Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Soru Zorunlu Askerlik Karşısında Neler Yapılabilir, Hicret Etmemenin Mazereti Var mıdır?

S Çevrimdışı

Salih63

Üye
İslam-TR Üyesi
Büyük ve küçük kardeşlerim Selamın aleyküm ve berakatu ve berakatu
İnşallah sözlerimi yalnis anlamazsınız dinini yeni öğrenmeye çalışan bir kardesinizim bir soru sormak istiyorum bu sisteme askerlik yapmaya küfür hükmü veriliyor. eğer yalnis bilmiyorsam siz eğer bu ülkenin vatandaşıysaniz yani kimliğiniz varsa eğer bakaya kalmış durumda iseniz en sonunda herhalde sizi zorla götürüp teslim ediyorlar yalnissam düzeltin inşallah. Bu durumda kişinin durumu nedir acaba bu kişiler gitmek istemiyor ama engelide yok bi yerde yakalanirsa götüyorlar en sonunda.Bizlerin burdan hicret edeceğimiz bir yer yokmu veya etmemiz gerekmiyor mu yada vicdanı ret vermemiz lazım olmuyor mu.insallah beni yalnis anlamayın ben sadece nasihat almak için soruyorum
 
eL_Muhacir Çevrimdışı

eL_Muhacir

İlimsiz Mucâhid, kâtil; Cihâdsız âlim, belâm olur
Frm. Yöneticisi
Aleykümselam ve rahmatullah kardeşim

Rabb'im bu sıkıntıdan müslümanları kurtarsın amin

Dediğiniz gibi her yerde müslümanın başına gelebiliyor bu durum kendimden biliyorum

Sigortalı çalıştığınız her yerde adres belli olduğu için iş yerinize tebligat gönderiyorlar asker kaçaği calistiramazsiniz diye aksi takdirde para cezası.is veren mecburen çıkartıyor sizi.

Sigorta yapmadığınız sürece sıkıntı yok zaten

Lakin evli ve çocuklu bir aileseniz sigorta da lazım oluyor maalesef

Geçen dönem bedelli askerlikten bir çok kimse faydalandı.

İşin kötü tarafı bundan sonra bakaya kalanlar bedelliden faydalanamiyor
Üstelik fiyatta yüksek

Askerlik konusunda bir çok şey değişti yeni yasamadan dolayı

Askerliğin 6 aya inmesi herkesin bahanesi kalmasın zaten 6 ay yapıp geleceksin demeleri için
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimdışı

Abdullah el Hanbeli

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Aleykümselam ve rahmatullah kardeşim

Rabb'im bu sıkıntıdan müslümanları kurtarsın amin

Dediğiniz gibi her yerde müslümanın başına gelebiliyor bu durum kendimden biliyorum

Sigortalı çalıştığınız her yerde adres belli olduğu için iş yerinize tebligat gönderiyorlar asker kaçaği calistiramazsiniz diye aksi takdirde para cezası.is veren mecburen çıkartıyor sizi.

Sigorta yapmadığınız sürece sıkıntı yok zaten

Lakin evli ve çocuklu bir aileseniz sigorta da lazım oluyor maalesef

Geçen dönem bedelli askerlikten bir çok kimse faydalandı.

İşin kötü tarafı bundan sonra bakaya kalanlar bedelliden faydalanamiyor
Üstelik fiyatta yüksek

Askerlik konusunda bir çok şey değişti yeni yasamadan dolayı

Askerliğin 6 aya inmesi herkesin bahanesi kalmasın zaten 6 ay yapıp geleceksin demeleri için

Alman vatandaşı olup bizim burada zorunlu askerlik olmadığı için, sizin çektiğiniz sıkıntıları hiç çekmedim ama zor bir durum olduğunu tahmin edebiliyorum, Rabbim sizin ve sizin gibi aynı durumda olan kardeşlerin yardımcısı olsun.
 
S Çevrimdışı

Salih63

Üye
İslam-TR Üyesi
Aleykümselam ve rahmatullah kardeşim

Rabb'im bu sıkıntıdan müslümanları kurtarsın amin

Dediğiniz gibi her yerde müslümanın başına gelebiliyor bu durum kendimden biliyorum

Sigortalı çalıştığınız her yerde adres belli olduğu için iş yerinize tebligat gönderiyorlar asker kaçaği calistiramazsiniz diye aksi takdirde para cezası.is veren mecburen çıkartıyor sizi.

Sigorta yapmadığınız sürece sıkıntı yok zaten

Lakin evli ve çocuklu bir aileseniz sigorta da lazım oluyor maalesef

Geçen dönem bedelli askerlikten bir çok kimse faydalandı.

İşin kötü tarafı bundan sonra bakaya kalanlar bedelliden faydalanamiyor
Üstelik fiyatta yüksek

Askerlik konusunda bir çok şey değişti yeni yasamadan dolayı

Askerliğin 6 aya inmesi herkesin bahanesi kalmasın zaten 6 ay yapıp geleceksin demeleri için
Sizinde belirttiğiniz gibi işte abi her yandan kuşatıyorlar. Dedim ya abi durumu olmayan vardır o kadar parası olmayan bu insanlar Salih bir niyetle kacsada bu topraklar içinde olduğu müddetçe bir rutin kimlik kontrolunde bile yakalanma ihtimali var ne oluyor bunlar Kâfir mi oluyor madem darül küfür hicret etmedi diye Allah'ın yanında mazereti olmaz mı
 
Abdullah el Hanbeli Çevrimdışı

Abdullah el Hanbeli

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Askerlik Meselesi

Küfür Söz ve Küfür Fiilin İşlenmesine Ruhsat Veren Muteber ikrahın Şartları:

İbn Kudame(rh) şöyle der: 'Kim küfre ikrah edilip küfür sözünü söylerse kafir olmaz.
Bu görüş Malik, Ebu Hanife, ve Şafiin görüşüdür....
Delili ise: 'Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde küfre zorlanan kimse dışında (Nahl 106) ve hadisi şerifte şöyle geçmektedir:
'Müşrikler Ammar(ra) istedikleri sözü söyleyene kadar onu dövdüler. Sonra Ammar (ra) ağlayarak Peygamber (sav)e geldi. Peygamber (sav) ona dedi ki'Aynısını yaptıklarında sende aynı şeyi yap'.
Başka bir hadiste Peygamber(sav) şöyle buyurmuştur: ”Ümmetimin üzerinden 3 şey kaldırılmıştır: Hata yapmak, unutmak, zorlanmak (ibn Mace)

Çünkü ikrara zorlandığı gibi burada haksız bir söz söylemesine zorlanmıştır. Dolayısıyla (küfür) hükmü sabit olmamıştır....Böyle bir kişinin kafir olmadığını söylediğimiz halde ikrah durumu ondan kalkar kalkmaz İslam’ı göstermesi emredilir.
İslam’ını gösterirse İslam hükmü hakkında kalır. Küfrü gösterirse küfür kelimesini ilk söylediği andan itibaren kâfir sayılır. Çünkü onu ilk söylediğinde kalbi küfre açıkken ve kendi isteğiyle söylediğinin kanaatine vardık.
Kişi kâfirlerin elinde esir bağlı ve korku halinde olduğu zaman, bir beyyine ile küfür sözünü söylediğini bilirsek murted olduğuna dair hüküm verilmez. Çünkü ikrah durumu altında olduğu açıktır. Ancak bu kişinin küfür sözünü söylediği an güvende olduğunu söyleyen şahitler olursa murted hükmü verilir. (el-Mugni c.12 s.125-126)

