Tekfir Konusunda Belli Bir Şahıs İle Nev’i Birbirinden Ayrı Mulahaza Etmenin Gerekliliği
Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir husus vardır ki, o da alimlerden muhakkik olanların tekfir konusunda şahıs ile nev'i birbirinden ayrı mülahaza etmenin gerekliliği hususundaki tesbitleridir.
Bunun manası şudur:
Biz mesela (Mısır'da) komünistler kafirdir veya îslam şeriatının hükümlerini reddeden laik devlet adamları kafirdir veya kim şöyle derse yahut şuna davet ederse kafirdir demeliyiz. Çünkü bütün bunlar nevi (topluluk, grup) üzerine hüküm vermek demektir. Fakat bu saydığımız gruplara mensup olan belli bir şahsa iş taalluk ettiğinde, o zaman onun gerçek konumunu tahkik ve tesbit etmek için orda durmak ve onu sorgulamak, onunla tartışmak gerekir. Ta ki onu tekfir edebilmemiz için onun aleyhine deliller ortaya çıksın, onun hakkındaki şüpheler giderilsin ve onun ileri sürdüğü ma'zeretler yok olsun...
Bu konuda Şeyhu'l İslam İbni Teymiyye şöyle demektedir:
"Şüphesiz ki bazen belli bir söz küfür olur. Bu sebeple söyleyen tekfir edilir ve "kim şöyle derse kafir olur" denilir. Fakat böyle bir sözü söyleyen belirli bir şahsın aleyhinde terk eden kişiyi kafir kılan delil, tam olarak ortaya çıkmadıkça o şahsın kafir olduğuna hükmedilmez.
İşte bu, kafirleri tehdit eden vaid ayetlerindeki hüküm gibidir: Allah'u Teala şöyle buyuruyor:
"Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çilgm bir ateşe gireceklerdir." [Nisa: 4/10]
Bu ve benzeri vaid ayetleri haktır. Fakat muayyen bir şahıs aleyhine azaba mustahak olduğuna dair şahadet edilmez, ehl-i kıbleden muayyen birinin cehenneme gireceği söylenemez. Çünkü bu vaid nassları ona ulaşmamış olabilir, tahrim ayetleri ona iletilmemiş olabilir ve işlemiş olduğu haramdan dolayı tevbe etmiş olabilir... Veya onun işlediği haram fiilin cezasını silecek büyük iyilikleri olabilir veya işlediği suça keffaret olarak başına bir takım musibetler gelmiş olabilir. Hatta şefaati kabul edilen bir şefaatçi onun için şefaat etmiş olabilir.
Söyleyeni küfre sokan sözleri söyleyen adama belki hakikati bildiren nasslar tebliğ edilmemiş olabilir. Veya ona ulaşmış da, ona göre sabit olmamış veya onu iyice anlamamış olabilir. Bazen de Allah'u Teala'nın affettiği şüpheler ona arız olmuş olabilir..."
Daha sonra şöyle demektedir:
"İşte muctehid imamların mezhepleri zikretmiş olduğumuz bu tafsilatta olduğu gibi belli bir şahıs ile nev'î birbirinden ayırt etme üzerine bina edilmiştir." [İbni Teymiyye, er-Resaili'1-Merdaniyye]
Bunlardan da anlaşıldığı gibi, küfrünü açıkça ortaya koyanlar hakkında böyle ihtiyatla davranmak gerektiğine göre, nasıl olur da bir müslüman "Lailahe illallah ve Muhammedun Rasulullah" diyerek Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in onun elçisi olduğuna şahadet eden çoğunlukları, salih amelleriyle kötü fiilleri birbiriyle karıştırsalar bile, tekfir etmeye cüret edebilir?
Halbuki insanların şahadeteyni ikrar etmeleri, hak ve hukukları müstesna olmak üzere, onların canlarının ve mallarının korunmuş olmasını sağlar. Onların hesapları ise Allah (c.c.)’a aittir. Biz ise, zahire göre hükmetmekle emrolunmuşuz. Kişinin gizli olan sırlarını sadece Allah (c.c.) bilir.
Rasulullah (s.a.v.)'den sahih, hatta mütevatir olarak şu hadis rivayet edilmiştir:
"Ben insanlar, Allah'tan başka ilah olmadığını söylemedikçe onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri taktirde, hakkettikleri hariç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesabını görmek ise Allah'a (c.c.) kalmıştır."
[Buharı, İman: 17, İ’tisam: 28; Muslim, İman: 32; Ebu Davud, Zekat: 1; Neseî, Zekat: 3; Cihad: 1, Tahrim: 1; İbni Mace, Mukaddime: 9; Ahmed, I: 1,87; II: 314, III: 149.]
Tekfirin Tehlikesi
Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettub etmektedir:
1. Onun karısının onunla beraber kalması helal olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir kadının bir kafire zevce olmasının sahih olmadığı yakin olarak bilinen icma ile sabittir.
2. Onun çocuklarının, onun idaresinde kalmaları caiz değildir. Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir etmesinden korkulur. Özellikle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve şefkatle ziyaret etmesi, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı onlar İslam toplumuna mensub olan herkesin boynuna emanettirler.
3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çıktıktan sonra İslam toplumu üzerinde borç olan velayet ve yardım hakkını kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidayete erişinceye kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en yakın sığınağın kapatılması gerekir.
4. Onun, tevbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra hakkında mürted hükmünün infaz edilmesi için İslam mahkemesi önünde muhakeme edilmesi gerekir.
5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkanmaz, üzerine namaz kılınmaz, müslümanların kabristanında defnedilmez ve bir murisi öldüğünde ona varis olmadığı gibi, başkası da ona varis olamaz.
6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah'ın (c.c.) lanetini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı hak eder.
İşte bu hükümler, Allah'ın kullarından birisinin hakkında tekfir hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden evvel bir çok kez irkilip geriye çekilmesini gerektirir!..
Kur'an Ve Sünnete Muracaat Etmenin Gerekliliği
Yine burada Allah'ın dini ile ve insanların hayatı ile ilgili olan bu tehlikeli konuda ve buna benzer diğer bir çok konuda Kur'an ve Sünnet'in nasslarına müracaat etmemiz ve bu nasslar ışığında hakem olarak kabul edilmesi gereken şer'î kaideleri ve hakikatleri tesbit etmemiz gerekmektedir.
Bizim genel itimadımız ancak ve ancak Allah'ın kitabında ve Rasulünün sünnetinde bulunan her türlü hatadan korunmuş olan sabit nasslaradır. Çünkü sadece bu nasslar tartışmasız hüccet ve dayanaktırlar.
Ancak bazı zamanlarda kimi alimlerin sözlerini şahid olarak göstermemiz, onların sözlerinin bizatihi hüccet olduğundan dolayı değildir. Belki biz, onların anlayışından yararlanarak bu nassları daha iyi kavrayabilmek için onların sözlerini şahid olarak gösteriyoruz. Ta ki muteşabihat hakkında şaşırıp kalmayalım veya ayet ve hadisleri birbirleriyle çarpıştırmayalım.
Yine burada şu esası da te'kid etmeliyiz:
Şüphesiz bu ümmetin selefi olan sahabiler ile onlara iyilikle uyan tabiiler, ümmetin en çok hidayet yolunda olanı, en sahih anlayışlısı, en sağlam metoda sahip olanı, İslam'ın ruhunu en çok kavrayanı ve İslam'a uymada en fazla haris olanıdır. Onların yanında herhangi bir konuda, bilinen bir hidayeti gördüğümüzde, artık onu bırakıp da onlardan sonra gelenlerin bid'atlerine meyletmeyiz. Çünkü onlar Rasulullah'ın (s.a.v.) şahadetiyle nesillerin en hayırlısıdırlar.
Yusuf el-Karadavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mutercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998
Tekfir Konusunda İslam Alimlerinden Bazı Nakiller
A. Eş'arîlerîn Ve Diğer Mutekellîmlerîn Görüşü
Adudu'd-Din el-İci’nin "el-Mevâkıf" isimli kitabında ve Seyyid Şerif el-Curcani'nin Eş'arilerden muteahhirunun ana kaynağı sayılan "Şerhu'1-Mevakıf"ta şöyle denilmektedir:
"Kelamcıların ve fukahanın cumhuruna göre kıble ehlinden olan hiç kimse tekfir edilmez. Çünkü Ebu'l-Hasan el-Eş'ari "Makâlâtu'l-İslamiyyin" kitabının başında şöyle demektedir:
"Müslümanlar Peygamberlerinden sonra bazı konularda ihtilafa düştüler. Bu ihtilaf sonucu, onlardan bazıları diğer bazılarını sapıklıkla itham ettiler, bazıları diğer bazılarından teberri ettiler. Böylece bir çok fırkalara ayrıldılar. Buna rağmen İslam bütün bu fırkaları bir araya toplamakta ve hepsini kapsamaktadır."
İşte bu, İmam Eş'ari'nin mezhebidir ki, arkadaşlarımızın çoğu da bu görüştedir.
"İmam Şafii şöyle demiştir: Ben ehl-i heva ve bid'atten hiçbir şahsın şahadetini reddetmem. Ancak Hattabiye müstesna. Çünkü bunlar yalan konuşmanın helal olduğuna itikad ederler."
