Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Cihad Topraklarında Olmayan Âlime Cihaddan Sorulmaz!

E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Cihad Topraklarında Olmayan Âlime Cihaddan Sorulmaz!






İşte bu sebeple İbn Teymiyye şöyle demektedir: "Dini bilen âlimler mesele ile ilgili hususlarda bilgileri yoksa bunlardan dünya ile ilgili hususlar ve savaş meseleleri sorulamaz." İbn Teymiyye el-Fetava el-Kübra isimli eserinin 4. cildinin "Cihad" babında şöyle demektedir: "Cihad meydanında olmayan âlimlerden cihad hakkında soru sormayın."
Dinliyor musun kardeşim? Afganistan'ı ziyaret etmeyen ve Afganlılar ile yaşamayan, onların ihtiyaçlarının ne olduğunu bilemeyen bir hoca efendiden Afgan cihadı hakkında bir şey sorma. Sizler Afganistan'dan dönen gençlerin neler konuştuğunu kulaklarınızla işittiniz.

Sözün özü "Afgan cihadı Araplara muhtaç değildir" diyen kimseler ya münafıktır ya da cahildir, üçüncü bir ihtimal yoktur. Böyle değil mi Said Hoca? Bu kardeş Ahmed Şah Mes'ud'un yanından geldi. Bu kardeş Ahmed Şah Mesud'a ait olan birlik komutanlarından seksen kişiyi karların içinde tam üç ay eğitti. Ahmed Şah bu kişiler için: "Bu dönem eğitilenler Afganistan mücahitlerinin en seçkin zümresidir" demişti. Şu an bir, iki veya üç kişi onun yanında bulunmakta. Evet, bu eğitici kardeşimiz Medine-i Münevvere'den mezun olduktan sonra buraya gelmişti. Şayet Medine'de kalsa ne yapacaktı? Dört kilo daha fazla kebap yiyecekti. Gerçekten de Medine-i Münevvere'de başka ne yapacaktı? İşin garibi bu kardeşimiz Medine-i Münevvere'de iken oranın normal kış şartlarında bile başının arkası adeta içine biber doldurmuşçasına devamlı ağrıyordu. Hâlbuki Afganistan'da karların içinde hiçbir ağrı hissetmedi. Medine-i Münevvere'nin soğuğu bunu rahatsız ederken Afganistan dağlarının karları bunu incitmez oldu. Şimdi bu cihad mı, yoksa bidat mi?
İşte Ebu Burhan kardeş! Devamlı karın ağrısı çekiyordu. Doktorlar sebebini bilmiyorlardı. Karın ağrısı başladığında adım atamıyordu. Cihad toprağına geldiğinden beri karnının ağrısı geçti.
Afganistan'da ayağından darbe alan bir genç, 20 günlük bir yoldan yürüyerek hastaneye gelir. Hastaneye geldiğinde doktor ayağının kırık olduğunu görür ve:
"Buna bir sandalye getiriniz, ayağı kırılmış ayakta duramaz" der. Genç mücahit:
"Ben bu ayağımla İşkemiş şehrinden geldim. Ben Pirvan şehrinden değilim. Ben Tahar'dan yürüyerek buraya geldim. Tam 20 gündür yürüyorum" der. Ancak doktor ona inanmaz. "Bu ayakla kesinlikle ayağa dahi kalkılamaz" der. Ancak mücahit 20 günlük yoldan yürüyerek gelmiştir.
İşte benim eniştem olan Ebu Yahya Abdüsselâm! Bunlar askerî postaya hücum ettiler. Abdüsselâm, birçok yerinden kurşun yaraları aldı, fakat hiçbir acı hissetmiyordu. Vücuduna bomba isabet ettiğini zannederek vücudundan kemik parçalarını çıkarıyordu. Çünkü hava karanlıktı, kendisi de herhangi bir acı duymuyordu. Evet, o yarası daha sıcakken kemiklerinin parçalarını çıkarıyordu ve onların şarapnel parçaları olduğunu sanıyordu...
Bütün bunlara rağmen bakıyorsun ki cihadın bu kerametlerini görmeyen birileri çıkıyor ve: "Afganistan'a gitme, çünkü oradaki cihad, cihad değildir" diyor. Peki, Afganistan'daki cihad değil de nedir? La havle velâ kuvvete illâ billâh... Yüce Mevlâ'nın da buyurduğu gibi:
"Onlar insanları mucizelere iman etmekten alıkoyarlar ve kendileri de ondan uzaklaşırlar." (En'am, 26) Bu gibi insanlar hem insanları cihaddan alıkoyarlar, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
107. âyet-i kerimede ise münafıkların diğer bir sınıfı beyan ediliyor ve bunların Müslümanları bölmek için ayrı mescitler yapma teşebbüsüne giriştikleri bildiriliyor. Bu mescidin adına "zarar verici" manasına gelen "Dırar Mescidi" ismi verilmiş ve yapılış gayesinin de müminleri bölmek ve küfrü himaye etmek için olduğu âyet-i kerime tarafından bildirilmiştir.
