen bilgilerdendir ki, varlık âleminde ya yaratılmış olan varlıklar vardır, ya da bunlardan ayrılmış, ayrı bir varlık vardır.
Hele hele bunlar, feleklerin dairevî bir şekilde bulunduğunu ve en üst noktanın çepeçevre kuşatan felek olduğunu bildikleri zaman bu yaratılmış mevcudatın yanısıra bir de onların üstünde başka bir varlık olduğunu anlayacaklardır.
Buna rağmen, varlık âleminde başka bir varlığın bulunmadığına ve âlemin üstünde hiçbir şey olmadığına inanacak olurlarsa, aynen vahdet-i vücûdçuların dediği gibi Cenâb-ı Hakk'ın bu yaratılmış varlıklardan ibaret olduğunu söylemeleri gerekir. Vahdet-i vücûdçuların delili tamamıyla bu şekildedir.
Aynı zamanda bu husus, Cehmiyye'nin eski ve yeni müntesiplerinin beslendiği kaynaktır.
Nitekim Cehmiyye şöyle der:
"Allah her yerdedir ve hiçbir yerde değildir. O, hiçbir şeye mahsus kılınamaz".
Böylece onlar daima iki zıt unsuru bir araya getirirler.
Çünkü onlar bir varlığın mevcut olduğunu kabul etmek istemektedirler; onlara göre ise bu âlemin üstünde hiçbir şey yoktur. Bu durumda da Allah'ın, bu âlemden ibaret olması veya bu âlem içinde bulunması taayyün etmiştir. Bunun arkasından onlar, yaratılmamış bir şeyin varlığını kabul etmek isterler ve şöyle derler:
"Allah, bu âlemin dışında olmadığı gibi, içinde de değildir".
Veya şunları söylerler:
"Allah mahlûkatın varlığından ibarettir; ama onların a'yânı değildir".
Yahut da derler ki:
"Allah, mutlak varlıktır".
Böylece onlar Allah'ın varlığını, varlığını kabul ettikleri eşya arasında kabul ederler. Çünkü onların kalbleri, Allah'ın sıfatlarını red ve ta'tîl (işlevsiz kılıp boşa çıkarma) konusunda karmakarışıktır.
Esasen bu durum, mahlûkattan ayrı ve onların üzerinde yüce, hakîkî varlığın inkârı demektir.
Bunlar, varlığını kabul ettikleri konularda fırkalara ayrılmışlardır ve fıtratları ile akıllarının muhal ve çelişen şeyleri kabule zorlamaktadırlar.
Meselâ tutup şunları söylemektedirler:
"Allah âlemin içindedir",
"Allah, onun içinde değildir",
"Allah, âlemden ibarettir",
"Allah, âlem değildir".
Ya kabul yönüne ağırlık vermekte ve:
"Allah, varlığın ta kendisidir" demekte; ya da red yönüne ağırlık vererek;
"Allah, âlemde değildir, fakat âlemin dışında da değildir" demektedirler.
Veyahut da bâzı durumlarda kabul, bâzı durumlarda da red yolunu izlemektedirler ki, bunlara aklı hâkim olduğu zaman red unsuru galiptir ve;
"Allah, âlemde değildir" görüşü savunulur.
Ama vecd ve ibâdet hâkim olduğu zaman kabul unsuru ağır basar ve;
"Allah, âlemdedir" veya
"Allah, kâinattan ibarettir" görüşü ileri sürülür.
Cehmiyye mensuplarından hangisine bakarsanız bakınız, mutlaka bu dört şekilden birisi üzere olduğunu görürsünüz. Gerçi onlar - belirttiğim gibi - kabul ettikleri konularda birçok fırkalara ayrılmışlarsa da, ta'tîl noktasında ittifak etmişlerdir.
Ben bunlardan birçokları ile karşılaştım, pek çok kitablarını gördüm, nicelerini dinledim, bu hususları onlardan nakleden kimseler işittim.
