Bir adam, Abdullah b. Mübârek'e gelerek: “Ben bir terziyim. Bazen sultanın bazı vekîlleri (temsilcileri, adamları) için bir şeyler (elbiseler, üniformalar) dikiyorum. Ne dersin; (bunu yaptığımdan dolayı) zâlimlerin yardımcılarından olur muyum? Zâlimlere yardımcı olanların kapsamına girer miyim?” diye sorar. Abdullah b. Mübârek şu cevabı verir: “Sen zâlimlere yardımcı olanlardan değilsin; bilakis sen zâlimlerdensin. Zâlimlerin yardımcıları kapsamına girenler, (senin bu işi yaptığını bile bile) sana iğne ve iplik satanlardır.”
Âsım İbrâhîm el-Keyâlî, Dâru'l Kütübi'l İlmiyye, C: 2. S: 434
Abdullah b. Mübarek'e nispet edilen meşhur rivayette, bir terzinin zalim yöneticiler için kıyafet dikmesi meselesi üzerinden yapılan değerlendirme, sadece bireysel ahlakı değil, toplumsal sorumluluğu da merkeze alır. Bu rivayette, zalimin üniformasını dikenin yalnızca destekçi değil, doğrudan zalimin kendisi olduğu vurgulanır. Bu yaklaşım, zulmün sürekliliğini sağlayan yapısal unsurların ve bunlara bilerek ya da bilmeyerek katkı sunanların sorumluluğuna işaret eder. Modern dünyada bu anlayış, yalnızca politik alana indirgenemez. İktidarın ideolojik aygıtları olarak işlev gören medya organları, sanat çevreleri, akademik kurumlar ve reklam sektörleri; zulmün elbisesini dikmekle kalmayıp, onu süsleyen, meşrulaştıran araçlara dönüşmüştür. Bugün herhangi bir baskıcı rejime hizmet eden bir ajans çalışanı, sosyal medya uzmanı ya da strateji geliştirici; doğrudan zulme katkı sunan bir figür hâline gelir. “Ben sadece işimi yapıyorum” ifadesi, mesleki nötrlük perdesi altında sorumluluktan kaçmanın bahanesi olarak görülmemelidir. Çünkü hangi işin, kim için ve ne adına yapıldığı, emeğin etik değerini belirler. Bir düzenin dilini üretmek, o düzenin ideolojisini yaymakla eşdeğerdir. Bu bağlamda, sistemin sözcülüğünü üstlenen her aktör, ister akademik bilgiyle ister sanat yoluyla katkı sunsun, zalimle mesafe koymadığı sürece zulmün ortaklığından azade olamaz. Modern çağın terzileri yalnızca kumaş değil; içerik, imaj ve imge üretir. Bu nedenle zalime hizmet, artık sadece fiziksel bir destekle değil; fikir, söylem ve estetikle de gerçekleşmektedir. Zalim için dikilen her “giysi”, aslında ona giydirilen meşruiyettir.
Zulmün sadece otoriter rejimlerle sınırlı olduğunu varsaymak, özgürlük ve adalet iddialarının gölgesinde işleyen yapısal şiddeti gözden kaçırmaktır. Modern demokrasiler, halk iradesi söylemiyle meşrulaştırılan fakat çoğu zaman sermaye, medya ve güç odaklarının tahakkümüne açık biçimde örgütlenen sistemlerdir. Seçimle gelenin mutlak meşru sayıldığı bu yapılar, yönetenin kim olduğundan ziyade, neye hizmet ettiğini göz ardı ederek işleyen bir meşruiyet üretim mekanizmasıdır. Bu bağlamda demokrasi, çoğu zaman hukukun değil, çoğunluğun iktidarını tesis eden bir araç hâline gelir. Siyasal meşruiyetin sandığa indirgenmesi, sistemin ahlaki sorgulamasını engeller. Çoğunluk tarafından seçilmek, adil olmakla karıştırılır. Oysa halkın tercihi her zaman hakikatin yanında değildir; kitlelerin rızası, çoğu zaman medya manipülasyonuyla, korkuyla ya da çıkar ilişkileriyle inşa edilir. Böyle bir düzende “oy vermek”, yalnızca siyasal katılım değil, aynı zamanda bir tahakküm sistemine rıza üretmenin aracıdır. Dolayısıyla modern demokrasilerde zalim, yalnızca otorite sahibi değil; düzeni ayakta tutan, ona entelektüel ve kültürel katkı sunan herkesle birlikte var olur. Akademisyenler, kanaat önderleri, sanatçılar ve iletişim profesyonelleri; çoğu zaman bu düzenin en rafine meşrulaştırıcılarıdır. Halkın gözünde iktidarı parlatan, politik hataları estetikle örten, krizi kültürel içerikle perdeleyen tüm aktörler, modern zulmün elbiselerini diken yeni dönem terzilerdir. Bu nedenle, yalnızca baskıcı rejimlerin değil, piyasa odaklı, çıkar temelli işleyen temsilî demokrasilerin de ürettiği örtük zulüm biçimlerini teşhir etmek, ahlaki bir sorumluluktur. Zalim yalnızca emir veren değil; emre sessiz kalan, düzenin diline tercüman olan, olan biteni “normal” kılan herkestir.