Medine'de Amir bin es-Sayfi isminde biri bulunuyordu. Kâfirler buna Ebu Amir er-Rahib (papaz) diyorlardı. Müslümanlar ise buna Ebu Amir el-Fasık (yoldan çıkan) diyorlardı. Bu kişi cahiliye devrinde hristiyan olmuştu. Müslümanlar Medine'de İslâm devletini kurunca münafık olan Abdullah bin Ubey bin Selul ile Ebu Amir münafık olmuşlar; Abdullah münafıklığını gizlerken Ebu Amir Mekke'ye kaçıp Kureyşlilerle işbirliği yapmış ve kâfirliğini açığa vurmuştur. Uhud savaşı olunca Ebu Amir Müslümanların aleyhine savaşa katılmıştır.
Ne var ki Ebu Amir'in oğlu Hanzala bin Ebu Amir ise yine bu savaşa müslümanlar ile birlikte katılmış ve şehit edildikten sonra melekler tarafından yıkandığı görülmüştür. Hanzala'yı melekler yer ile gök arasında altından bir leğen içinde yıkamışlardır. Onun babası olan Ebu Amir ise kâfir olarak Bizans Kralı Kayser'e gitmiş, bu arada Medine'deki münafıklara da binlerini göndererek Medine'de ayrı bir mescit yapmalarını, Hz. Muhammed'i çağırarak onu meşrulaştırmalarını ve Rasulullah mescitte iken mescidi onun üzerine yıkıp öldürmelerini bildirmiş ve şöyle demiştir: "Ben Bizans Kralı Kayser ile birlikte Medine'yi işgal etmek için sizlere geliyorum" demiştir. Bunun üzerine Medine'deki münafıklar planı aynen uygulamaya koymuşlar, mescidi yapıp bitirmişlerdir. Bitirdikten sonra Rasulullah'ı davet ederek: "Ey Allah'ın Rasulü! Biz bu mescidi hastalar, zayıflar ve kış gecelerinde mescide gelmekten aciz olan kimseler için yaptık. Buyur orada teberrüken bize bir namaz kıldır" demişlerdir. Rasulullah onlara: "Şu an ben sefere çıkma hazırlığı yapıyorum ve meşgulüm. Şayet savaştan dönecek olursak gelir orada size namaz kıldırırız" cevabını vermiştir. Rasulullah Tebük Savaşı'ndan dönünce onların yaptıkları Mescid-i Dırar'da cuma namazını, cumartesi ve pazar günleri namaz kıldıkları öğrenilmiştir. Münafıklar Rasulullah'a gelip orada namaz kıldırmaya davet etmişler, Rasulullah da gitmek için cübbesini istemiştir. Tam bu sırada Rasulullah'a Mescid-i Dırar ile ilgili daha önce zikredilen 107, 108 ve 109. ayetler inmiştir. Bunun üzerine Rasulullah (sav) sahabelerinden Malik bin Duhşum, Ma'n bin Adiy, Amir bin es-Seken ve Hz. Hamza'yı öldüren Vahşi'yi çağırmış ve onlara: "Gidin halkı zalim olan bu mescidi yıkın, sonra da onu yakın" emrini vermiştir.
Sahabeler derhal koşup gitmişler, Malik bin Duhşum evinden ateş alıp gitmiş, mescidi yıkmışlar ve o ateşle yakmışlardır. Bu mescidi yapanlar ise on iki kişidir. Bunlar da Hizam b. Hâlid, Muattib b. Kuşeyr, Ebu Habibe, Sehl b. Huneyf'in kardeşi Abbad bin Huneyf, Câriye b. Amir, Amir'in iki oğlu Mucemmi' b. Amir, Zeyd b. Amir, İbn Haris, Bahzec, Bicad b. Osman, Vedia b. Sabit ve Salebe bin Hatıb'dır.
İbn Abdulberr, Salebe bin Hatıb'ın bunlardan sayılmasının isabetli olmadığını söylemiştir. Çünkü Salebe'nin Bedir'e katılan mücahitlerden olduğunu ve Allah Teala'nın Bedir'e katılanları cennetle müjdelediğini, hâlbuki Mescid-i Dırar'ı yapanlar hakkında ise: "Yürekleri paramparça oluncaya kadar yaptıkları o mescit daima bir şüphe kaynağı olarak kalplerinde Kalacaktır. Allah her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir" şeklinde ayet nazil olduğunu ifade etmektedir.