Yine ibn Kudame şöyle der: Kişi ancak dövmek, boğmak, ayağı sıkmak vb. türde işkence gördüğü zaman mükreh olur...Tehditle birlikte dövmek, boğmak ..vb. işkenceler gördüğü zaman problemsiz (hanbelilerde ihtilaflı) olmadan mükreh sayılır.
Delili ise: Ammar(ra)ın hadisinde peygamber (sav) gözyaşlarını silip ona dedi ki: Müşrikler seni alıp, başını suya daldırdılar sana Allah’a şirk koşmayı emrettiler sen bunu yaptın. Bir daha bunu yaparlarsa sende aynısını yap. (Ebu Hafs kendi isnadıyla bunu rivayet etmiştir.

Ömer(ra) şöyle demiştir: Kişiyi aç bıraktığın, dövdüğün veya bağladığın zaman güvenli sayılmaz. (Abdurrezzak-Beyhaki) Bundan anlaşılıyor ki bir fiilin bulunması gerekir. Tehdit tek başına yetmez.
Bir fiil bulunmaksızın tek başına tehdit hakkında ise Ahmed’den iki rivayet vardır: Birincisi ikrah değildir. İkincisi tek başına tehdit ikrahtır. İbn Mansur'un, Ahmed’den rivayet ettiğine göre ikrahın sınırı katledilmekten ve şiddetli dövmekten korkmaktır.
Bu görüş fakihlerin çoğunu görüşüdür. Ebu Hanife ve Şafii’ninde görüşü budur. Çünkü ikrah tehditle olur. Zira kişi mecbur edildiği şeyi yaptığı takdirde önceki işkence def edilmiş olmaz. Böyle bir fiil yapmasına ruhsat veren sonrada yapılacak işkencenin kalkması olasılığıdır. İşkenceyi gören kişi hakkında ikrah durumunun sabit olması başkasının (yani sadece tehdit edilenin) hakkında sabit olmasını da nefy etmez.

Ömer (ra)'dan şöyle rivayet edildi: Bir kişi kendisini ipe bağlayıp bal toplamak için bir vadi üzerinde astı. Hanımı ipin yanında durdu ve dedi ki:
Ya beni üç kere boşarsın yada ipi keserim.
Adam ise ona Allah’ı ve İslam’ı hatırlattı.
Hanımı dedi ki yapmazsan vallahi keserim.
Adam onu üç sefer boşadı. Ömer (ra) ise hanımını ona geri verdi. (Beyhaki Said bin Mansur Müsnedinde rivayet etmiştir. Hafız ibni Hacer dedi ki: senedinde kopukluk var ve zayıf bir ravi vardır.) Bu rivayette ise sadece tehdit vardır.

İkrahın üç şartı vardır:

1) Kudret sahibi yada güç sahibi bir kişi tarafından gelmelidir.

2)İkrah durumunda olan kişi söz konusu (küfür) fiili işlemediği takdirde, tehdit edildiği şeyin gerçekleşmesini galibuzzanla bilecektir.

3) Tehdit edilen şey ciddi zarar verici olmalıdır.
Örnek: öldürmek, şiddetli dövmek, uzun hapis ve uzun süre bağlı kalmak. Sövmek ve hakaret etmek ise ihtilaf olmadan ikrah değildir. Aynı şekilde az bir malın gaspı ikrah değildir. Basit zarar ise etkilenmeyen kişi hakkında ikrah değildir. Söz konusu kişi kavminde şeref değer ve ün sahibi kişi ise uğrayabileceği basit zarar kavminin arasında onun seviyesini düşürecekse; normal insanlar hakkındaki ağır dövmek gibi sayılır.
Kişi, oğluna işkence yapmayla tehdit edilirse ikrah olmayacağı söylendi. Çünkü zarar kendine değil başkasına gelecektir. Ancak ikrah sayılması daha evladır.
(el-Mugni s.103-106)

Prof. Dr. Vehbe Zuhayli şöyle der:Hanefilere göre ikrah iki bölümdür. Birincisi mulci (zorlayıcı) ikrah veya tam ikrah, ikincisi ise ikrahı gayri mulci(zorlayıcı olmayan) veya nakıs ikrahtır.

Mulci ikrah: Kişinin kudretini ve seçme hakkını tamamıyla ortadan kaldıran zorlama demektir. Kişinin nefsine veyahut azalarından herhangi birisine gelebilecek bir zarar ile tehdit edilmesi halinde söz konusudur. Diğer bir deyişle mülci ikrah; ölüm, bir organın kesilmesi, nefsi veya azaların birisini telef edecek dövme ile meydana gelen ikrahtır. Dövmenin az veya çok olması şart değildir.

Gayri mulci ikrah: Dövme yada hapsetme gibi nefsi veya azaların birisini telef etmeyecek kadar sadece gam ve elemi gerektiren şeylerle vuku bulan ikrahtır. Hükmü ise rızayı ortadan kaldırır ve ihtiyarı(seçmeyi) bozar. Hapsetmek, bağlamak, dövmek yada malın bir kısmını telef etmekle meydana gelir.

Hanefi âlimleri buna ek olarak üçüncü bir ikrah çeşidi getirmişlerdir. Rızanın bütünüyle ortadan kalktığı ancak ihtiyarın ortadan kalkmadığı, kişinin kız kardeşi yada yakın akrabasından birisine yönelik hapsetme ve buna benzer bir şeyle tehdit edilmesine edebi ikrah denir. Hanefilerden Kemal ibni Humam’ın dediği gibi böyle bir zorlama kıyasen değil istihsanen şer’i bir ikrahtır. Zira kişinin akrabalarından birine olan eziyet kendini hüzünlendirmekte, sanki kendi üzerinde bir zorlama oluşturmaktadır.

Her ikrah iddiası, sahibinden kabul edilmez. Bunun kabulü için İslam âlimleri ikrahın şartlarını saymışlardır.
Şöyle ki:

1) Tehdit eden kişi, tehdidini yerine getirecek güçte olmalıdır. Şayet tehdit eden kişi bu tehdidini yerine getirecek bir güce sahip değilse tehdit boşa gider.

2) Tehdit edilen kişinin zorlandığı işi yapmadığı takdirde tehdit sahibinin tehdidini yerine getireceğine galibuzzanla inanması gerekir.

3) Tehdit edilen kişinin kaçmaktan, karşı koymaktan ve yardım talebinde bulunmaktan aciz olması gerekmektedir.