Bu hususlarda onların tamamı, mabûdları, ilâhları ve yaratıcılarından uzak düşmüş sapıklık içinde kalmışlardır.
Ayrıca bütün selef-i sâlihînin ve güzide âlimlerin, bunları aynı şekilde nitelendirdiklerini gördüm.
Cenâb-ı Hak bize mü'minlerin yoluna tabî olmayı lütfetmiş, bu sayede bizler Allah'a ve Resulüne iman etmişizdir.
Buna karşılık bu adamların hepsi, bizzat çelişkisi dolayısıyla sahip oldukları bu itikaddan dolayı içlerini sıkıntı ve illet içinde görmektedirler. Fakat bu illet ve sıkıntılarını ya bir taltif edici unsur sebebiyle, ya avânesinin muhalefetinden korktuğu için, ya da bu sıkıntının aklı dolayısıyla değil de vehim ve hayalden kaynaklandığını zannederek bir nevi taklitle teskin eder.
Fıtratlarının, müşâhadelerinin ve akıllarının reddettiği ve "ne âlemin dışında olan", "ne de âlemden ibaret olan" böyle bir varlığın kabulündeki çelişkinin yanısıra ayrıca bir de fıtratta mevcut bulunan, âlemin üstünde bir yaratıcının olduğunu kabul etme gerçeğini göz önünde bulundurmak lâzım. Çünkü bu husus, bilinen ve güzel olan gerçeğin fıtrat tarafından ikrar edilmesi, yadırganan ve kötü olan bâtılın da yine fıtrat tarafından reddedilmesi demektir.
Bu konuyla ilgili olarak, Muhammed b. Tâhir el-Makdîsî'nin naklettiği şu meşhur olayı zikredebiliriz:
Şeyh Ebû Ca'fer el-Hemedanî, bir gün Ustâd Ebû'l - Meâli'nin konuşmasına tanık olmuştu. Ebû'l-Meâlî, minberde şöyle diyordu:
"Allah vardı; henüz Arş'ı da yoktu..."
Böylece o, istivayı reddediyordu - ki önceleri Ebû'l-Meâlî'nin istivayı reddettiği bilinmektedir.
Gerçi hayatının sonlarında bu inancından vazgeçmiş ve annesi ile Neysâbûr kocakarılarının dini üzere ölmüştür.
Bunları duyunca Şeyh Ebû Ca'fer dedi ki:
"Ustâd! Bize Arş mes'elesini zikretmeyi bırak" bunu derken "Çünkü bu husus, rivayetlerde yer almıştır" demek istiyordu da kalblerimizde bulduğumuz şu zorunlu bilgiden söz et!
'Yâ Allah!' diyen her arif mutlaka kalbinde yücelik arayan bir anlam bulmuş, ne sağa, ne sola yüz çevirmemiştir. Nasıl olur da kalbimizden bu zorunlu bilgiyi uzaklaştırabiliriz?!"
Bunun üzerine Ebû'l-Meâlî, bir çığlık attı; elini başına koydu; "Hemedânî beni hayrete düşürdü" anlamında bir şey söyledi ve minberden indi.
Görüldüğü gibi Şeyh Hemedânî, bütün insanların anlayacağı bir dille konuşmuş ve haber vermişti ki, Arş ve onun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın istivası, Şerîat'tan, Kitab ve Sünnet'in haberlerinden alınıp öğrenilmiştir.
Oysa Arş'ı ve istivayı, özel olarak zikretmeye kalkmaksızın Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkâtı üzerinde yüce olduğunu ikrar etmek bunun zıddınadır. Çünkü bu ikrar, fıtrî ve zorunlu bir şeydir. Ve biz de, Allah'a duâ eden herkes de bunu kalbimizde buluruz.
Bu zarurî ikrarı kalbimizden nasıl atabiliriz?!
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin, kendisine:
"Allah nerededir?" diye sorduğu, "göktedir" cevabını alınca da:
"Bunu azad et, çünkü bu mü'mindir" buyurduğu câriye, arab olmayan bir câriye idi.