Modern düzenlerin en güçlü yönü, tahakkümü yalnızca zorla değil, rıza ile kurmalarıdır. Bu rızanın inşasında başrol oynayanlar ise artık doğrudan siyasetçiler değil, sistemin entelektüel, kültürel ve profesyonel aracılarından oluşan geniş bir yardakçı sınıfıdır. Akademisyenler, düşünce üretmekten çok egemen paradigmanın kavramlarını meşrulaştırmakla meşguldür; adalet, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlar, sistem içi uyum araçlarına dönüşmüştür. Üniversiteler, hakikatin değil; finansal fonların, devlet politikalarının ve kurumsal prestijin hizmetine girmiştir. Gazeteciler ve medya çalışanları, halkı bilgilendirmek yerine algı yönetmekte; iktidarın diliyle konuşan, sermayenin menfaatine göre haber yapan bir manipülasyon aygıtına dönüşmektedir. Sanatçılar, eskiden zulme karşı duruşun estetik temsilcisiyken, bugün çoğu zaman sponsorluklara, festivallere ve devlet desteklerine bağımlı bir şekilde sistemin yumuşak yüzünü üretir hâle gelmiştir. Reklamcılar, halkı bilinçlendirmek yerine tüketim arzularını körükleyen, sistemin boşluklarını görmezden gelen estetik yıkama ekipleridir. Sosyal medya uzmanları, dijital kampanyacılar ve iletişim stratejistleri ise, halkla bağ kurmak adına zulmü “anlamlandıran” ve sistemin hatalarını ambalajlayan teknik sözcülerdir. Bu figürlerin ortak özelliği, doğrudan emir vermemeleri; fakat sistemin devamı için gerekli olan meşruiyeti, duygusal bağı ve kültürel zemini üretmeleridir. Onlar terziden öte, diktatörün sahne tasarımcısı, kapitalin metin yazarı, devletin reklam yüzüdür. “Sadece işimi yapıyorum” diyerek sorumluluktan kaçamazlar; çünkü yaptıkları iş, doğrudan bir düzenin sürdürülebilirliğine hizmet etmektedir. Mazlumun değil, gücün yanında konumlanan her uzmanlık, teknik bir faaliyet değil, etik bir tercihtir. Ve bu tercihin bedeli, zulme ortaklıktır. Zalimlerin yardımcısı olmak, artık yalnızca kılıç tutmakla değil; klavye kullanmakla, kamera çevirmekle, imaj tasarlamakla da mümkündür.
Âsım İbrâhîm el-Keyâlî, Dâru'l Kütübi'l İlmiyye, C: 2. S: 434
Abdullah b. Mübarek'e nispet edilen meşhur rivayette, bir terzinin zalim yöneticiler için kıyafet dikmesi meselesi üzerinden yapılan değerlendirme, sadece bireysel ahlakı değil, toplumsal sorumluluğu da merkeze alır. Bu rivayette, zalimin üniformasını dikenin yalnızca destekçi değil, doğrudan zalimin kendisi olduğu vurgulanır. Bu yaklaşım, zulmün sürekliliğini sağlayan yapısal unsurların ve bunlara bilerek ya da bilmeyerek katkı sunanların sorumluluğuna işaret eder. Modern dünyada bu anlayış, yalnızca politik alana indirgenemez. İktidarın ideolojik aygıtları olarak işlev gören medya organları, sanat çevreleri, akademik kurumlar ve reklam sektörleri; zulmün elbisesini dikmekle kalmayıp, onu süsleyen, meşrulaştıran araçlara dönüşmüştür. Bugün herhangi bir baskıcı rejime hizmet eden bir ajans çalışanı, sosyal medya uzmanı ya da strateji geliştirici; doğrudan zulme katkı sunan bir figür hâline gelir. “Ben sadece işimi yapıyorum” ifadesi, mesleki nötrlük perdesi altında sorumluluktan kaçmanın bahanesi olarak görülmemelidir. Çünkü hangi işin, kim için ve ne adına yapıldığı, emeğin etik değerini belirler. Bir düzenin dilini üretmek, o düzenin ideolojisini yaymakla eşdeğerdir. Bu bağlamda, sistemin sözcülüğünü üstlenen her aktör, ister akademik bilgiyle ister sanat yoluyla katkı sunsun, zalimle mesafe koymadığı sürece zulmün ortaklığından azade olamaz. Modern çağın terzileri yalnızca kumaş değil; içerik, imaj ve imge üretir. Bu nedenle zalime hizmet, artık sadece fiziksel bir destekle değil; fikir, söylem ve estetikle de gerçekleşmektedir. Zalim için dikilen her “giysi”, aslında ona giydirilen meşruiyettir.