"el-Muhtasar" kitabının müellifi, "el-Münteka" isimli kitapta Ebu Hanife (rh.a)'nin, ehl-i kıbleden hiç kimseyi tekfir etmediğini nakletmektedir.
Ebu Bekir er-Razî de bunun aynısını el-Kerhî ve diğer bazı alimlerden nakletmektedir ve şöyle demektedir:
Ebu'l-Hasan'dan -onların büyüklerinden biridir- önceki mutezililer Eş'arilerle tartışıp bazı konularda ashabı tekfir ediyorlardı. Bizden de bazıları onlara aynı karşılığı verip, onları bazı konularda tekfir ettiler. Mücessime de bir çok kişiyi tekfir etmişti. Bizim ashabımızdan ve Mu'tezileden alimler bunlara muhalefet etmişlerdir. Ütad Ebu'l-İshak el-İsferayinî şöyle demiştir:
"Bizi tekfir eden her muhalifi tekfir ederiz. Şayet onlar bizi tekfir etmezse, biz de onları tekfir etmeyiz."
"el-Mevakıf" müellifi ve sarihi kelamcıların ve fakihlerin Cumhurunun ehl-i kıbleye mensup olanların ihtilafa düştükleri bazı i'tikadi mes'elelerde hakka muhalefet etseler bile, İslam ehlinden birisinin tekfir edilmemesi şeklindeki görüşlerini teyid etmişlerdir.
Ehl-i kıblenin üzerinde ihtilafa düştükleri itikadı meselelerden bazıları şunlardır:
Acaba Allah (c.c.) kulun fiilinin mucidi midir, değil midir? Allah için bir cihet var mıdır, yok mudur? Allah (c.c.) ahirette görülecek midir? Allah (c.c.) günahları irade eder mi, etmez mi? İşte bunlar gibi kelami bir takım problemler vardır ki, Peygamber (s.a.v.) İslam'a giren kimselerden bunlar hakkındaki itikadını sormadan ve bunları araştırmadan onların müslüman olduğuna hükmediyordu. Sahabe ve tabiun da böyle yaparlardı.
Böylece İslam dininin sıhhatinin bu meselelerde hakkın marifetine bağlı olmadığı ve bu meselelerde hata yapmanın İslam'ın gerçekleşmesinde herhangi bir engel olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü eğer İslam'ın sahih olması bu meselelere bağlı olsaydı ve bu hakikatler hususunda hataya düşmek müslümanlığın gerçekleşmemesine tesir etseydi o zaman Peygamber'in bunlar hakkında yeni müslüman olanların itikadının keyfiyetini araştırması gerekecekti. Halbuki ne Peygamber zamanında, ne de sahabe ve tabiun zamanında, böyle bir araştırmanın yapıldığı şeklinde hiçbir olay cereyan etmemiştir.
[el-Mevakıf ve Şerhi, c. 8, s. 239-240]
İmam Gazali, Mutezile, Muşebbihe ve din hususunda bidatlere sahip olan ve te'vilde hataya düşen diğer fırkaların ictihad konularında yanıldıklarını söyledikten sonra şöyle demiştir:
"Araştırmacının meyletmesi gereken, hak gördüğü yoldan tekfir etmekten onları istisna yapmasıdır. Çünkü açıkça "lailahe illallah" diyerek kıbleye yönelip namaz kılanların canlarının ve mallarının mubah olduğunu söylemek hatadır. Bin kafirin hayatta kalmasında hataya düşmek, bir müslümanın kanından bir şişe akıtma hatasını işlemekten daha ehvendir.
Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
"Ben insanlar "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed O'nun Rasuludür" deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Şayet onlar böyle deseler, hakkettikleri mustesna, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar."
[İmam Gazali, el-İktisad fi'1-İ'tikad, s. 223,224.]
Yine İmam Gazzali şöyle demektedir:
"Te'vil hususunda hataya düşmenin tekfiri gerektirdiği hakkında bize hiçbir nass sabit olmamıştır. Bu sebeple, böyle bir iddiada bulunanın delil getirmesi gerekir. Halbuki bize "lailahe illallah" demekle kesin olarak can ve malın korunmasının sağlanacağı hakkında nasslar sabit olmuştur.
Ancak bu husus yol kesiciler hakkında geçerli değildir...
İşte bu kadarı da delilsiz olarak insanları tekfir etmede mübalağa eden kimsenin aşırıya gittiğini tenbih etmek hususunda yeterlidir.
Delil ise ya asıldır veya asl üzerine kıyastır. Asıl da açık şekilde (dini) tekzib etmektir. (Dini hakikatleri) tekzib etmeyen kimse hiçbir zaman tekzib edenlerin kapsamına alınmaz. Ve o, kelime-i şahadeti söylemekle ismetin (canını ve malını korumanın) kapsamı altında kalmaya devam eder."
[Gazali, age. s. 224. Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 69-71]
B. Fukahanın Görüşleri
1. Hanefilerden Nakiller
Hanefi mezhebinin kitaplarından "Camiu'l Fusuleyn"de şu ibare geçmektedir:
"et-Tahâvi ashabımızdan rivayet etmiştir ki:
Bir kişiyi müslüman eden şeyleri, bilerek inkar etmesinden başka bir şey imandan çıkarmaz. Sonra bilinmelidir ki, riddet olduğu yakın olarak bilinen bir şey yapıldığı zaman birisinin mürted olduğuna hükmedilir. Riddet olup olmadığında şüphe bulunan şeyler sebebiyle ise bu hüküm verilemez. Çünkü İslam sabit olan bir şeydir ki, şüphe ile zail olmaz. Aynı zamanda İslam üstündür, (başka bir şey ona üstün olmaz).
Bir alime bu konu getirildiği zaman, ehl-i İslam'ı tekfir etmeye acele etmemelidir.
"Ben de derim ki: Bu hususu, bu bölümdeki meseleler hakkında yapmış olduğum nakillere ölçü olması için takdim ettim. Çünkü zikrettiğim bu mukaddimeye kıyasla nakletmiş olduğum bu hususlar küfür olmadıkları halde, bazıları bana onların küfür olduğunu belirtmişlerdir. Bu sebeple konuyu iyi düşünmelisin."
"el-Fetâvâs-Suğra" isimli kitapta şöyle denilmektedir:
"Tekfire gelince: Tek bir yorum vechi bile kişinin tekfir edilmesine mani olmaktadır. Fetva verilen (müfta) görüşe göre, kişinin herhangi bir rivayete meyletmesi, onun tekfir edilmemesini sağlar."
"el-Hulasa" ve diğer kitaplarda da şu ibare geçmektedir:
"Şayet bir meselede tekfiri gerektiren birçok vecihler yani ihtimaller varsa, buna karşılık, tek bir vecih bile tekfire mani olur. Müfta bih görüşe göre, müslüman hakkında hüsn-ü zan etmenin gerekliliğinden dolayı, onun tekfire mani olan bir veche yönelmesi, kendisini tekfirden kurtarır."
"el-Bezzaziye" isimli eserde bu bilgiden fazla olarak şu husus da bulunmaktadır: "Ancak, küfrü gerektiren bir hususu kendi iradesiyle açıkça ortaya koyarsa, o zaman tevil ona yarar sağlamaz."
Bu hususa şunlar misaldir:
Bir adam, herhangi bir müslümanın dinine söver de bu sövmenin istihfaf ettiğine ihtimal verilirse bu durumda adam tekfir edilir. Ancak o adamın bundan muradının dini küçültmek değil de, müslümanın kötü ahlakı ve çirkin muamelesi olduğuna da ihtimal verilebilir.
Bu durumda ise, onun tekfir edilmemesi gerekir. Nitekim bazı Hanefi alimler de bunu belirtmişlerdir." [Haşiyetu Reddİ'l-Muhtar, c. 3, s. 339.]
"el-Fetâvâ'1-Hayriyye" de şu sual vardır:
Kadı bir adama "şeriate razı ol" dediği zaman, o da "kabul etmem!" dedi. Bu sebeple bir müfti onun kafir olduğuna ve karısının kendisinden ayrılmış olduğuna fetva verdi. Acaba bununla onun kafir olduğu sabit olur mu?
Bu soruya, alimin ehl-i İslam'ı tekfir etmeye acele davranmaması gerektiği ve o adamın tazir edilmesi ve cezalandırılması gerektiği cevabı verilmiştir. Burada bu çirkin kelimeye benzer kelimeleri söyleyenlerin kafir olduğu hükmü verilmemiştir.
Çünkü onun bu sözü, şeriate karşı kibirlenerek veya onu kerih görerek değil, hasmına karşı aşırı şekilde gazaplanarak söylemiş olabileceği ihtimali vardır.
"el-Fetâvâ't-Tatarhaniye" de ise şöyle denilmektedir:
"İhtimal sebebiyle tekfir edilmez. Çünkü küfür ukubetin son derecesidir. Bu sebeple cinayetin son derecesini gerektirir. İhtimalin yanında ise böyle bir derece söz konusu değildir."