Yine Mescid-i Dırar'ı yapanlar hakkında: "Yaptıkları mescit onlarla birlikte uçup cehenneme yuvarlanmıştır" (Tevbe, 109) buyrulmuştur. Bu nedenle Salebe b. Hatıb'ın bu mescidi yapanlardan olmaması icab etmektedir.
Mescid-i Dırar'da namaz kılmak caiz değildir. Evet! Bu sebeple müslümanlar arasında tefrika çıkarmak amacıyla onların gücünü parçalamak, liderlik elde etmek veya falan kimsenin bir mescidi vardır, orada namaz kılınmaktadır ve insanları toplamaktadır, denilmesi için başka bir mescit inşa eden kimselerin yapmış oldukları mescit veya camilerde namaz kılmak caiz değildir.
Aynı şekilde bir şehirde, İslâm davetini yaymak için uğraşan İslâmî bir merkez bulunduğu halde, başka birisi gelerek: "Bu falan harekettendir veya falan davetin mensuplarına aittir, bu sebeple başka bir merkez yapalım" derse, inşa edilen ikinci merkez Mescid-i Dırar hükmünde olur.
Endonezya'da halkı hristiyanlaştırmak için misyonerlik faaliyetleri yoğun bir şekilde yürütülmektedir. Bunu önlemek için bazı müslümanlar İslâmî bir merkez kurdular. Daha sonra başka Arap ülkelerinden gelen kimseler o Müslümanların çalışmalarını başarısız kılmak için İslâmî merkezler yaptılar.

İşte bu merkezler Mescid-i Dırar hükmündedir.
Aynı şekilde Mısır'da devlet, İslâmî Hareket'e büyük bir darbe indirdi. Bunun üzerine devletin kontrolünde olan İslâmî kuruluşlar darbe indirilen bu harekete sahip çıkıp ellerinden tutma yerine onların halk nezdindeki itibarlarını tamamen silmek için Mısır Vakıflar Bakanlığı (Diyanet İşleri Başkanlığı) İslâmî Hareket'in faaliyet alanlarını dolduracak çeşitli birimler ihdas ettiler. Mesela Dış İlişkiler Bölümü, Yabancılar Bölümü, Mescitler Bölümü, Davayı Yayma Bölümü gibi bölümler ihdas ettiler. Çünkü bu bölümler Müslüman Kardeşler merkezince planlanan bölümlerdi. Onların programlarından alarak Diyanet İşleri Başkanlığı'nda aynı bölümleri ihdas ettiler. İşte bunlar da birer Mescid-i Dırar hükmündeki müesseselerdir. Peki, bizzat Vakıflar Bakanlığı (Diyanet İşleri Başkanlığı) nedir? Bu da Mescid-i Dırar işlerini yürüten bir müessesedir. Bu sebeple bu gibi müesseselerin İslâmî Hareket'in faaliyet alanlarını engelleyecek dallarında çalışmak caiz değildir.'' (Mesela T.C. Diyanet İşleri Başkanlığının Avrupa'daki İslâmî faaliyetleri frenlemek için konsolosluklarda kurduğu Dini ataşelerde çalışmak veya bu ataşelerin organizesi ile yaptırılan mescitlerde ve diğer dini görünümlü kurumlarda çalışmak bunun örneğidir.)
Yine müslümanlar belli âlimleri seçerek fetva vermeleri ve dini yaymaları için bir heyet oluştururlar da bunu engellemek için devlet de özel bir fetva komisyonu, davet ve irşad heyeti kuracak olursa, devletin kurmuş olduğu bu heyet ve komite Mescid-i Dırar hükmündedir. Bu gibi kurumlara katılmak ve vazife almak caiz değildir.
Şu anda Irak’ta, Moskova'da ve birçok yerlerde İslâmî konferanslar düzenlenmektedir. Bunlar da Mescid-i Dırar hükmündedirler. Çünkü bu konferanslarda Allah'ın rızası amaçlanmamaktadır. Bu konferanslar ayet-i kerimede de Mescid-i Dırar hakkında ifade edildiği gibi: "İlk günden itibaren yıkılmaya yüz tutmuş, bir yar kenarına inşa edilmiş, bir temeldir." Zira Irak'ta düzenlenen İslâmî konferanslarda amaç Allah'ın rızası değildir. Amaç halkın Humeyni'ye karşı tavır almasını sağlamaktır. Akidemizi savunmak için eğer Humeyni'nin önderliğini yaptığı harekette akidemize ters bir şey varsa buna tavır alabiliriz, ancak Saddam'ın düzenlemiş olduğu İslâmî (!) konferanslarla değil. Saddam'ın yapmış olduğu bu şey hangi İslâm'a göredir? Ülkesinde İslâm konferansı düzenlenmekledir. Irak'ta hangi İslâm kalmıştır ki İslâm konferansı düzenlenebilsin?
