Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Vahdet-i Vucud Şirki

ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
İbni Arabi ve Vahded-i Vucud Felsefesine Reddiye

Onlar, şeytanın dostları oldukları için, her sözleri şeytani vasıflar taşımaktadır.
Hemen hepsi, Futuhat sahibinin söylediklerini söylüyorlar. “Hakikat kapısı” diye bir tekerlemeden bahsedip duruyorlar. Onlara göre, bu alem hayal alemiymiş!
Demek ki, onların gerçek diye üzerinde durdukları şey, hayalden başka bir şey değilmiş. Bunu iyi anlıyorsun değil mi?
Zaten şeytanın görevi gerçekleri insanoğluna olduğundan başka türlü göstermektir.
Yüce Allah kadim kitabında buyurmaktadır:
Her kim Rahman olan Allah'ı zikredişi görmezlikten gelirse, ona bir şeytanı arkadaş ederiz; artık o onun yanından hiç ayrılmaz ve sürekli bir biçimde kötülükleri telkin eden bir arkadaş olur. O şeytanlar bunları yoldan çıkardıkları halde, bunlar doğru yolda olduklarını sanırlar. Nihayet zikrimize karşı körlük edip yoldan çıkan o adam, bize geldiği zaman, kötü arkadaşına der ki: “Keşke seninle benimaramda iki cihetin sonu (doğu ve batı kadar uzak) kadar uzaklık bulunsaydı ve de seni hiç görmese idim meğer ne kötü bir arkadaşmışsın sen!” (Zuhruf: 36-38)


AIlah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa derin bir sapıklığa sapmış olur.
Onlar (muşrikler) O’nu bırakıp sadece birtakım dişileri çağırıyorlar. Aslında inatçı şeytanı çağırmaktadırlar.
Allah onu
(şeytanı) lanetledi. O da: “Yemin ederim ki kullarından bir pay edineceğim dedi.
Onları mutlaka saptıracağım. Muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım. Kesin olarak onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar. Şüphesiz onlara emredeceğim de Allah’ın yarattıklarını değiştirecekler.
(Dedi) Kim Allah’ı bırakıp da, şeytanı veli edinir, dost tutarsa elbette apaçık hüsrana düşmüştür.
(Şeytan)
onlara söz verir, onları ümitlendirir. Halbuki şeytanın onlara söz vermesi aldatmacadan başka bir şey değildir.” (Nisa: 116-120)

İş bitirildikten sonra şeytan onlara şöyle dedi: “Allah size gerçek vaad etti; ben size vaad ettim, ben sözümden caydım! Benim, sizi küfre zorlayacak bir gücüm yoktu. Yapmış olduğum iş sizi sadece isyana davet ve teşvik etmek oldu, siz de benim davetime gönüllü koştunuz. O halde kendinizi bırakıp da beni yermeyin! Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni! Ben önceden zaten beni Allah 'a ortak koşmanızı kabul etmemiştim! Doğrusu zalimler için acı bir azab vardır.”(İbrahim: 22)

Sahih bir hadisde Allah'ın Rasulu; Cebrail'i, melekleri bir saf halinde toplarken gördüğünü, şeytanların mu'minleri teyid için gönderilen meleklerigörünce onlardan kaçtıkları; Yüce Allah'ın, mu'min kullarını melekleriyle teyid ve takviye ettiğini rivayet etmiştir.
Bu konuda Yüce Allah da, kitabında şöyle buyurmaktadır:
Hani Rabbin meleklere vahyetmişti: Ben sizinle beraberim, muminleri takviye edin!”(Enfal: 12)

Ey inananlar! Allah'ın size olan nimetini anın! Üzerinize ordular gelmişti de, biz onların üzerine rüzgar ve görmediğiniz ordular göndermiştik.”(Ahzab: 9)

“...Rasul mağarada bulunduğu zaman, arkadaşına: “Kederlenme, Allah bizimle beraberdir” dediği zaman, Allah ona yardım etmiş, onu sizin görmediğiniz ordularla korumuş yardım etmişti.”(Tevbe: 40)

Şeytani vasıflar içinde bulunan bu adamlara, cin ve insanlardan, insan şeklinde bir takım ruhlar gelir ve onlarla konuşur. Onlar da bunları melek taifesinden sanar. Tıpkı, yıldızlara ve putlara tapan insanlara hitab eden ruhlar gibi.
Müslümanlar arasından ilk defa çıkan bu tip adamların başında ki Ebu Ubeyd oğlu Muhtar'dır. Bu adamın geleceğini Allah'ın resulü haber vermiştir.

Muslim'de rivayet edilmiştir:

Yakında Sakifoğulları içinden müthiş bir yalancı ile, helak edici bir adam çıkacaktır.”
Bu muthiş yalancı Ebu Ubeyd oğlu Muhtar'dı. Helak edici ise, Yusuf oğlu Haccac'ı Zalim'dir.

Ashabdan İbni Ömer ve İbni Abbas'a:
Bu Muhtar kendisine vahiy indiğini söylüyor diye haber verildiğinde, onlar; Doğrudur diye karşıladılar haberi.
Ve Yüce Allah'ın şu ayetini zikrettiler:
Şeytanların kime indiğini haber vereyim mi? Onlar, günah işlemeye hazır iftiracıların hepsine iner.”(Şuara: 221)

Muhtar'ın çılgın iddiaları kendisine ulaştırılan bir başka zat da, şu ayeti zikretmiştir:
Üzerine Allah’ın ismi zikredilmeyen (hayvan) leri yemeyin! Bu, kesinlikle bir fısktır. Ve muhakkak ki şeytanlar, sizinle mücadele etmeleri için dostlarına vahyederler. Şayet onlara itaat ederseniz muhakkak siz de müşriklersiniz.(En'am: 121)

İbni Arabi'nin, Futuhat adlı kitabını kendisine indirdiğini söylediği ruh, işte bu ayetlerdeki şeytani ruhlardandır.
Onun içindir ki, o, bazı belli yiyecek ve yalnız kimsenin olmadığı yerlerde tek başına yaşamaktan bahseder. Bu yalnızlıklar (İnzivaya çekiliş) cin ve şeytanlar ile munasebete geçmenin yollarından biridir. Onlarsa bu rabıtayı evliyanın Rabbi ile rabıtası olarak kabul eder ve millete de bunu telkin ederler. Halbuki ise bu rabıta sadece şeytanla yapılan bir rabıtadan başka bir şey değildir.
Ben kendisini bu hale kaptırmış nicelerini tanırım. Bunlardan bazılarını şeytanlar havalarda taşır, bir yerlere götürür sonra getirir. Bazılarına şeytanlar çalınmış mallar getirir ve onlar da bu çalınmış malların sahiplerini bilir kendilerine iade eder. Bu şekilde dünyalıklarını da temin etmiş olurlar. Bunlara benzer bir takım şeylerin içinde bulunurlar bahsini ettiğimiz adamlar.
Bunların hali şeytanı vasıf taşıdığından, Resul ve nebilerle tezat halindedirler. “Fususu'l- Hikem, Futühat-ı-Mekkiye” sahibinin ve benzerlerinin sözlerinde bu tezatlar bol bol görülür.
O, Nuh kavmini, Hud kavmini ve Firavunu över ve tebcil eder ama, Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Harun gibi Resul ve nebilerde eksiklikler bulur. Küçük düşürür onların kadirlerini.