"el-Bahr" isimli kitapta bu nakillerden sonra şöyle denilmektedir:
"Tesbit edilen gerçek şudur ki, zayıf bir rivayet bile olsa, bir kişinin kafir olduğu hakkında ihtilaf olduğu zaman, onun sözünün güzel bir ihtimale hamledilmesinin mümkün olması durumunda hiçbir müslüman o kişinin kafir olduğuna fetva veremez. Buna rağmen, (yukarıda) zikredilen küfür lafızlarının bir çoğu sebebiyle tekfir fetvası verilmektedir. Ancak ben kendi kendime, böyle bir fetvayı vermemeyi gerekli kıldım.." [el-Bahru'r-Raik, c. 5, s. 134-135]
İbni Abidin de "Reddu'l-Muhtar"da el-Hayr er-Remli'nin ;
"el-Bahr" isimli kitabın müellifinin bu sözünün ardından şöyle dediğini nakleder:
Velev ki bu rivayet zayıf da olsa." Yine İbni Abidin der ki:
Ben de derim ki: Velev ki bu rivayet mezheb mensuplarından başkalarına ait de olsa, küfrü gerektiren hususun, üzerinde icma gerçekleşmiş şeylerden olmasının şart koşulması da buna delalet etmektedir." [Haşiyetu'1-Muhtar, c. 5, sh. 399]
Mezheb(imiz)e mensub olanların sözlerine göre bir çok kişinin tekfir edilmesi söz konusu olmaktadır. Fakat bu tür sözler müctehid olan fakihlerin sözleri değildir. Aksine başkalarının sözüdür. Fakih olmayanlara da itibar edilmez. [Haşiyetu'1-Muhtar, c. 5, sh:418.]
2. Malikilerden Nakiller
Malikilerin bu konudaki görüşleri için İmam-ı Şatıbî'nin şu tahkikiyle yetiniyoruz:
İmam Şatıbî "el-i'tisam" isimli eserinde Hariciler ve diğer ehl-i heva ve'1-bid'attan İslam ümmetine muhalefet edenlerden bahsederken şunları söyler:
"Şüphesiz ümmetin alimleri şu "büyük bidatlere" sahib olan fırkaları tekfir etme hususunda ihtilafa düşmüştür. Fakat dikkatli düşünüldüğünde ve rivayetler göz önüne alındığında onların kesinlikle tekfir edilmemesi görüşü ağır basar. Bu husustaki delil ise, Selef-i Salihin'in onlar hakkındaki uygulamasıdır.
Sen Hz.Ali'nin, Allahu Teâlâ'nın şu kavli gereğince Hariciler hakkındaki uygulamasını ve onlarla savaşırken müslüman muamelesi yaptığını görmüyor musun:
"Şayet mu'minlerden iki taife birbiriyle savaşırsa, onların arasını bulup düzeltin." (Hucurat: 49/9)
İşte bu ayete uygun olarak Ali kendisinden ayrılan grub Haruriye'de toplandığı zaman onlara hücum edip savaşmadı. Şayet onlar ona karşı çıkmakla murted olsaydılar "Kim dinini değiştirirse onu öldürün" hadis-i şerifi gereği Ali onları öyle bırakmayacaktı.
Ebu Bekr (R.anh)'in murted olanlarla yaptığı gibi, onlarla savaşacaktı. İşte bu durum her iki olay arasındaki farkı göstermektedir.
"Ma'bed el-Cuheni ile diğer Kaderiler ortaya çıktıkları zaman selef-i salihin onları reddetmek, onlardan uzaklaşmak, onlara düşmanlık yapmak ve onları terk etmekten başka bir şey yapmadı. Eğer onlar mutlak küfre düşseydiler, mürtedlere uygulanan had cezasını onlara uygulayacaklardı.
Yine Ömer b. Abdulaziz de kendi zamanında Musul'da Hariciler ortaya çıkınca, Ali'nin yaptığı gibi onlardan el çekmeyi emretti ve onlar hakkında mürtedlere yapılan muameleyi yapmadı.
"Gerçi biz onlar hakkında "onlar, heva, fitne ve yanlış teviller peşinde giderek Kitap'taki müteşabih ayetlere tabi oluyorlar" desek de, mana bakımından onlar mutlak olarak hevaya ve Kitap'taki muteşabihata uymuş değildirler. Şayet biz onların böyle yaptıklarını farz edersek, o zaman onlar kafir olurlar. Halbuki şeriata göre inad ve küfre saparak İslam'ın muhkematını reddetmedikçe hiç kimse kafir olmaz. Fakat kim ki şeriatı tasdik edip uygularsa ve muhkem ayetler gibi bir delile uyduğunu zannederek belli bir aşamayı kat etmişse, böyle birisine mutlak olarak "hevaya uydu" denilmez. Aksine o kendi nazarına göre şeriata uymuştur. Ancak müteşabih nasslara itibar etmesi sebebiyle, muhkem nasslar hakkında şüpheye düşmesi cihetinden, şeriat tahsilinde sahip olduğu görüşüne hevayı da karıştırdığından dolayı ehl-i heva ile ortak özelliğe sahip olmaktadır. Yine o, bir bütün olarak, sadece hakkında delil bulunan görüşü kabul etmesi bakımından da ehl-i hakkla aynı özelliği taşımaktadır.
Ayrıca ehl-i heva ve bid'atten olanların ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatle amaçlarının bir olduğu da ortaya çıkmaktadır ki, bu amaç da şeriata intisab etmektir.
Mesela onlarla aramızdaki en büyük ihtilaflardan biri de Allah'ın sıfatlarının ispatı meselesidir. Bu sıfatları bazı fırkalar nefyetmektedir. Ancak biz her iki fırkanın da maksatlarını araştırırsak, görürüz ki hepsi de tenzihi müdafaa etmeye, Allah'tan (c.c.) noksan sıfatları nefyetmeye ve hudustan yüceltmeye gayret ediyorlar. Bu ise konu ile ilgili delillerin anlatmak istediği husustur. Onların ihtilafları, bu amacı gerçekleştirmek için tutulan metodda vaki olmaktadır ki, metod farklılığı bu amacı her iki taraf açısından da ihlal etmemektedir.
Bazen onlardan bize muhalif olanlara delil gösterildiğinde, çoğunluğu dönmeseler bile, onlardan bu görüşlerini terk edip, doğru görüşü benimseyenler de olmaktadır. Nitekim Ali'ye karşı çıkan Haruriye fırkasından iki bin kişi de görüşlerinden dönmüştüler." [ Şatibî, el-İ'tisam c. 3, s. 33, 35]
3. Şafiilerden Nakiller
Daha önceki bölümlerde Şafii mezhebinin ve Eş'arilerin imamından olan Ebu Hamid el-Gazali'nin bu konudaki görüşlerini nakletmiştik. Burada bu mezhebin diğer bazı alimlerinin konu ile ilgili görüşlerini nakledeceğiz.
İmam Nevevi "Şerhu Muslim" isimli kitabında şunları söylemektedir:
"Bil ki, hak mezheb mensuplarına göre, herhangi bir günah sebebiyle hiç kimse tekfir edilmez. Yine ehl-i heva ve bidatten olan Hariciler, Mutezililer, Rafiziler ve diğer fırka mensupları da tekfir edilmezler.
Fakat bir kimse İslam dini açısından zaruriyet olarak bilinen şeyleri bilerek inkar ederse, onun mürted olduğuna ve küfre girdiğine hükmedilir. Ancak daha yeni müslüman olmuşsa veya İslam'dan habersiz uzak bir yerde (çölde) yaşıyorsa veya bunun gibi gerçeğin kendisine gizli kaldığı bir kimse ise, tekfir edilmez. Eğer bu kişi zaruriyeti inkar etmenin küfür olduğunu öğrenip, bunları inkar etmeye devam ederse, o zaman kafir olduğuna hükmedilir. Bunun gibi, zinayı, içkiyi, katli ve bunlar gibi haram olduğu zaruri olarak bilinen diğer haramları helal kılanın da kafir olduğuna hükmedilir." [İmam Nevevi, Şerhu Muslim, c. 1, sh: 50]
İbni Hacer el-Heysemi de "et-Tuhfe" isimle eserinde şöyle demektedir:
"Bir müftünün, tehlikesinin büyüklüğü ve kişinin kasdını aşarak söylemesi sebebiyle, özellikle de avam hakkında tekfir hükmünü verme hususunda ihtiyatlı davranması gerekir. Bizim (Şafii) imamlarımız, geçmişte ve günümüzde bu tavır üzerindedirler. Ancak Hanefi'ler küfre düşürücü bir çok sebepten dolayı, bunlar te'vil edilebilir olmasına, hatta acele etmeme gerekliliğine rağmen, küfür hükmünü vermekte biraz geniş davranmışlardır.
Ben bu konuyu ez-Zerkeşi'ye sorduğumda, Hanefılerin gösterdiği bu gevşekliğin sebebini şöyle açıkladı:
Bu tür hükümlerin çoğu mezheb büyüklerinden nakledilen "Fetâvâ" kitaplarında geçer. Müteahhir Hanefilerden vera (takva) sahibi olanlar ise bunların çoğunu reddedip onlara muhalefet ediyorlar ve şöyle diyorlar: Bunların taklid edilmesi caiz değildir. Çünkü bunlar müctehid olmakla tanınmamışlardır ve bu tür fetvaları İmam Ebu Hanife'nin usulü üzere istihrac etmemişlerdir. Zira (onun mezhebinden sayılan) bu tür fetvalar imamın akidesine terstir.