Sovyet Rusya'da düzenlenen İslâm (!) konferansı hangi İslâm'a göredir? Buralarda mescitlerin devam etmesi ve oralara insanların gidip namaz kılmaları bile yasaktır. Meselâ Leningrad'da yalnızca bir mescit bulunmakta olup, onun da kapısı kilitlidir. Sadece mescidin kapısı Pazar günleri açılmaktadır. Dikkatinizi çekerim Cuma günleri değil, Pazar günleri (!) İnsanların Cuma namazlarını Pazar günü kılmaları istenmektedir. Caminin sadece Pazar günleri açılabilmesi için de vergi olarak yılda devlete 17.000 rupi ödenmektedir. Yani yaklaşık 17.000 dolar ödenmektedir. Çünkü Sovyet Rusya'da bir rupi bir dolara eşittir. Bütün bunlara rağmen bakıyorsun ki filan devletin diyanet işleri başkanı veya müftü efendisi kalkıyor, Sovyet Rusya'da dinî hürriyet olduğunu öve öve bitiremiyor. Bütün bunları da yeryüzünde "dinsizlik devleti"ni tesis eden Lenin'in kabrine çelenkleri koyduktan sonra söylüyorlar. (Ne yazık ki İslâm devletlerinde bile Lenin'in yarenlerinin kabrine çelenkler koyup mozoleleri önünde, putun karşısında durur gibi durduktan sonra, İslâm davasına yardımcı olacaklarını iddia eden gafiller sayılmayacak kadar çoktur).
Ey gafiller! Lenin'in kabrine çelenk koymak kişinin kâfir olduğunu gösteren alâmetlerden biridir. Evet, bu küfürdür. Şimdi gidip yeryüzünde ateizmi ve inançsızlık düşüncesini yayan ve bu düşünceyi himaye etmek için devlet kuran bir kâfirin kabri önünde saygı duruşunda durmak veya ona çelenkler koymak kâfirlik değil de nedir? Sadece bu hal bile küfrün alâmetlerinden biridir.
Daha önce de bahsettiğim gibi bu gibi toplantılarda hiçbir kimse gerçek İslâm'ı konuşmamıştır. Sadece Abdullah Nasif (Allah onu korusun) hakkı haykırmış ve onlara şöyle demiştir: "Sizin davet ettiğiniz barış nasıl bir barıştır? Hâlbuki sizler Afganistan'ı işgal etmektesiniz... Davetçiliğini yaptığınız barış hususunda sizlerin samimi olduğunuza inanmamız için öncelikle Afganistan'dan çıkınız."
Müslüman ülkelerden gelen Diyanet İşleri başkanları veya dinî temsilciler bu kahramanın Sovyet Rusya'nın içerisinde bu şekilde konuşacağım hiç tahmin etmiyorlardı. Bu gibi sözleri söyledikten sonra ise maalesef onu desteklemediler, aksine her biri kalkıp Rusya'yı din özgürlüğü hususunda övüp durdular. Çünkü Rusya'da elinde Kur'ân bulunan sadece dört sene hapsediliyor, idam edilmiyor. (!) Bu nedenle bu bir dinî hürriyetmiş (!)
Onların bu davranışları aynen şu nüktede söylenen "yaşasın adalet" esprisine benzemektedir. Biliyor musunuz bu nükte ne zaman söylenmiştir? Arap devletlerinden zalim bir devlet, binlerini tutuklar ve o kişiye; "Sen cumhurbaşkanına sövüyormuşsun, öyle mi?" diye sorulur. Bunun üzerine o: "Ben cumhurbaşkanına sövmedim" der. Onlar da: "Biz sana idam cezası verdik" derler. Bu zavallı ağlayarak tekrar edip durur: "Ben cumhurbaşkanına sövmedim... Ben cumhurbaşkanına sövmedim ." Bunun üzerine: "O halde biz cezanı hafifletiyoruz, idamı kaldırıp bütün mallarına, hatta elbiselerine dahi el koyuyoruz" derler. Onun hemen mahkemede iç çamaşırlarını ve dış elbiselerini soyup çırılçıplak sokağa atarlar. Bu gariban da anasından doğduğu gibi sokakta yürür, utancından bu defa: "yaşasın adalet, yaşasın yaşasın" diye bağırıp durur. Eh, işte bizim İslâm âlemindeki halimiz bu! Sovyet Rusya'daki dinî özgürlük de böyle. Ne var ki meddahlar bunu kavrayamazlar. Düşünmek de istemezler.









İşte bu sebeple İbn Teymiyye şöyle demektedir: "Dini bilen âlimler mesele ile ilgili hususlarda bilgileri yoksa bunlardan dünya ile ilgili hususlar ve savaş meseleleri sorulamaz." İbn Teymiyye el-Fetava el-Kübra isimli eserinin 4. cildinin "Cihad" babında şöyle demektedir: "Cihad meydanında olmayan âlimlerden cihad hakkında soru sormayın."