4) Yapılan tehdit; canın, malın, azaların telefi, anne, baba, eş, kardeş gibi yakın akrabanın hapsedilmesi gibi kişinin rızasını bütünüyle ortadan kaldıran bir tehdit olması gerekir. Bu şart insanların haline göre değişebilir. Bazı insanlar ağır bir sözden üzüntüye gamma düşebilir. Bazı insanlar ise ağır bir dövmekle gamma düşebilir.

5) Zorlanan kimse, üzerinde zorlandığı fiili yapan kişi olmamalıdır. İçki içmeye zorlanan kimse önceden içki içen olmamalıdır.

6) Yapılması istenen şey, tehdit edilen şeyden tehlike itibari ile daha ileride olması gerekir. Yani bir kimse başkasının malını telef etmekle zorlansa ve bunu yapmadığı takdirde bir tokat atılacağı tehdidi ile zorlansa bu ikrah olmaz.

7) Yapılması için zorlandığı fiilin kendisi ile tehdit edildiği işten kurtulmayı sağlaması gerekir.

8) Tehdit edenin tehdidini acilen yerine getirmesi gerekir. Eğer tehdit edilen şey gelecek zamanda vuku bulacaksa bu durumda ikrah sahih olmaz Çünkü böyle bir gecikme durumunda başkasından yardım dilemek suretiyle tehdit edildiği şeyden kurtulma imkânı vardır. Bu şart Cumhurun şartıdır. Malikilerin görüşü ise, tehdit edilen şeyin acil olması gerekmiyor. Korkunun acil olması gerekir. Zuhayli benim takdirimde raci' olan görüş budur der.

9) Zorlanan kimsenin, zorlandığı şeyden fazlasını yapmak suretiyle muhalefet etmemesi de ikrahın şartlarındandır.

Vehbe Zuhayli, ikrahın şartlarını saymaya devam eder. Bu şartlar küfür ile alakalı olmadığından burada almayacağız.

-İkrah ile birlikte ruhsat verilen hissi tasarruflar: Kalbi imanla dolu olmakla birlikte sadece dil ile küfür sözü söylemek, yahut Muhammed (sav)e kötü söz söylemek veya haç işaretine karşı namaz kılmak, Müslüman’ın malını telef etmek gibi işlerdir. Bu gibi davranışlar mubah olmaz. Ancak mulci (tam) ikrah altında bunları yapmaya ruhsat vardır. Eğer ikrah altında olan kişi öldürülünceye kadar bunları yapmayacak olursa cihad ecri gibi ecir alır. Şayet nakıs ikrah olursa ruhsat yoktur. Kalbi imanla dolu olsa da küfrüne hükmedilir.
Bu Hanefiler ve Malikilerin görüşüdür. Önceden belirttiğimiz gibi Şafiiler, Hanbeliler ve zahiriler nakıs ikrah halinde de küfür sözü söylenmesine ruhsat verirler. Çünkü İslam’ın başlangıcında ikrah hadiselerinin çoğu nakıs ikrah niteliğindeydi. Zuhayli derki: Bence iki görüş arasında raci olan görüş budur ve bu ihtilaf haç işaretine karşı namaz kılmaya veya puta karşı secde etmek konusunda da geçerlidir.

—Malikilere göre açık küfür sözünün söylenmesine ruhsat veren ancak öldürülmekle tehdit etmektir. Dolayısıyla bir azanın kesilmesinden korkmayı dinde küfür sözünü söylemek için ikrah saymazlar.
Şuna da dikkat etmek gerekiyor ki; ikrah halinde küfür sözünü söylemekten imtina etmek daha efdaldir.
Delili ise: Museyleme'tu'l Kezzabın iki sahabeyi yakalayıp onları küfre zorlama hadisi...

-İkrah halinde Peygamber (sav)e kötü söz söylenmesine ruhsat veren delil:

Ammar(ra) ın hadisidir. Ammar(ra) Peygamber (sav)e dedi ki; Sana sövene kadar beni bırakmadılar.
Peygamber(sav) şöyle buyurdu: Tekrar sana aynısını yaparlarsa sende aynısını yap.
(Hakim bu hadisi rivayet etmiştir. Bu hadis Buhari ve Müslim’in şartına göre sahihtir der. Beyhaki el-marife kitabında Ebu Nuaym el-Hilye kitabında Abdurrezzak Musannefinde ve İshak ibni Rahovey Müsnedinde bu hadisi rivayet etmişlerdir.Nasbur-Rayeh c.4 s.158) (El-Fıkhul islam ve edilletuhu c.6 s.4432 ve sonrası)

Sonuç olarak; bir kimse gayri mulci bir hal altında küfür kelimelerini telaffuz ederse Şafii, Hanbeli, Zahiri ve bazı Hanefi âlimlerine göre murted olmaz. Zira ikrah ayetinin zahiri umum ifade eder.
Ayrıca Rasulullah (sav) “Ummetimin üzerinden üç şey kaldırılmıştır. Hata yapmak, unutmak, zorlanmak” buyurmaktadır.
Dikkat edilirse hadiste geçen ikrah lafzı genel bir ifadedir. Tahsis edilmesi için bir delile ihtiyaç vardır. İbn Mesud(ra) şöyle der:
''Güç sahibi bir kimse beni konuşmaya zorlarsa onun kamçısından kurtulmak için her şeyi söylerim. Bu bir kamçı dahi olsa.”
İbn Hazm (rh): “Bu sahabelerin hepsinin görüşüdür” der. Prof. Dr. Zuhayli Fıkhul İslam adlı eserinde konu hakkında tüm görüşleri zikrettikten sonra cumhurun görüşünü tercih eder.

Kurtubi Tefsirinden Nahl 106’dan özetlenerek:
İlim ehli icma ile öldürüleceğinden korkacak kadar küfre zorlanan (ikrah olunan) kimsenin kalbi imanla dolu olduğu halde küfür işlerse günahkâr olmayacağını hanımının ondan bain (boş) olmayacağını ve hakkında küfür hükmü verilmeyeceğini kabul etmişlerdir. Malikin, Kufelilerin ve Şafii’nin görüşü budur.
İkrah dolayısıyla ruhsatın yalnız söze munhasır olduğunu kabul edenler ibn Mesudun şu sözünü delil getirirler. ”Otorite sahibi bir kimsenin bana vuracağı iki kamçıyı önleyebilecek ise söyleyemeyeceğim hiç bir söz yoktur.”
Burada ibn Mesud ruhsatı söze münhasır olarak dile getirmiş, davranıştan söz etmemiştir. Ancak ibn Mesud'un bu sözünde delil olacak taraf yoktur. Çünkü burada sözün misal olarak zikredilmiş olma ihtimali vardır ve o fiilinde aynı hükümde olduğunu kast etmiş olabilir.

Muhakkik ilim adamları şöyle demişlerdir:
Zorlanan kimse küfrü gerektiren sözler söyleyecek olursa bu sözleri ancak kinayeli ifadelerle söylemesi caiz olur. Çünkü bu gibi kinayeli ifadeler kullanmak suretiyle yalandan kaçıp kurtulma imkânı vardır. Bu şekilde söylenmeyecek olursa kişi kâfir olur. Çünkü zorlanmanın kinayeli ifadeler üzerinde herhangi bir etkisi söz konusu olmaz.