Zulmün sadece otoriter rejimlerle sınırlı olduğunu varsaymak, özgürlük ve adalet iddialarının gölgesinde işleyen yapısal şiddeti gözden kaçırmaktır. Modern demokrasiler, halk iradesi söylemiyle meşrulaştırılan fakat çoğu zaman sermaye, medya ve güç odaklarının tahakkümüne açık biçimde örgütlenen sistemlerdir. Seçimle gelenin mutlak meşru sayıldığı bu yapılar, yönetenin kim olduğundan ziyade, neye hizmet ettiğini göz ardı ederek işleyen bir meşruiyet üretim mekanizmasıdır. Bu bağlamda demokrasi, çoğu zaman hukukun değil, çoğunluğun iktidarını tesis eden bir araç hâline gelir. Siyasal meşruiyetin sandığa indirgenmesi, sistemin ahlaki sorgulamasını engeller. Çoğunluk tarafından seçilmek, adil olmakla karıştırılır. Oysa halkın tercihi her zaman hakikatin yanında değildir; kitlelerin rızası, çoğu zaman medya manipülasyonuyla, korkuyla ya da çıkar ilişkileriyle inşa edilir. Böyle bir düzende “oy vermek”, yalnızca siyasal katılım değil, aynı zamanda bir tahakküm sistemine rıza üretmenin aracıdır. Dolayısıyla modern demokrasilerde zalim, yalnızca otorite sahibi değil; düzeni ayakta tutan, ona entelektüel ve kültürel katkı sunan herkesle birlikte var olur. Akademisyenler, kanaat önderleri, sanatçılar ve iletişim profesyonelleri; çoğu zaman bu düzenin en rafine meşrulaştırıcılarıdır. Halkın gözünde iktidarı parlatan, politik hataları estetikle örten, krizi kültürel içerikle perdeleyen tüm aktörler, modern zulmün elbiselerini diken yeni dönem terzilerdir. Bu nedenle, yalnızca baskıcı rejimlerin değil, piyasa odaklı, çıkar temelli işleyen temsilî demokrasilerin de ürettiği örtük zulüm biçimlerini teşhir etmek, ahlaki bir sorumluluktur. Zalim yalnızca emir veren değil; emre sessiz kalan, düzenin diline tercüman olan, olan biteni “normal” kılan herkestir.
Modern düzenlerin en güçlü yönü, tahakkümü yalnızca zorla değil, rıza ile kurmalarıdır. Bu rızanın inşasında başrol oynayanlar ise artık doğrudan siyasetçiler değil, sistemin entelektüel, kültürel ve profesyonel aracılarından oluşan geniş bir yardakçı sınıfıdır. Akademisyenler, düşünce üretmekten çok egemen paradigmanın kavramlarını meşrulaştırmakla meşguldür; adalet, özgürlük ve eşitlik gibi kavramlar, sistem içi uyum araçlarına dönüşmüştür. Üniversiteler, hakikatin değil; finansal fonların, devlet politikalarının ve kurumsal prestijin hizmetine girmiştir. Gazeteciler ve medya çalışanları, halkı bilgilendirmek yerine algı yönetmekte; iktidarın diliyle konuşan, sermayenin menfaatine göre haber yapan bir manipülasyon aygıtına dönüşmektedir. Sanatçılar, eskiden zulme karşı duruşun estetik temsilcisiyken, bugün çoğu zaman sponsorluklara, festivallere ve devlet desteklerine bağımlı bir şekilde sistemin yumuşak yüzünü üretir hâle gelmiştir. Reklamcılar, halkı bilinçlendirmek yerine tüketim arzularını körükleyen, sistemin boşluklarını görmezden gelen estetik yıkama ekipleridir. Sosyal medya uzmanları, dijital kampanyacılar ve iletişim stratejistleri ise, halkla bağ kurmak adına zulmü “anlamlandıran” ve sistemin hatalarını ambalajlayan teknik sözcülerdir. Bu figürlerin ortak özelliği, doğrudan emir vermemeleri; fakat sistemin devamı için gerekli olan meşruiyeti, duygusal bağı ve kültürel zemini üretmeleridir. Onlar terziden öte, diktatörün sahne tasarımcısı, kapitalin metin yazarı, devletin reklam yüzüdür. “Sadece işimi yapıyorum” diyerek sorumluluktan kaçamazlar; çünkü yaptıkları iş, doğrudan bir düzenin sürdürülebilirliğine hizmet etmektedir. Mazlumun değil, gücün yanında konumlanan her uzmanlık, teknik bir faaliyet değil, etik bir tercihtir. Ve bu tercihin bedeli, zulme ortaklıktır. Zalimlerin yardımcısı olmak, artık yalnızca kılıç tutmakla değil; klavye kullanmakla, kamera çevirmekle, imaj tasarlamakla da mümkündür.