Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

BAKARA 5-6-7 TEFSIR

H Çevrimdışı

Habibullah

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
5. İşte onlar, rablerinden bir hidâyet üzerindedirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridir.

en-Nahhas der ki: Necidliler (onlar anlamında) "ulâke derler: Bazıları da "ulâlike derler. Kelimenin sonunda yer alan "kâf" harfi hitap içindir. el-Kisai der ki: in tekili dır. Diğer taraftan kelimesinin tekili de ( illi ) kelimesidir. kelimesi, kelimesi gibidir. İbnu's-Sikkît şöyle bir beyit nakletmektedir:
İşte onlar, benim kavmimdir. Onların neseblerinde şaibe yoktur. Oldukça sapık bir kimseden başka bunlara kim öğüt vermeye kalkışır ki?"
ın akıl sahibi olmayanlar hakkında kullanıldığı da olur. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Vadideki konaklama yeri dışında kalan konakları yer
O günlerden sonraki yaşayışı da."
Yüce Allah da şu buyruğunda bu kelimeyi akıl sahibi olmayanlar hakkında kullanmıştır: "Çünkü kulak, göz ve kalp bütün bunlar, ondan sorumlu olurlar." (el-İsra, 17/36)
İlim adamlarımız derler ki: Yüce Allah'ın: "Rablerinden..." buyruğunda Kaderiye'nin; kendi iman ve hidâyetlerini insanların kendileri yaratırlar; şeklindeki görüşleri reddedilmektedir. Zaten yüce Allah onların dediklerinden yüce ve münezzehtir. Şayet durum dedikleri gibi olsaydı, yüce Allah burada "nefislerinden" diye buyururdu. Kaderiye'nin bu görüşlerine dair açıklamalar ile (Fatiha sûresi 31- başlık) hidâyete dair açıklamalar (daha önce geçen) yüce Allah'ın: "Takva sahipleri için bir hidâyettir" buyruğu ile ilgili ikinci başlıkta açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın anlamı yoktur.
"Ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler" buyruğunda yer alan "onlar" kelimesinin ikinci bir mübteda olması mümkündür. Haberi de "felaha erenler" olur. İkinci mübteda ile onun haberi birinci mübtedanın haberi olur. Ayrıca "onlar"ın zaid olması da mümkündür. -Basralılar buna "fasıla" Kûfeliler de buna "imad" adını verirler. "Felaha erenler" kelimesi de "işte onlar" kelimesinin haberidir.
Asıl itibariyle sözlükte yarmak ve kesmek demektir. Şair der ki:
"Gerçek şu ki demir, demir ile yarılır"
Toprağın ekin ekmek için yarılmasını ifade eden kelimesi de bur-dan türemiştir. Bunu Ebu Ubeyd söylemiştir. İşte bundan dolayı araziyi sürüp yaran kimseye "Fellah" denilmiştir. Alt dudağı yarılmış olan kimseye de "eflah" denilir. Müflih (felaha eren) da sanki arzu etiğini ele geçirinceye kadar bütün zorlukları katetmiş gibi olduğundan dolayı bu adı alır. Fevz ve Beka hakkında da kullanıldığı olur. Bu anlamıyla da yine asıl itibariyle dilde kullanılmıştır. Bir adamın karısına demesi de böyledir. Anlamı ise: Kendi işini eline geçirmekle umduğuna ulaş, demek olur. Şair de der ki:
"Eğer ki bir kabile halkı felahı elde edecek olursa Onu mızraklarla oynayan elde eder."
Kapkaranlık cahili dönemde bulunan el-Adbat b. Kurey' es-Sa'di de şöyle demiştir:
"Her kederden sonra bir genişlik vardır. Fakat sabah ve akşamla birlikte felah olmaz. "
Yani gece ve gündüzün gidip gelmesi sözkonusu oldukça dünyada baki kalmak sözkonusu değildir. Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Öyle topraklara yerleşiyoruz ki hepsine de bizden önce yerleşilmiştir.
Âd ve Himyer'den sonra da (hala) felahı umuyoruz. "
Burda felah'tan kasıt da bekadır. Abîd (Ubeyd) de der ki:
"İstediğini alıkoy. Çünkü kimi zaman zayıflık ile nail olunur.
Ve akıllı kimse de mahrum bırakılıp aldatılabilir. "
Demek istediği şudur: Sen istediğin gibi akıllı ol veya ahmak ol. Çünkü bazen ahmaka rızık verilir, akıllı kimsenin mahrum bırakıldığı olur.
Buna göre yüce Allah'ın: "Ki onlar felaha erenlerin ta kendileridir" buyruğunun anlamı: Yani onlar cennete girmekle, fevz bulanlar ve orada baki kalacak olanlardır. İbn Ebi İshak da der ki: Felah bulanlar; istediklerini elde edenler ve kaçıp kurtulmak istedikleri şeylerin kötülüklerinden kurtulanlardır, demektir. Anlam birdir.