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir:
Bir kimse küfür üzere zorlanıpta ölmeyi tercih edecek olursa Allah nezdinde ruhsatı tercih eden kişiden daha büyük ecir alır.
en-Nehai der ki: Zincire vurup bağlamak ikrahtır, hapse atmak ikrahtır. Malik'in görüşü de budur. Ancak Malik şöyle der:
Korkutucu bir tehditte ikrahtır. Velev ki bu haksızlık yapan kimsenin zulmü tahakkuk ettiğinde ve tehdit ettiğini yerine getirdiğinde bu korkutma gerçekleşmese bile. Ancak malik ve mezhebine mensup ilim adamlarına göre dövme ve hapsetmenin belli bir süre ile sınırlandırılması söz konusu değildir. Bu acıtacak kadar dövme ile sınırlandırılmıştır. Hapis ise zorlanan kimsenin sıkıntıya düşeceği ve darlanacağı süre ile tahdit edilmiştir. Yine Malike göre sultanında (devlet yöneticisinin de) başkasının da zorlamaları bir ikrahtır.(Kurtubi tefsirinden Nahl 106 Özetlenerek aktarılmıştır.)

Şeyh Makdisi şöyle der: Tekfir konusunda, gönüllü veya sabit tagutun askerleriyle; kendisini sıkıntı, zorluk ve askerlikten kaçanların üzerinde olan hapis korkusundan kurtarmak için mecburen asker olanlar arasında ayrım yapıyoruz. Çünkü Allah’ın ve şeriatının düşmanları askerlik meselesinde halkı gelir, yaşam, yurt dışına çıkmak, taşınmak gibi konularda sıkıştırırlar ve kişinin askerliğini yaptığını ispat eden belgeler aracılığıyla muamele yapmaktadırlar. Bunun sebebi insanları tagutların sevdiği şekilde yürütülmeleri, onlara ve batılına teslim olmaya mecbur etmeleridir. Dolayısıyla bu konuda ikrahı hüccet olarak gösterirler. Hâlbuki küfür kelimesinin söylenmesine veya küfür fiili işlenmesine âlimlerin koşutları gerçek ikrahın şartları genel olarak bu meselede gerçekleşmemektedir.

Şeyh Makdisi ikrahın şartlarını zikrettikten sonra şöyle dedi:
Gerçek ikrah olmaksızın bir Müslüman’ın herhangi bir şekilde tagutların askerlerinden olmasının ve onlara dostluk ve yardım göstermesinin caiz olduğunu söylemiyoruz. Bu askerlerin durumu geçek ikrah şartlarını gerçekleştirmemektedir. Ancak böyle bir durumda olan kişi askerliği isteyen sabit bir asker olmadığına göre tagutların taraftarları ve orduları gibi olmamıştır. Bunun için İslam’ın ve tevhidin aslını sahiplenip taguttan beri olanları, istemeyerek ve zorunlu olarak askerliğe katıldıkları ve bu ordunu tekfir ettiğimiz küfür sebeplerini işlemedikleri takdirde onları tekfir etmiyoruz.
Özellikle halkın çoğu şer’i ikrahın şartlarını bilmiyor ve küfür sözünü söylemekle başka bir fiil işlemek arasındaki fark konusunda ikrah şartlarını bilmeyip ikrah ve mustazaflığı birbirine karıştırıyorlar.
Aynı şekilde ikrahın haddi, sıfatı ve şartları dinde zaruretle bilinmeyen fıkhın feri konularındandır. Beyan edilmeye ve muhalif kişiye hüccet ikame etmeye ihtiyaç vardır. Hâlbuki mustazaflık kişiden kişiye değişir. Zaruretlerde fıkhi kitaplarda bilindiği gibi küçükle büyük, zayıfla güçlü ve yaşlıyla genç arasında değişebilir.
Bunun üzerinde deriz ki: İslam’ın aslına sahip olan müşriklere, şirklerinde yardım etmeden veya muvahhidlere karşı onlara yardım etmeden ikrah, mustazaflık ve zaruretleri beyan ederek bu zorunlu askerliğe istemeden katıldığı takdirde biz bu gibi kimseleri tekfir etmiyoruz. Tabiî ki ikrah, zaruret ve mustazaflık sınırlarını anlama konusunda sapık olduğunu söyleriz.
Ancak başka alternatif dar-yer-yurt bulunduğu veya bu askerlikten firar ve kurtulma imkânı kolaylaştığı takdirde, buna rağmen kişi askerliğe katılmaya ve müşriklerin sayısını çoğaltmak için ısrar ederse böyle bir kişinin durumunun Allah Tealanın indirdiği şu ayetteki kişiler gibi olmasından korkulur:

''Melekler canlarını alacakları nefislerine zulüm eden kişilere: 'Ne işte meşgul idiniz’ derler. Onlar biz yeryüzünde mustazaf kimselerden idik diye cevap verirler. (Meleklerde) Allah’ın arzı geniş değilmiydi ki, oraya hicret etseydiniz.' derler. İşte bunların barınacakları yer cehennemdir. O ne kötü yerdir. (Nisa 97)

...Biz tagutların ordularında asıl olanın küfür olduğunu söylüyoruz. Ancak onların muayyen fertlerini iki taifeye ayırıyoruz.

Birincisi: Bu orduda tagutların kendilerine veya şirklerine gerçek bir şekilde yardımcı olan kimseler: Bunlar bu hal üzere ölürlerse küfür konusunda dünya ve ahiret ahkâmında hükümleri tagutların hükümleri gibidir.

İkincisi: Onların sayısını çoğaltıp ancak kendilerine şirklerinde veya muvahhidlere karşı mücadelelerinde yardım etmeyenler; Dünya ahkâmında onların hükmü tagutların hükmü gibidir. Yani onların askerleri-yandaşları oldukları, hizbinde ve saflarında oldukları için onlar gibi muamele edilirler. Sonra kıyamet gününde niyetlerine göre haşredilirler. Bizi ilgilendiren ise dünyada onların hükmüdür. Çünkü muamele ve cihad konularında buna ihtiyacımız vardır.