Çünkü o şöyle demiştir:
Bizim yanımızda kati olarak gerçekleşmiş bir asıl vardır ki, o da imandır. Biz yakın olarak bilmedikçe onun kalktığını iddia edemeyiz."
"Bizden (Şafiilerden) ve onlardan (Hanefilerden) bu meseleler hususunda insanları tekfir etmekte acele davrananlar artık uyanıp sakınsınlar ve kendilerinin tekfir edilmeyi hakkettiklerinden korksunlar. Çünkü onlar, bir müslümanı tekfir etmektedirler."
"Yine bizden ve onlardan bazı muhakkik alimlerin belirttiği şu değerlendirme enteresandır:
Muteahhirun muhakkiklerinden Ebu Zura'ya, bir kimseye "Allah için benden uzaklaş" denilirse, o da "bin Allah için senden uzaklaştım" derse bunun hükmünün ne olacağı soruldu. O da şöyle cevap verdi:
Şayet "bin"den maksadı "bin sebep" veya Allah için bin defa uzaklaşma (hicret) ise, bu durumda küfre girmez. Böyle bir yorum, lafzın zahirine uygun değilse bile, bize düşen mümkün olduğu kadarıyla onun kanını korumaktır.
Özellikle böyle bir söz söyleyen adamın kötü bir inanca sahip olduğu bilinmiyorsa, böyle davranmak lazımdır. Ancak böyle bir lafzın mutlak ifadesindeki zahiri anlamın çirkinliğinden dolayı te'dib cezası verilir." [İbni Hacer el-Heytemi, Tuhfetu'l-Muhtaç, c. 9, s. 88]
4. Hanbelilerden Nakiller
Biz burada Hanbelilerden insanların bidatçilere ve dinden çıkmış olanlara karşı en sert davrananlardan olan İmam İbni Teymiye'nin sözüyle yetineceğiz.
Şeyhu'l-İslam İbni Teymiye "Mecmuati'r-Resail ve'1-Mesail" kitabının 5. cildinin 199-201 sayfalarında şunları belirtmektedir:
"Hiçbir müslümanı işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i kıblenin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi herhangi bir meselede düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek caiz değildir.
Peygamber (s.a.v.)'in kendileriyle savaşılmasını emrettiği, Raşid Halifelerden biri olan mü'minlerin emiri Ali b. Ebi Talib'in savaştığı ve sahabe, tabiin onlardan sonraki din büyüklerinin kendileriyle savaşılmasının gerekliliği hususunda ittifak ettikleri Haricileri, Ali, Sa'd b. Ebi Vakkas ve diğer sâhabiler tekfir etmediler.
Aksine, onlarla savaşmalarına rağmen onları müslümanlardan saydılar. Ali onlar haram olan kanı akıtmadıkça ve müslümanların mallarına baskın yapmadıkça onlarla savaşmadı. Ali, onlar kafir oldukları için değil, onların zulümlerini ve taşkınlıklarını defetmek için onlarla savaştı. Bu sebeple de onların ailelerine el atmadı ve mallarını ganimet olarak almadı.
Peki, bu sapıklıkları nass ve icma ile sabit olanlar, Allah (c.c.) ve Rasulü'nün onlarla savaş yapılması emrine rağmen tekfir edilmiyorsa, nasıl olur da onlardan en alim olanlarının bile hakkında yanıldıkları meseleler hususunda hakkı şaşıran çeşitli taifeler tekfir edilebilir?
Bu taifelerden hiçbirinin diğer bir taifeyi tekfir etmesi helal değildir. Çünkü Haricilerin bid'atleri, daha büyük bid'atlerdir. Gerçek şudur ki, onların hepsi ihtilafa düştükleri meselelerin hakikatini bilmiyorlardı.
"Aslolan, müslümanların kanlarının, canlarının ve namuslarının birbirlerine haram olduğudur. Bunlar ancak Allah'ın ve Rasulü'nün izni ile helal olabilir."
"Eğer bir müslüman savaş veya tekfir hususunda te'vil edilebilir bir konuma sahip ise, o zaman tekfir edilmez.
Nitekim Ömer b. el-Hattab, Hatib b. Ebi Beltaa hakkında şöyle demişti:
"Ya Rasulallah, izin ver de bu munafığın boynunu vurayım! "
Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştu:
"Şubhesiz o, Bedir savaşına katılmıştır. Sen nerden biliyorsun, belki Allahu Teala Bedir ehlinin böyle yapacağını bildiğinden dolayı "Dilediğiniz gibi amel edin, şubhesiz ben sizi bağışlarım" ayetini onlar hakkında buyurmuştur."
Bu hadis, sahihayn'da geçmektedir.
Yine sahihayn'da geçtiğine göre, Useyd b. el-Hudeyr, Sa'd b. Ubade'ye
"Sen münafıklar hesabına bizimle mücadele eden bir münafıksın!.." demiş ve bunun üzerine Evs ve Hazrec kabileleri münakaşaya başlamıştılar.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) iki grubun arasını düzeltti.
İşte şu Bedir Savaşına katılanlar ki, onlardan biri diğerine "sen munafıksın" diyor. Fakat Peygamber ne onu ne de bunu tekfir etmiyor, aksine hepsinin de cennete gireceğine şahidlik yapıyor.
Yine bunun gibi selef de Sıffın, Cemel ve diğer bir takım savaşlarda birbirleriyle savaşmıştılar. Fakat hepsi de müslüman idiler ve mü'min idiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Şayet mu'minlerden iki taife birbirleriyle savaşırlarsa onların aralarını bulup düzeltin." [Hucurat: 49/9.]
Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki mü'minler kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin" [Hucurat: 49/10.]
"İşte Allahu Teala, onların birbirleriyle savaşmalarına ve birbirlerine haksızlık yapmalarına rağmen onların mü'min kardeşler olduklarını beyan etmiştir ve onların aralarının adaletle ıslah edilmesini emretmiştir." [İbni Teymiye, Mecmuati'r-Resail ve'İ-Mesâil, c. 5, s. 199-201]
5. Bu Mezheblere Bağlı Olmayanlardan Nakiller
es-Seyid Sıddık Hasan Han "er-Ravdatu'n-Nediyye" isimli eserinde Allame eş-Şevkânî'nin "es-Seylu'l-Cerrar" eserindeki şu sözünü nakletmiştir:
"Bil ki, bir müslümanın İslam dininden çıktığına ve küfre girdiğine hükmetmeye yönelmek gündüzün güneşinden daha açık bir delil olmadıkça, Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olan hiçbir müslüman için gerekli değildir. Çünkü sahabeden bir grubun tarikiyle rivayet edilmiş sahih bir çok hadislerde, "Her kim kardeşine "ey kafir" derse, mutlaka ikisinden biri bunu hak eder" ibaresi sabit olmuştur.
"Sahih-i Buhari'de hadis böyledir. Sahihayn ve diğer hadis kitaplarında şu ibare de geçmektedir:
"Her kim bir adamı küfür ile çağırırsa veya ona "ey Allah'ın düşmanı derse", o adam da böyle değilse, mutlaka ikisinden biri kafir olur."
"Bu hadiste ve bu husus üzerine varid olan diğer hadislerde tekfirde acele etmede çok müthiş bir tehdit ve çok büyük bir öğüt vardır.
Allahu Teala da şöyle buyurmuştur:
"Kalbi imanla tatmin olduğu halde baskı halinde zorlanan hariç, kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkara sapıp da göğsünü küfre açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazab vardır ve büyük azab onlarındır." [en-Nahl: 16/106]
Buna göre (birisini tekfir etmek için) göğsün küfre açılması, kalbin küfürle tatmin olması ve nefsin onunla teskin olması gerekmektedir. Bu sebeple sahibinin kendisiyle İslam dininden çıkıp küfür dinine girmeyi irade etmediği şirk yollarından biriyle vaki olan düşüncelere, ondan sadır olan küfri davranışlara ve müslümanın ağzıyla söylemiş olduğu fakat manasına inanmadığı lafızlara, özellikle de bunların İslam yoluna muhalif olunduğunun bilinmemesi durumunda itibar edilmez."
Yusuf el-Karadavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları
Burada dikkatimizi çekmesi gereken bir husus vardır ki, o da alimlerden muhakkik olanların tekfir konusunda şahıs ile nev'i birbirinden ayrı mülahaza etmenin gerekliliği hususundaki tesbitleridir.
Bunun manası şudur:
Biz mesela (Mısır'da) komünistler kafirdir veya îslam şeriatının hükümlerini reddeden laik devlet adamları kafirdir veya kim şöyle derse yahut şuna davet ederse kafirdir demeliyiz. Çünkü bütün bunlar nevi (topluluk, grup) üzerine hüküm vermek demektir. Fakat bu saydığımız gruplara mensup olan belli bir şahsa iş taalluk ettiğinde, o zaman onun gerçek konumunu tahkik ve tesbit etmek için orda durmak ve onu sorgulamak, onunla tartışmak gerekir. Ta ki onu tekfir edebilmemiz için onun aleyhine deliller ortaya çıksın, onun hakkındaki şüpheler giderilsin ve onun ileri sürdüğü ma'zeretler yok olsun...