"Felah" kelimesi sahur hakkında da kullanılmıştır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle denmiştir:... Neredeyse Rasûlullah (s.a) ile birlikte Felahı kaçıracaktık? Ben: Felah nedir diye sordum. O bana: Sahurdur, cevabını verdi. Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.[1][93] Hadisin anlamı şöyle gibidir: Sahur sayesinde orucun kalıcılığı sözkonusu olur. İşte bundan dolayı sahura "felah" adı verilmiştir. -Lam harfinin şeddelisi ile "el-Fellah" ise şairin şu beyitin-" de olduğu gibi araziyi süren demektir:
"Onun kendisi ile yağı tarttığı bir rıtlı vardır Bir de eşeğini süren bir fellahı vardır. "
Diğer taraftan örtfe "felah"; arzulanan şeyi elde etmek ve kendisinden korkulan şeyden de kurtulmak anlamındadır.
Bir soru: Peki Hamza kelimelerini he harfi ötreli olarak okuduğu halde, kelimelerini he harfleri ötreli olarak neden okumamıştır?
Cevap: Birinci grup kelimede "ya" harfi eliften dönüşmüştür. Ve bunların asılları şeklindedir. O bakımdan burada he-harfi ötreli haliyle bırakılmıştır. Fakat öbür grup kelimede böyle bir durum yoktur. el-Kisai de "(üzerlerine "(el-Bakara, 2/6l)*buyruğu ile: onlara iki..." (Yasin, 36/14) buyruğunda onun gibi okumuştur. Bu husus onlardan gelen kıraat şekillerine dair rivayetlerden bilinen bir husustur.
6. Gerçekten o inkâr edenleri inzâr etsen de etmesen de onlar için birdir. İman etmezler.
Yüce Allah mü'minleri ve durumlarını sözkonusu ettikten sonra kâfirleri ve onların sonunda varacakları noktayı sözkonusu etmektedir.
Küfür (inkâr), imanın zıddıdır. Âyet-i kerime'de kastedilen de odur.
Bazan nimet ve yapılan iyiliğin inkar edilmesi anlamına da kullanılır. Hz. Peygamber'in küsûf hadisinde kadınlar hakkındaki şu ifadesi şöyledir: "...ve cehennemi gördüm. Bugün gibi dehşet verici bir manzarayı hiçbir zaman görmüş değilim. Cehennem halkının çoğunluğunun da kadınlardan olduğunu gördüm." Niçin böyledir ey Allah'ın Rasulu? diye sorulunca Hz. Peygamber \ şöyle buyurdu: "Küfürleri sebebiyle." Ona: Kadınlar Allah'ı inkâr edip kâfir mi oluyorlar? diye sorulunca şu cevabı verdi: "Onlar kocaya karşı nankörlük ederler, iyiliğe karşı nankörlük ederler. Onlardan birisine zaman boyunca iyilik yapsan sonra da senden birşey (eğrilik) görse: Zaten senden hayır namına birşey görmedim, der." Bunu Buharî ve başkaları rivayet etmiştir.[2][94]
Arap dilinde "el-kefr" asıl itibariyle gizlemek ve üstünü örtmek demektir. Şairin şu sözünde.olduğu gibi:
"Bir gece içinde ki (o gecedeki) bulutlar yıldızları gizlemiştir (kefera)." Geceye "kâfir" denilmesi de burdandır. Çünkü o siyahlığı ile herşeyi örtmüş olur. Şair der ki:
"Her ikisi de (erkek ve dişi deve kuşları) güzelce dizilmiş ve sağlam bir şekilde
koruma altına alınmış yumurtalarını hatırladılar. Güneş ışığını kâfir (gece) içinde bırakmaya koyulunca." Bu beyitteki "zükâ" güneş demektir. Şairin şu beyiti de böyledir:
"Tan yerinin ağarmasından önce geldiler ve Zükâ oğlu (Güneş) bir kefr'de (gece karanlığında) gizli idi." Denize ve büyük nehire de kâfir denildiği gibi, ekiciye de kâfir denilir. Çoğulu küffar gelir. Yüce Allah şöyle buyumaktadır: "Ekini ekincilerin (küf-far) hoşuna giden yağmur gibidir." (e\-Hadid, 57/20) Burada "küffar" ile ekinciler kastedilmektedir. Çünkü ekinciler tanelerin üstünü örterler. Rüzgarların üstünü toprakla örttüğü külü anlatmak için de üstü örtülmüş kül" denir. Hemen hemen hiç kimsenin konaklamadığı ve yolunun geçmediği yerin uzak bölgelerine de "kâfir" denilir. Bu gibi yerlere konaklayanlar ise, "ehlü'l-küfür" adını alırlar. "el-Kufûr" ile köy ve kasabaların kastedildiği de olur.
Yüce Allah'ın: "Onlar için birdir" buyruğunun anlamı şudur: Uyarman ile uyarmayı terketmen arasında onlar için bir fark yoktur, eşittir, demektir. Burada soru edatının gelmesi, arada bir fark olmadığını göstermek içindir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunun gibidir: "Sen öğüt versen de vermesen de bizim için birdir." (eş-Şuarâ, 26/136) Şair de der ki:
"Ve bir gece ki karanlıklarında insanlar şöyle derler: Gözleri sağlam olan kadınlar da gözleri kör olanlar da birdir. " Yüce Allah'ın: "Onları inzâr etsen de" buyruğunda yer alan "inzâr" bildirmek ve tebliğ etmek demektir. İnzâr ancak korunup sakınmak için elverişli bir sürenin olması halinde yapılan korkutmalar hakkında kullanılır. Hemen hemen başka hallerde kullanılmaz gibidir. Eğer korunup sakınmak için gerektiği kadar zaman yoksa bu iş.'ar (bildirmek) olur, inzâr olmaz. Şair der ki:
"Mühlet olduğu halde Aiürt inzâr ettin