Ancak ahiret ahkâmında onların durumları bizi ilgilendirmez. O bize değil Allah’a aittir.
Bu ayrımın delili ise; Muttefekun aleyh olan müminlerin annesinin rivayet ettiği “Kabe’ye saldırmak isteyen sonra Allah’ın ilkini ve sonunu batırdığı ordunun hadisidir.”
Bu orduda bilip istekle katılan ve mecbur olanların bulunmasına rağmen Allah Teala hepsini helak eder ve ahiret gününde onları niyetlerine göre haşreder.
Dolayısıyla biz tagutun ordusunun hepsine dünyada kâfirler gibi muamele yaparız. Ancak onlardan ikinci taifeden tanımış olduklarımızı ve aynı zamanda onlardan da uzak kalma imkânı bulduğumuz olanlar bu muameleden müstesnadır. Ayıramadığımız olanları ise onların gösterdiklerine göre muamele ettiğimiz takdirde; biz mazeret sahibiyiz ve hatta inşallah ecir sahibiyiz.
Bu anlattıklarımızdan bilinsin ki tagutun ordusunu tekfir etmemizin illeti, kesinlikle fertlerinin rejimin şemsiyesi altında çalışması değildir. Bu kelime ne şer’i, nede sınırları olmayan geniş bir cümledir. Halkın çoğu da bunun kapsamına girer. Hatta çöllerde, mağaralarda ve dağın zirvesinde yaşayanların dışında neredeyse kimse bu cümlenin kapsamına girmekten kutulamaz. Ancak bize göre tekfirin varlığı ve yokluğu kendisine bağlı olan müessir illet önceden geçtiği gibi dostluk ve yardımdır. ( el-İşraka s.29 dan 34’ e kadar olan kısım)

Şeyh Makdisi'nin sözlerinden anlaşılıyor ki, tagutların orduları küfür taifeleridir. Çünkü bu ordular, taguti rejimi korumak, tagutun kanunlarının uygulanmasını sağlamak ve şeriatı getirecek muvahhid Müslümanlara karşı savaşmak gibi küfür temelleri üzerine inşa edilmiş bir kurumdur. Bunun için söz konusu ordulara katılmak küfri bir fiildir. Ancak bu ordulara her katılan kişi hakkında tekfir manilerinin bulunup bulunmadığına bakmadan küfür hükmü vermeyiz.

Dolayısıyla bu küfür taifelerinde bulunan fertler iki bölümdür:

Birinci bölüm: Haklarında tekfir manileri bulunmayan kimselerdir. Bunlar kafirdirler.

İkinci bölüm: (Şeyh Makdisi kitabında sadece mecburiyetten bahsetmiştir.)Mecburiyet şüphesi, cehalet veya tevil gibi haklarında küfür manilerinden birisi bulunan kimselerdir. Bunlar kâfir değillerdir. Ancak mümteni, küfür taifelerinde bulundukları için dünya ahkâmında küfür taifelerine davrandığımız gibi onlara da aynı şekilde davranırız. İmtina sıfatı onlardan kalktığı zaman(elimize esir düşmeleri gibi) durumlarını araştırmadan önce onlara kâfir muamelesi yapmayız.

Şeyh Eymen Zevahiri şöyle der: ''Ordular, kâfir hükümeti destekleyen riddet taifesidir. Biz onlara muamele ederken fertler olarak değil taife olarak muamele ederiz. Tabi ki tagutlara yardım eden riddet taifesinde şer’i mazeretlerden dolayı Müslüman şahısların bulunması mümkündür. Ancak hakkında şeri mazeretler bulunmayıp hükümetin şer’i hükmünü bilerek, istekli bir şekilde kasten ona yardım eden kimseler muayyen olarak söz konusu hükümet gibi murteddirler.

Biz ise riddet taifesinin fertlerinin durumunu takip etmekle ilgilenmiyoruz. Sadece taife olarak hükmünü bilmek bizi ilgilendirir. Bu muazzam şer’i bir asıldır. Müslümanların cihadı ve savaşı bu şer’i asılla amel etmektedir.

İmam Maverdi(rh) Mümteni mürtedin kudret altında olan mürtedden farklı olduğunu zikretmiştir.

Son Olarak şöyle diyoruz: Bir Müslüman’ın kendi isteğiyle küfrün ahkâmını savunan polise ve orduya katılması caiz değildir. Çünkü bu iki grup Allah’tan başka kanun koyan ve insanları ona tabi olmaya zorlayan kafir iktidarı korumaktadır. Aynı zamanda bu iki taife küfür rejimini değiştirmeye çalışanlara karşı duran demir yumruktur.

Bu konuda Şeyhulislam İbn Teymiyye (rh)bu taifenin hükmünün bir olduğuna dair hüküm vermiştir. Onlardan ikrah altında olanlar bile zahir dünyevi hüküm açısından ikrah altında olmayanların hükmü gibidir. ( Cihadut-Tavagit s.23-27 arası özetlenerek aktarılmıştır.)

Şeyh Ebu Katade şöyle der: Dolayısıyla kendilerini ‘mürted taife’ olarak nitelendirdiğimiz kişiler; batılı kanunlaştıran, onunla hükmeden, onu koruyan ve öven kimselerdir.
…. Adı geçen bu taifenin murted olduğuna hükmetmemizin; grubun bütün üyelerinin küfür ve irtidadını ve hepsinin ebedi kalmak üzere cehennemlik olduğuna hükmetmemizi de gerektirip gerektirmediği meselesi çok yönlü olup, delillerin dikkatle incelenip mütalaa edilmesi gerekir. Bütün yöneticiler hakkında küfür ile hükmedenleri aşırılık ve bidatle itham etmek ve bu konuda susmayı tercih edenleri mürcie ve buna benzer bidatçilikle itham etmek, son derece hatalıdır. Zira bu konu tartışma ihtimali bulunan tasavvuri konulardandır. Konunun tartışma ihtimali taşıması, anılan taifeyi tekfire mani bazı amellerin bulunmasındandır. Yoksa bunu anlamı, ‘Kafirlerle batini dostluk tespit edilmediği sürece, zahiri dostlukla tekfir edememeyiz’ demek değildir. Bu görüş daha öncede geçtiği üzere mürcienin aşırı gidenlerini görüşüdür.
Ancak yine de bu ihtimal, anılan taifenin bir çok üyesi hakkında, tespitlerimize göre tekfir engellerinden hiç biri bulunmadığı için onlara küfür ve irtidat hükmünü vermemize mani değildir. Bu üyelerden bazıları,islami cemaatlerle muamelelerine özel önem verseler de haddi zatında mürted taife içende polislik görevi yapmaktadırlar. Şeriatı derinlemesine ve kapsamlı bir şekilde öğrenen, Ezher Üniversitesi veya Şeriat Fakültesi gibi akademi okullarını bitirenlerden daha fazla şey ezberleyen ve bunu sırf sorgulama esnasında Müslüman kardeşlerimizi psikolojik olarak etkilemek için yapan bu kimselerin tamamı, kafir taife içerisinde mütalaa edilmeye daha layıktır. Kaldı ki bazen her şey kendiliğinden ortaya çıkmakta, saflar netleşmekte ve bütün askerlerin, İslam ordusuna karşı küfür nizamını savunduğu çok iyi bilinmektedir. Hal böle iken bütün askerlerin tekfir edilmemesi inattan başka bir şeyle izah edilemez. (EL Cihad Vel İctihad s.128)

Muasır cihad alimlerin çoğu küfür taifelerinde bu ayrımı benimsemektedirler. Ancak onlardan Şeyh Abdulkadir bin Abdulaziz farklı bir görüşü seçip, “Küfür ordularında bulunan şahısların muayyen olarak kâfir olduklarını söylemiştir.”
Haklarında maniler bulunanların ise, söz konusu manilerin sadece ahirette onları azaptan kurtaracağını söylemiştir.” Bu görüşü önceden söyleyenler yoktur. Yani eski ve yeni âlimler tekfir manilerinden bahsederken o manilerin hem dünyada küfür hükmünü, hem de ahirette azabı engelleyeceğini söylemişlerdir.