Dinliyor musun kardeşim? Afganistan'ı ziyaret etmeyen ve Afganlılar ile yaşamayan, onların ihtiyaçlarının ne olduğunu bilemeyen bir hoca efendiden Afgan cihadı hakkında bir şey sorma. Sizler Afganistan'dan dönen gençlerin neler konuştuğunu kulaklarınızla işittiniz.
Sözün özü "Afgan cihadı Araplara muhtaç değildir" diyen kimseler ya münafıktır ya da cahildir, üçüncü bir ihtimal yoktur. Böyle değil mi Said Hoca? Bu kardeş Ahmed Şah Mes'ud'un yanından geldi. Bu kardeş Ahmed Şah Mesud'a ait olan birlik komutanlarından seksen kişiyi karların içinde tam üç ay eğitti. Ahmed Şah bu kişiler için: "Bu dönem eğitilenler Afganistan mücahitlerinin en seçkin zümresidir" demişti. Şu an bir, iki veya üç kişi onun yanında bulunmakta. Evet, bu eğitici kardeşimiz Medine-i Münevvere'den mezun olduktan sonra buraya gelmişti. Şayet Medine'de kalsa ne yapacaktı? Dört kilo daha fazla kebap yiyecekti. Gerçekten de Medine-i Münevvere'de başka ne yapacaktı? İşin garibi bu kardeşimiz Medine-i Münevvere'de iken oranın normal kış şartlarında bile başının arkası adeta içine biber doldurmuşçasına devamlı ağrıyordu. Hâlbuki Afganistan'da karların içinde hiçbir ağrı hissetmedi. Medine-i Münevvere'nin soğuğu bunu rahatsız ederken Afganistan dağlarının karları bunu incitmez oldu. Şimdi bu cihad mı, yoksa bidat mi?
İşte Ebu Burhan kardeş! Devamlı karın ağrısı çekiyordu. Doktorlar sebebini bilmiyorlardı. Karın ağrısı başladığında adım atamıyordu. Cihad toprağına geldiğinden beri karnının ağrısı geçti.
Afganistan'da ayağından darbe alan bir genç, 20 günlük bir yoldan yürüyerek hastaneye gelir. Hastaneye geldiğinde doktor ayağının kırık olduğunu görür ve:
"Buna bir sandalye getiriniz, ayağı kırılmış ayakta duramaz" der. Genç mücahit:
"Ben bu ayağımla İşkemiş şehrinden geldim. Ben Pirvan şehrinden değilim. Ben Tahar'dan yürüyerek buraya geldim. Tam 20 gündür yürüyorum" der. Ancak doktor ona inanmaz. "Bu ayakla kesinlikle ayağa dahi kalkılamaz" der. Ancak mücahit 20 günlük yoldan yürüyerek gelmiştir.
İşte benim eniştem olan Ebu Yahya Abdüsselâm! Bunlar askerî postaya hücum ettiler. Abdüsselâm, birçok yerinden kurşun yaraları aldı, fakat hiçbir acı hissetmiyordu. Vücuduna bomba isabet ettiğini zannederek vücudundan kemik parçalarını çıkarıyordu. Çünkü hava karanlıktı, kendisi de herhangi bir acı duymuyordu. Evet, o yarası daha sıcakken kemiklerinin parçalarını çıkarıyordu ve onların şarapnel parçaları olduğunu sanıyordu...
Bütün bunlara rağmen bakıyorsun ki cihadın bu kerametlerini görmeyen birileri çıkıyor ve: "Afganistan'a gitme, çünkü oradaki cihad, cihad değildir" diyor. Peki, Afganistan'daki cihad değil de nedir? La havle velâ kuvvete illâ billâh... Yüce Mevlâ'nın da buyurduğu gibi:
"Onlar insanları mucizelere iman etmekten alıkoyarlar ve kendileri de ondan uzaklaşırlar." (En'am, 26) Bu gibi insanlar hem insanları cihaddan alıkoyarlar, hem de kendileri ondan uzak dururlar.
107. âyet-i kerimede ise münafıkların diğer bir sınıfı beyan ediliyor ve bunların Müslümanları bölmek için ayrı mescitler yapma teşebbüsüne giriştikleri bildiriliyor. Bu mescidin adına "zarar verici" manasına gelen "Dırar Mescidi" ismi verilmiş ve yapılış gayesinin de müminleri bölmek ve küfrü himaye etmek için olduğu âyet-i kerime tarafından bildirilmiştir.