Sabah vaktinden önce, fakat Amr itaat etmedi. "
"Filan oğulları bu işten dolayı biribirlerini inzâr ettiler" ifadesi, o işten dolayı birbirlerini korkuttukları zaman kullanılır.
İlim adamları bu âyet-i kerimenin tefsiri hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu âyet umumi olmakla birlikte, azap sözünün üzerlerine hak olduğu ve yüce Allah'ın kâfir olarak öleceğine dair ezeli bilgisi bulunduğu kimseler hakkında özel anlam ifade eder denilmiştir. Bununla yüce Allah, belli bir kimseyi tayin etmeksizin insanlar arasında durumu bu olan kimselerin bulunduğunu bildiğini anlatmak istemiştir. İbn Abbas ve el-Kelbi der ki: Bu âyet-i kerime yahudilerin başkanları hakkında nazil olmuştur. Huyey b. Ahtab, Kâb b. Eşref ve benzerleri bunlar arasındadır.
er-Rabi' b. Enes de der ki: Bu âyet-i kerime Bedir günü savaşa katılan kesimlerin komutanları arasından öldürülenler hakkında nazil olmuştur. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Herhangi bir kimseyi bu şekilde tayin eden kişi, adeta küfür üzere öleceği hususunda ğaybın perdeleri kendilerine açılan kimseye benzetilmiştir. İşte bu şekilde küfür üzere ölecekleri Allah tarafından bilinen kimseler bu âyet-i kerimenin kapsamı içerisindedirler.
"İman etmezler" buyruğu ın haberi olarak ref mevkindedir. Yani şüphesiz inkar edenler iman etmezler, demektir.
"( Ol ) Şüphesiz" kelimesinin haberinin birdir" kelimesi olduğu da söylenmiştir. Bundan sonraki buyruklar ise sılanın yerini tutmaktadır. Bu görüşü İbn Keysan ileri sürmüştür. Muhammed b. Yezid de der ki: birdir" mübteda olmak üzere merfudur." Onları inzâr etsen de etmesen de" buyruğu ise haberdir. Cümle tn haberidir.
en-Nehhas der ki: Yani onlar işi anlamazlığa vurduklarından dolayı uyarmanın onlara hiçbir faydası olmuyor.
Kıraat alimleri Onları inzâr etsen de" kelimesini farklı şekillerde okumuşlardır.
Medineliler, Ebu Amr, el-A'meş ve Abdullah b. Ebi İshak, birinci hemzeyi tahkik ikincisini de teshil ile olmak üzere şeklinde okumuşlardır. Halil ve Sibeveyh bu okuyuşu tercih etmiştir. Bu Kureyş ile Sa'd b. Bekrlilerin okuyuşudur. Şairin şu sözleri de böyledir:
"Ey Cülâcil ile Neka arasındaki yumuşak kumların ceylanı Sen misin (o), yoksa Um Salim mi?"
Burada yer alan kelimesinde tek elif yazılır. Bir başka şair de şöyle demiştir:
"Uzandım, elimi gözümün üzerinde siper edip baktım ve tanıdım onu;
Ona: Sen Zeydu'l-Eranib misin dedim."
İbn Muhaysin'in de bunu daha sonra elif olmaksızın tek hemze ile: şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. İki hemze bir araya geldiğinden dolayı elif hazf edilmiştir. Veya kelimesi zaten istifhama delalet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Kabileden geçip gider misin yoksa erken mi yola çıkarsın?
Biraz beklesen sana ne zararı olur?"
Sözlerinde de demeyerek hemzesiz olarak bu kelimeyi kullanmış ve ile yetinip ayrıca elif kullanmamıştır.
İbn Ebi İshak'ın da: şeklinde iki hemzeyi tahkik ile ve iki hemzeyi yan yana getirmemek için de aralarına elif sokarak okuduğu rivayet edilmiştir. Ebu Hatim der ki: Aralarına bir elifin girip ikinci hemzenin hafif okunması caizdir. Ebu Amr ve Nafî' de bu şekilde çokça okurlar. Hamza, Asım ve Kisai her iki hemzenin tahkiki ile, şeklinde okurlar. Ebu Ubeyd'in tercihi de budur. Ancak Halil'e göre bu uzak bir ihtimaldir. Sibeveyh de der ki: Böyle bir okuyuş kelimesinde olduğu gibi ağır gibi görünüyor. el-Ahfeş der ki: İki hemzeden birisinin hafif olması caizdir. Ancak bu kötü bir okuyuş şeklidir. Çünkü Araplar ancak söyleyişin ağır bulunmasından ve bir tanesinin husulünden sonra hafif okumaya yönelirler.
Ebu Hatim de der ki: Her iki hemzenin de hafifletilmesi caizdir. İşte burada yedi kıraat vechini gördük. Kur'ân'ın dışındaki söyleyişlerde sekizinci bir vecih de caizdir. Kur'ân'ın dışında dememizin sebebi, bu sekizinci şeklin çoğunluğun kabul ettiği okuyuş şekline aykırı düşmesindendir. Said el-Ahfeş der ki: Hemze yerine he getirilerek dediğin gibi denilir. el-Ahfeş yüce Allah'ın: işte sizler..." (Âl-i İmran, 3/66 ve 119) buyruğu hakkında: Bunun aslı: şeklindedir, demiştir.
7. Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur. Gözleri üzerinde perde vardır; onlar için büyük bir azap da vardır.
Bu buyruk ile ilgili açıklamalar on başlıkta ele alınacaktır. [3][95]