Cihad alimlerinden olan Şeyh Ebu Yahya el-libi Şeyh Abdulkadir bin Abdulazizin bu görüşünü ele alıp onu tenkid etmiştir. Bu konuda bir risalesi vardır. Şeyh Eymen Zevahiri, bu risalenin okunmasını tavsiye eder. Bu risaleden bazı alıntılar yaparak konuya daha iyi bir şekilde değinmeye çalışacağız.

Şeyh Abdulkadir, seçtiği bu görüşün delilini şöyle zikretmiştir:
''Sahabeler, Museylemetul Kezzab ve Tulayha gibi nubuvveti iddia eden riddet liderlerinin yardımcılarının muayyen olarak kâfir olduklarında icma etmişlerdir. Çünkü mallarını ganimet aldılar. Kadınlarını cariye edindiler. (Ebu Bekir(ra)ın dediği gibi)ölülerinin cehennemde olduklarına tanıklık yaptılar. Bu ordu fertlerinin mümteni olmaları dünya ahkâmında haklarında olası bir küfür manisine itibar vermeme sebebidir. Yani muayyen olarak bu fertlere küfür hükmü veririz. Söz konusu maniler var ise ahirette sahibini azaptan kurtarır. Biz ahiret ahkamında onlar hakkında hüküm vermeyiz.

Şeyh Ebu Yahya el-libinin kitabından özetleyerek aktarıyoruz. Meseleyi tam bir şekilde öğrenmek isteyenler Ebu Yahya el-libinin kitabına bakabilirler. Bizim özetleyerek aktaracağımız alıntılarla yetinmemelidirler.

Ebu Yahya el-libi şöyle der: Şeyh Abdulkadir sahabe, riddet liderlerinin ordularını muayyen bir şekilde tekfir ettiler sözü ile Nubuvveti iddia edenlerin askerlerini kast ediyorsa şüphesiz ki bu haktır. Ancak bu söz ile sahabelerin, herhangi bir mürtedin askerlerinin kafir olduklarında icma ettiklerini iddia ediyorsa, bu iddianın bir delile ihtiyacı vardır.
Hâlbuki Şeyh Abdulkadir iki meseleyi birbirine kıyas etmiştir. Ancak bu kıyas aslında batıldır. Çünkü sahabelerin tekfir ettiği kişilerin küfre girme sebepleri herhangi bir riddet liderine destek verip onun askeri olmak değildir. Nübüvveti iddia edenlere inanmalarıdır. Söz konusu kişiler bununla (nübüvveti iddia edenlere tabi olmakla) birlikte mürtedlerin ordularına katılmasalar da kâfirdirler. Dolayısıyla sahabe-i kiram, nübüvveti iddia eden kişilerin tabiilerini ve taraftarlarını muayyen olarak tekfir etmişlerdir. Bunu şartlara ve manilere bakmadan yapmışlardır. Çünkü bu insanlar sadece riddet liderlerinin birisine yardımcı oldukları için değil, içerisine girmiş oldukları küfür, dinde zaruretle bilinen bir küfürdür ve bu küfürde mümteni olanda-olmayanda aynıdır. Şüphe ve tevil de düşünülemez. Çünkü nübüvveti iddia edenlere inanıp tabi olan kimselerin tekfiri için şartların ve manilerin araştırılmasına gerek yoktur. Çünkü bu konuda manilere itibar edilmez. Muteber ikrah bundan müstesnadır. Muteber ikrah ise mümteni olanlarda da olmayanlarda da bulunabilir. Asıl olan bulunmamasıdır.
Şüphesiz ki nübüvveti iddia edenler tagutturlar ve aynı zamanda riddet liderleridirler. Aynı zamanda günümüzdeki riddet iktidarları da onlar gibidir. Ancak, nübüvveti iddia edenlerin küfrü; dinde zaruretle bilinen, ister avam olsun ister âlim olsun her Müslüman’ın bildiği bir şeydir. Onların küfründe şüphe edenler ise onlar gibi kâfirdirler. Ancak riddet iktidarlarının küfrü dinde zaruretle bilinen şeylerden değildir. Bu konuda her şüphelenen veya muhalefet eden tekfir edilemez. Çünkü görüyoruz ki bu zamanın tagutlarının küfrü, çoğu davetçi ve âlimlerin indinde açık olmasına ve onların hakkında yazılan eserlerin çok olmasına rağmen, tagutların bel’amlarının kandırmaları ve kafa karıştırmaları bazı davetçi ve âlimlere bile etki etmektedir. Onların bazıları, hala söz konusu tagutlara itaati vacip olan ve onlara karşı çıkmanın haram olduğu veli emir gibi görmektedir. Bu söz batıl, sapık ve alçak olmasına rağmen, çoğu zaman habis zındıklar bu sözü kullanmalarına rağmen, bunu söyleyen her tevil veya ictihad sahibi kişilerin o habis zındıklar gibi niyetinin kötü olduğu söylenemez.
Ebu Bekir(ra) ın mürtedler hakkında cehennemlik tanıklığından kast edilen onların fertleri değil genelidir. Çünkü aynı zamanda Müslümanların şehitlerine cennetle tanıklık etmiştir. Ehli Sünnetin akidesine göre hakkında bir hadis gelmediği sürece bir muayyene ne cennetle nede cehennemle tanıklık edilemez.
(Bu konuda ehlisünnet âlimlerinin sözlerini daha ayrıntılı bir şekilde öğrenmek isteyenler İmam Tahavinin akidesine bakabilirler.)
Yada insanlar büyük günah işleyip tövbe etmeden öldükleri için cehenneme gireceklerdir. Ebu Bekir (ra)ın sözü budur. Fakat ebediyyen kalacaklarını söylememiştir. (ihtimal babından)

Her halukarda Şeyh Abdulkadir hadise muhalif kaldı. Çünkü hadisi, Şeyh Abdulkadir gibi anlayacak olursak sahabelerin; mürtedlerin askerlerine dünyada küfür hükmünü ve ahirette ebediyyen cehennemde kalacaklarını verdiklerini söylememiz gerekirdi. Ancak Şeyh Abdulkadir, tagutların askerlerine dünyada küfür hükmünü vermekte ancak ahirette ise herhangi bir hüküm vermemektedir. Çünkü onlardan mazur olanların cehenneme girmeyeceklerini söylüyor. Böylece bu konuda sahabelere muhalif olmuştur.
Aynı şekilde bir Müslüman hakkında küfür hükmünü engellemeyen, sadece ahirette azabı engelleyecek bir küfür manisinin seleften geldiği nakledilmemektedir. Çünkü âlimlerin cumhuruna göre tekfir manileri hem dünyada küfür hükmünü hem de ahirette azabı engeller. Bunun için tekfir manileri zahirende batınen de geçerlidir. Zahirle batın arasında ayırım yapmak bidat bir sözdür. Dolayısıyla hakkında yakinen yada galibuzzanla küfür manilerinden birisi sabit olan kimseye söz konusu mani kalkana kadar İslam hükmü verilir ve bu konuda mümteni olanla olmayan arasında bir fark yoktur. Çünkü manileri araştırmanın sakıt olması (düşmesi) ile manilerin iptali arasında fark vardır. Yani mümteni kişi hakkında şartları ve manileri araştırmak vacip değildir. Bu mesele manilerin var olduğunu bilmekle birlikte onlara itibar etmemek meselesine muhaliftir.