Ne dersiniz, acaba bu cariyeye söylediği bu sözü kim öğretmiş, kim haber vermişti?
Elbette bu husus ona, ancak Cenâb-ı Hakk'ın bahşettiği fıtrat sayesinde bildirilmişti ve Peygamber Efendimiz, cariyenin bu sözünü tasdik etmiş, onun mü'min olduğuna şehâdette bulunmuştu.
Şimdi, akıl sahibi olan kişi bu olayı düşünsün, Şeytan'ın kendilerini aldatıp tahrik ettiği, fırsat ve müddet verdiği olur-olmaz mes'elelere giren ve bilir-bilmez hüküm veren kimselerin uydurduğu bid'atleri değil...
O zaman bu olayın, kendisini, Rabbini gereği gibi tanıyıp ikrar etmeye sevkettiğini görecektir.
Şeyhul İslam İbn Teymiyye; mecmu'ul feteva 4. Cilt HADİS EHLİ VE KELÂMCILAR
"İnsanlardan kimi de ALLAH'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları, ALLAH'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin ALLAH sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin ALLAH'a ait olduğunu ve ALLAH'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı." [Bakara: 165]
Bakara: 165. ayetin tefsiri:
Buna karşılık velileri, peygamberleri veya ruhlarını ya da melekleri müşriklerin araya giren mabudları gibi bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken ALLAH'ı ve ALLAH'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurbanlar kesmek, âyinler yapmak, onların isimlerini "Bismillah" gibi işlerin başı kabul etmek, "Onları, ALLAH'ı sever gibi severler" ifadesinin tam anlamıyla şüphe yok ki, bir şirk ve küfürdür.
Ayrıca böyle yapmak, onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar ancak ALLAH'ı sevmişlerdir. Üzülmekle beraber müslümanlık adına da böyle batıl bir sevgi akidesine tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz, zanneden birtakım gafil kimseler de ortaya çıkmıştır. Bunlar genellikle din ilminin iyi tahsil edilmediği ve dinî bilgilerin esası bilinmeden ağızdan ağıza bir efsane gibi dolaştırıldığı cahillik devirlerinde ve cahillik bölgelerinde ortaya çıkagelmiştir.
Çünkü kulluk duygusu insanlarda yaratılıştan geldiği için gerçek ve gelişmiş din ilmi sönünce insanlar, ilk cahiliye devrindeki efsanelerle gönlüne doğan acayip hevesler içinde ibadete çalışır. Hurafelerle boğulur, gider. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanır.
VADET-İ VUCUD ŞİRKİ
Bununla beraber bu sapıklığın felsefe yoluyla ilim ve marifet adı altında gelişip yayılan kısmı da yok değildir. Bu elbette daha mühimdir. Burada ALLAH'ı inkar eden ta'tıl (batıl ve metruk, ateizm) felsefelerinden söz etmeye lüzum görmüyoruz. En derin cehalete eşit ve hatta daha beter olan ta'til (ateizm) felsefelerinin kötülüğünü, çeşitli yönleriyle hatırlatmaya ihtiyaç duyulmadığı gibi bunların ilmi ve felsefî bakımdan kıymetleri de yoktur. Fakat ilâhlık felsefesi ve vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir metrût (ateist) felsefe vardır ki, din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar bundan doğagelmiştir. Her nerede bir şirk varsa bununla az çok bir alakası vardır.
İşte birtakım cahiller veya inkarcılar, ALLAH'ın hikmeti adıyla imkansız olan bu birleşmeyi veya hulûl ya da ta'tıl (ateizm, ilâhsızlık) teorisini vahdet-i vücud ve sırf tevhid diye ele alarak "O'ndan başka ilâh yoktur" demek "O'ndan başka mevcud yoktur" demek olduğunda ısrar ederler.
Bunu da: "Her mevcud O'dur" mânâsıyla açıklarlar. Hatta kulli mecmuî ile kulli ifradîyi birbirinden ayırmayarak "Hepsi O'dur." derler.
