Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale BİZ SUÇLUYUZ

Necati Koçkesen Çevrimdışı

Necati Koçkesen

İyi Bilinen Üye
İslam-tr Yazar
BİZ SUÇLUYUZ

İster Filistin’de olsun ister dünyanın başka yerinde olsun, Müslümanların zulüm görmelerinin, işkencelere tâbî tutulmalarının, katledilmelerinin, ırzlarına tecâvüz edilmelerinin suçlusu biziz. Yâni ben, sen, o. Yâni genel mânâda tüm Müslümanlar. Çünkü bizler iki asırdan beri Kur’an’ı hayatımızın mihenk taşı yapmaktan vaz geçtik, sünneti yaşam biçimi olmaktan çıkardık. Âhireti öteledik, uzakmış gibi gördük. Dünyaya haddinden fazla önem verdik. Hırslandıkça haramlara daldık, hırslandıkça daha fazla, daha fazla dünyalık elde etme sevdâsına tutulduk. İslâm’ı ise eh, olsa da olur olmasa da seviyesine düşürdük. Namaz kılmak, oruç tutmak, altmışından sonra hacca gitmekle dini yaşıyoruz zannettik. Cihadı terkettik. Müreffeh hayat sevdasına tutulduk ve bunda da bizden olmayanları, batıyı örnek aldık. Onlar gibi giyinmeye, onlar gibi yiyip içmeye, onlar gibi eğlenmeye başladık. İlerlemeyi, çağdaş olmayı giyimde kuşamda zannettik. Böyle olunca da Allah bizlerin düşmanın kalbine düşürdüğü korkumuzu onların kalbinden söküp aldı ve onların korkusunu bizim kalbimize yerleştirdi.

Halbuki Allah Kur’an’da bizi birçok âyette uyararak dünyaya fazla bel bağlamamamızı, kâfirleri, özellikle de yâhudîlerle Hristiyanları dostlar edinmememizi, onların birbirlerinin dostları olduğunu beyân etmişti. Rasûlullah da bunu 14 asır önce haber vermiş ve bizleri uyarmıştı.

Ebu Saîd el-Hudrî’nin rivâyet ettiğine göre, Allah’ın Resûlü şöyle buyurmuştu:

“Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler / kertenkele deliğine girecek olsalar, siz de onları takib edeceksiniz.”

(Hz. Peygamberin gelecekle ilgili bu ürpertici açıklaması üzerine biz sahâbîler) sorduk:

"Ya Resûlallah! (İzlerini takib edeceğimiz bu topluluklar) Yahûdiler ve Hristiyanlar mı olacak?"

Şöyle buyurdu: “Ya başka kimler olacaktı?” (Buhari, Enbiya 50; Müslim, İlm 6)

Ebu Hureyre (r.a.)'in nakline göre hadisin bir başka varyantı da şöyledir:

"Benim ümmetim kendisinden evvelki (ümmetlerin) yolunu karış karış, arşın arşın takip etmedikçe kıyamet kopmaz. "

Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem'e;

"Ya Resulallah! (Yollarına gidilen) Fars ve Rum gibi milletler midir?" diye soruldu. Resulullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem de:

"Onlardan başka kim olabilir?" buyurdu.
(Feydul-Kadîr 6/261 Hn. 7224)

Önceki millet ve ümmetlerin kötü taraflarını taklit etmekten sakınmak sadece Yahudiler, Hıristiyanlar, Farslar ve Rumlar ile sınırlı değildir. Hadisteki tespit ve dolayısıyla ortaya konan uyarı, gelip geçmiş ve yaşamakta olan tüm gayri Müslim milletlerin kötü gidişlerini taklitten sakınmayı da gerektirmektedir. Onların özellikle zikredilmesi, o gün için en büyük ve etkisi hissedilen millet ve ümmetler olmaları sebebiyledir. (bk. Nevevi, Şehu Müslim, ilgili hadisin şerhi)

Kadi İyad şöyle demiştir: Hadiste geçen karış, arşın, yol, keler deliğine girme gibi ifadeler şeriatın yasakladığı ve kınadığı her türlü hususta onlara uymanın temsili bir anlatımıdır.

İbn Battal şöyle demiştir: Bilmek gerekir ki Nebi Sallallahu Aleyhi ve Sellem'in ümmeti kendilerinden önceki ümmetlerde olduğu gibi, sonradan uydurulmuş şeylere, bid'atlara ve heveslerine tabi olacaklardır. Birçok hadiste heva ve hevese uymanın kötü olduğu uyarısında bulunulmuş ve kıyametin ancak insanların kötülerinin başına kopacağı ve seçkin insanlar bulunduğunda dinin ayakta kalmaya devam edeceği ifade edilmiştir. (Fethul Bârî)

Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de bir yandan yahudî ve hristiyanların durumlarını açıklarken bir yandan da inançta tevhid ve toplumda vahdet özellik ve erdemine yönelik olarak Ehl-i kitaptan gelecek tehlikelere karşı Müslümanları uyarmıştır.

Kitabın bir kısmıyla, sünnetin de sâdece bir kısmıyla amel etmeyi dîni yaşamak zannettik ve bunlarla kendi kendimizi avuttuk. Halbuki Allah bu konuda da bizleri uyarmış ve şöyle buyurmuştu:

“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir? Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine itilirler. Allah gâfil değildir, herkesin ne yaptığını bilir.” (el-Bakara, 85)

Allah kitabında bizleri uyardıkça uyarıyor ve şöyle buyuruyordu:

Ey mü’minler!. Ehl-i kitaptan bir gruba uyacak olursanız, onlar sizi imanınızdan vazgeçirip yeniden kâfirler haline döndürürler.”

