Seküler İslamcılık, muhafazakâr kitleyi öyle bir duruma getirdi ki, insanlar artık neye inanacağını gerçekten şaşırmış durumdadır. Toplum, adına İslam denilen bir inancı duymuş ama bunun ne olduğunu cidden bilmiyor. İslam denince büyük çoğunluğun aklına namaz, oruç, hac gibi bireysel ritüeller gelir hatta belki birçoğu zekâtı da görmek istemiyor çünkü malını başkasına vermek nefse ağır geliyor. Namaza, oruca da hani nafile dediğimiz ibadetler gibi bakılır ve yapmasan da olur şeklinde algılanır. Belki eskiden de toplumun önemli bir kesimi bilgi açısından çok iyi durumda değildi ama en azından beşeri düzene karşı bir antipatisi vardı ve asgari düzeyde de olsa, düzenin inancıyla uyuşmadığını biliyordu. Ne var ki gerek katı laiklerin zulmü altında ezilirken İslami söylemlerle öne çıkan bazı politik şahıslara yönelik umutlar olsun ve gerekse umut bağlanılan ve aslında büyük bir proje olan bu politikacıları, en azından kötünün iyisi diye pazarlayan çıkarcı şeyh, hoca, molla ve kanaat önderleri olsun, toplumun o cılız inancını da allak bulak ettiler. Bunlar en sıkı Müslümanları dahi, maslahat, ehveni şerreyn gibi bir takım şeri kaidelerin arkasına sığınarak toplumu beşeri düzene resmen angaje ettiler.
Örnek olarak bir bayanın paylaşımını gördüm, bir gün önce; “Peygamber’in ahlakı üzere yetişsin” yorumuyla çocuğunun resmini paylaşmış. Bir gün sonra aynı çocuğun resmini; “100. yıl anısına” yorumuyla paylaşmış. Yani ne inandığını sandığı peygamberi tanıyor, ne de coşkuyla kutladığı şeyin ne olduğunu biliyor. Diğer bir ifadeyle temelden birbirine zıt iki inancı, taban tabana zıt iki yaşam biçimini ve birbirini ortadan kaldıran iki hayata bakış açısını bir arada yürütmeye çalıştığının farkında bile değildir. Psikolojide kimlik bölünmesi, (zıt) çift kişilik, dissosiyatif kimlik bozukluğu gibi kavramlarla tabir edilen şahsiyet bozukluğu bu olsa gerek. Ahlaki yozlaşma, aile kurumunun değersizleştirilmesi, kadının fıtratından çıkarılması gibi daha nice fecaatler de ayrı mevzulardır. Katı laikler, bir asırdır hem dinden bihaber ettiği ve hem de nefsi heveya dayalı bir yaşam biçimi benimsetmeye çalıştığı toplumu bu duruma getirmeyi çok istiyordu ama yapamadılar. Çok üzücüdür ki en başta bir zamanlar beşeri ideolojiye karşı bir duruş sergileyen çoğu hacı, hoca, şeyh, sofi, molla, kanaat önderinin bile basiretsizce İslam adına umut bağladığı ve öz bir tabirle seküler İslamcılık dediğimiz proje politik oluşumun eliyle bunların hepsi hatta belki de hiç beklenmeyen daha fazlası da yapıldı.
Öyle ki, nadide kaldığını düşündüğümüz Allah’ın rahmet ettiği çok nadir bireyler içerisinde bile birçok konuda kafası karışık, belki farkına bile varmadan birçok hususta sistemi benimsemiş kişilere rastlıyoruz. Diğer bir ifadeyle hala ciddiyetle İslam’ı yaşamaya çalışanlarda bile çok tehlikeli bir kimlik bölünmesi söz konusudur.
Kendini ateist olarak tanımlayan Aziz Nesin’in bir sözü çok paylaşılır: “Hiçbir Müslüman Atatürk’ü sevmez, niye sevsin ki yaptığı hiçbir şey İslam’ın lehine değildir. Eğer bir Müslüman hem Atatürk’ü seviyor hem de Müslümansa ya ahmaktır ya sahtekâr ya da cahildir.” diyor. Sanırım Müslümanları Atatürk aleyhine kışkırtıyor diye bu sözünden dolayı adamı mahkemeye de vermişlerdi. Ancak bu adamın; çoğu hoca, şeyh, sofi, molla, kanaat önderinin dahi idrak edemediği çok daha dikkat çekici sözleri de vardır. Bazı örneklerini kaynaklarıyla birlikte aşağıya veriyorum.