Her şeyden ötede ALLAH'ı görecek yerde, her şeyde ve hatta her şeyi ALLAH görmek isterler.
"İlk ve son olan, açık ve gizli olan O'dur." (Hadid, 57/3)âyetinin açıkladığı birleşme mertebesini ayrılma mertebesinde ayrı ayrı söylerler ve böylece kendilerini ALLAH görmek ve göstermek için kâmil insanları, bizzat ALLAH gösterirler. Artık erenler, veliler, bir ilâhlar topluluğu manzarasında hayal edilir, oysa bu görüşün esasına göre şeytanların velilerden, kâfirlerin müminlerden farkı kalmaması gerekir. Çünkü her varlık O sayılır.
İşte: "İnsanlardan kimi de ALLAH'tan başka şeyleri O'na eşler tutuyorlar da onları, ALLAH'ı sever gibi seviyorlar." âyet-i kerimesi özellikle bunları da red ve iptal içindir.
Zaten İsa'ya "ALLAH" veya "ALLAH'ın oğlu" denmesi de Mısır'dan, Hind'den, Yunan'dan, Roma'dan gelen bu birleşme teorisinin bir koludur. Bu aşırılıktan ve meseleyi karıştırmaktan kaçınmak için son zamanlarda İslâm dünyasında Hanbelîler içinden Vahhabî mezhebi ortaya çıkmıştır. Bu mezheb ALLAH'tan başka her kim olursa olsun ona hürmet göstermenin ve muhabbet beslemenin şirk olduğunu ilan etmiştir. Buna dayanarak kabirlere hürmet etmeyi bile şirk kabul etmiştir.
Böylece ALLAH'a eşler edinmek suretiyle zulmetmiş, haksızlık yapmış olanlar, yani ALLAH'a karşı başkalarını eş ve ortak tutmak; onları, ALLAH'ı sever gibi sevmek ve ALLAH'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek özellikle ALLAH Teâlâ'nın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve mabudluğuna başkalarını da ortak etmek en büyük zulümdür.
"Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür." (Lukmân, 31/13)ve bunu yapanlar son derece zâlimdirler.
Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kainat saltanatının mutlak hâkimi olan ALLAH Teâlâ'nın hakkına tecavüz etmek cüretinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar?
ALLAH'ın kullarına, aciz yaratıklarına neler yapmak istemezler? Bundan dolayıdır ki, dilimizde "Kork, ALLAH'tan korkmayandan." diye bir ata sözü vardır.
Elbette böyle yapan zalimler, birgün gelecek, ALLAH'ın azabını göreceklerdir.
Bu zâlimler, işte o azabı gerçekten görecekleri vakit, Ne kadar kuvvet ve kudret varsa hepsi, ALLAH'ın olduğunu, ve ALLAH'ın azabının ne kadar şiddetli bulunduğunu bir görecek olsalar!...
Burada bu "onlar bir görecek olsalar" şart cümlesinin cevabı tehvîl (korkutmak, uyarmak) için hazfedilmiştir, belirtilmemiştir. Nitekim dilimizde de bu gibi tehdit makamında: "başına geleceği bilsen..." deriz ve cevabı gizli tutarız ki, bu gizlilikten maksat, bu cevapta anlatılması mümkün olmayan bütün tehlikeleri toplamaktır.
Yani o gün bunların uğrayacakları acı, pişmanlık ve hasret, o kadar dehşetlidir ki, şimdiden anlatılması mümkün değildir. Neler olacak, neler çekecekler!..
ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR BAKARA 165 TEFSİRİ
http://www.biriz.biz/kuran/bakara/bakara165.htm
Vahdet-i Vucûd Düşüncesinin Ortaya Çıkışı
Vahdet-i vucudçular da benzerlerine, ancak ilmin ve Cenâb-ı Hakk'ı yaratıklardan ayıran sıfatlarına imanın azlığı sebebiyle, bu konuda Sünnet'e ve selefin metoduna çok az ittibâ edilmesi dolayısıyla rağbet olunmaktadır.
Halbuki, bunlar bâzan felsefeciler ve kelâmcılardan olarak Sünnet'e tamamen zıt düşen Cehmî inançlara sahip çıkmakta ve bu inanç onları Allah'ın yolundan alıkoymaktadır.
Onların kalbleri ne zaman Rablerine yaklaşmayı, O'na ileten dosdoğru yola sülük etmeyi ve - fıtratlarının gereği olarak ve kendilerine peygamberlerin tebliğ ettiği Cenâb-ı Hakk'ın yüceliği ve azameti icabı- O'na kulluk etmeyi arzulamışsa, hep bu saptırıcı engeller onları bundan alıkoymuştur.
Öyle ki Cehmiyye mukallidi bazı kimselerin dilleriyle onlara muvafakat ettiklerini, kalblerinin ise fıtrat ve Sünnet üzere olduğunu görmek mümkündür. Bunların büyük çoğunluğu, dilleriyle söyledikleri Allah'ın sıfatlarını reddetmenin ne demek olduğunu anlamamakta, hattâ bunu mutlak ve mücmel olarak bir tenzîh saymaktadırlar.
Bunlar arasında Cehmiyye'nin görüşünü anlamayan, sıfatları reddetmekten doğru bir mânâ anlayan ve kasdeden kimseler de vardır ki, bunlar sıfatları kabul edenlerin bu doğru mânânın aksini kabul ettiğine inanmakta, birtakım kimselerden de bu yolda bâzı şeyler duymaktadırlar.
Meselâ bunlar, Cehmiyye'ye âit olan, "Allah, herhangi bir yönde değildir; mekândan munezzehtir; gökte de değildir" şeklindeki görüşlerden Allah'ın, göklerin ortasında olmadığı mânâsını anlar ki, bu doğrudur ve buna inanmak haktır.
Fakat bu kimseler zannederler ki, bu red görüşüne sahip olanlar sâdece bu kadarla kalacaklardır. Halbuki durum böyle değildir.
Bunlar şunu demek istemektedirler:
"Kesin olarak Arş üzerinde hiçbir şey yoktur; göklerin üzerinde ancak sırf yokluk vardır ve burada ibâdet olunan ilâh, duâ olunan ve istenilen Rab, mahlûkatı yaratan yaratıcı da yoktur. Hz. Peygamber, asla mi'rac ile Rabbine yükselmemiştir".
Evet, onların maksadı bunları söylemektir.
Vahdet-i vucûdçuları, "Allah, bizzat mevcudatın kendisidir" sözüne götüren husus da işte budur.
Çünkü onların kalbleri, bu mevcudatın üzerinde başka bir şey olmadığı tasavvur edildiği zaman bu mevcudattan başka bir mevcut bulamayacaktır.
Halbuki fıtrî olarak bilinen, müşâhade olunan ve varlığı görülen bilgilerdendir ki, varlık âleminde ya yaratılmış olan varlıklar vardır, ya da bunlardan ayrılmış, ayrı bir varlık vardır.
Hele hele bunlar, feleklerin dairevî bir şekilde bulunduğunu ve en üst noktanın çepeçevre kuşatan felek olduğunu bildikleri zaman bu yaratılmış mevcudatın yanısıra bir de onların üstünde başka bir varlık olduğunu anlayacaklardır.
Buna rağmen, varlık âleminde başka bir varlığın bulunmadığına ve âlemin üstünde hiçbir şey olmadığına inanacak olurlarsa, aynen vahdet-i vücûdçuların dediği gibi Cenâb-ı Hakk'ın bu yaratılmış varlıklardan ibaret olduğunu söylemeleri gerekir. Vahdet-i vücûdçuların delili tamamıyla bu şekildedir.
Aynı zamanda bu husus, Cehmiyye'nin eski ve yeni müntesiplerinin beslendiği kaynaktır.
Nitekim Cehmiyye şöyle der:
"Allah her yerdedir ve hiçbir yerde değildir. O, hiçbir şeye mahsus kılınamaz".
Böylece onlar daima iki zıt unsuru bir araya getirirler.
Çünkü onlar bir varlığın mevcut olduğunu kabul etmek istemektedirler; onlara göre ise bu âlemin üstünde hiçbir şey yoktur. Bu durumda da Allah'ın, bu âlemden ibaret olması veya bu âlem içinde bulunması taayyün etmiştir. Bunun arkasından onlar, yaratılmamış bir şeyin varlığını kabul etmek isterler ve şöyle derler:
"Allah, bu âlemin dışında olmadığı gibi, içinde de değildir".
Veya şunları söylerler:
"Allah mahlûkatın varlığından ibarettir; ama onların a'yânı değildir".
Yahut da derler ki:
"Allah, mutlak varlıktır".
Böylece onlar Allah'ın varlığını, varlığını kabul ettikleri eşya arasında kabul ederler. Çünkü onların kalbleri, Allah'ın sıfatlarını red ve ta'tîl (işlevsiz kılıp boşa çıkarma) konusunda karmakarışıktır.
Esasen bu durum, mahlûkattan ayrı ve onların üzerinde yüce, hakîkî varlığın inkârı demektir.
Bunlar, varlığını kabul ettikleri konularda fırkalara ayrılmışlardır ve fıtratları ile akıllarının muhal ve çelişen şeyleri kabule zorlamaktadırlar.
Meselâ tutup şunları söylemektedirler:
"Allah âlemin içindedir",
"Allah, onun içinde değildir",
"Allah, âlemden ibarettir",
"Allah, âlem değildir".
Ya kabul yönüne ağırlık vermekte ve:
"Allah, varlığın ta kendisidir" demekte; ya da red yönüne ağırlık vererek;
"Allah, âlemde değildir, fakat âlemin dışında da değildir" demektedirler.
Veyahut da bâzı durumlarda kabul, bâzı durumlarda da red yolunu izlemektedirler ki, bunlara aklı hâkim olduğu zaman red unsuru galiptir ve;
"Allah, âlemde değildir" görüşü savunulur.
Ama vecd ve ibâdet hâkim olduğu zaman kabul unsuru ağır basar ve;
"Allah, âlemdedir" veya
"Allah, kâinattan ibarettir" görüşü ileri sürülür.
Cehmiyye mensuplarından hangisine bakarsanız bakınız, mutlaka bu dört şekilden birisi üzere olduğunu görürsünüz. Gerçi onlar - belirttiğim gibi - kabul ettikleri konularda birçok fırkalara ayrılmışlarsa da, ta'tîl noktasında ittifak etmişlerdir.
Ben bunlardan birçokları ile karşılaştım, pek çok kitablarını gördüm, nicelerini dinledim, bu hususları onlardan nakleden kimseler işittim.
Bu hususlarda onların tamamı, mabûdları, ilâhları ve yaratıcılarından uzak düşmüş sapıklık içinde kalmışlardır.
Ayrıca bütün selef-i sâlihînin ve güzide âlimlerin, bunları aynı şekilde nitelendirdiklerini gördüm.
Cenâb-ı Hak bize mü'minlerin yoluna tabî olmayı lütfetmiş, bu sayede bizler Allah'a ve Resulüne iman etmişizdir.
Buna karşılık bu adamların hepsi, bizzat çelişkisi dolayısıyla sahip oldukları bu itikaddan dolayı içlerini sıkıntı ve illet içinde görmektedirler. Fakat bu illet ve sıkıntılarını ya bir taltif edici unsur sebebiyle, ya avânesinin muhalefetinden korktuğu için, ya da bu sıkıntının aklı dolayısıyla değil de vehim ve hayalden kaynaklandığını zannederek bir nevi taklitle teskin eder.
Fıtratlarının, müşâhadelerinin ve akıllarının reddettiği ve "ne âlemin dışında olan", "ne de âlemden ibaret olan" böyle bir varlığın kabulündeki çelişkinin yanısıra ayrıca bir de fıtratta mevcut bulunan, âlemin üstünde bir yaratıcının olduğunu kabul etme gerçeğini göz önünde bulundurmak lâzım. Çünkü bu husus, bilinen ve güzel olan gerçeğin fıtrat tarafından ikrar edilmesi, yadırganan ve kötü olan bâtılın da yine fıtrat tarafından reddedilmesi demektir.
Bu konuyla ilgili olarak, Muhammed b. Tâhir el-Makdîsî'nin naklettiği şu meşhur olayı zikredebiliriz:
Şeyh Ebû Ca'fer el-Hemedanî, bir gün Ustâd Ebû'l - Meâli'nin konuşmasına tanık olmuştu. Ebû'l-Meâlî, minberde şöyle diyordu:
"Allah vardı; henüz Arş'ı da yoktu..."
Böylece o, istivayı reddediyordu - ki önceleri Ebû'l-Meâlî'nin istivayı reddettiği bilinmektedir.
Gerçi hayatının sonlarında bu inancından vazgeçmiş ve annesi ile Neysâbûr kocakarılarının dini üzere ölmüştür.
Bunları duyunca Şeyh Ebû Ca'fer dedi ki:
"Ustâd! Bize Arş mes'elesini zikretmeyi bırak" bunu derken "Çünkü bu husus, rivayetlerde yer almıştır" demek istiyordu da kalblerimizde bulduğumuz şu zorunlu bilgiden söz et!
'Yâ Allah!' diyen her arif mutlaka kalbinde yücelik arayan bir anlam bulmuş, ne sağa, ne sola yüz çevirmemiştir. Nasıl olur da kalbimizden bu zorunlu bilgiyi uzaklaştırabiliriz?!"
Bunun üzerine Ebû'l-Meâlî, bir çığlık attı; elini başına koydu; "Hemedânî beni hayrete düşürdü" anlamında bir şey söyledi ve minberden indi.
Görüldüğü gibi Şeyh Hemedânî, bütün insanların anlayacağı bir dille konuşmuş ve haber vermişti ki, Arş ve onun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın istivası, Şerîat'tan, Kitab ve Sünnet'in haberlerinden alınıp öğrenilmiştir.
Oysa Arş'ı ve istivayı, özel olarak zikretmeye kalkmaksızın Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkâtı üzerinde yüce olduğunu ikrar etmek bunun zıddınadır. Çünkü bu ikrar, fıtrî ve zorunlu bir şeydir. Ve biz de, Allah'a duâ eden herkes de bunu kalbimizde buluruz.
Bu zarurî ikrarı kalbimizden nasıl atabiliriz?!
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin, kendisine:
"Allah nerededir?" diye sorduğu, "göktedir" cevabını alınca da:
"Bunu azad et, çünkü bu mü'mindir" buyurduğu câriye, arab olmayan bir câriye idi.
Ne dersiniz, acaba bu cariyeye söylediği bu sözü kim öğretmiş, kim haber vermişti?
Elbette bu husus ona, ancak Cenâb-ı Hakk'ın bahşettiği fıtrat sayesinde bildirilmişti ve Peygamber Efendimiz, cariyenin bu sözünü tasdik etmiş, onun mü'min olduğuna şehâdette bulunmuştu.
Şimdi, akıl sahibi olan kişi bu olayı düşünsün, Şeytan'ın kendilerini aldatıp tahrik ettiği, fırsat ve müddet verdiği olur-olmaz mes'elelere giren ve bilir-bilmez hüküm veren kimselerin uydurduğu bid'atleri değil...
O zaman bu olayın, kendisini, Rabbini gereği gibi tanıyıp ikrar etmeye sevkettiğini görecektir.
Şeyhul İslam İbn Teymiyye; mecmu'ul feteva 4. Cilt HADİS EHLİ VE KELÂMCILAR