Buna binaen deriz ki: Her taifenin özel durumu vardır. Taifelerin hükmü durumlarına göre belirlenir. Bundan kastettiğimiz şey: Bu taifenin arasında tekfir manilerinin bulunup bulunmaması ve fertler arasında ne kadar yaygın olduğudur. Bu meseleyi incelemenin ve araştırmanın zaruri olduğu anlamına gelmez. Bilakis onlar arasında yaygın olan ve hallerinden bilinen şeylerin itibari ile hüküm verilir. Bu mesele bir zamandan başka bir zamana ve bir mekândan başka bir mekâna değişiklik gösterebilir. Dolayısıyla burada sahabenin icmasının zikredilmesinin bir anlamı yoktur. Onlar ancak riddet liderlerinin birisine tabi olup Müslümanlara karşı ona yardım eden kişinin İslam’dan çıkartan bir fiil işlediği konusunda icma etmişlerdir. Sonra bu taifenin fertlerinin tekfir edilme konusunu taifenin halini bilene bırakmışlardır.
Son olarak muasır riddet liderleri yandaşlarının hükmü muayyen olarak küfür iman açısından ictihad dairesi içinde kalmaktadır. Bakışlar değişebilir. Ancak sahih deliller ve sağlam istidlal üzerine inşa edilmiş olması şarttır.
Onlar hakkında üzerinde ittifak edilmiş olan şeyler şunlardır:

—Murted liderlerinin yandaşları çeşitli küfürler işleyip mumteni olmuşlardır.

—Müslümanlara karşı kâfirleri desteklemek, masumların mallarını ve kanlarını helal kılmak, kâfirlerin kanlarını korumak vs. hallerinden bilinen başka şeylerde vardır.

—Bunlardan sonra bir zamanda ve bir yerde mumteni olan söz konusu taifelerden fertler arasında muteber tekfir manilerinden biri yaygın olduğu takdirde, o taifenin muayyen fertlerini tekfir etmek bu halde caiz değildir. Bilakis durumları belli olanların dışında, asıl olan İslam hükmünün haklarında sabit olmasıdır. Buna mukabil bu taifelerin bazılarında muteber manilerden hiçbiri bulunmadığı takdirde taifenin muayyen fertlerini tekfir etmekten ve ölülerinin cennetle tanıklık etmekten geri durmak caiz değildir. Ve böylece verilmiş olan hüküm, dünya ve ahiret hükümlerini kapsar. Sırf zan ve hayallerle Müslüman’ın İslam dairesinden çıkartılması kolay bir şey olmadığı gibi, İslam’dan çıktığı yakini bir şekilde bilinenlere de İslam ile tanıklık yapmak caiz değildir.

—Dolayısıyla bu taifenin fertlerini tekfir etme temeli; haklarında tekfir manilerinin bulunup bulunmadığının bilinmesine bağlıdır. Bu alanda bakışlar değişebilir ve ictihadlar farklı olur. Böyle bir şey, söz konusu taifenin fertlerinin itikadını incelemek ve araştırmak, onların kalplerini teftiş etmek veya küfri eylemleri helal kılarak mı yoksa helal kılmayarak mı işlediklerini araştırmakla bir alakası yoktur.

—Bu şekilde biliriz ki bu konu ictihadi bir konudur ve bunun için ihtilaf sancaklarını kaldırmak husumet ve münazaa (kavga)yapmak doğru değildir.
(Nezaratu fil icmail Kati Ebu Yahya el-libi)

Şeyh Ebu Basir’e şöyle soruldu:
Soru : Huccet ikamesi bakımından mümteni iken riddete düşen ile mümteni değilken riddete düşen arasındaki fark nedir.

Cevap: Elhamdulillahi Rabbil Alemin. Huccet ikamesi, ancak kişinin kendisinden kaldıramadığı bir acizlik nedeniyle vacip olur. Şeri muhalefet küfür olsa da bu böyledir. Her kim kendisinden kaldıramadığı şeri muhalefete düşerse ona huccet ikame edilir. O hüccet kişinin acizliğini ortadan kaldırır.
Huccet ikame edilmeden önce şeri hükümler, söz konusu kişinin şahsına(muhalefet ettiği hususta) uygulanamaz.
Ancak bir kimse kendisinden kaldırabildiği herhangi bir sebeple, onu kaldırmaya çabalamadığı bir cehalet nedeniyle şeri muhalefete düşerse, o cehaletinden dolayı mazur sayılmaz , ona hüccet ikame etmek vacip değildir. Şeri hükümler onun şahsına uygulanır. Hakkı bilme konusunda aciz olanı aciz olmayandan ayırt etmek için çeşitli konulara bakmak gerekiyor. Onlardan; kişinin yaşadığı çevre, kişinin cahil olduğu mesele. O mesele kapalı meselelerden mi? Yoksa hakkın yayıldığı açık meselelerden midir? Cehalet özrü ve ikametul hucce bütün meseleleri takriben bu kuralın üzerine inşa edilmektedir.
Soruya gelince şöyle derim:
İkametul hucce açısından mümteni ile mümteni olmayan arasında bir fark yoktur. Çünkü hüccet ikamesinin vacipliğinin illeti muhalefete düşen kimsenin mümteni olup olmadığına bakmadan, kaldırılması mümkün olmayan cehaletin varlığıdır. Lakin şöyle diyebiliriz: kişinin riddete düşmesi ile savaşmak ve kafirlere yardım etmekle mümteni olduğu zaman murted kafir olarak onunla savaşmak kaçınılmaz bir şeydir. Onun batını farklı ise Allah a havale edilir. Bu konuda biz mazeretliyiz çünkü elimizde küfrü ve tekfir edilmesini gerektiren zahirinden başka bir şey yoktur.