Allahın âyetleri size okunup dururken, üstelik O’nun elçisi de aranızda bulunurken nasıl olur da küfre dönersiniz? Allah’ın dinine sımsıkı sarılan kimse, elbette dosdoğru yola iletilmiş olur.”

“Ey iman edenler! Allah’ın emir ve yasaklarına gereği gibi saygılı olun ve yalnızca Müslüman olarak ölün.”

“(Ey mü’minler!) Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın, sakın ayrılığa düşmeyin!..” (Âl-i İmran, 100-103)

Bunca âyetlere ve hadislere rağmen ya bizler ne yaptık?

Bu âyet ve hadisleri sâdece okuduk. Belki her gün okuduk, ayda bir okuduk, ramazanlarda mukâbelelerde bulunduk ama sâdece okuduk. Fakat amel etmedik. Vee, Kur’an’ın sâdece kıraatı ile amel edip hükmüyle ameli terkedince mağlûbiyetler baş gösterdi. Düşmanlarımıza önce cephelerde yenilmeye başladık. Sonra kılık ve kıyâfette, örf ve âdette onlara yenik düştük.

En kötüsü de yönetim biçiminde onlara yenik düştük. Onların sistemlerini benimseyip şeriattan yüz çevirdik. Batılıların içimizdeki piyonlarını liderler ve önderler edindik. Onları her türlü iyi ve kötü, küfür ve şirk uygulamalarında destekledik. Onların üç beş süslü laflarına, işlerine gelen hadisleri ve âyetleri okumalarına kandık. Her haram, küfür ve şirk fiillerinde bahâneler üreterek abuk sabuk te’villerle onları aklamaya çalıştık.

Hatırlayalım, İngiliz İmparatorluğu'nun başbakanı Gladstone'nun, İngiliz Parlamentosu'nda (nam-ı diğer Avam Kamarası'nda) 19. yüzyılın son yıllarında şöyle bir konuşma yapıyordu:

"Biz, bu Türkleri, savaş meydanlarında yenemiyoruz. Türkleri yenebilmenin, dize getirebilmenin tek yolu var: Bu kitabı (Kur'ân'ı) ellerinden almak."

İngiliz Meclis-i Meb’usan'ında Müstemlekât Nâzırı da elinde Kur’ân-ı Kerîm'i göstererek şöyle nutuk atıyordu:

“Bu Kur’ân İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ân’ı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’ân’dan soğutmalıyız”

Lozan’daki İngiliz Murahhas Heyeti Reisi Lord Gürzon’un ifadesi ise şudur:

“Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs birliği etmiş olur. Biz de kendisine dilediğini veririz.” (Büyük Doğu, sayı 29)

Dikte edilen bu şartın yeni Ankara yönetimi tarafından kabulü üzerine anlaşmanın imzalanmasını müteakip İngiltere Avam Kamarasında “Türklerin istiklâlini niçin tanıdınız?” diye yükselen itirazlara Lord Gürzon şu karşılığı verir:

“İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.”

Sonrasında Ankara merkezli olarak Türkiye yeni ve çok sıkıntılı bir sürece girer. Lozan’da verilen söz çerçevesinde birer birer tatbik sahasına konulan icraatın hedefi şöyle ifade edilir:

“Otuz sene sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’ân’ı imha etmesini intac edecek (netice verecek) bir plan yapalım.”

Ve aynen onların dediği gibi oldu. Kur’an’ın belki kendisini değil ama mânâsını kalplerimizden söküp aldılar. Kur’an’ı okuyorduk ama artık onu selef-i sâlihînin anladığı gibi anlamıyorduk. Artık onu İngilizlerin içimizden bulup yetiştirdikleri birçok ilâhiyatçının yorumladığı gibi yorumlamaya ve onların anlattıkları gibi anlamaya başladık. Peygamberin dediklerine, sahâbenin anlattıklarına, selef-i sâlihînin yorumlarına değil onların yâni içimizdeki müsteşriklerin yorumlarına kulak kabarttık. Peygamberin, sahabelerin ve selef-i sâlihînin değil batılıların yaşantısına özendik. Şâyet bugün peygamber veya sahâbeler kalkıp da gelseler, onları taşlayacak hâle getirildik.

Yani bizler, Kitap ve Sünnet’in kazandırdığı muhteşem kimliği, yabancı ve kötü bir kimlikle değiştirdik. Halbuki hiçbir gerekçe, böylesi bir iflası ve yok oluşu asla mâkul ve mâzur göstermeye yetmeyecektir.

Peki, çâre nedir çâre?

Çare, her alanda ve her zaman yine Kitap ve Sünnet’e dönmek, bu ikisinin hükmüne bağlı kalmak ve onlara sımsıkı sarılmaya çalışarak bu yolla kendi islâm kimliğimizi korumaktan ibarettir.

İşte o zaman ne Filistinliler ne de dünyanın çeşitli yerlerindeki Müslümanlar mazlum olmayacaklar, katledilmeyecekler, ırzlarına tasallutta bulunulmayacaktır. Şâyet aynı şimdi olduğu gibi devam edersek, Filistinliler de dünyanın çeşitli yerlerindeki Müslümanlar da hep aynı acıları yaşamaya devam edecekler, bizler de sâdece kınamakla, yiyecek, giyecek yardımları yaparak kendimizi avutmaya devam edeceğiz. Duâ yapacağız ama duâlarımız müstecâb olmayacak. Hattâ hattâ, suçu kâfirlere değil Müslümanlara atacağız. “Durup dururken niye böyle yaptılar ki”, diyeceğiz. “Bunlar böyle olmayı kendileri istedi”, diyeceğiz.

Tıpkı şu anda olduğu gibi…
 
Üst Ana Sayfa Alt