Bu konuda Şeyhu'l İslam İbni Teymiyye şöyle demektedir:
"Şüphesiz ki bazen belli bir söz küfür olur. Bu sebeple söyleyen tekfir edilir ve "kim şöyle derse kafir olur" denilir. Fakat böyle bir sözü söyleyen belirli bir şahsın aleyhinde terk eden kişiyi kafir kılan delil, tam olarak ortaya çıkmadıkça o şahsın kafir olduğuna hükmedilmez.
İşte bu, kafirleri tehdit eden vaid ayetlerindeki hüküm gibidir: Allah'u Teala şöyle buyuruyor:
"Gerçekten, yetimlerin mallarını zulmederek yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Onlar, çilgm bir ateşe gireceklerdir." [Nisa: 4/10]
Bu ve benzeri vaid ayetleri haktır. Fakat muayyen bir şahıs aleyhine azaba mustahak olduğuna dair şahadet edilmez, ehl-i kıbleden muayyen birinin cehenneme gireceği söylenemez. Çünkü bu vaid nassları ona ulaşmamış olabilir, tahrim ayetleri ona iletilmemiş olabilir ve işlemiş olduğu haramdan dolayı tevbe etmiş olabilir... Veya onun işlediği haram fiilin cezasını silecek büyük iyilikleri olabilir veya işlediği suça keffaret olarak başına bir takım musibetler gelmiş olabilir. Hatta şefaati kabul edilen bir şefaatçi onun için şefaat etmiş olabilir.
Söyleyeni küfre sokan sözleri söyleyen adama belki hakikati bildiren nasslar tebliğ edilmemiş olabilir. Veya ona ulaşmış da, ona göre sabit olmamış veya onu iyice anlamamış olabilir. Bazen de Allah'u Teala'nın affettiği şüpheler ona arız olmuş olabilir..."
Daha sonra şöyle demektedir:
"İşte muctehid imamların mezhepleri zikretmiş olduğumuz bu tafsilatta olduğu gibi belli bir şahıs ile nev'î birbirinden ayırt etme üzerine bina edilmiştir." [İbni Teymiyye, er-Resaili'1-Merdaniyye]
Bunlardan da anlaşıldığı gibi, küfrünü açıkça ortaya koyanlar hakkında böyle ihtiyatla davranmak gerektiğine göre, nasıl olur da bir müslüman "Lailahe illallah ve Muhammedun Rasulullah" diyerek Allah'tan başka ilah olmadığına ve Muhammed'in onun elçisi olduğuna şahadet eden çoğunlukları, salih amelleriyle kötü fiilleri birbiriyle karıştırsalar bile, tekfir etmeye cüret edebilir?
Halbuki insanların şahadeteyni ikrar etmeleri, hak ve hukukları müstesna olmak üzere, onların canlarının ve mallarının korunmuş olmasını sağlar. Onların hesapları ise Allah (c.c.)’a aittir. Biz ise, zahire göre hükmetmekle emrolunmuşuz. Kişinin gizli olan sırlarını sadece Allah (c.c.) bilir.
Rasulullah (s.a.v.)'den sahih, hatta mütevatir olarak şu hadis rivayet edilmiştir:
"Ben insanlar, Allah'tan başka ilah olmadığını söylemedikçe onlarla savaşmakla emrolundum. Bunu dedikleri taktirde, hakkettikleri hariç, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar. Onların hesabını görmek ise Allah'a (c.c.) kalmıştır."
[Buharı, İman: 17, İ’tisam: 28; Muslim, İman: 32; Ebu Davud, Zekat: 1; Neseî, Zekat: 3; Cihad: 1, Tahrim: 1; İbni Mace, Mukaddime: 9; Ahmed, I: 1,87; II: 314, III: 149.]
Tekfirin Tehlikesi
Herhangi bir insan hakkında küfür hükmünü vermek gerçekten de ciddi ve tehlikeli bir hükümdür. Çünkü onun tekfir edilmesi halinde şu son derece tehlikeli etkiler terettub etmektedir:
1. Onun karısının onunla beraber kalması helal olmaz ve bu sebeple ikisinin birbirinden ayrılması gerekir. Çünkü müslüman bir kadının bir kafire zevce olmasının sahih olmadığı yakin olarak bilinen icma ile sabittir.
2. Onun çocuklarının, onun idaresinde kalmaları caiz değildir. Çünkü bu durumda onlar hakkında emin olunmaz ve onun küfrünün çocuklarına tesir etmesinden korkulur. Özellikle onun çocuklarını yumuşaklıkla ve şefkatle ziyaret etmesi, bu etkiyi artırır. Bundan dolayı onlar İslam toplumuna mensub olan herkesin boynuna emanettirler.
3. Şüphesiz o, sarih küfür ve apaçık riddet ile dinden çıktıktan sonra İslam toplumu üzerinde borç olan velayet ve yardım hakkını kaybeder. Bu sebeple de kendi kendisi uyanıp geri dönene kadar ve tekrar hidayete erişinceye kadar onunla ilişkilerin kesilmesi ve toplumdan ona en yakın sığınağın kapatılması gerekir.
4. Onun, tevbeye davet edilmesi, zihninden şüphelerinin giderilmeye çalışılması ve ona delillerin ikame edilmesinden sonra hakkında mürted hükmünün infaz edilmesi için İslam mahkemesi önünde muhakeme edilmesi gerekir.
5. O öldüğünde onun hakkında müslümanlar üzerinde icra edilen hükümler icra edilmez. Bu sebeple cenazesi yıkanmaz, üzerine namaz kılınmaz, müslümanların kabristanında defnedilmez ve bir murisi öldüğünde ona varis olmadığı gibi, başkası da ona varis olamaz.
6. Yine o küfür halinde öldüğü zaman Allah'ın (c.c.) lanetini, rahmetinden kovulmayı ve cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı hak eder.
İşte bu hükümler, Allah'ın kullarından birisinin hakkında tekfir hükmünü veren kişinin, bu dediğini söylemeden evvel bir çok kez irkilip geriye çekilmesini gerektirir!..
Kur'an Ve Sünnete Muracaat Etmenin Gerekliliği
Yine burada Allah'ın dini ile ve insanların hayatı ile ilgili olan bu tehlikeli konuda ve buna benzer diğer bir çok konuda Kur'an ve Sünnet'in nasslarına müracaat etmemiz ve bu nasslar ışığında hakem olarak kabul edilmesi gereken şer'î kaideleri ve hakikatleri tesbit etmemiz gerekmektedir.
Bizim genel itimadımız ancak ve ancak Allah'ın kitabında ve Rasulünün sünnetinde bulunan her türlü hatadan korunmuş olan sabit nasslaradır. Çünkü sadece bu nasslar tartışmasız hüccet ve dayanaktırlar.
Ancak bazı zamanlarda kimi alimlerin sözlerini şahid olarak göstermemiz, onların sözlerinin bizatihi hüccet olduğundan dolayı değildir. Belki biz, onların anlayışından yararlanarak bu nassları daha iyi kavrayabilmek için onların sözlerini şahid olarak gösteriyoruz. Ta ki muteşabihat hakkında şaşırıp kalmayalım veya ayet ve hadisleri birbirleriyle çarpıştırmayalım.
Yine burada şu esası da te'kid etmeliyiz:
Şüphesiz bu ümmetin selefi olan sahabiler ile onlara iyilikle uyan tabiiler, ümmetin en çok hidayet yolunda olanı, en sahih anlayışlısı, en sağlam metoda sahip olanı, İslam'ın ruhunu en çok kavrayanı ve İslam'a uymada en fazla haris olanıdır. Onların yanında herhangi bir konuda, bilinen bir hidayeti gördüğümüzde, artık onu bırakıp da onlardan sonra gelenlerin bid'atlerine meyletmeyiz. Çünkü onlar Rasulullah'ın (s.a.v.) şahadetiyle nesillerin en hayırlısıdırlar.
Yusuf el-Karadavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mutercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998
Tekfir Konusunda İslam Alimlerinden Bazı Nakiller
A. Eş'arîlerîn Ve Diğer Mutekellîmlerîn Görüşü
Adudu'd-Din el-İci’nin "el-Mevâkıf" isimli kitabında ve Seyyid Şerif el-Curcani'nin Eş'arilerden muteahhirunun ana kaynağı sayılan "Şerhu'1-Mevakıf"ta şöyle denilmektedir:
"Kelamcıların ve fukahanın cumhuruna göre kıble ehlinden olan hiç kimse tekfir edilmez. Çünkü Ebu'l-Hasan el-Eş'ari "Makâlâtu'l-İslamiyyin" kitabının başında şöyle demektedir:
"Müslümanlar Peygamberlerinden sonra bazı konularda ihtilafa düştüler. Bu ihtilaf sonucu, onlardan bazıları diğer bazılarını sapıklıkla itham ettiler, bazıları diğer bazılarından teberri ettiler. Böylece bir çok fırkalara ayrıldılar. Buna rağmen İslam bütün bu fırkaları bir araya toplamakta ve hepsini kapsamaktadır."