Medine'de Amir bin es-Sayfi isminde biri bulunuyordu. Kâfirler buna Ebu Amir er-Rahib (papaz) diyorlardı. Müslümanlar ise buna Ebu Amir el-Fasık (yoldan çıkan) diyorlardı. Bu kişi cahiliye devrinde hristiyan olmuştu. Müslümanlar Medine'de İslâm devletini kurunca münafık olan Abdullah bin Ubey bin Selul ile Ebu Amir münafık olmuşlar; Abdullah münafıklığını gizlerken Ebu Amir Mekke'ye kaçıp Kureyşlilerle işbirliği yapmış ve kâfirliğini açığa vurmuştur. Uhud savaşı olunca Ebu Amir Müslümanların aleyhine savaşa katılmıştır.
Ne var ki Ebu Amir'in oğlu Hanzala bin Ebu Amir ise yine bu savaşa müslümanlar ile birlikte katılmış ve şehit edildikten sonra melekler tarafından yıkandığı görülmüştür. Hanzala'yı melekler yer ile gök arasında altından bir leğen içinde yıkamışlardır. Onun babası olan Ebu Amir ise kâfir olarak Bizans Kralı Kayser'e gitmiş, bu arada Medine'deki münafıklara da binlerini göndererek Medine'de ayrı bir mescit yapmalarını, Hz. Muhammed'i çağırarak onu meşrulaştırmalarını ve Rasulullah mescitte iken mescidi onun üzerine yıkıp öldürmelerini bildirmiş ve şöyle demiştir: "Ben Bizans Kralı Kayser ile birlikte Medine'yi işgal etmek için sizlere geliyorum" demiştir. Bunun üzerine Medine'deki münafıklar planı aynen uygulamaya koymuşlar, mescidi yapıp bitirmişlerdir. Bitirdikten sonra Rasulullah'ı davet ederek: "Ey Allah'ın Rasulü! Biz bu mescidi hastalar, zayıflar ve kış gecelerinde mescide gelmekten aciz olan kimseler için yaptık. Buyur orada teberrüken bize bir namaz kıldır" demişlerdir. Rasulullah onlara: "Şu an ben sefere çıkma hazırlığı yapıyorum ve meşgulüm. Şayet savaştan dönecek olursak gelir orada size namaz kıldırırız" cevabını vermiştir. Rasulullah Tebük Savaşı'ndan dönünce onların yaptıkları Mescid-i Dırar'da cuma namazını, cumartesi ve pazar günleri namaz kıldıkları öğrenilmiştir. Münafıklar Rasulullah'a gelip orada namaz kıldırmaya davet etmişler, Rasulullah da gitmek için cübbesini istemiştir. Tam bu sırada Rasulullah'a Mescid-i Dırar ile ilgili daha önce zikredilen 107, 108 ve 109. ayetler inmiştir. Bunun üzerine Rasulullah (sav) sahabelerinden Malik bin Duhşum, Ma'n bin Adiy, Amir bin es-Seken ve Hz. Hamza'yı öldüren Vahşi'yi çağırmış ve onlara: "Gidin halkı zalim olan bu mescidi yıkın, sonra da onu yakın" emrini vermiştir.
Sahabeler derhal koşup gitmişler, Malik bin Duhşum evinden ateş alıp gitmiş, mescidi yıkmışlar ve o ateşle yakmışlardır. Bu mescidi yapanlar ise on iki kişidir. Bunlar da Hizam b. Hâlid, Muattib b. Kuşeyr, Ebu Habibe, Sehl b. Huneyf'in kardeşi Abbad bin Huneyf, Câriye b. Amir, Amir'in iki oğlu Mucemmi' b. Amir, Zeyd b. Amir, İbn Haris, Bahzec, Bicad b. Osman, Vedia b. Sabit ve Salebe bin Hatıb'dır.
İbn Abdulberr, Salebe bin Hatıb'ın bunlardan sayılmasının isabetli olmadığını söylemiştir. Çünkü Salebe'nin Bedir'e katılan mücahitlerden olduğunu ve Allah Teala'nın Bedir'e katılanları cennetle müjdelediğini, hâlbuki Mescid-i Dırar'ı yapanlar hakkında ise: "Yürekleri paramparça oluncaya kadar yaptıkları o mescit daima bir şüphe kaynağı olarak kalplerinde Kalacaktır. Allah her şeyi çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir" şeklinde ayet nazil olduğunu ifade etmektedir.
Yine Mescid-i Dırar'ı yapanlar hakkında: "Yaptıkları mescit onlarla birlikte uçup cehenneme yuvarlanmıştır" (Tevbe, 109) buyrulmuştur. Bu nedenle Salebe b. Hatıb'ın bu mescidi yapanlardan olmaması icab etmektedir.