1- Kâfirin Mühürlü Kalbi ve Kâfir Kalplerin Diğer Nitelikleri:


"Allah... mühür vurmuştur." Yüce Allah, bu âyet-i kerimede onların iman etmelerine neyin engel olduğunu: "mühür vurmuştur" buyruğu ile açıklamaktadır. kelimesi birşeyi mühürlemek için kullanılan dan mastardır. Mühürlenen şeye denilir. Mübalağalı ifade etmek istendiği takdirde de kullanılır. Anlamı birşeyi örtmek ve bir başka şeyin üzerine girmemesini sağlamak kastıyla emin olunacak hale getirmek demektir. kitabı (mektubu) ve kapıyı mühürledi ve benzeri ifadeler de buradan gelmektedir. Bununla onun ağzına başka birşeyin ulaşması ve içine muhteviyatından başka birşeyin konulması önlenmek istenir.
Meani alimleri[4][96] şöyle demiştir: Yüce Allah, kâfirlerin kalplerini on nitelik ile nitelemiştir: Hatm (mühürlemek) tab' (damgalamak) dîk (darlık), maraz (hastalık), reyn (kabuk bağlamak), mevt (ölüm), kasavet (katılık), insi-raf (haktan yüzçevirmek), hamiyet (taassub) ve inkâr.
İnkâra dair şöyle buyurmaktadır: "Onların kalpleri inkâr edicidir. Ve onlar (büyüklük taslayan) müstekbirlerdir." (en-Nahl, 16/22)
Hamiyete dair de şöyle buyurmaktadır: "Hani kâfirler kalplerine hamiyeti (taassub ve kibiri) cahiliyye hamiyetini koymuşlardı." (el-Feth, 48/26).
İnsiraf (yüzçevirmeye) dair de şöyle buyurmaktadır: "Ve sonra yüzçevi-rip giderler. Allah da onların kalplerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar anlamayan bir toplulukturlar." (et-Tevbe, 9/127)
Kasavet (katılık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı zikretmekten (anmaktan yüzçevirdikleri için) kalpleri kaskatı olanların vay haline." (ez-Zümer, 39/22); "Bundan sonra yine kalpleriniz taş gibi katılaştı." (el-Ba-kara, 2/74)
Mevt (ölüm) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz..." (e\-En'ava, 6/122); "Daveti kabul edenler ancak dinleyenlerdir. Ölüleri ise Allah diriltecektir." (el-En'am, 6/36)
Reyn (günahların kalbi örtmesi) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Hayır, aksine onların kazandıkları kalplerini örtmüştür." (el-Mutaffifin, 83/14)
Maraz (hastalık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Kalplerinde hastalık vardır." (el-Bakara, 2/10)
Dîk (darlık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Kimi de dalâlette bırakmak dilerse onun da göğsünü daralttıkça daraltır." (el-En'am, 6/125)
Tab' (damgalama) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Bunun için de kalplerine damga vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar." (el-Munafikun, 63/3); "Bilakis Allah, inkârları yüzünden kalplerinin üzerini damgala-mıştır." {en-Nısz, 4/155)
Hatm (mühürlemek) hakkında da bu âyet-i kerimede: " Allah kalplerine. . . mühür vurmuştur." (el-Bakara 2/7) diye buyurmaktadır.
Bütün bu buyrukların yeri geldikçe -yüce Allah'ın izniyle- açıklamaları da yapılacaktır. [5][97]

2- Mühürlemek Nasıl Olur?


Mühürlemek; açıkladığımız gibi hissedilir ve maddi olabileceği gibi, bu âyette geçtiği gibi manen de olabilir. Kalplerin mühürlenmesi yüce Rabbimiz hak Teala'nın hitaplannın anlamını kavramamak ve âyetleri üzerinde düşünmemektir. Kulakların mühürlenmesi ise, kendilerine okunduğu zaman Kur'ân-ı Ke-rim'i anlamamaları ya da yüce Allah'ın vahdaniyyetini kabule çağrıldıkları zaman çağrıyı anlayamamaları demektir. Gözlerin mühürlenmesi ise, Allah'ın yarattıklarına ve san'atının hayret verici yönlerine dikkat etmemek, onlara ulaşamamaktır. İbn Abbas, İbn Mes'ud, Katade ve başkalarının bu âyet-i kerime ile ilgili açıklamalarının ifade ettiği mana budur. [6][98]

3- Allah'ın Hidâyet, Dalâleti, Küfür ve İmanı Yaratması ve Kaderiyye:


Bu âyet-i kerimede hidâyeti, dalaleti, küfrü ve imanı yüce Allah'ın yarattığının en açık bir delili, en anlaşılır bir ifadesi vardır. İşitenler ibret alınız; düşünenler hayret ediniz; şu kendilerinin iman ve hidâyetlerini yarattığını söyleyen Kaderiye'nin akıllarına!... Mühürlemek, tab'etmek (damgalamak)ın kendisidir. Kalplerine, kulaklarına mühür vurulmuşken, gözleri üzerinde perde çekilmişken, gayretlerini ortaya koysalar dahi imanı nerede bulabilecekler, ne zaman hidâyeti elde edebilecekler? Onları saptırmış, sağır etmiş, gözlerfni kör etmişken, Allah'tan başka onlara kim hidâyet verebilir? "Allah kimi saptırısa artık ona hidâyet verecek hiçbir kimse yoktur" (er-Rad, 13/33) Allah'ın bu yaptığı saptırdığı ve yardımsız bıraktığı kimse hakkında adaletin kendisidir..Zira o saptırdığı kimsenin lehine herhangi bir hak gerçekleşmiş olup da Allah o hakkı o kişiden alıkoymuyor ki adalet niteliği zail olsun. Aksine onlardan alıkoyduğu şey kendilerine ihsan etmek imkanına sahip bulunduğu lütfü ve keremidir. Yoksa onlar için hak olan birşeyi onlardan esirgemiş değildir.
Kaderiyye: Mühür vurmanın, damgalamanın, perdelemenin anlamı, adlandırmak, hüküm vermek, onların iman etmeyeceklerini haber vermektir. Yoksa bunun fiilen yapılması değildir; dese;
Cevabımız şu olur: Bu tutarsızdır. Çünkü mühürlemenin ve damgalamanın hakikati kalbin kendisi sebebiyle mühürlenmiş ve damgalanmış hale geldiği fiildir. O bakımdan bu işin gerçek mahiyetinin adlandırmak ve hüküm olması düşünülemez. Çünkü: "Filan kişi mektubu damgaladı ve mühürledi" denildiği takdirde bu, hakikatte o mektubun kendisi sebebiyle damgalanmış ve mühürlenmiş hale geldiği fiildir. Yoksa öyle bir adın verilmesi ve öyle bir hükmün verilmesi değildir. Dilciler arasında bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan ümmet şanı yüce Allah'ın kâfirlerin küfürlerine bir ceza olmak üzere, kâfirlerin kalplerini mühürlemek ve damgalamakla kendi yüce zatını nitelendirdiği üzerinde icma etmişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, Allah küfürleri yüzünden kalplerini damgalamıştır." (en-Nisa, 4/155)
Ümmet, kâfirlerin kalplerinin peygamber, melekler ve müminler tarafından mühürlenip damgalanmasının imkansız olduğu hususunda icma etmişlerdir. Eğer mühürleyip damgalamak, adlandırmak ve hüküm vermekten ibaret olsaydı, bu işin peygamberler ve müminler için imkansız olmaması gerekirdi. Çünkü hepsi de kâfirleri kalpleri mühürlenmiş ve damgalanmış olarak adlandırırlar, onları dalalet içerisinde iman etmeyenler olarak bilirler ve bu hususta onlar hakkında hüküm verirler. Böylelikle mühürlemenin ve damgalamanın hüküm ve adlandırmadan farklı bir mana ifade ettiği kesinlik kazanmış olur. Bu şanı yüce Allah'ın kendisi sebebiyle iman etmeyi engellediği, Allah'ın kalpte yarattığı bir manadır. Bunun delili; yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Biz böylece onu günahkarların kalplerine sokarız. Onlar buna inanmazlar." (el-Hicr, 15/12-13); "Halbuki Biz, onu anlamasınlar diye kalplerine perdeler... koyduk" (el-En'am, 6/25) ve benzeri başka buyruklar. [7][99]

4- Kalp:


".... kalplerine...." buyruğunda kalbin bütün organlardan üstün olduğunun delili vardır. Kalp, insan hakkında ve başkaları hakkında da kullanılır. Herşeyin arısı ve en şerefli bölümü o şeyin kalbidir. Kalb düşünce ve fikir yeridir. Kelime asıl itibariyle birşeyi başlangıcına doğru döndürüp çevirdiğimiz takdirde kullanılan o şeyi çevirdim, çeviriyorum, dön-dürüyorum"dan mastardır. Kabı yüzüstü döndürdüğümüz takdirde şöyle denilir. Daha sonra bu lafız asıl manasından hareketle canlının en şerefli olan şu organına ad olmuştur. Buna sebep ise oraya gelen düşüncelerin çok hızlı gelmesi ve dönüp durması, evirilip çevirilmesidir. Nitekim şöyle denilmiştir:
"Kalbe kalp adının verilmesi onun evrilip çevirilmesinden dolayıdır. O bakımdan kalbin için döndürülmekten ve çevirilmekten sakın."
İşte araplar bu masdarı bu şerefli organın adı olarak kullanmaya başladığından dolayı, başındaki kaf harfini kalın okuyarak kendisi ile kelimenin aslı arasında fark olduğunu göstermek istemişlerdir. İbn Mace'nin Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayetine göre, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kalbin mi-/salı geniş bir arazide rüzgarların evirip çevirdiği bir tüye benzer."[8][100] İşte bu " anlam dolayısıyla Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Ey kalplere sebat veren Allah'ım, Senin itaatin üzre kalplerimize sebat ver."[9][101] Peygamber (s.a) kad-rinin büyüklüğüne, makamının yüceliğine rağmen böyle buyurduğuna göre, ona uyup bizim bu şekilde dua etmemiz öncelikle sözkonusu olmalıdır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer." (el-Enfal, 8/24) Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. [10][102]