Cuneyd bin Muhammed ve Selh bin Abdullah Tusteri gibi büyük Müslümanlarca makbul olan şeyhleri kötüler ama, Hallac-ı Mansur gibi, gerçek velilerce makbul sayılmayan kişileri över ve yüceltir. Hayali ve şeytani kaynaktan aldığı haberler içinde, bu büyüklerin kötülenmesi vardır.

Halbuki ise. Cuneyd-i-Bağdadi (Allah, kendi yanında onun kadrini daha da yüceltsin) İslam dininin önderliğini yapmış imamlardandı.
Kendisine “tevhid nedir?” diye sorulduğunda; “Hadis olanla kadim olanı birbirinden ayırmaktır” diye cevaplamıştır. Büyük imam Cuneyd bu cevabıyla yaratanla yaratılanın, sonradan olma ile kadim olanın arasını kesin ayırmış, gerçek tevhidi dile getirmiştir.

“Fusus” sahibi ise böyle bir tevhidi inkar eder. Hayali ve şeytani bir hitabında der ki:
“Ey Cuneyd! Kadim olanla, muhdes olanın arasını, ancak kadim ve muhdes olmayan biri ayırd eder. Onun için Cuneyd; “Tevhid, Kadim olanla, muhdes olanın arasının ayrılmasıdır” demekle, hata işlemiştir.”
İbni Arabi'ye göre, Cuneyd, hata işlemiştir. Çünkü, İbni Arabi'ye göre; muhdes olanla kadim olanın vucudu aynıdır.
Nitekim o, “Fusus” adlı kitabında şöyle söylemektedir:
“Allah'ın isimlerinden biri “El-Aliyy”(Yani, yüce) dir. Vücud aleminde O'ndan başkasının vücudu olmadığına göre, kime yücelik etmektedir? Yahut da, O, kimden ve neden yücedir? Bu, “Ne veya kim?” dediğimiz, O'ndan başkası değildir ki...
Demek, O'nun yüceliği ancak kendisi içindir ve O, mevcudun aynıdır. Böyle olunca, muhdes, yani, sonradan olan ve eşya diye isimlendirdiğimiz şeyler de, kendi zatı için yücedir. Bu alemde sonradan var olan her şey, yine O'dur. O, batın olduğu gibi, zahirin de ta kendisidir. Bu varlık aleminde, O'nu gören, O'ndan başkası değildir. Varlıkta konuşan da O'ndan başkası değildir. Bu varlık aleminde, Ebu Said'i Harraz ile ve başka insan ve eşya isimleriyle anılan hep O'dur.”

Şimdi, Cuneyd gibi İslam dininin büyüklerinden birini, tevhid anlayışında hatalı bulan bu Vahded-i-Vucutçuya deriz ki:
İlim ve sözle, iki şeyin arasını temyiz edip ayıran bir kimsenin, bu iki şeyden ayrı olan, üçüncü bir varlık araması büyük hatadır ve de şart hiç değildir. Çünkü, insanlardan her biri, kendisi ile başkasının arasını gerçekten de temyiz ederek ayırır. Halbuki ise, bu temyizle ayıran kimse, temyiz edilenle eden dışında bir üçüncü şahıs değildir. Böylece, kul kendisinin kul olduğunu bilir, fakat, kendisi ile yaratıcısının arasını ayırır. Yüce halkedici Allah da, kendi zatı ile, yarattıklarının arasını temyiz eder ve bilir ki, kendisi onların Rabbidir; onlar da O'nun kullarıdır.
Nitekim, Kur'anın bir çok ayetlerinde bu husus açıkça belirtilmiştir.
Gönülden, hiçbir ard niyet beslemeksizin Kur'an'a iman eden gerçek müminler için, her türlü ölçü Kur'andadır. Yani iddia ve inançlara hakimlik yapacak tek kaynak Kur'andır. Ama mülhitler gurubu, Tilimsani'nin iddiasını tekrarlayıp durmaktadırlarbir hakikatmış gibi...
Vahded-i Vucut inancı içinde olanların en sivrilmişi bu adamdır.
Kendisine, İbni Arabi'nin “Fusus”u okunduğu ve:
“Kur'an sizin Fususunuza muhalifdir” denildiği zaman;
o, “Kur'an, baştan başa şirktir, tevhid ancak bizim sözümüzdedir” diye karşılık vermiştir.
Yine bu adama;
“Varlık aleminde ikilik olmadığına göre, kişinin kendi karısı ona helal oluyor da, neden kız kardeşi haram oluyor?” diye sorulduğunda;
“Bize göre hepsi de helaldir! Ancak kalb gözleri gerçeklere, hakikatlara kapalı olanlar böyle dediler. Biz onların bu telakkileri üzerine; “Sizin üzerinize haramdır!” dedik.” diye cevaplamıştır.
Bu sözler tam bir küfür olmakla birlikte, ayrıca da tezatların tezadını taşımaktadır içinde. Zira, hakikatlerin perdelendiği kimdir? Perde olan kimdir? Kime perdelenmektedir ve kim perdelemektedir, neyle perdelemektedir?
Bu sözlerdeki açık tezaddan dolayı, onların şeyhlerinden biri, talebesine bir keresinde şunları söylemiştir:

“Sana biri, bu alemde Allah'dan başka bir varlık vardır derse, gerçekten büyük bir yalan söylemiştir.”
Bu söze karşılık, mürid, şöyle söylemiştir:
“Madem ki, bu alemde Allah'dan başkası yoktur öyleyse yalan söyleyen kim olmaktadır?”
Bunlardan biri, bir başka kimseye; “Bu alemdeki varlıklar, Hak'kın mazharlarıdır” dediği zaman. Söz söylenen kişi şunu sormuştu:
“Mazhar, mezahirin aynı mıdır, yoksa başkası mıdır? Eğer, başkasıdır, derseniz bir nispet dahilinde vücudda ikiliği kabul etmiş olmuyor musunuz? Yokbaşkası değil de kendisi ise o zaman hiçbir fark yoktur ve böyle olunca da, yalan söylemiş olan da, Hakkın bizzat kendisi olmuyor mu?”
Biz bunların iç yüzlerini ortaya dökücü bir çok örnekleri başka başka yerlerde de yazdık. Ve onların her sözünün gerçek anlamını ve maksadını bildirdik...
Fusus sahibi; “Ma'dum (yokluk) bir şeydir ve Hak'kın vücudu bunun üzerine feyezan (taşmak, fazla gelmek, fazlalık) etmektedir.” demektedir. Böylelikle o, vucudla subut (apaçık ortada olan)ı, birbirinden ayrı olarak görmektedir.
“Ma'dum, dışta sabit olan şeydir.” diyen Mutezile mezhebi mensupları, hak yoldan çıkmış olmakla birlikte, İbni Arabi'den çok daha hayırlı idiler. Çünkü, bunlar;
“Yüce Allah, alemde varlıkları sabit olan eşya için bir vücut yaratmıştır ve bu vücud asla Yüce Allah'ın vücudundan değildir.” demişlerdir.
İbni Arabi ise, Cenab-ı Hak'kın vücudunun,? yokluk üzerine taştığını söylüyor. Ona göre, Yüce Allah'ın vücudunun dışında bir vücud yoktur.

İbni Arabi'nin en yakın yoldaşlarından Sadreddin-i-Konevi de, mutlakla muayyenin arasını ayırır. Çünkü o, felsefeye daha çok yakındır. Onun için de Ma'dum'un, herhangi bir şey olduğunu kabul etmemiş; Cenab-ı-Hak'kı “Vucud-u Mutlak” olarak, görmeyi tercih etmiştir. Bu konuyu açıklamak için de, “Miftahu Gaybi'l-Cem ve'l-Vucud” adlı bir de kitap yazmıştır.

Yüce Allah'ı mutlak bir vücud olarak görmek, böyle bir kabul, O'nu inkar etmekten, yok bilmekten daha şedit bir ifadedir. Çünkü, şartlı mutlak, akli biribütündür. Onun için de, görünür ve bilinir alemde değil, zihinlerde var olur. Şartsız mutlak ise, tabii bir bütünlüktür ve olduğu gibi, var olduğu biçimde ortadadır, gözler önündedir. Mutlak'ın hariçte, görünürde bir vücudu olduğu ileri sürülürse (ki hariçte ancak muayyen olan şeyler olabilir) böyle bir halde, mutlak olanın hariçte vücudunun var olduğunu kabul edenlere göre, muayyenden, sınırlıdan bir parça (cuz) olmuş olur. Böyle olduğu taktirde, Cenab-ı-Hak'ın vucudu, ya hariçte son bulur veyahut da, yarattıklarının vücudundan bir cüz, bir parça olması lazım gelir; veya, mahlukatın vucuduyla birleşerek aynı olması lazım gelir.
Bu durumda sorarız bu densizlere:

Hiç parça, cuz, bütünü yaratabilir mi?
Bir şey kendi kendini yaratabilirmi?
Yokluk, hiçlik, her hangi bir varlığı yoktan var edebilir mi?
Yahut bir bütünün parçası, kendi bütününü meydana getirebilir mi?

Bu vahed-i-vucudçular, hulul ve ittihad kelimelerini kullanmaktan sakınırlar. Çünkü "hulul" diye bir mafhum kabul edilirse, o zaman, bir hulul eden, bir de hululü kabul eden olmalıdır. Yani, ikili bir hal kabul etmek lazımdır. İki vucudun varlığını kabul etmek gerekir. İttihad da aynı durumdadır. Bir birleşme varsa ortaklıkta eğer, iki şey de kendiliğinden var olacaktır tabii olarak. Bir yanda birleşen, öbür yanda birleşmeyi kabul eden olarak iki varlığın kabulünü gerektirir ittihad.

Bunlara göre ise, vucudda ikilik yoktur.. Bunlar derler ki:

“Hıristiyanlar, sadece Hz. İsa'ya Allah dedikleri için küfre girdiler. Şayet Allah'lık vasfını sadece Hz.İsa'ya has kılmasalardı da, bütün varlıklara şamil kılsalardı, kafir olmazlardı.”

Yine bu mulhidler puta tapanlar hakkında derler ki:

“Onlar, alemdeki mazharlardan sadece bir bölümüne ibadet ettikleri için küfre düştüler. Eğer alemde var olan her şeye ibadet etmiş olsalardı, hata etmemiş ve küfre girmemiş olacaklardı.”

Yine onlara göre, hakikatlara vakıf olan ariflerin puta tapmaları kendilerine bir zarar vermezmiş! Bu tip inanışlar ve hele bu inanışları ilan etmeler, sadece küfür değil, aynı zamanda büyük birer de çelişki örnekleridir.
Çünkü bir tek soru çelişkilerini ortaya dökmeye yeterlidir:

“Peki! Hata eden kimdir ve neye göre hata işlemiştir?”
Onlar daha da ileri gidip, şöyle demektedirler:
“Cenab-ı-Hak, mahlukta olan bütün noksan sıfatlarla, sıfatlanandır.”
Yine onlar diyorlar ki:
“Mahluk, yaratanda var olan bütün yüce sıfatlarla sıfatlanandır.”
Yine onlar, “Fusus” sahibinin söylediklerini kabul ederek demektedirler ki:
“Zatı için Yüce olan, vücudi sıfatların ve ademi (yokluk, hiçlik) nispetlerin hepsini kapsayan bir yüceliğin, bir kemalin sahibi olandır. Bu vucudi sıfatlar ve ademi nispetler, örf, akıl ve şeriat bakımından işler kötülenmiş olsun, isterse makbul sayılmış olsun, hiç farketmez… Çünkü, Allah kendi müsemması içindedir.”
Onlar bu küfür sözlerini sarfederken, bir türlü de kendilerini çelişkiden kurtaramamaktadırlar. Çünkü, hislerle de, akılla da, herkesçe bilinen bir gerçek vardır ve bu gerçek de, O'nun, o olmadığıdır.

Onlar, Tilmisani'nin sözlerini kabul ederek şöyle diyorlar:

“Bize keşif hali içindeyken, aklın kabul edemeyeceği bir takım hakikatler açıklanmıştır. Onun için, hakikata ulaşmak isteyen aklı ve şeriatı bıraksın!”

Bu iddiayı yapanlardan birine şunları söylemiştim:
“Herkesçe bilinen bir hakikattir ki, Rasul ve nebilerin keşfi, başkalarından daha yüce ve kusursuzdur. Onun için de, Rasul ve nebilerin haberini verdiği hakikatler, başkalarınınkine göre en doğru olanıdır.
Resul ve nebiler, insanların kendi akıllarıyla bulamadıkları ve bulamayacakları hakikatleri o hakikatların tek sahibi Allah'dan alarak insanlara getirirler. Bu hakikatler öyle vasıfdadır ki; içinde, insan aklının “Bu da olamaz” diyebileceği hiçbir şey yoktur.

Demek ki Rasul ve nebiler, aklın imkansız diyeceği şeyleri değil tersine, olur diyebileceği gerçekleri getirmektedir Rasul ve nebilerin, haberini verdikleri gerçeklerin akli açıklığın ve sabitliğin gerçekleriyle çelişmesi hiç mümkün değildir. Çünkü, iki delil de kesindir ve kesin olan iki delil birbiriyle çelişkiye düşmez.
Deliller ister akli olsun, isterse de nakli, eşittir. Böyle olduğu halde, nasıl olur da, kalkıp bu işi, dinin ve aklın açık gerçekleriyle çalışan keşifler yaptığı iddiasında bulunabilir?

Böyle bir iddianın sahibi olan kişiler, sanmıyorum ki, bilerek yalan söylemiş olsunlar. Ancak, bunların zihinlerinde bir takım hayaller beliriyor, onlar da bu hayalleri hariçde, vücudu olan bir şey sanıyorlar. Yani, kendi hayallerine vücud izafe ediyorlar. Sonra, hariçte, bir takım haller görüyorlar ve bu gördüklerini, Allah'ın iyi kullarına nasib ettiği kerametlerden sayıyorlar. Halbuki ise, bütün bu keramet diye gördükleri şeyler, şeytanın aldatıcı oyunlarından başka bir şey değildir.”
Bu adamlar, velayeti Rasul ve Nebilikten daha üstün görür ve risaletin hiç ara vermeksizin devam ettiğini ileri sürerler. Bu itikad ve iddia, evvela İbni Sebi olmak üzere birçok kendine veli diyen kişiler tarafından söylenmiştir.
Onlar ayrıca, insanlar için üç şahidlik mertebesi kabul ederek derler.
“Bir kul şuhud mertebelerinin ilkinde seyrederken, alemde bir takım itaat ve isyanlar, iyilik veya kötülükler görür.
Fakat ikinci daha ileri mertebeye yükselince, isyan ortadan kalkar ve sadece itaat ve iyilik görünür gözüne.
Daha ileri olan üçüncü mertebeye çıktığı zaman ise, ne itaat kalır, ne de isyan... Çünkü, bu mertebe her şeyin bir olduğu mertebedir.”

Onların ileri sürdükleri şuhud mertebelerinden birincisi, yani taat ve masiyeti farketme makamı sahih ve şeriata uygun bir görüştür. Taat ve masiyetin farkedilmesi doğru olanıdır. İkinci mertebede, onlar kaderi kabul etmeyi, ona şahidlik etmeyi anlıyorlar.

Nitekim bir kısmı şöyle söylemektedir:

“Kendisine isyan edilebilen bir Tanrı tanımıyorum!”
Allah'a karşı isyan edebilmenin imkanı olmadığını söyleyen bu sapık kişiler şunu da söylemektedirler:
“Günah ve isyanlar, meşiet-i-ilahiyyeden başka bir şey olmayan Hak'ın iradesine karşı gelmektir.”
Halbuki ise, insanların hepsi de Hak'ın hükmü altındadır ister istemez.
Onların bir şairi şunları söylemiştir:

“Şunu, şunu yap demişsin, bana,
Bunun için gücendim sana
Çünkü benim her işim,
Sana itaattir baştan sona.”


Onların bu şekildeki sözleri, Allah'ın Rasulu ve nebilerle bildirdiği emirlere ve gönderdiği kitablar vasıtasıyla haberini verdiği hakikatlara aykırıdır. Çünkü, sahibini kötüleme ve azarlamaya müstahak hale getiren isyan, onların zannettiği gibi, iradeye karşı gelmek değil, Allah'ın ve Rasulunun emirlerine karşı gelmektir.

Bu konuda Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır mealen:
İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Rasulune itaat ederse Allah, onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar ve orada ebedi olarak kalırlar. İşte gerçek kurtuluş budur. Kim de, Allah'a ve O'nun Rasulune karşı gelir, O'nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah, onu içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.”(Nisa: 13-14)

Biz, varlık alemi (Kevni)nde mevcud olan iradeyle, dini iradenin, kevni emirle, dini emrin farkını az sonra açıklayacağız. Bu mesele hakkında bir kısım sufiler şüpheye düştükleri için, Cuneyd, (Allah ondan razı olsun) onlara bu meseleyi açıklamıştı. Bu konuda Cuneyd'in yolunu benimseyenler doğru yolu bulmuş oldular. Ona itibar etmeyenler ise, sapıtmışoldular.
Çünkü onlar:
“Her şey Allah'ın iradesi ve istemesiyledir ve bu, tevhid inancının esasıdır.” diyerek zorluklara girdiler.
Kendi nefislerinin isteği ile bir özenti haletine düştüler. Onlar böyle bir tevhid anlayışını “Cem-i-evvel” diye ifade ettiler.
Cuneyd, onlara, aradaki farkı ortaya koyan ikinci görüşün gerekli olduğunu açıklamıştır. Onun ortaya koyduğu ikinci görüş de şudur:

“Her şey Allah'ın irade ve kudreti içinde olmakla birlikte, Allah'ın sevdiği, razı olduğu şeyler ile, yasakladığı, kötü olduğunu söyleyip gazaplandığı şeyleri birbirinden ayırmak lazımdır. Bunları birbirinden farklı bilmek vacibdir. Böyle olunca, Allah'ın dostları ile düşmanlarını da birbirinden ayırmak gerekir.”

Bu konuda Yüce Allah, mealen şöyle buyurmaktadır:
Biz kendilerini Allah'a adamış Müslümanları mücrim suçlularla bir mi tutacağız? Ne biçim hükümler veriyorsunuz siz?(Kalem: 35-36)

Yoksa iman edip de bizim yap dediğimiz işleri işleyenleri, yeryüzünde isyan ederek fesat çıkaranla bir mi tutacağımızı sandınız? Demek biz, Allah'a karşı gelmekten kaçınanlarla, isyan edip günah işleyenleri bir tutacağız öyle mi?(Sa'd: 28)

Yoksa biz, kötülük yapan kimseleri, hayatlarında ve ölümden sonra, iman edip imanlarının gereği yararlı iş yapanlarla bir mi tutacağız sandınız? Ne kadar yanlış hükümlere varıyorsunuz ve kendinizi aldatıyorsunuz!” (Casiye: 21)

Körle gören, iman edip imanının gereği yararlı iş işleyenle, isyan edip kötülük işleyen asla bir olmaz, olamaz. Ne kadar da dar düşüncelisiniz siz!”(Mu'min: 58)

Kur'anda buna benzer açık ayetler çok olduğundan, bu ummetin ilkleri ve onların yolunda giden İslam büyüklerince tutulan yol ve kabul edilen inanç şudur:

Allah, bütün mevcudatın yaratıcısı, Rabbi ve Malikidir! Ne dilerse, neyi nasıl isterse o öyle olur. O, dilemedikçe, istemedikçe hiçbir şey olmaz. O'ndan başka ibadete layık ilah, hükümedici yoktur.
İşte böyle olmakla beraber, yine de O, itaat ve ibadeti emretti. İsyanı, itaatsizliği ise haram kıldı. O, bozgunculuğu ve fesadı sevmez, küfre ve kötülüğe razı olmaz. Her ne kadar, O'nun iradesi ve kudreti ile oluyorsa da, fuhuşu, bütün aşırılıkları kötülemiştir. Hiçbir kötü hareketten memnun olmaz, tersine kötü davrananlara buğz edip kızar. Böyle şeyleri yapanları kınayarak azabına muhattab edeceğini söyler.

Üçüncü şuhud mertebesine gelince:

Bu mertebe, “Şu itaattir, şu isyandır” yahut “Şu iyidir, şu kötüdür” diyerek bir ayırım yapmamaktır. Zira, bu mertebede olan kişi, mevcudu bir vucud olarak görür. Onlara göre, bu vücud birliği görüşü, muşahedesi, Allah'a ulaşan yolun, Allah dostluğunun en yüce mertebesidir.
Gerçekte ise böyle bir görüş ve itikad, Allah'ı tanımada, onun fiillerini idrak etmede, ayetlerine muhatap olmada, sapıklığın en son mertebesidir. Allah düşmanlığının en ileri gitmiş bir halidir. Çünkü böyle bir görüşün sahibi ister istemez, Allah düşmanı olan Yahudi ve Hıristiyanları kendisine dost edinir. Her türlü küfür ehli bunların yakınları haline gelir.
Allah'u Teala ise şöyle buyurmaktadır mealen:
Ey muminler, sakın yahudiler ile hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar biribirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse o artık onlardandır.” (Maide: 51)

“Vucud Birliği” itikadına sahip bir kimse, şirkten ve putlara tapınmaktan kendisini alakoyamaz. Ben bunlardan uzağım demez, diyemez. Böylesine, Allah'ın kendisine dost edindiği İbrahim Aleyhisselamın tevhid dininden çıkmış olur.
Yüce Allah Kur'anda buyurmaktadır:
İbrahim'de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek var; onlar kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizden ve sizin Allah'dan gayrı taptıklarınızdan uzağız. Sizin taptıklarınızı tanımıyoruz. Siz, bir tek olan Allah'a inanıncaya kadar sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret var olacaktır.” Yalnız İbrahim'in, babasına; “Senin için Allah'dan mağfiret dileyeceğim. Fakat sana Allah'dan gelebilecek hiçbir şeyi önlemeye gücüm yetmez.” demesi hariç. Bu söz sizin için bir örnek değildir. Çünkü bir kafir için mağfiret dilenmez.”(Mumtehine: 4)

Yine Kur'an-ı Kerim, Hz. İbrahim'in puta tapanlara söylediği şu sözleri nakletmektedir:
Sizden evvelki atalarınızın ve sizin nelere taptıklarınızı görüyormusunuz? İşte bu taptığınız putlar benim düşmanımdır. Benim dostum ancak bu alemlerin Rabbi olan Allah'dır.” (Şuara: 75-76)

Başka bir ayeti celilede Yüce Allah mealen buyuruyor ki:
Allah'a ve ahiret gününe iman edenlerin, babaları veya oğulları veya kardeşleri, yahut da akrabaları olsa bile, Allah'a ve Resulüne karşı geliyorlarsa, sevgi beslediklerini görmezsin. İşte, Allah iman denen nimeti bunların kalblerine yerleştirmiş, tarafından bir ruh göndererek onları desteklemiş, teyid etmiştir.”(Mucadele: 22)

Vucudun birliğinden bahseden ve şuhudun üçüncü mertebesine erdiğini sanan bir kimse için, itaat ve masiyet diye bir şey olmadığını söyleyen ve buna, ulaşılacak, ulaşılabilecek hakikatin en son noktası olarak bakan bu sapıkların bir kısmı, kendi itikadlarını anlamak için bir takım kitaplar tertip ve telif ettiler. İbni Fariz'in “Nazmi's-Suluk” adlı kasidesi bunlardan biridir.

Fariz bu kasidesinde diyor ki:
“Hiçbir zaman, bana, benden başkası namaz kılmamıştır.
Benim namazım da kendimden gayriye olmamıştır.
Devamlı olarak ben ona, o bana ibadet etmekte,
Zatım ile, bana namaz kılan arasında bir fark yoktur elbette.
Ben, benden bana gönderilmiş bir Rasul oldum,
Zatımı, ayetlerimle kendime delalet eder buldum.
Dua edersem eğer, icabet eden ben olurum ben,
Çağrılırsam eğer, icabet eder, çağırıp dua eden.

Fariz'in sözleri bunlara benzer biçimde sürüp gitmektedir.
Bu adam ölümün kendisine yakınlaştığını gördüğünde de şunları söylemiştir:
“Benim yolum sizce olmuşsa da sevimli,
Umduğuma kavuşamadım, yitirdim bütün günlerimi.
Nefsim, zaferinden emindi bir zamanlar,
Bugün, vakit geçmişken anlıyorum ki, boş vebatıl şeylermiş onlar...”

İbni Fariz, önceleri kendisini Tanrı sanıyordu. Fakat Allah'ın melekleri, canını almak üzere hazır olduğu son anda, zannının batıl olduğu apaçık gözlerinin önüne serilmiş ve asla kendisini kurtaramayacak olan yukardaki sözlerini sarfettirmiştir ona bu görüş.
Yüce Allah, eksiksiz kitabında buyuruyor ki:
Yerde ve gökte ne varsa, hepsi de Allah'ı tesbih eder; O, aziz ve rahimdir.”(Hadid: 1)

Evet, yerde ve gökte ne varsa, herşey Allah'ı tesbih eder ve hiçbiri de (Haşa) Allah değildir.
Şanı yüce Allah buyuruyor:
Göklerin ve yerin mulk ve hakimiyeti O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye kadirdir. Evvel de O'dur, Ahir de... Zahir de O'dur, batın da... Varlığı aşikar olup, gerçek mahiyeti insan için bilinmezdir Ama, O, herşeyi hakkıyla hiç eksiksiz bilir.”(Hadid: 2-3)

Muslim'in sahihindeki bir hadisi şerifde şöyle buyrulmaktadır:

“Allah'ın Rasulu dua ederlerken şöyle buyururlardı:
“Ey arşın ve yedi kat gökyüzünün Rabbi olan şanı yüce Allah'ım! Ey bizim ve bütün yaratıkların Rabbi! Ey küçücük taneleri yaran; Tevrat, İncil ve Kur'anı inzal buyuran! Yaptıkları ve yapacakları senin elinde bulunan her canlının şerrinden sana sığınırım! Sen evvelsin, senden evvel hiçbir şey yoktur. Sen ahirsin, senden sonra hiçbir şey varlığını sürdürecek değildir. Sen zahirsin, senden daha açık bir varlıkyok. Sen batınsın ve senden daha yakin kimse yok. Rabbim! Borcumu öde ve beni zengin yap!”

Yüce Allah, yukarda en son olarak zikrettiğimiz ayeti kerimeden sonra şunları buyuruyor:
Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arşa istiva eden O'dur. Yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni bilir O. Nerede olursanız olun, O, sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı görür.”(Hadid: 4)

İşte, yüce Allah, bu ve buna benzer daha birçok ayette, göklerle yerin arasında ne varsa, hepsinin sonradan yaratılmış olan bir mahluk olduğunu ve hepsinin de yüce yaratıcısını tesbih ettiğini beyan buyuruyor. Aynı zamanda da, yüce Allah'ın her şeyi en ince noktalarına kadar bildiğini ilan ediyor.
Ayeti celiledeki “O, sizinle beraberdir” deyiminin anlamı; Arap dilinde, “Mea=beraber” lafzı, iki şeyden birinin diğeriyle birleşip karışmış olması anlamı taşımaz.
Mesela Kur'an-ı Kerim'deki şu ayette olduğu gibidir:
Ey iman edenler! Allah 'dan korkun ve doğrularla beraber olun!”(Tevbe: 119)
Şunda olduğu gibi:
Muhammed Allah'ın Rasuludür ve onunla birlikte olanlar kafirlere karşı şiddetlidir.” (Feth: 29)
Mesela şurada olduğu gibi:
Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bildiğini görmüyor musun? Üç kişi gizli konuşsa, mutlaka dördüncüleri O'dur. Beş kişi gizli konuşsa, mutlaka altıncıları O'dur. Bundan az, bundan çok da olsalar, nerede bulunsalar, mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü, onlara yaptıklarım haber verir. Çünkü, Allah her şeyi hakkıyla bilendir.”(Mucadele: 7)

Bu ayetteki, beraberlik, geneldir. Bu ayet, ilimle başlayıp yine ilimle sona ermektedir. Bunun için İbni Abbas. Dahhak Sufyan'ı-Sevri ve Ahmed bin Hanbel “Yüce Allah, ilmiyle beraberdir” buyurmuşlardır.

Aşağıda zikredeceğimiz ayetlerde geçmekte olan beraberlik ise, mahiyeti özellik ifade eden bir beraberliktir:
Muhakkak ki Allah, takva (Allah'tan korkup, yasaklarından çekinme hali) sahibi olan ve iyilik yapanlarla beraberdir.” (Nahl: 128)

Şüphesiz ki ey Musa! Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm(Taha: 46)

“... O zaman O, arkadaşına: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir” diyordu!”(Tevbe: 40)

Allah'ın Rasulu mağarada Hz. Ebu Bekir'e şöyle söylemişti:
Demek ki, Allah, Musa ve Huran ile beraberdir, ama Firavun ile beraber değildir.
Muhammed ve arkadaşı ile beraberdir ama, Ebu Cehil ve öbür düşmanları ile beraber değildir.
Korkan ve sakınanlarla beraberdir, bundan ötürü de iyilik yapanlarla beraberdir ama, haddi aşan zalimlerle beraber değildir.
Eğer bu beraberlikten kastolunan mana, yüce Allah'ın zatı ile ilgili olsaydı, zikredilen ayetlerdeki özel olan haberlerle, genel olan haberler birbiriyle çelişirdi.
Gerçek manası, buradaki beraberliklerin; O'nun yardımının, dostlarına olduğu, düşmanlarınaise olmadığıdır.
Gökte de, yerde de ilah O'dur(Zuhruf: 84) buyrulmaktadır ayeti kerimede. Bu ayetin manası, elbette ki, göklerdeki ve yerdeki her şeyin ilahının O olduğudur.
Nitekim bir ayeti kerimede şöyle buyrulmaktadır mealen:
Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O'nundur. O, azizdir, hakimdir!”(Rum: 28)

Göklerde de yerde de Allah O'dur (Enam: 3) ayeti celilesi de böyledir.