Mescid-i Dırar'da namaz kılmak caiz değildir. Evet! Bu sebeple müslümanlar arasında tefrika çıkarmak amacıyla onların gücünü parçalamak, liderlik elde etmek veya falan kimsenin bir mescidi vardır, orada namaz kılınmaktadır ve insanları toplamaktadır, denilmesi için başka bir mescit inşa eden kimselerin yapmış oldukları mescit veya camilerde namaz kılmak caiz değildir.
Aynı şekilde bir şehirde, İslâm davetini yaymak için uğraşan İslâmî bir merkez bulunduğu halde, başka birisi gelerek: "Bu falan harekettendir veya falan davetin mensuplarına aittir, bu sebeple başka bir merkez yapalım" derse, inşa edilen ikinci merkez Mescid-i Dırar hükmünde olur.
Endonezya'da halkı hristiyanlaştırmak için misyonerlik faaliyetleri yoğun bir şekilde yürütülmektedir. Bunu önlemek için bazı müslümanlar İslâmî bir merkez kurdular. Daha sonra başka Arap ülkelerinden gelen kimseler o Müslümanların çalışmalarını başarısız kılmak için İslâmî merkezler yaptılar. İşte bu merkezler Mescid-i Dırar hükmündedir.
Aynı şekilde Mısır'da devlet, İslâmî Hareket'e büyük bir darbe indirdi. Bunun üzerine devletin kontrolünde olan İslâmî kuruluşlar darbe indirilen bu harekete sahip çıkıp ellerinden tutma yerine onların halk nezdindeki itibarlarını tamamen silmek için Mısır Vakıflar Bakanlığı (Diyanet İşleri Başkanlığı) İslâmî Hareket'in faaliyet alanlarını dolduracak çeşitli birimler ihdas ettiler. Mesela Dış İlişkiler Bölümü, Yabancılar Bölümü, Mescitler Bölümü, Davayı Yayma Bölümü gibi bölümler ihdas ettiler. Çünkü bu bölümler Müslüman Kardeşler merkezince planlanan bölümlerdi. Onların programlarından alarak Diyanet İşleri Başkanlığı'nda aynı bölümleri ihdas ettiler. İşte bunlar da birer Mescid-i Dırar hükmündeki müesseselerdir. Peki, bizzat Vakıflar Bakanlığı (Diyanet İşleri Başkanlığı) nedir? Bu da Mescid-i Dırar işlerini yürüten bir müessesedir. Bu sebeple bu gibi müesseselerin İslâmî Hareket'in faaliyet alanlarını engelleyecek dallarında çalışmak caiz değildir.'' (Mesela T.C. Diyanet İşleri Başkanlığının Avrupa'daki İslâmî faaliyetleri frenlemek için konsolosluklarda kurduğu Dini ataşelerde çalışmak veya bu ataşelerin organizesi ile yaptırılan mescitlerde ve diğer dini görünümlü kurumlarda çalışmak bunun örneğidir.)
Yine müslümanlar belli âlimleri seçerek fetva vermeleri ve dini yaymaları için bir heyet oluştururlar da bunu engellemek için devlet de özel bir fetva komisyonu, davet ve irşad heyeti kuracak olursa, devletin kurmuş olduğu bu heyet ve komite Mescid-i Dırar hükmündedir. Bu gibi kurumlara katılmak ve vazife almak caiz değildir.
Şu anda Irak’ta, Moskova'da ve birçok yerlerde İslâmî konferanslar düzenlenmektedir. Bunlar da Mescid-i Dırar hükmündedirler. Çünkü bu konferanslarda Allah'ın rızası amaçlanmamaktadır. Bu konferanslar ayet-i kerimede de Mescid-i Dırar hakkında ifade edildiği gibi: "İlk günden itibaren yıkılmaya yüz tutmuş, bir yar kenarına inşa edilmiş, bir temeldir." Zira Irak'ta düzenlenen İslâmî konferanslarda amaç Allah'ın rızası değildir. Amaç halkın Humeyni'ye karşı tavır almasını sağlamaktır. Akidemizi savunmak için eğer Humeyni'nin önderliğini yaptığı harekette akidemize ters bir şey varsa buna tavır alabiliriz, ancak Saddam'ın düzenlemiş olduğu İslâmî (!) konferanslarla değil. Saddam'ın yapmış olduğu bu şey hangi İslâm'a göredir? Ülkesinde İslâm konferansı düzenlenmekledir. Irak'ta hangi İslâm kalmıştır ki İslâm konferansı düzenlenebilsin?