Abant’ta tatil yapan Nesin, ‘Atatürk, Müslümanlar açısından sevilecek bir şey yapmadı. Türkiye’de yaşayan ve Atatürk’ü sevdiğini söyleyen Müslümanlar, yalancıdır. Ben Atatürk’e hayranım, ama bu tapıyorum anlamına gelmez’ dedi.”
(Hürriyet Haber Ajansı’ndan Oğuz Uçar (Abant) imzalı haberi)
“Bir insan hem Müslüman hem de laik olabilir mi? Bana göre olamaz. (…) Müslümanın laik olamayacağı Kuran’dan bellidir, şeriattan bellidir. Kuran şeriattır çünkü. Şeriatı değiştiremezsiniz. Değiştirmek mümkün değildir zaten.”
(Çuvala Doldurmuş Kediler: 173)
“Laik olmanın birçok koşulu vardır; ama başat koşul, din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ayrı olmasıdır. Müslüman olmanın da birçok koşulu vardır. Ama Müslümanlığın başat koşulu, Allah’ın kelamı olan Kuran’a inanmak, iman etmektir; yani bu, din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ayrı olmamasıdır. Bütün yasalar ve anayasalar zamanla değişir ama İslam’ın anayasası olan Kuran değişmez ve bu anayasaya (Kuran’a) göre, dünya işleriyle din işleri birbirinden ayrılamaz. Çünkü Kuran, hem bu dünyanın hem öbür dünyanın değişmez kurallarını, yasalarını koymuştur. Müslümanlıkla laiklik arasındaki en büyük çelişki de burdadır. Hem Müslüman hem laik olunamaz. Bu yüzden laikliği kabul etmeyen, hatta laikliğe düşman olan gerçek Müslümanlar kendi açılarından kesin haklıdırlar.”
(Bir Tutam Aydınlık: 44-45)
“Müslüman, tek kitabı olan Kuran hükümlerini uygulamakla yükümlüdür. Bu hükümler şeriatın yasalarıdır. Hiçbir Müslüman şeriat yasalarının dışına çıkamaz. Oysa görüyoruz ki demokrasiyle şeriat hiçbir zaman bağdaşamazlar. İşte bu yüzden, bir Müslümandan laik olması beklenemez. Bir insan ya Müslüman değildir, ya laik değildir. Günümüzde ne yazık ki laik Müslüman ya da Müslüman laik gibi uydurma kavramlar yaygındır. Aslında bu, tam Müslüman olmayan Müslümanların şeriatçılara verdiği bir ödündür. Düşünülmesi gereken şudur: Bir Müslüman laik olamayacağına ve şeriat hükümleri uygulamakla yükümlü olduğuna göre laiklerin Müslüman düşmanı, Müslümanların da laik düşmanı olması gerekmiyor mu? İşte sorun budur. Nasıl Müslümanlar, örneğin başka dinden olanlarla üzerinde yaşadıkları dünyayı paylaşmak zorundaysalar laiklerle de bu dünyayı paylaşmak ve bir arada insanca yaşamak durumundadırlar. Bunun yolu salt hoşgörüdür. Ancak hoşgörüyle Müslümanlarla laik olanlar ve başka dinden olanlar bir arada ve barış içinde yaşayabilirler. Yoksa laik Müslüman ya da Müslüman laik uydurma kavramlarıyla değil.”
(ÇDK: 167-168)
“Cumhuriyet’ten sonra Türkiye’ye Batı’dan alınan üstyapı kurumları arasında bir de “laiklik” kurumu sokulmuştur. Ve sanılmıştır ki ileri Avrupa devletlerinde nasıl bir laiklik varsa, bizde de böyle bir laiklik olabilir. Bu sanıda olanlar, Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki büyük ayrımı anlayamadıkları için, yaşamın acı gerçekleri karşısında durmadan yanıldıklarını görmüşlerdir. Oysa laiklik salt Hıristiyanlığa uygun bir kurumdur; bir Müslüman’ın laik olabilmesi olanaksızdır. Çünkü laikliği, şöyle tanımlıyoruz : “Dünya işleriyle iman işlerinin birbirinden ayrılması.” Bir Hıristiyan için, dünya işlerini din işinden ayırmak kolaydır; çünkü onun dini, İslamlığa göre dünya işleriyle daha az ilgilidir. Oysa Müslümanlık tümüyle dünya işlerinin düzenlenmesi üzerine kurulmuş bir dindir.”
(Merhaba: 180)