İşte bu, İmam Eş'ari'nin mezhebidir ki, arkadaşlarımızın çoğu da bu görüştedir.
"İmam Şafii şöyle demiştir: Ben ehl-i heva ve bid'atten hiçbir şahsın şahadetini reddetmem. Ancak Hattabiye müstesna. Çünkü bunlar yalan konuşmanın helal olduğuna itikad ederler."
"el-Muhtasar" kitabının müellifi, "el-Münteka" isimli kitapta Ebu Hanife (rh.a)'nin, ehl-i kıbleden hiç kimseyi tekfir etmediğini nakletmektedir.
Ebu Bekir er-Razî de bunun aynısını el-Kerhî ve diğer bazı alimlerden nakletmektedir ve şöyle demektedir:
Ebu'l-Hasan'dan -onların büyüklerinden biridir- önceki mutezililer Eş'arilerle tartışıp bazı konularda ashabı tekfir ediyorlardı. Bizden de bazıları onlara aynı karşılığı verip, onları bazı konularda tekfir ettiler. Mücessime de bir çok kişiyi tekfir etmişti. Bizim ashabımızdan ve Mu'tezileden alimler bunlara muhalefet etmişlerdir. Ütad Ebu'l-İshak el-İsferayinî şöyle demiştir:
"Bizi tekfir eden her muhalifi tekfir ederiz. Şayet onlar bizi tekfir etmezse, biz de onları tekfir etmeyiz."
"el-Mevakıf" müellifi ve sarihi kelamcıların ve fakihlerin Cumhurunun ehl-i kıbleye mensup olanların ihtilafa düştükleri bazı i'tikadi mes'elelerde hakka muhalefet etseler bile, İslam ehlinden birisinin tekfir edilmemesi şeklindeki görüşlerini teyid etmişlerdir.
Ehl-i kıblenin üzerinde ihtilafa düştükleri itikadı meselelerden bazıları şunlardır:
Acaba Allah (c.c.) kulun fiilinin mucidi midir, değil midir? Allah için bir cihet var mıdır, yok mudur? Allah (c.c.) ahirette görülecek midir? Allah (c.c.) günahları irade eder mi, etmez mi? İşte bunlar gibi kelami bir takım problemler vardır ki, Peygamber (s.a.v.) İslam'a giren kimselerden bunlar hakkındaki itikadını sormadan ve bunları araştırmadan onların müslüman olduğuna hükmediyordu. Sahabe ve tabiun da böyle yaparlardı.
Böylece İslam dininin sıhhatinin bu meselelerde hakkın marifetine bağlı olmadığı ve bu meselelerde hata yapmanın İslam'ın gerçekleşmesinde herhangi bir engel olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü eğer İslam'ın sahih olması bu meselelere bağlı olsaydı ve bu hakikatler hususunda hataya düşmek müslümanlığın gerçekleşmemesine tesir etseydi o zaman Peygamber'in bunlar hakkında yeni müslüman olanların itikadının keyfiyetini araştırması gerekecekti. Halbuki ne Peygamber zamanında, ne de sahabe ve tabiun zamanında, böyle bir araştırmanın yapıldığı şeklinde hiçbir olay cereyan etmemiştir.
[el-Mevakıf ve Şerhi, c. 8, s. 239-240]
İmam Gazali, Mutezile, Muşebbihe ve din hususunda bidatlere sahip olan ve te'vilde hataya düşen diğer fırkaların ictihad konularında yanıldıklarını söyledikten sonra şöyle demiştir:
"Araştırmacının meyletmesi gereken, hak gördüğü yoldan tekfir etmekten onları istisna yapmasıdır. Çünkü açıkça "lailahe illallah" diyerek kıbleye yönelip namaz kılanların canlarının ve mallarının mubah olduğunu söylemek hatadır. Bin kafirin hayatta kalmasında hataya düşmek, bir müslümanın kanından bir şişe akıtma hatasını işlemekten daha ehvendir.
Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
"Ben insanlar "Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed O'nun Rasuludür" deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Şayet onlar böyle deseler, hakkettikleri mustesna, benden canlarını ve mallarını korumuş olurlar."
[İmam Gazali, el-İktisad fi'1-İ'tikad, s. 223,224.]
Yine İmam Gazzali şöyle demektedir:
"Te'vil hususunda hataya düşmenin tekfiri gerektirdiği hakkında bize hiçbir nass sabit olmamıştır. Bu sebeple, böyle bir iddiada bulunanın delil getirmesi gerekir. Halbuki bize "lailahe illallah" demekle kesin olarak can ve malın korunmasının sağlanacağı hakkında nasslar sabit olmuştur.
Ancak bu husus yol kesiciler hakkında geçerli değildir...
İşte bu kadarı da delilsiz olarak insanları tekfir etmede mübalağa eden kimsenin aşırıya gittiğini tenbih etmek hususunda yeterlidir.
Delil ise ya asıldır veya asl üzerine kıyastır. Asıl da açık şekilde (dini) tekzib etmektir. (Dini hakikatleri) tekzib etmeyen kimse hiçbir zaman tekzib edenlerin kapsamına alınmaz. Ve o, kelime-i şahadeti söylemekle ismetin (canını ve malını korumanın) kapsamı altında kalmaya devam eder."
[Gazali, age. s. 224. Yusuf el-Kardavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları, (Mütercim: M. Salih Geçit), İstanbul, 1998: 69-71]
B. Fukahanın Görüşleri
1. Hanefilerden Nakiller
Hanefi mezhebinin kitaplarından "Camiu'l Fusuleyn"de şu ibare geçmektedir:
"et-Tahâvi ashabımızdan rivayet etmiştir ki:
Bir kişiyi müslüman eden şeyleri, bilerek inkar etmesinden başka bir şey imandan çıkarmaz. Sonra bilinmelidir ki, riddet olduğu yakın olarak bilinen bir şey yapıldığı zaman birisinin mürted olduğuna hükmedilir. Riddet olup olmadığında şüphe bulunan şeyler sebebiyle ise bu hüküm verilemez. Çünkü İslam sabit olan bir şeydir ki, şüphe ile zail olmaz. Aynı zamanda İslam üstündür, (başka bir şey ona üstün olmaz).
Bir alime bu konu getirildiği zaman, ehl-i İslam'ı tekfir etmeye acele etmemelidir.
"Ben de derim ki: Bu hususu, bu bölümdeki meseleler hakkında yapmış olduğum nakillere ölçü olması için takdim ettim. Çünkü zikrettiğim bu mukaddimeye kıyasla nakletmiş olduğum bu hususlar küfür olmadıkları halde, bazıları bana onların küfür olduğunu belirtmişlerdir. Bu sebeple konuyu iyi düşünmelisin."
"el-Fetâvâs-Suğra" isimli kitapta şöyle denilmektedir:
"Tekfire gelince: Tek bir yorum vechi bile kişinin tekfir edilmesine mani olmaktadır. Fetva verilen (müfta) görüşe göre, kişinin herhangi bir rivayete meyletmesi, onun tekfir edilmemesini sağlar."
"el-Hulasa" ve diğer kitaplarda da şu ibare geçmektedir:
"Şayet bir meselede tekfiri gerektiren birçok vecihler yani ihtimaller varsa, buna karşılık, tek bir vecih bile tekfire mani olur. Müfta bih görüşe göre, müslüman hakkında hüsn-ü zan etmenin gerekliliğinden dolayı, onun tekfire mani olan bir veche yönelmesi, kendisini tekfirden kurtarır."
"el-Bezzaziye" isimli eserde bu bilgiden fazla olarak şu husus da bulunmaktadır: "Ancak, küfrü gerektiren bir hususu kendi iradesiyle açıkça ortaya koyarsa, o zaman tevil ona yarar sağlamaz."
Bu hususa şunlar misaldir:
Bir adam, herhangi bir müslümanın dinine söver de bu sövmenin istihfaf ettiğine ihtimal verilirse bu durumda adam tekfir edilir. Ancak o adamın bundan muradının dini küçültmek değil de, müslümanın kötü ahlakı ve çirkin muamelesi olduğuna da ihtimal verilebilir.
Bu durumda ise, onun tekfir edilmemesi gerekir. Nitekim bazı Hanefi alimler de bunu belirtmişlerdir." [Haşiyetu Reddİ'l-Muhtar, c. 3, s. 339.]
"el-Fetâvâ'1-Hayriyye" de şu sual vardır:
Kadı bir adama "şeriate razı ol" dediği zaman, o da "kabul etmem!" dedi. Bu sebeple bir müfti onun kafir olduğuna ve karısının kendisinden ayrılmış olduğuna fetva verdi. Acaba bununla onun kafir olduğu sabit olur mu?
Bu soruya, alimin ehl-i İslam'ı tekfir etmeye acele davranmaması gerektiği ve o adamın tazir edilmesi ve cezalandırılması gerektiği cevabı verilmiştir. Burada bu çirkin kelimeye benzer kelimeleri söyleyenlerin kafir olduğu hükmü verilmemiştir.
Çünkü onun bu sözü, şeriate karşı kibirlenerek veya onu kerih görerek değil, hasmına karşı aşırı şekilde gazaplanarak söylemiş olabileceği ihtimali vardır.