Sovyet Rusya'da düzenlenen İslâm (!) konferansı hangi İslâm'a göredir? Buralarda mescitlerin devam etmesi ve oralara insanların gidip namaz kılmaları bile yasaktır. Meselâ Leningrad'da yalnızca bir mescit bulunmakta olup, onun da kapısı kilitlidir. Sadece mescidin kapısı Pazar günleri açılmaktadır. Dikkatinizi çekerim Cuma günleri değil, Pazar günleri (!) İnsanların Cuma namazlarını Pazar günü kılmaları istenmektedir. Caminin sadece Pazar günleri açılabilmesi için de vergi olarak yılda devlete 17.000 rupi ödenmektedir. Yani yaklaşık 17.000 dolar ödenmektedir. Çünkü Sovyet Rusya'da bir rupi bir dolara eşittir. Bütün bunlara rağmen bakıyorsun ki filan devletin diyanet işleri başkanı veya müftü efendisi kalkıyor, Sovyet Rusya'da dinî hürriyet olduğunu öve öve bitiremiyor. Bütün bunları da yeryüzünde "dinsizlik devleti"ni tesis eden Lenin'in kabrine çelenkleri koyduktan sonra söylüyorlar. (Ne yazık ki İslâm devletlerinde bile Lenin'in yarenlerinin kabrine çelenkler koyup mozoleleri önünde, putun karşısında durur gibi durduktan sonra, İslâm davasına yardımcı olacaklarını iddia eden gafiller sayılmayacak kadar çoktur).
Ey gafiller! Lenin'in kabrine çelenk koymak kişinin kâfir olduğunu gösteren alâmetlerden biridir. Evet, bu küfürdür. Şimdi gidip yeryüzünde ateizmi ve inançsızlık düşüncesini yayan ve bu düşünceyi himaye etmek için devlet kuran bir kâfirin kabri önünde saygı duruşunda durmak veya ona çelenkler koymak kâfirlik değil de nedir? Sadece bu hal bile küfrün alâmetlerinden biridir.
Daha önce de bahsettiğim gibi bu gibi toplantılarda hiçbir kimse gerçek İslâm'ı konuşmamıştır. Sadece Abdullah Nasif (Allah onu korusun) hakkı haykırmış ve onlara şöyle demiştir: "Sizin davet ettiğiniz barış nasıl bir barıştır? Hâlbuki sizler Afganistan'ı işgal etmektesiniz... Davetçiliğini yaptığınız barış hususunda sizlerin samimi olduğunuza inanmamız için öncelikle Afganistan'dan çıkınız."
Müslüman ülkelerden gelen Diyanet İşleri başkanları veya dinî temsilciler bu kahramanın Sovyet Rusya'nın içerisinde bu şekilde konuşacağım hiç tahmin etmiyorlardı. Bu gibi sözleri söyledikten sonra ise maalesef onu desteklemediler, aksine her biri kalkıp Rusya'yı din özgürlüğü hususunda övüp durdular. Çünkü Rusya'da elinde Kur'ân bulunan sadece dört sene hapsediliyor, idam edilmiyor. (!) Bu nedenle bu bir dinî hürriyetmiş (!)
Onların bu davranışları aynen şu nüktede söylenen "yaşasın adalet" esprisine benzemektedir. Biliyor musunuz bu nükte ne zaman söylenmiştir? Arap devletlerinden zalim bir devlet, binlerini tutuklar ve o kişiye; "Sen cumhurbaşkanına sövüyormuşsun, öyle mi?" diye sorulur. Bunun üzerine o: "Ben cumhurbaşkanına sövmedim" der. Onlar da: "Biz sana idam cezası verdik" derler. Bu zavallı ağlayarak tekrar edip durur: "Ben cumhurbaşkanına sövmedim... Ben cumhurbaşkanına sövmedim ." Bunun üzerine: "O halde biz cezanı hafifletiyoruz, idamı kaldırıp bütün mallarına, hatta elbiselerine dahi el koyuyoruz" derler. Onun hemen mahkemede iç çamaşırlarını ve dış elbiselerini soyup çırılçıplak sokağa atarlar. Bu gariban da anasından doğduğu gibi sokakta yürür, utancından bu defa: "yaşasın adalet, yaşasın yaşasın" diye bağırıp durur. Eh, işte bizim İslâm âlemindeki halimiz bu! Sovyet Rusya'daki dinî özgürlük de böyle. Ne var ki meddahlar bunu kavrayamazlar. Düşünmek de istemezler.


Şeyh Abdullah Azzam



 
T Çevrimdışı

tewhid-el-hak

Üye
İslam-TR Üyesi
AMIN Allah abdullah azzam'in sehadetini kabul etsin AMIN iste gerçek manada alim gibi alim mucahid gibi mucahid olan Abdullah azzam Allah mekanini firdews etsin AMIN
 
S Çevrimdışı

selefi_islam

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
ALLAH şeyh ve onun gibilerden razı olsun
sizdende allah razı olsun

ebuhasanelmakdisi kardeşımden turkiye diyanet işleri ile ilgili bir yazı istıyorum belki bazılarının gözü açılır bu vesile ile
 
Üst Ana Sayfa Alt