5- Kalbin Diğer Organların Amelinden Etkilenmesi:


Organlar her ne kadar kalbe tabi ise de -onların başkanı ve hükümdarı ol-jpaasına rağmen- kalp organların işlediklerinden etkilenir. Çünkü zahir ile batın arasında bir ilişki vardır. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmaktadır: "KişiV "' doğru söyler. Bunun üzerine onun kalbine beyaz bir nokta konur. Yine kişi bir yalan söyler ve bunun sebebiyle kalbi kararır."[11][103]
Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği ve sahih olduğunu belirttiği ha-,-.
dis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Kişi bir günah işlediği takdirde kal-___. bi kararır. Eğer tevbe ederse o zaman onun bu kalbi pürüzsüz olur." Daha sonra şöyle buyurdu: "Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de: "Hayır, bilakis onların kazandıkları kalpleri üzerine bir perde çekmiştir." (el-Mutaffifin, 83/14) buyruğunda sözünü ettiği "er-rayn" işte budur.[12][104] Mücahid de der ki: Kalp avuç gibidir. Her bir günah sebebiyle ondan bir parmak kapanır. Sonra da üzerine mühür basılır.
"Derim ki: Mücahid'in bu sözü ile Peygamber (s.a)'ın: "Şüphesiz vücutta bir et parçası vardır. O düzelirse vücudun tümü düzelir, o bozulursa vücudun tümü bozulur. Dikkat edin o kalptir."[13][105] buyruğunda mühürlemenin gerçek anlamda olduğunun delili vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Denildiğine göre, kalp bir çeşit çam ağacına benzer. Bu aynı zamanda Mücahid'in sözünü desteklemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Müslim'in rivayetine göre Huzeyfe şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) bize iki hadis-i şerif söyledi ki, bunlardan birisinin gerçekleştiğini gördüm ve şu anda ikincisini beklemekteyim. O bize şunu anlattı: "Gerçek şu ki emanet yiğitlerin kalplerinin köküne nazil oldu. Sonra Kur'ân-ı Kerim nazil oldu ve Kur'ân'ı da öğrendiler sünneti de öğrendiler." Daha sonra bizlere emanetin | kaldırılmasından söz edip şöyle dedi: "Kişi uykuya dalar, kalbinden emanet i alınır. Geriye ufak bir nokta gibi onun izi kalır. Sonra bir daha uyur. Kalbin- i den emanet yine alınır ve onun ufak kabarcık gibi bir izi kalır. Tıpkı ayağın i üzerine yuvarladığın bir kor ateşin deriyi kabartması gibi. Sen onu kabar-i mış görürsün fakat içinde hiçbir şey yoktur. -Sonra ufak bir çakıl taşı aldı ve ^ onu ayağının üzerine yuvarladı- İnsanlar sabah olur alışverişe koyulurlar. Hemen hemen hiç kimse emaneti yerine getirmez. O kadar k: Filan oğullan ara- i sında güvenilir bir kimse vardır, denilir. O kadar ki: Bu adam ne kadar ki- , bar, ne kadar akıllı denilir, halbuki kalbinde hardal tanesi ağırlığında iman- ! dan eser yoktur. Bir zamanlar ben kiminle alışveriş yaptığıma aldırış dahi etmezdim. Eğer bu kişi müslüman ise, (ve benim hakkım ona geçmiş ise) mut- ı laka dinine bağlılığı sebebiyle onu bana geri getirecek, şayet o bir hıristiyan i yahut bir yahudi ise, onun başındaki kişi o hakkımı bana geri getirir idi. Bu- gün ise, ben sizin aranızdan ancak filan ve filan ile alışveriş yaparım."[14][106] y Hz. Peygamber'in sözünü ettiği şekilde: "Ufak bir eser" ve "kabarcık" deyip bunu "ayağına yuvarladığın bir kor ateş gibi" diye açıklaması ve: "Senin onu kabarmış görmen" ifadeleri bütün bunların kalbe, etki eden ve hissedilir şeyler olduğunu göstermektedir. İşte mühürlemek ve damga vurmak da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hz. Huzeyfe'nin rivayet ettiği şu hadiste de durum böyledir. Rasûlullah1^ (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Fitneler kalplere tıpkı bir hasır gibi çu- \ buk çubuk olarak aızedilir. Hangi kalbe bu fitneler içirilirse, ona siyah bir nüt- / ke konulur. Ve hangi kalp bunlara karşı çıkarsa ona beyaz bir nokta konur. V Nihayet iki türlü kalp ortaya çıkar: Birisi dümdüz kaya parçası gibi bembe- j yazdır. Gökler ve yer devam ettiği sürece hiçbir fitnenin ona zararı olmaz. Diğeri ise, bulanık siyah ve yana meyletmiş bir testiyi andırır. Hiçbir marufu maruf olarak bilmez. Hiçbir münkere de karşı çıkmaz. Ancak kendisine/ Hçirilen hevayı bilir..."[15][107]

6- Kalbin Diğer Adları:


Bazan kalpten "tuâd" ile "sadr (göğüs)" diye de söz edilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz onu senin kalbine (fuad) iyice yerleştirelim diye böyle yaptık." (Türkan, 25/32); "Biz, göğsünü senin için genişletmedik mi?" (el-İnşirah, 94/1) Her iki buyrukta da onun kalbi kastedilmektedir. Bazan kalp ile aklın da kastedildiği olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak bunda kalbi olan... kimse için elbette öğüt vardır." (Kaf, 50/37) Burada kastedilen akıldır. Çünkü kalp çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre aklın yeridir. Fuâd kalbin yeridir, sadr ise fuâdın yeridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [16][108]

7- Kulaklar ve Gözler:


İşitmeyi görmeye üstün tutanlar Yüce Allah'ın: "Kulaklarına" buyruğunu, lehlerine delil göstermişlerdir. Çünkü burada "kulaklar", "gözler"den önce zikredilmiştir. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ne dersiniz? Eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alsa...." (el-En'am, 6/46); "Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi." (en-Nah\, 16/78) Bu görüşü savunanlar der ki: İşitme ile altı yönden de idrak edilir. Aydınlıkta da karanlıkta da idrak edilir. Fakat ancak karşı tarafta olanlar görülür ve ışık ve aydınlık vasıtasıyla görmek mümkündür. Kelamcıların çoğunluğu ise görmenin işitmeden üstün olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü işitme ile ancak sesler ve sözler idrak edilir. Görme ile cisimler, renkler ve bütün şekiller idrak edilir. Bunlar derler ki: Görme ile alakalı olanlar daha çok olduğundan dolayı o daha üstündür. Ayrıca altı yönden görme ile idrakin mümkün olabileceğini de kabul etmişlerdir.[17][109]

8- Gözlerin Çoğul Gelmesinin Sebebi:


Neden "gözler" çoğul geldi de "işitme" tekil gelmiştir diye sorulacak olursa, şu cevap verilir: Buna sebep bu kelimenin mastar olmasıdır. Çok hakkında da az hakkında da kullanılır. Aynı zamanda "sem' (işitmek)" kendisi vasıtasıyla işitilen organın da adıdır. Bu organa fiilin masdarı isim olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Burada "işitme" bir topluluğa izafe edildiğinde dolayı bununla topluluğun işitmelerinin kastedildiği anlaşılmaktadır. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"O (uçsuz bucaksız) yollarda leşleri vardır kusurlu develerin;
kemiklerine gelince,
(Üzerlerindeki etler vahşi hayvanlar tarafından sıyrıldığından dolayı) parlak ve beyazdır. Derileri ise (güneşte suyu çekilmiş) kupkuru kesilmiştir." Şair burada çoğul olarak "derileri" kastettiği halde"deri" kelimesini tekil olarak kullanmıştır. Çünkü o topluluğun birtek derisinin olamayacağı bellidir. Bir başka şair de benzeri bir durum hakkında şöyle demektedir:
"Biz esir alınmışken öldürülmeyi olmayacak birşey sayma Boğazınızda bir kemik vardır ve biz kahrolduk."
Burda "boğazlarınızda" kastediyor. Bir başka şairin şu sözleri de bunun gibidir:
"Sanki o, kızmış iki Türk'ün suratı gibidir
Hızlıca atını sürüp mızrağı için hedef alan gibi."
Burada "iki yüz" kastettiği halde "iki Türkün suratı" demiştir. Çünkü iki kişinin tek bir yüzü olmayacağı bilinen bir şeydir. Bunun misali gerçekten çoktur.
Âyetin bu bölümü çoğul olarak: onların kulaklarına" şeklinde de okunmuştur. Anlamının "işitme yerlerine" olması da muhtemeldir. Çünkü işitmeye mühür vurulmaz.. İşitme yerlerine mühür vurulur. Bu şekilde muzaf hazfedilmiş ve muzafun ileyh onun yerine kullanılmıştır. "Sem': İşitmek" dinlemek anlamında da kullanılır. Bu bakımdan "senin benim sözlerimi dinlemen hoşuma gider" anlamında ifadesi kullanılır. Avcının sesine ve köpeklerin havlamasına kulak veren bir öküzün durumunu anlatan Zu'r-Rimme'nin şu beyiti de böyledir:
"Uzaktan uzağa gelen sese büyük bir maharetle kulak verdi O gizli sesi duymak için ve duyduğunda onun yalan yok, o bir gerçekti." (Sin harfinin esreli mim harfinin de sakin okunması ile): "es-Sim"1 şeklindeki kelime insanın güzel bir şekilde sözkonusu edilmesi demektir. Yine kurdun sırtlandan olma yavrusuna da "sim"' denir.
Burada kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Buna karşılık perde" kelimesi mübteda olarak merfudur ve ondan önceki ifadeler de haberdir. "Kalpleri" buyruğu ile ona atfedilen kelimelerdeki zamirler şanı yüce Allah'ın ezelden beri iman etmeyeceklerini bildiği Kureyş kâfirleri hakkındadır. Bunun münafıklar, yahudiler hakkında olduğu söylendiği gibi bütün kâfirler hakkında olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu daha geneldir. Buna göre mühürlemek kalpler ve kulaklar, perdelemek ise gözler hakkında sözkonusudur. Ğişâ, örtü, perde demektir. [18][110]