"el-Fetâvâ't-Tatarhaniye" de ise şöyle denilmektedir:
"İhtimal sebebiyle tekfir edilmez. Çünkü küfür ukubetin son derecesidir. Bu sebeple cinayetin son derecesini gerektirir. İhtimalin yanında ise böyle bir derece söz konusu değildir."
"el-Bahr" isimli kitapta bu nakillerden sonra şöyle denilmektedir:
"Tesbit edilen gerçek şudur ki, zayıf bir rivayet bile olsa, bir kişinin kafir olduğu hakkında ihtilaf olduğu zaman, onun sözünün güzel bir ihtimale hamledilmesinin mümkün olması durumunda hiçbir müslüman o kişinin kafir olduğuna fetva veremez. Buna rağmen, (yukarıda) zikredilen küfür lafızlarının bir çoğu sebebiyle tekfir fetvası verilmektedir. Ancak ben kendi kendime, böyle bir fetvayı vermemeyi gerekli kıldım.." [el-Bahru'r-Raik, c. 5, s. 134-135]
İbni Abidin de "Reddu'l-Muhtar"da el-Hayr er-Remli'nin ;
"el-Bahr" isimli kitabın müellifinin bu sözünün ardından şöyle dediğini nakleder:
Velev ki bu rivayet zayıf da olsa." Yine İbni Abidin der ki:
Ben de derim ki: Velev ki bu rivayet mezheb mensuplarından başkalarına ait de olsa, küfrü gerektiren hususun, üzerinde icma gerçekleşmiş şeylerden olmasının şart koşulması da buna delalet etmektedir." [Haşiyetu'1-Muhtar, c. 5, sh. 399]
Mezheb(imiz)e mensub olanların sözlerine göre bir çok kişinin tekfir edilmesi söz konusu olmaktadır. Fakat bu tür sözler müctehid olan fakihlerin sözleri değildir. Aksine başkalarının sözüdür. Fakih olmayanlara da itibar edilmez. [Haşiyetu'1-Muhtar, c. 5, sh:418.]
2. Malikilerden Nakiller
Malikilerin bu konudaki görüşleri için İmam-ı Şatıbî'nin şu tahkikiyle yetiniyoruz:
İmam Şatıbî "el-i'tisam" isimli eserinde Hariciler ve diğer ehl-i heva ve'1-bid'attan İslam ümmetine muhalefet edenlerden bahsederken şunları söyler:
"Şüphesiz ümmetin alimleri şu "büyük bidatlere" sahib olan fırkaları tekfir etme hususunda ihtilafa düşmüştür. Fakat dikkatli düşünüldüğünde ve rivayetler göz önüne alındığında onların kesinlikle tekfir edilmemesi görüşü ağır basar. Bu husustaki delil ise, Selef-i Salihin'in onlar hakkındaki uygulamasıdır.
Sen Hz.Ali'nin, Allahu Teâlâ'nın şu kavli gereğince Hariciler hakkındaki uygulamasını ve onlarla savaşırken müslüman muamelesi yaptığını görmüyor musun:
"Şayet mu'minlerden iki taife birbiriyle savaşırsa, onların arasını bulup düzeltin." (Hucurat: 49/9)
İşte bu ayete uygun olarak Ali kendisinden ayrılan grub Haruriye'de toplandığı zaman onlara hücum edip savaşmadı. Şayet onlar ona karşı çıkmakla murted olsaydılar "Kim dinini değiştirirse onu öldürün" hadis-i şerifi gereği Ali onları öyle bırakmayacaktı.
Ebu Bekr (R.anh)'in murted olanlarla yaptığı gibi, onlarla savaşacaktı. İşte bu durum her iki olay arasındaki farkı göstermektedir.
"Ma'bed el-Cuheni ile diğer Kaderiler ortaya çıktıkları zaman selef-i salihin onları reddetmek, onlardan uzaklaşmak, onlara düşmanlık yapmak ve onları terk etmekten başka bir şey yapmadı. Eğer onlar mutlak küfre düşseydiler, mürtedlere uygulanan had cezasını onlara uygulayacaklardı.
Yine Ömer b. Abdulaziz de kendi zamanında Musul'da Hariciler ortaya çıkınca, Ali'nin yaptığı gibi onlardan el çekmeyi emretti ve onlar hakkında mürtedlere yapılan muameleyi yapmadı.
"Gerçi biz onlar hakkında "onlar, heva, fitne ve yanlış teviller peşinde giderek Kitap'taki müteşabih ayetlere tabi oluyorlar" desek de, mana bakımından onlar mutlak olarak hevaya ve Kitap'taki muteşabihata uymuş değildirler. Şayet biz onların böyle yaptıklarını farz edersek, o zaman onlar kafir olurlar. Halbuki şeriata göre inad ve küfre saparak İslam'ın muhkematını reddetmedikçe hiç kimse kafir olmaz. Fakat kim ki şeriatı tasdik edip uygularsa ve muhkem ayetler gibi bir delile uyduğunu zannederek belli bir aşamayı kat etmişse, böyle birisine mutlak olarak "hevaya uydu" denilmez. Aksine o kendi nazarına göre şeriata uymuştur. Ancak müteşabih nasslara itibar etmesi sebebiyle, muhkem nasslar hakkında şüpheye düşmesi cihetinden, şeriat tahsilinde sahip olduğu görüşüne hevayı da karıştırdığından dolayı ehl-i heva ile ortak özelliğe sahip olmaktadır. Yine o, bir bütün olarak, sadece hakkında delil bulunan görüşü kabul etmesi bakımından da ehl-i hakkla aynı özelliği taşımaktadır.
Ayrıca ehl-i heva ve bid'atten olanların ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatle amaçlarının bir olduğu da ortaya çıkmaktadır ki, bu amaç da şeriata intisab etmektir.
Mesela onlarla aramızdaki en büyük ihtilaflardan biri de Allah'ın sıfatlarının ispatı meselesidir. Bu sıfatları bazı fırkalar nefyetmektedir. Ancak biz her iki fırkanın da maksatlarını araştırırsak, görürüz ki hepsi de tenzihi müdafaa etmeye, Allah'tan (c.c.) noksan sıfatları nefyetmeye ve hudustan yüceltmeye gayret ediyorlar. Bu ise konu ile ilgili delillerin anlatmak istediği husustur. Onların ihtilafları, bu amacı gerçekleştirmek için tutulan metodda vaki olmaktadır ki, metod farklılığı bu amacı her iki taraf açısından da ihlal etmemektedir.
Bazen onlardan bize muhalif olanlara delil gösterildiğinde, çoğunluğu dönmeseler bile, onlardan bu görüşlerini terk edip, doğru görüşü benimseyenler de olmaktadır. Nitekim Ali'ye karşı çıkan Haruriye fırkasından iki bin kişi de görüşlerinden dönmüştüler." [ Şatibî, el-İ'tisam c. 3, s. 33, 35]
3. Şafiilerden Nakiller
Daha önceki bölümlerde Şafii mezhebinin ve Eş'arilerin imamından olan Ebu Hamid el-Gazali'nin bu konudaki görüşlerini nakletmiştik. Burada bu mezhebin diğer bazı alimlerinin konu ile ilgili görüşlerini nakledeceğiz.
İmam Nevevi "Şerhu Muslim" isimli kitabında şunları söylemektedir:
"Bil ki, hak mezheb mensuplarına göre, herhangi bir günah sebebiyle hiç kimse tekfir edilmez. Yine ehl-i heva ve bidatten olan Hariciler, Mutezililer, Rafiziler ve diğer fırka mensupları da tekfir edilmezler.
Fakat bir kimse İslam dini açısından zaruriyet olarak bilinen şeyleri bilerek inkar ederse, onun mürted olduğuna ve küfre girdiğine hükmedilir. Ancak daha yeni müslüman olmuşsa veya İslam'dan habersiz uzak bir yerde (çölde) yaşıyorsa veya bunun gibi gerçeğin kendisine gizli kaldığı bir kimse ise, tekfir edilmez. Eğer bu kişi zaruriyeti inkar etmenin küfür olduğunu öğrenip, bunları inkar etmeye devam ederse, o zaman kafir olduğuna hükmedilir. Bunun gibi, zinayı, içkiyi, katli ve bunlar gibi haram olduğu zaruri olarak bilinen diğer haramları helal kılanın da kafir olduğuna hükmedilir." [İmam Nevevi, Şerhu Muslim, c. 1, sh: 50]
İbni Hacer el-Heysemi de "et-Tuhfe" isimle eserinde şöyle demektedir:
"Bir müftünün, tehlikesinin büyüklüğü ve kişinin kasdını aşarak söylemesi sebebiyle, özellikle de avam hakkında tekfir hükmünü verme hususunda ihtiyatlı davranması gerekir. Bizim (Şafii) imamlarımız, geçmişte ve günümüzde bu tavır üzerindedirler. Ancak Hanefi'ler küfre düşürücü bir çok sebepten dolayı, bunlar te'vil edilebilir olmasına, hatta acele etmeme gerekliliğine rağmen, küfür hükmünü vermekte biraz geniş davranmışlardır.