İmam Ahmed ve diğer ilim sahibi büyük imamlar bu ayetin tefsirinde;
Göklerde de yerde de mabut ancak Odur” demişlerdir.

Bu ümmetin evveli ve aklı başında imamları, Yüce Allah'ın, yarattığı mahlukatından ayrı ve kendine has olduğunda; bir tahrif ve ta'dil olmaksızın, keyfiyet ve kemiyet cihetine gidilmeksizin, yüce Allah'ın kendini vasıflandırdığı ve Rasulunün sıfatlandırdığı sıfatlarla vasfedileceğinde ve noksan ve eksik sıfatlarda vasfetmenin doğru olmadığında, icma ve ittifak etmiştir.

Biz kesin olarak biliyor ve inanıyoruz ki; O'nun misli ve benzeri yoktur (Şura: 11) ve O'nun kemal sıfatlarından herhangi biri hakkındaki kelamının da bir benzeri yoktur.
İşte O'nun kemal sıfatlarını belirten eşsiz ve benzersiz kelamından bir bölüm:
Ey Muhammedi De ki: “O Allah, bir tektir. Allah herşeyden müstağni (ihtiyacı bulunmayan) ve her şey O'na muhtaçtır. O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir eşi ve benzeri, dengi yoktur.” (İhlas: 1-4)

İbni Abbas, yukardaki ayetlerde geçmekte olan “Es-Samed” sıfatını açıklarken, şöyle demiştir:

Es-Samed: İlminde, sonsuz olan, alim sıfatının azametinde eşsiz olan, kudretinin üstünlüğünde dengi bulunmayan, hikmetinin genişliğinde nihayet bulunmayan, hasılı, büyüklüğünde hiçbir sonu olmayan ululuk, demektir.”

İbni Mesud ve daha başkaları da şöyle söylemişlerdir:
Es-Samed: Boşluğu ve noksanı bulunmayan; Ehad ise, benzeri bulunmayan” demektir.

Bu duruma göre, yüce Allah'ın, “Es-Samed” sıfatı, kemal sıfatlar ile muttassıf olduğunu ve her türlü noksanlıklardan uzak ve munezzeh bulunduğunu ifade etmektedir. “Ehad” sıfatı ise, misli ve benzerinin olmadığını bildirmektedir.
Biz bu surenin tefsirinde; surenin, Kur'anın üçte birine eşit olduğunu geniş bir biçimde açıklamıştır.

El Furkan Beyne Evliyai'r-Rahman Ve Evliyai'ş-Şeytan : İbn Teymiyye



Vahdet-i Vucud Düşüncesinin Ortaya Çıkışı



Vahdet-i vucudçular da benzerlerine, ancak ilmin ve Cenâb-ı Hakk'ı yaratıklardan ayıran sıfatlarına imanın azlığı sebebiyle, bu konuda Sünnet'e ve selefin metoduna çok az ittibâ edilmesi dolayısıyla rağbet olunmaktadır.
Halbuki, bunlar bâzan felsefeciler ve kelâmcılardan olarak Sünnet'e tamamen zıt düşen Cehmî inançlara sahip çıkmakta ve bu inanç onları Allah'ın yolundan alıkoymaktadır.

Onların kalbleri ne zaman Rablerine yaklaşmayı, O'na ileten dosdoğru yola sülük etmeyi ve - fıtratlarının gereği olarak ve kendilerine peygamberlerin tebliğ ettiği Cenâb-ı Hakk'ın yüceliği ve azameti icabı- O'na kulluk etmeyi arzulamışsa, hep bu saptırıcı engeller onları bundan alıkoymuştur.


Öyle ki Cehmiyye mukallidi bazı kimselerin dilleriyle onlara muvafakat ettiklerini, kalblerinin ise fıtrat ve Sünnet üzere olduğunu görmek mümkündür. Bunların büyük çoğunluğu, dilleriyle söyledikleri Allah'ın sıfatlarını reddetmenin ne demek olduğunu anlamamakta, hattâ bunu mutlak ve mücmel olarak bir tenzîh saymaktadırlar.

Bunlar arasında Cehmiyye'nin görüşünü anlamayan, sıfatları reddetmekten doğru bir mânâ anlayan ve kasdeden kimseler de vardır ki, bunlar sıfatları kabul edenlerin bu doğru mânânın aksini kabul ettiğine inanmakta, birtakım kimselerden de bu yolda bâzı şeyler duymaktadırlar.


Meselâ bunlar, Cehmiyye'ye âit olan, "Allah, herhangi bir yönde değildir; mekândan munezzehtir; gökte de değildir" şeklindeki görüşlerden Allah'ın, göklerin ortasında olmadığı mânâsını anlar ki, bu doğrudur ve buna inanmak haktır.
Fakat bu kimseler zannederler ki, bu red görüşüne sahip olanlar sâdece bu kadarla kalacaklardır. Halbuki durum böyle değildir.

Bunlar şunu demek istemektedirler:


"Kesin olarak Arş üzerinde hiçbir şey yoktur; göklerin üzerinde ancak sırf yokluk vardır ve burada ibâdet olunan ilâh, duâ olunan ve istenilen Rab, mahlukatı yaratan yaratıcı da yoktur. Hz. Peygamber, asla mi'rac ile Rabbine yükselmemiştir".


Evet, onların maksadı bunları söylemektir.

Vahdet-i vucudçuları, "Allah, bizzat mevcudatın kendisidir" sözüne götüren husus da işte budur.


Çünkü onların kalbleri, bu mevcudatın üzerinde başka bir şey olmadığı tasavvur edildiği zaman bu mevcudattan başka bir mevcut bulamayacaktır.
Halbuki fıtrî olarak bilinen, müşâhade olunan ve varlığı görülen bilgilerdendir ki, varlık âleminde ya yaratılmış olan varlıklar vardır, ya da bunlardan ayrılmış, ayrı bir varlık vardır.

Hele hele bunlar, feleklerin dairevî bir şekilde bulunduğunu ve en üst noktanın çepeçevre kuşatan felek olduğunu bildikleri zaman bu yaratılmış mevcudatın yanısıra bir de onların üstünde başka bir varlık olduğunu anlayacaklardır.

Buna rağmen, varlık âleminde başka bir varlığın bulunmadığına ve âlemin üstünde hiçbir şey olmadığına inanacak olurlarsa, aynen vahdet-i vucudçuların dediği gibi Cenâb-ı Hakk'ın bu yaratılmış varlıklardan ibaret olduğunu söylemeleri gerekir. Vahdet-i vucudçuların delili tamamıyla bu şekildedir.

Aynı zamanda bu husus, Cehmiyye'nin eski ve yeni muntesiblerinin beslendiği kaynaktır.

Nitekim Cehmiyye şöyle der:

"Allah her yerdedir ve hiçbir yerde değildir. O, hiçbir şeye mahsus kılınamaz".

Böylece onlar daima iki zıt unsuru bir araya getirirler.
Çünkü onlar bir varlığın mevcut olduğunu kabul etmek istemektedirler; onlara göre ise bu âlemin üstünde hiçbir şey yoktur. Bu durumda da Allah'ın, bu âlemden ibaret olması veya bu âlem içinde bulunması taayyun etmiştir. Bunun arkasından onlar, yaratılmamış bir şeyin varlığını kabul etmek isterler ve şöyle derler:

"Allah, bu âlemin dışında olmadığı gibi, içinde de değildir".
Veya şunları söylerler:
"Allah mahlukatın varlığından ibarettir; ama onların a'yânı değildir".
Yahut da derler ki:
"Allah, mutlak varlıktır".
Böylece onlar Allah'ın varlığını, varlığını kabul ettikleri eşya arasında kabul ederler. Çünkü onların kalbleri, Allah'ın sıfatlarını red ve ta'tîl (işlevsiz kılıp boşa çıkarma) konusunda karmakarışıktır.
Esasen bu durum, mahlûkattan ayrı ve onların üzerinde yüce, hakîkî varlığın inkârı demektir.
Bunlar, varlığını kabul ettikleri konularda fırkalara ayrılmışlardır ve fıtratları ile akıllarının muhal ve çelişen şeyleri kabule zorlamaktadırlar.

Meselâ tutup şunları söylemektedirler:


"Allah âlemin içindedir",
"Allah, onun içinde değildir",
"Allah, âlemden ibarettir",
"Allah, âlem değildir".

Ya kabul yönüne ağırlık vermekte ve:
"Allah, varlığın ta kendisidir" demekte; ya da red yönüne ağırlık vererek;
"Allah, âlemde değildir, fakat âlemin dışında da değildir" demektedirler.

Veyahut da bâzı durumlarda kabul, bâzı durumlarda da red yolunu izlemektedirler ki, bunlara aklı hâkim olduğu zaman red unsuru galiptir ve;
"Allah, âlemde değildir" görüşü savunulur.
Ama vecd ve ibâdet hâkim olduğu zaman kabul unsuru ağır basar ve;
"Allah, âlemdedir" veya
"Allah, kâinattan ibarettir" görüşü ileri sürülür.

Cehmiyye mensuplarından hangisine bakarsanız bakınız, mutlaka bu dört şekilden birisi üzere olduğunu görürsünüz. Gerçi onlar - belirttiğim gibi - kabul ettikleri konularda birçok fırkalara ayrılmışlarsa da, ta'tîl noktasında ittifak etmişlerdir.

Ben bunlardan birçokları ile karşılaştım, pek çok kitablarını gördüm, nicelerini dinledim, bu hususları onlardan nakleden kimseler işittim.
Bu hususlarda onların tamamı, mabûdları, ilâhları ve yaratıcılarından uzak düşmüş sapıklık içinde kalmışlardır.

Ayrıca bütün selef-i sâlihînin ve güzide âlimlerin, bunları aynı şekilde nitelendirdiklerini gördüm.
Cenâb-ı Hak bize mü'minlerin yoluna tabî olmayı lütfetmiş, bu sayede bizler Allah'a ve Rasulune iman etmişizdir.
Buna karşılık bu adamların hepsi, bizzat çelişkisi dolayısıyla sahip oldukları bu itikaddan dolayı içlerini sıkıntı ve illet içinde görmektedirler. Fakat bu illet ve sıkıntılarını ya bir taltif edici unsur sebebiyle, ya avânesinin muhalefetinden korktuğu için, ya da bu sıkıntının aklı dolayısıyla değil de vehim ve hayalden kaynaklandığını zannederek bir nevi taklitle teskin eder.


Fıtratlarının, muşâhadelerinin ve akıllarının reddettiği ve "ne âlemin dışında olan", "ne de âlemden ibaret olan" böyle bir varlığın kabulündeki çelişkinin yanısıra ayrıca bir de fıtratta mevcut bulunan, âlemin üstünde bir yaratıcının olduğunu kabul etme gerçeğini göz önünde bulundurmak lâzım. Çünkü bu husus, bilinen ve güzel olan gerçeğin fıtrat tarafından ikrar edilmesi, yadırganan ve kötü olan bâtılın da yine fıtrat tarafından reddedilmesi demektir.


Bu konuyla ilgili olarak, Muhammed b. Tâhir el-Makdîsî'nin naklettiği şu meşhur olayı zikredebiliriz:


Şeyh Ebû Ca'fer el-Hemedanî, bir gün Ustâd Ebu'l - Meâli'nin konuşmasına tanık olmuştu. Ebu'l-Meâlî, minberde şöyle diyordu:

"Allah vardı; henüz Arş'ı da yoktu..."


Böylece o, istivayı reddediyordu - ki önceleri Ebu'l-Meâlî'nin istivayı reddettiği bilinmektedir.
Gerçi hayatının sonlarında bu inancından vazgeçmiş ve annesi ile Neysâbûr kocakarılarının dini üzere ölmüştür.

Bunları duyunca Şeyh Ebu Ca'fer dedi ki:

"Ustâd! Bize Arş mes'elesini zikretmeyi bırak" bunu derken "Çünkü bu husus, rivayetlerde yer almıştır" demek istiyordu da kalblerimizde bulduğumuz şu zorunlu bilgiden söz et!
'Yâ Allah!' diyen her arif mutlaka kalbinde yücelik arayan bir anlam bulmuş, ne sağa, ne sola yüz çevirmemiştir. Nasıl olur da kalbimizden bu zorunlu bilgiyi uzaklaştırabiliriz?!"



Bunun üzerine Ebu'l-Meâlî, bir çığlık attı; elini başına koydu; "Hemedânî beni hayrete düşürdü" anlamında bir şey söyledi ve minberden indi.
Görüldüğü gibi Şeyh Hemedânî, bütün insanların anlayacağı bir dille konuşmuş ve haber vermişti ki, Arş ve onun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın istivası, Şerîat'tan, Kitab ve Sünnet'in haberlerinden alınıp öğrenilmiştir.

Oysa Arş'ı ve istivayı, özel olarak zikretmeye kalkmaksızın Cenâb-ı Hakk'ın mahlûkâtı üzerinde yüce olduğunu ikrar etmek bunun zıddınadır. Çünkü bu ikrar, fıtrî ve zorunlu bir şeydir. Ve biz de, Allah'a duâ eden herkes de bunu kalbimizde buluruz.

Bu zarurî ikrarı kalbimizden nasıl atabiliriz?!
Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin, kendisine:
"Allah nerededir?" diye sorduğu, "göktedir" cevabını alınca da:
"Bunu azad et, çünkü bu mu'mindir" buyurduğu câriye, arab olmayan bir câriye idi.
Ne dersiniz, acaba bu cariyeye söylediği bu sözü kim öğretmiş, kim haber vermişti?

Elbette bu husus ona, ancak Cenâb-ı Hakk'ın bahşettiği fıtrat sayesinde bildirilmişti ve Peygamber Efendimiz, cariyenin bu sözünü tasdik etmiş, onun mü'min olduğuna şehâdette bulunmuştu.


Şimdi, akıl sahibi olan kişi bu olayı düşünsün, Şeytan'ın kendilerini aldatıp tahrik ettiği, fırsat ve müddet verdiği olur-olmaz mes'elelere giren ve bilir-bilmez hüküm veren kimselerin uydurduğu bid'atleri değil...

O zaman bu olayın, kendisini, Rabbini gereği gibi tanıyıp ikrar etmeye sevkettiğini görecektir.

Şeyhul İslam İbn Teymiyye; mecmu'ul feteva 4. Cilt HADİS EHLİ VE KELÂMCILAR





SEVGİDE ŞİRK : ALLAH'I SEVER GİBİ SEVMEK


"İnsanlardan kimi de ALLAH'tan başka şeyleri O'na eş tutuyorlar da onları, ALLAH'ı sever gibi seviyorlar. Oysa iman edenlerin ALLAH sevgisi daha kuvvetlidir. O zulmedenler, azabı görecekleri zaman bütün kuvvetin ALLAH'a ait olduğunu ve ALLAH'ın azabının gerçekten çok şiddetli bulunduğunu keşke anlasalardı." [Bakara: 165]

Bakara: 165. ayetin tefsiri:

Buna karşılık velileri, peygamberleri veya ruhlarını ya da melekleri müşriklerin araya giren mabudları gibi bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları severken ALLAH'ı ve ALLAH'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurbanlar kesmek, âyinler yapmak, onların isimlerini "Bismillah" gibi işlerin başı kabul etmek, "Onları, ALLAH'ı sever gibi severler" ifadesinin tam anlamıyla şüphe yok ki, bir şirk ve küfürdür.

Ayrıca böyle yapmak, onlardan uzaklaşmaktır. Çünkü onlar ancak ALLAH'ı sevmişlerdir. Üzülmekle beraber müslümanlık adına da böyle batıl bir sevgi akidesine tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz, zanneden birtakım gafil kimseler de ortaya çıkmıştır. Bunlar genellikle din ilminin iyi tahsil edilmediği ve dinî bilgilerin esası bilinmeden ağızdan ağıza bir efsane gibi dolaştırıldığı cahillik devirlerinde ve cahillik bölgelerinde ortaya çıkagelmiştir.
Çünkü kulluk duygusu insanlarda yaratılıştan geldiği için gerçek ve gelişmiş din ilmi sönünce insanlar, ilk cahiliye devrindeki efsanelerle gönlüne doğan acayip hevesler içinde ibadete çalışır. Hurafelerle boğulur, gider. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanır.




VAHDET-İ VUCUD ŞİRKİ


Bununla beraber bu sapıklığın felsefe yoluyla ilim ve marifet adı altında gelişip yayılan kısmı da yok değildir. Bu elbette daha mühimdir. Burada ALLAH'ı inkar eden ta'tıl (batıl ve metruk, ateizm) felsefelerinden söz etmeye lüzum görmüyoruz. En derin cehalete eşit ve hatta daha beter olan ta'til (ateizm) felsefelerinin kötülüğünü, çeşitli yönleriyle hatırlatmaya ihtiyaç duyulmadığı gibi bunların ilmi ve felsefî bakımdan kıymetleri de yoktur. Fakat ilâhlık felsefesi ve vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir metrût (ateist) felsefe vardır ki, din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar bundan doğagelmiştir. Her nerede bir şirk varsa bununla az çok bir alakası vardır.

İşte birtakım cahiller veya inkarcılar, ALLAH'ın hikmeti adıyla imkansız olan bu birleşmeyi veya hulûl ya da ta'tıl (ateizm, ilâhsızlık) teorisini vahdet-i vücud ve sırf tevhid diye ele alarak "O'ndan başka ilâh yoktur" demek "O'ndan başka mevcud yoktur" demek olduğunda ısrar ederler.
Bunu da: "Her mevcud O'dur" mânâsıyla açıklarlar. Hatta kulli mecmuî ile kulli ifradîyi birbirinden ayırmayarak "Hepsi O'dur." derler.

Her şeyden ötede ALLAH'ı görecek yerde, her şeyde ve hatta her şeyi ALLAH görmek isterler.
"İlk ve son olan, açık ve gizli olan O'dur."
(Hadid, 57/3)âyetinin açıkladığı birleşme mertebesini ayrılma mertebesinde ayrı ayrı söylerler ve böylece kendilerini ALLAH görmek ve göstermek için kâmil insanları, bizzat ALLAH gösterirler. Artık erenler, veliler, bir ilâhlar topluluğu manzarasında hayal edilir, oysa bu görüşün esasına göre şeytanların velilerden, kâfirlerin müminlerden farkı kalmaması gerekir. Çünkü her varlık O sayılır.
İşte: "İnsanlardan kimi de ALLAH'tan başka şeyleri O'na eşler tutuyorlar da onları, ALLAH'ı sever gibi seviyorlar." âyet-i kerimesi özellikle bunları da red ve iptal içindir.


Zaten İsa'ya "ALLAH" veya "ALLAH'ın oğlu" denmesi de Mısır'dan, Hind'den, Yunan'dan, Roma'dan gelen bu birleşme teorisinin bir koludur. Bu aşırılıktan ve meseleyi karıştırmaktan kaçınmak için son zamanlarda İslâm dünyasında Hanbelîler içinden Vahhabî mezhebi ortaya çıkmıştır. Bu mezheb ALLAH'tan başka her kim olursa olsun ona hürmet göstermenin ve muhabbet beslemenin şirk olduğunu ilan etmiştir. Buna dayanarak kabirlere hürmet etmeyi bile şirk kabul etmiştir.

Böylece ALLAH'a eşler edinmek suretiyle zulmetmiş, haksızlık yapmış olanlar, yani ALLAH'a karşı başkalarını eş ve ortak tutmak; onları, ALLAH'ı sever gibi sevmek ve ALLAH'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar edinerek emirlerine itaat etmek özellikle ALLAH Teâlâ'nın hakkı olan ilâhlık sıfatına ve mabudluğuna başkalarını da ortak etmek en büyük zulümdür.
"Şüphe yok ki şirk, büyük bir zulümdür." (Lukmân, 31/13)ve bunu yapanlar son derece zâlimdirler.
Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kainat saltanatının mutlak hâkimi olan ALLAH Teâlâ'nın hakkına tecavüz etmek cüretinde bulunanlar, hangi zulümden sakınırlar?
ALLAH'ın kullarına, aciz yaratıklarına neler yapmak istemezler? Bundan dolayıdır ki, dilimizde "Kork, ALLAH'tan korkmayandan." diye bir ata sözü vardır.
Elbette böyle yapan zalimler, birgün gelecek, ALLAH'ın azabını göreceklerdir.
Bu zâlimler, işte o azabı gerçekten görecekleri vakit, Ne kadar kuvvet ve kudret varsa hepsi, ALLAH'ın olduğunu, ve ALLAH'ın azabının ne kadar şiddetli bulunduğunu bir görecek olsalar!...

Burada bu "onlar bir görecek olsalar" şart cümlesinin cevabı tehvîl (korkutmak, uyarmak) için hazfedilmiştir, belirtilmemiştir. Nitekim dilimizde de bu gibi tehdit makamında: "başına geleceği bilsen..." deriz ve cevabı gizli tutarız ki, bu gizlilikten maksat, bu cevapta anlatılması mümkün olmayan bütün tehlikeleri toplamaktır.
Yani o gün bunların uğrayacakları acı, pişmanlık ve hasret, o kadar dehşetlidir ki, şimdiden anlatılması mümkün değildir. Neler olacak, neler çekecekler!..

ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR BAKARA 165 TEFSİRİ

http://www.biriz.biz/kuran/bakara/bakara165.htm
 
Moderatör tarafında düzenlendi:
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
Allah'a (c.c.) eş - Şirk Koşmak = Sevgide Şirk

Bayram Ali Öztürk: "Muhammed = Allah"

7138
 

Benzer konular

Üst Ana Sayfa Alt