9- Perde:


Eğer örtüsü anlamına gelen tabiri de burdan gelmektedir. Bir-şeyi örtüp kapatmak için fiili kullanılır. en-Nâbiğa der ki: "Zübyanoğullarma şanımı ne diye sormadın? Saçları ağarmış ve kumara katılmayıp kavmiyle birlikte etlerinden yiyen kimseyi duman örttüğü zaman." Bir diğer şair de şöyle demektedir:
"Gözüm üzerinde perde varken seninle arkadaşlık ettim.
Gözüm açılınca kendimi parçalarcasına kınadım."
İbn Keysan der ki: "Gişâve" kelimesinin çoğulunu yapmak isterseniz, sondaki "h" harfini hazfederek (sonu hemzeli) "ğişâ" dersiniz. el-Ferra, "edavi" gibi "ğeşavi" şeklinde yapılacağını da nakletmiştir.
Burada bu kelime şeklinde nasb ile ve: "Ve gözlerine perde çekti" anlamında da okunmuştur. O takdirde şairin şu sözlerine benzer:
"Ben ona saman ve soğuk su yedirdim."
Bir başka şair de buna benzer şöyle demiştir:
"Keşke senin kocan gitseydi
Kılıç ve mızrak kuşanmış olarak."
Burada önceki mısrada anlam "... ve ona su içirdim" şeklinde sonraki beyitte ise: "Ve mızrak taşımış olarak" şeklindedir. Çünkü mızrak kuşanılmaz. ei-Farisi der ki: Normal genişlik ve tercih halinde böyle bir kullanım hemen hemen görülmez gibidir. Buna göre bu kelimenin ref" halinde okunması daha güzeldir. O takdirde aradaki "vav" harfi de cümlenin cümleye atfedilmesi olur. el-Farisi der ki: Ben "el-Ğişave"den gelen ve çekimi yapılan vav'lı bir fiil bilmiyorum.
Müfessirlerden kimisi şöyle demiştir: "Gişave: Perde" kulaklar ve gözler üzerindedir. Bu durumda kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Başkaları da şöyle demiştir: Mühürlemek hepsi hakkındadır. Gişave (perdelemek) ise mühürlemenin kendisidir. Buna göre ( iji^i- ) kelimesi üzerinde durak yapılır.
el-Hasen de ğayn harfinin ötreli okunması suretiyle şeklinde okurken Ebu Hayve de o harfi üstün olarak okumuştur. Ebu Amr'dan ise, şeklinde masdarın aslına irca ederek okuduğu rivayet edilmiştir. İbn Keysan der ki: Bunun şekillerinde okunması caizdir. Fakat en güzel okuyuş şeklindedir. Araplar birşeyi kapsamak, üzerinde olmak anlamında kullanılan herşey hakkında bu vezin ile bu kelimeleri kullanırlar. İmame (sarık), kinane (ok torbası), kilade (gerdanlık), isabe (başa bağlanan bez) ve benzeri şeyler. [19][111]

10- Kâfirlere Azap:


Şanı yüce Allah'ın: "Ve onlar için" buyruğundan kasıt yalanlayan kâfirlerdir. "Büyük bir azap vardır" buyruğu ile de bu azabın niteliği belirtilmektedir. Azaba örnek olarak kamçı ile vurmayı, ateş ile yakmayı ve buna benzer insana acı ve ıstırap veren şeyleri gösterebiliriz. Kur'ân-ı Kerim'de: "Ve mü'mirilerden bir grup onların azaplarına tanık olsunlar." (en-Nur, 24/2) diye buyurulmaktadır. Azab kelimesi, alıkoymak ve engellemekten türetilmiştir. "Onu filan şeyden alıkoyarım ve engellerim" anlamında: denilir. Suyun tatlılığını ifade etmek üzere "uzube" denilmesi de bundan ileri gelmektedir. Çünkü suyun arılaşmak ve ona karışan şeylerin ayrılmasını sağlamak üzere kapta alıkonulmak suretiyle tatlı olması sağlanmak istenir. Ali (r.a)'ın şu sözü de böyledir: yani hanımlarınızı dışarıya çıkmaktan alıkoyunuz" demektir. Yine Hz. Ali'nin bir askerî birliği uğurlarken şöyle dediği nakledilmektedir:
Nefislerinizi kadınları hatırlamaktan alıkoyunuz. Çünkü bu sizin gaza arzunuzu kırar." Herhangi bir şeyden alıkoyduğun herkesi "azablandırmış olursun." Meselde şöyle denilmiştir: "Andolsun ben sana engelleyici bir gem takacağım." Yani insanlara yüklenmeni önleyecek bir engel takacağım, demektir. Birşeyden imtina etmek anlamında imtina etti, başkasını alıkoymak anlamında da: başkasını alıkoydu" denilir. Buna göre bu fiil hem lazım (geçişsiz), hem de müteaddi (geçişli )dir. Azaba bu adın veriliş sebebi, ona mahkum olan kimseden insan bedenine uygun gelen her türlü hayırın alıkonulup engellenmesi, bunun zıddı olan şeylerin ise üzerine yağdırılması, boşaltılmasıdır
 
Üst Ana Sayfa Alt