Soru: Şu kural doğru mudur? ‘Kim küfür sözü söyler yada fiili işlerse onu muayyen olarak tekfir ederiz. Ancak ahirette ki azaba gelince, bu onunla Rabbi arasında olan bir şeydir. Huccetul ikameye bağlı olan bir şeydir.’ Allah sizden razı olsun

Cevap: Elhamdulillahi Rabbil Alemin. Bu kural doğru değildir. Doğru olan söz ise şudur: ‘Her kim –muteber şeri bir mani olmadan- açık bir küfür izhar ederse, onu tekfir ederiz. Bu küfür üzere öldüğü takdirde ahirette azapta olacağına hükmederiz.
Muayyen bir kişinin kafir olduğuna hükmetmemiz – özellikle bu kişi Müslüman ise- dünyada ve ahirette tesiri- hükümleri gerektirecek bir hükümdür. Dolayısıyla mesele sadece ahirette ki azap meselesi değildir. Yani söz konusu kişinin cehaletinden dolayı mazur olduğuna inandığın halde hangi hakla dünyada küfrü gerektirecek hükümleri ona verebiliyorsun?!
Allah Teala şöyle buyurur: ‘Bir peygamber gönderene kadar azap edecek değiliz’ (İsra ..)
İlim ehlinin çoğu ayetteki azaptan hem dünya hem de ahiretteki azabın kastedildiğini söylerler. Yani insanlara bir peygamberin daveti ulaşana kadar dünyada ki ve ahiretteki azaptan kurtulacaklardır.
Dersen ki: cehaletinden dolayı mazur olan, Resullerin daveti kendisine ulaşmayan asli kafire niçin muayyen olarak küfür hükmü verdin.? Bu hüküm dünyada bir azaptır.
Derim ki: ona muayyen olarak küfür hükmü verdik. Çünkü İslam a hiç girmemiştir. İnsan ya kafir yada Müslüman olur. Kişi ancak kelime-i şahadeti söylediği yada onun yerine geçen şeri alameti izhar ettiği zaman Müslüman olur. Bu adam (asli kafir) bunu izhar etmemiştir. Bu kişiye muayyen olarak küfür hükmü vermemiz, bizim tarafımızdan onuna cihad etmek; kanını malını vs. helal kılmak gibi pratik bir fiili, gerektirmiyor. Ta ki ona daveti ve uyarıyı ulaştırdığımı zaman ondan yüz çevirirse pratik bir fiile geçebiliriz.
(Ebu Basir in Cehalet Mazerettir kitabından alıntılardır.)

Tagutun ordularında iki küfür fiili vardır:

Birincisi: Tagutu korumak

İkincisi: Muvahhidlere karşı savaşta tagutlara yardım etmektir.
Hâlbuki tagutu gerçek koruyanlar belli bir süre içinde zorla askerlik yaptırılanlar değil, orduya kendi isteğiyle katılan sabit askerlerdir. Bu bilindikten sonra tagut ordusu muvahhidlere karşı açık bir savaş halinde olmadıkları zaman şüphe büyümektedir. Özellikle avam halkın genel anlayışı; ordunun görevinin halkı dış düşmanlardan korumak olduğudur. Yine rejim hocalarının(bel’amlarının) fetvaları halk üzerinde etki oluşturmaktadır. Bunun için bu gibi durumlarda cehalet söz konusu olabilir.

Son olarak deriz ki: Bu kadar şüpheler varken muayyenlerin ayrıntı yapmadan toptan tekfir edilmesi doğrudan uzak bir iştir. Çünkü muayyenlerin tekfirinde çok ihtiyatlı davranmak gerekir ve ufakta olsa şubhelerden dolayı tekfirden kaçınmak gerekir. Şu misal buna iyi bir örnektir:
Malumdur ki; Kuran mahluktur diyenler selef alimlerinin çoğu tarafından tekfir edilmiştir. İmam Ahmed başta olmak üzere Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Sufyan bin Uyeyne (Allah hepsinden razı olsun) gibi âlimler bu sözleri söyleyenleri tekfir etmişlerdir. Hatta Sufyan bin Uyeyne (rh) şöyle der: Kuran Allah’ın kelamıdır, onun mahlûk olduğunu söyleyen kâfir olur. Bu kişinin küfründe şubhe edende kâfir olur.

İmam Ahmed (rh) zamanındaki halifeler Kuran mahlûktur diyorlardı. Sadece bunu söylemekle yetinmiyor, Muhaddisleri, hocaları, imamlık görevi yapmak isteyenleri, müftüleri... bu sözü söylemesine zorluyorlardı. İmam Ahmet bu sözün küfür sözü olduğunu kabul etmesine rağmen, şüphe ve tevillerinden dolayı ne halifeyi nede bu sözü söyleyen insanları muayyen olarak tekfir etmiyordu. Halkı da halifeye karşı ayaklanmaya ve onu azletmeye karşı çağırmamıştır. Hatta İmam Ahmed zindanda kırbaçlanırken Rumlara karşı savaşan halife Mu’tasıma ve askerlerine zafer kazanmaları için dua etmiştir. (Şeyh Ebu Basirin, Cehalet Özrükitabının mukaddimesine bakılabilir.)

Aynı şekilde ikrah sınırlarını bilmeyen yada bu konuda tevilde bulunup kendilerini ikrah altında zannedip bu sözü söyleyenler, İmam Ahmedin fıkhi görüşüne göre ikrah altında olmasalar da şüphelerinden dolayı imam Ahmed onları tekfir etmemiştir. İmam Ahmed yanlış tevillerinden dolayı onları eleştirmiştir.
Önceden belirttiğimiz gibi bir rivayete göre eziyete uğramadan yalnızca tehdit İmam Ahmedin indinde ikrah sayılmaz. Ehli sünnet imamlarından olan Yahya bin Main (rh) “Sadece tehditten dolayı kuran mahlûktur demiştir. Sonra İmam Ahmedin yanına gelip Nahl suresinin 106. ayetini okumuş. İmam Ahmed ondan yüz çevirmiş ve onunla konuşmamıştır.
İbni Main özür dileyerek Ammar bin Yasir (ra)ın hadisini anlatmaya başlamış. İmam Ahmed yine onunla konuşmamıştır. İbn Main İmam Ahmedin yanından ayrılmıştır. Daha sonra İmam Ahmed, ibn Main’in arkasından şöyle demiştir: ''Ammar (r.anh)hadisini hüccet olarak gösteriyor. Ammar (r.anh), Peygamber (sav)’e dedi ki: Sana söverlerken onların yanından geçtim, onları nehy ettim, sövmeyin dedim... ve beni dövdüler...''
Size, sizi döveceğiz denildi.(tehdit) Bu söz İbni Maine ulaşınca şöyle dedi: Vallahi gökyüzü altında, Allah’ın dininde senden fakih birisini görmedim.”

NOT: Aynı şekilde İslam ülkelerinin çoğunda tagutun askerleri vardır. Türkiye’deki yöntemi kullanarak Müslüman gençlere zorla askerlik yaptırmaktadırlar. Bu orduların haline vakıf olan her kimse bu orduların küfür üzere inşa edildiği konusunda tartışmaz. Çünkü ordunun ilk vazifesi rejimi korumaktır. Rejim kâfir ise orduda küfrü koruyan bir küfür taifesi olur.
Bunu bildikten sonra ordunun içinde sakallı, namaz kılan veya İslami faaliyetlerde bulunan askerlerin bulunması ordunun hakikatini değiştirmez. Dolayısıyla Türk ordusunda görev yapan askerlerin hükmü, diğer İslam ülkelerinde görev yapan askerlerin hükmü gibidir. Bunun için Şeyh Makdisiden alıntı yaptığımız bölümde zikredilen ayrıntılar Türkiye içinde geçerlidir.

(Çözüldü - Muasır Alimlerin Tekfir Meselesi Ve Muasır Meseleler Hakkında Ki Ictihadleri)
 
Üst Ana Sayfa Alt