Ben bu konuyu ez-Zerkeşi'ye sorduğumda, Hanefılerin gösterdiği bu gevşekliğin sebebini şöyle açıkladı:
Bu tür hükümlerin çoğu mezheb büyüklerinden nakledilen "Fetâvâ" kitaplarında geçer. Müteahhir Hanefilerden vera (takva) sahibi olanlar ise bunların çoğunu reddedip onlara muhalefet ediyorlar ve şöyle diyorlar: Bunların taklid edilmesi caiz değildir. Çünkü bunlar müctehid olmakla tanınmamışlardır ve bu tür fetvaları İmam Ebu Hanife'nin usulü üzere istihrac etmemişlerdir. Zira (onun mezhebinden sayılan) bu tür fetvalar imamın akidesine terstir.
Çünkü o şöyle demiştir:
Bizim yanımızda kati olarak gerçekleşmiş bir asıl vardır ki, o da imandır. Biz yakın olarak bilmedikçe onun kalktığını iddia edemeyiz."
"Bizden (Şafiilerden) ve onlardan (Hanefilerden) bu meseleler hususunda insanları tekfir etmekte acele davrananlar artık uyanıp sakınsınlar ve kendilerinin tekfir edilmeyi hakkettiklerinden korksunlar. Çünkü onlar, bir müslümanı tekfir etmektedirler."
"Yine bizden ve onlardan bazı muhakkik alimlerin belirttiği şu değerlendirme enteresandır:
Muteahhirun muhakkiklerinden Ebu Zura'ya, bir kimseye "Allah için benden uzaklaş" denilirse, o da "bin Allah için senden uzaklaştım" derse bunun hükmünün ne olacağı soruldu. O da şöyle cevap verdi:
Şayet "bin"den maksadı "bin sebep" veya Allah için bin defa uzaklaşma (hicret) ise, bu durumda küfre girmez. Böyle bir yorum, lafzın zahirine uygun değilse bile, bize düşen mümkün olduğu kadarıyla onun kanını korumaktır.
Özellikle böyle bir söz söyleyen adamın kötü bir inanca sahip olduğu bilinmiyorsa, böyle davranmak lazımdır. Ancak böyle bir lafzın mutlak ifadesindeki zahiri anlamın çirkinliğinden dolayı te'dib cezası verilir." [İbni Hacer el-Heytemi, Tuhfetu'l-Muhtaç, c. 9, s. 88]
4. Hanbelilerden Nakiller
Biz burada Hanbelilerden insanların bidatçilere ve dinden çıkmış olanlara karşı en sert davrananlardan olan İmam İbni Teymiye'nin sözüyle yetineceğiz.
Şeyhu'l-İslam İbni Teymiye "Mecmuati'r-Resail ve'1-Mesail" kitabının 5. cildinin 199-201 sayfalarında şunları belirtmektedir:
"Hiçbir müslümanı işlemiş olduğu bir fiil veya ehl-i kıblenin hakkında münakaşa ettiği meseleler gibi herhangi bir meselede düşmüş olduğu hata yüzünden tekfir etmek caiz değildir.
Peygamber (s.a.v.)'in kendileriyle savaşılmasını emrettiği, Raşid Halifelerden biri olan mü'minlerin emiri Ali b. Ebi Talib'in savaştığı ve sahabe, tabiin onlardan sonraki din büyüklerinin kendileriyle savaşılmasının gerekliliği hususunda ittifak ettikleri Haricileri, Ali, Sa'd b. Ebi Vakkas ve diğer sâhabiler tekfir etmediler.
Aksine, onlarla savaşmalarına rağmen onları müslümanlardan saydılar. Ali onlar haram olan kanı akıtmadıkça ve müslümanların mallarına baskın yapmadıkça onlarla savaşmadı. Ali, onlar kafir oldukları için değil, onların zulümlerini ve taşkınlıklarını defetmek için onlarla savaştı. Bu sebeple de onların ailelerine el atmadı ve mallarını ganimet olarak almadı.
Peki, bu sapıklıkları nass ve icma ile sabit olanlar, Allah (c.c.) ve Rasulü'nün onlarla savaş yapılması emrine rağmen tekfir edilmiyorsa, nasıl olur da onlardan en alim olanlarının bile hakkında yanıldıkları meseleler hususunda hakkı şaşıran çeşitli taifeler tekfir edilebilir?
Bu taifelerden hiçbirinin diğer bir taifeyi tekfir etmesi helal değildir. Çünkü Haricilerin bid'atleri, daha büyük bid'atlerdir. Gerçek şudur ki, onların hepsi ihtilafa düştükleri meselelerin hakikatini bilmiyorlardı.
"Aslolan, müslümanların kanlarının, canlarının ve namuslarının birbirlerine haram olduğudur. Bunlar ancak Allah'ın ve Rasulü'nün izni ile helal olabilir."
"Eğer bir müslüman savaş veya tekfir hususunda te'vil edilebilir bir konuma sahip ise, o zaman tekfir edilmez.
Nitekim Ömer b. el-Hattab, Hatib b. Ebi Beltaa hakkında şöyle demişti:
"Ya Rasulallah, izin ver de bu munafığın boynunu vurayım! "
Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştu:
"Şubhesiz o, Bedir savaşına katılmıştır. Sen nerden biliyorsun, belki Allahu Teala Bedir ehlinin böyle yapacağını bildiğinden dolayı "Dilediğiniz gibi amel edin, şubhesiz ben sizi bağışlarım" ayetini onlar hakkında buyurmuştur."
Bu hadis, sahihayn'da geçmektedir.
Yine sahihayn'da geçtiğine göre, Useyd b. el-Hudeyr, Sa'd b. Ubade'ye
"Sen münafıklar hesabına bizimle mücadele eden bir münafıksın!.." demiş ve bunun üzerine Evs ve Hazrec kabileleri münakaşaya başlamıştılar.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) iki grubun arasını düzeltti.
İşte şu Bedir Savaşına katılanlar ki, onlardan biri diğerine "sen munafıksın" diyor. Fakat Peygamber ne onu ne de bunu tekfir etmiyor, aksine hepsinin de cennete gireceğine şahidlik yapıyor.
Yine bunun gibi selef de Sıffın, Cemel ve diğer bir takım savaşlarda birbirleriyle savaşmıştılar. Fakat hepsi de müslüman idiler ve mü'min idiler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Şayet mu'minlerden iki taife birbirleriyle savaşırlarsa onların aralarını bulup düzeltin." [Hucurat: 49/9.]
Yine yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki mü'minler kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin" [Hucurat: 49/10.]
"İşte Allahu Teala, onların birbirleriyle savaşmalarına ve birbirlerine haksızlık yapmalarına rağmen onların mü'min kardeşler olduklarını beyan etmiştir ve onların aralarının adaletle ıslah edilmesini emretmiştir." [İbni Teymiye, Mecmuati'r-Resail ve'İ-Mesâil, c. 5, s. 199-201]
5. Bu Mezheblere Bağlı Olmayanlardan Nakiller
es-Seyid Sıddık Hasan Han "er-Ravdatu'n-Nediyye" isimli eserinde Allame eş-Şevkânî'nin "es-Seylu'l-Cerrar" eserindeki şu sözünü nakletmiştir:
"Bil ki, bir müslümanın İslam dininden çıktığına ve küfre girdiğine hükmetmeye yönelmek gündüzün güneşinden daha açık bir delil olmadıkça, Allah'a ve ahiret gününe iman etmiş olan hiçbir müslüman için gerekli değildir. Çünkü sahabeden bir grubun tarikiyle rivayet edilmiş sahih bir çok hadislerde, "Her kim kardeşine "ey kafir" derse, mutlaka ikisinden biri bunu hak eder" ibaresi sabit olmuştur.
"Sahih-i Buhari'de hadis böyledir. Sahihayn ve diğer hadis kitaplarında şu ibare de geçmektedir:
"Her kim bir adamı küfür ile çağırırsa veya ona "ey Allah'ın düşmanı derse", o adam da böyle değilse, mutlaka ikisinden biri kafir olur."
"Bu hadiste ve bu husus üzerine varid olan diğer hadislerde tekfirde acele etmede çok müthiş bir tehdit ve çok büyük bir öğüt vardır.
Allahu Teala da şöyle buyurmuştur:
"Kalbi imanla tatmin olduğu halde baskı halinde zorlanan hariç, kim imanından sonra Allah'a (karşı) inkara sapıp da göğsünü küfre açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazab vardır ve büyük azab onlarındır." [en-Nahl: 16/106]
Buna göre (birisini tekfir etmek için) göğsün küfre açılması, kalbin küfürle tatmin olması ve nefsin onunla teskin olması gerekmektedir. Bu sebeple sahibinin kendisiyle İslam dininden çıkıp küfür dinine girmeyi irade etmediği şirk yollarından biriyle vaki olan düşüncelere, ondan sadır olan küfri davranışlara ve müslümanın ağzıyla söylemiş olduğu fakat manasına inanmadığı lafızlara, özellikle de bunların İslam yoluna muhalif olunduğunun bilinmemesi durumunda itibar edilmez."
Yusuf el-Karadavi, Tekfir’de Aşırılık, Şura Yayınları
Moderatör tarafında düzenlendi: