Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Gizli, Tahrifatlar (risale-i Nur Ve Bediuzzamanla Ilgili)

E Çevrimdışı

esirazat

Yeni Üye
İslam-TR Üyesi
GİZLİ TAHRİFAT


Yahudi ve Hıristiyanları insan-ı kamil olmaktan geri bırakan, İslamiyet güneşinden mahrum eden kendi kudsi kitaplarını tahrif edip, son din olan İslamiyet’e teslim olmayışlarıdır.

Bizim zillete düşmemize ve maddeten ecnebilere nisbeten geri bırakan; zihinsel, ruhsal ve kalbi tahrifatlara uğramamızdır. Bu da içtima-i tahrifatı netice vermiş. Diğer bir tabirle “İslamiyet’in usulüne israiliyyatı, akaidine hikayatı, hakaıkına mecazatı” karıştırma gibi bir tahrifat değil midir ki cezasını halen ödüyoruz. Kur’an tahrif edilmedi edilemezde. Fakat ismimiz müslüman kaldı, mahiyetimiz bozuk hristiyanlık, yahudilik ve maddiyyun felsefeyle tahrif edildi. Makamın yüksekliği nisbetinde insana değer verilmesi; dini anlatmanın detayına kadar yaşamanın alimlere münhasır kılınması; derd-i maişet için, günaha girilsede avf edilir; din vicdan işidir, devletle siyasetle alakası olmaz gibi laflar iddiaya birer delildir.

Hakkın batıla mağlubiyeti batılın kuvvet ve taraftarların çokluğundan ziyade; hakkın
hakim olması için gerekli şart ve vesilelerden yaz geçip, umursamama yada batıl formüllerle galip gelme çabasıdır. Parti vb. yollan denemek gibi.

İnsanlık aleminde tekrarlanan tahrifat hadisesi günümüzde daha gizli, planlı ve zararlı bir suret almış. Bu tahrifatlardan biri de Risale-i Nur üzerinde cereyan etmiş ve etmekte olan tahrifattır.

Bilinen tahrifat; Dava Dergisi’ninde üzerinde durduğu tahrifattır. Halbuki ben, bu tahrifat yanında, gizli tahrifata dikkati çekmek istiyorum.

Gizli tahrifat nedir? Denile bilir.

Cevaben derim ki: Risale-i Nur’da kastedilen veya edilebilen bütün zahiri ve batıni (işari) manalara ters düşerek ve insanı birçok zulme şerik edecek anlamlar verme gibi bir tahrifatı ifade ediyorum.

Demek, tahrifatı iki kısma ayırabiliriz. Birincisi: Kelime, cümle ya da kısımlardaki ekleme, çıkarma veya değiştirmelerdir. İkincisi: Söylendiği zamanı, mekanı, konumu nazara almayıp, başka zaman, mekan ve oluşumlara yanlış uygulamak veya hakka aykırı manalar verme gibi bir tahrifattır.

1. tahrifatın 2. den daha kolay düzeltileceği kanaatindeyim. Çünkü; 1. kısım değişiklik zahiridir yani kitaplar üzerindedir. 2. kısım değişiklik zihnidir, gizlidir, hevese göre renk vermedir. Yanlış anlaşılmasın, kolay düzeltilebilir demek ehemmiyetsizdir anlamına gelmesin. Nice cinayetlere reva göstermektir.

Okuyucu kardeşlerimle dertleşme suretinde birer ikişer misalle bahse devam edeceğim.

İslam ümmetinin meselesi olan Kürt meselesinde insani hukuka aykırı hareket edip, zalimlerin zulümlerini vatan savunması diye nitelendirenler elbette üstadın kürtlüğünü hazmedemeyip, türk’tür, seyyid’dir gibi iddiaları olacak.


Divan-ı Harb-i Örfi’nin yarı cinayetinden sonra “Fahr olmasın derim ki:
Biz ki; Kürdüz. Aldanırız fakat aldatmayız.” cümlesini, “Fahr olmasın derim. Biz ki müslümanız. Aldanırız fakat aldatmayız.” şeklinde değiştirilmiş. Böyle bir tahrifattın düzeltilmesi kolaydır. Çünkü dinimiz, övünç kaynağımız ve bizi aldatılmaktan kurtarıp marifede, teyakkuza isal edicidir. Mensuh olduğumuz ırk yaratılış itibarıyla diğer ırklarla eşit olduğundan bizim için gurur kaynağı olmaz.

Saideyn ilişkiside beşeri zaaflardan ve cehaletten netleşmeyen meselelerdendir.
Hayatını veren Said (ra), başını veren Said’i (ra) kiyamdan vazgeçireceğine dair hayali mektubun olmadığı aşikardır(açıktır). (1913 Bitlis Hadisesi’ndeki mükaleme ve yanlış düzmeler hariç.) Diğer bir tabirle vazgeçirici bir nakil yoktur. İşin çözümü tarih seyri, akıl, hikmet ve İslami Hareket esaslarına göre rahatlıkla görülür.

Üstad’ın ümmetçi olduğu aşikardır. Tabi ki, ümmet demek, devletin bir tarafın milliyetçilik damarını okşayıp, diğer tarafı kırdırması veya “Türkiye’de herkes kardeştir”; “Türküyle Kürdüyle bu vatanda hep beraber yaşamışız”; “Türk-Kürt önemli değil...” gibi parlak sözlerden sonra bir tarafın gasp edilmiş haklarını vermemek değildir. On milyonluk milletin devlet, dil, kültür sorunlar yokken, neden kırk milyon civarı bir milletin Is1am dairesinde bu hakları verilmesin? Hakların verilmesiyle gerçek kardeşlik tezahür eder.

Nakilden ziyade, olayı bir kıyasla ibraza çalışacağım.

22 Şubat 1920’de 8273 sayılı ikdam ceridesinde Ermenilerle birleşme akdini imzalayan Şerif Paşa’yı (Kürt-Ermeni ittifakını) protesto eden bir islamiyet’e zarar cihetiyle Ermenilerden muzır olan zamanımızın Amerikası, İngilizlerle Lozan’ın iç yüzünde (Murahhas Heyeti reisi Lord Gürzori’un kabul edilen teklifi (Türkiye İslam alakasını ve İslami temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulus birliği etmiş olur. Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanmış olur, bizde kendisine dilediğini veririz) ile anlaşma yapan bir devlet ve orduyu nasıl protesto etmez? Şeriat için kıyam edeni, nasıl haksız görüp caydırıcı mektup yollar? “Şeriatsız bir Kürdistan düşünmedim.” ifadesiyle; “En mukaddes maksadım şeriatın bütün ahkamını icra ve tatbiktir.” ifadesini kullananı birbirine zıt göstermeye deliler bile cüret etmez.

Türkçülüğü ve devlet ricaline kayıtsız şartsız itaati esas alanlar Osmanlı ve TC’ye haklıda olsa bir başkaldırıyı, kabullenemezler. Hali hazırda Bediüzzaman’ı takip ediyor gözükenlerin çoğu, kendilerine göre konuşturdukları bir Üstad’ı takip ediyorlar. Anadolu’nun bağrından çıkanları faziletli gören, dehayı felsefeden dersini alanlar nerde? Her şeyi Mizan-ı Şeriatla ölçen ve yalnız Kur’an’dan feyiz alan Asrın Beyin mimarı nerde?

Bazı neşriyatlarda Barla Hayatı denen kısma eklenen yazı, üstadın Bitlis Hadisesi ‘ne binaen söylediği sözlerdir. Gözleri açık olan 12 yıllık süreyi ve sistem değişikliğini görecek.

Kezalik, Ş. Said isyan etti, bir kaç ili aldı, isyan bastırıldı söylemleri var. Halbuki Şeyh Said ve halk, müntesibleri oldukları din ve üzerinde yaşadıkları topladıkları muhafaza için kiyam etmişler. Hareket, haksız hücuma karşı bir müdafadır. Yapılması zorunlu ve şart olan bir hareket sorgulanacağına,
İngiliz ortağı bir ordunun Kürdistan’da ne işi var?
Bu milletten ne istiyorlar?
Nereden? Kim hesabına?
Hangi düzene göre halen alimlerden ve halktan asıp kesiyorlar? Sorularına cevap aranmalıdır. Beşeri sistemlerin verdiği derste, güçlüyü haklı görme fikri oluşur. Şeyh Said’ki yenik düştü ya...

Kürdistan’da cereyan eden olaylarda haklı-haksız tesbitlerinden önce; mevcut silahlı güçlerin, devletin kurumlarının ve hükümet teşkilatının Kürdistan’da ne işi var? Bu milleti, ırkçılık kültürüyle yoğrulmuş kaymakamlar, valiler, emniyet müdürleri niçin idare ediyor? Nitekim vekil öğretmenlik için kaymakama müracaat eden gence, kaymakam: “Şu ana kadar kaç kişiyi ihbar ettinde seni öğretmenliğe alayım.” demiş.

Bölge sorunlarını çözmeyi devletten beklemek, hayvanları hastalanan köye aç kurtları göndermeye benzer. Devlet idaresi, milletim dedikleri insanlara saadeti verip, adaleti tesis edemezken başka millete ne verebilir.

Meseleyi yine konumuz için uzattım. Çünkü: Risalelerden gerçek manada istifadenin en önemli cihetlerinden biri ümmetçi oluşumuzdur...

Kelamın ulviyeti ve doğru anlaşılması:
Kim söylemiş?
Kime söylemiş?
Ne zaman söylemiş?
Hangi makamda söylemiş?
Gibi şartlara bağlıdır. Vereceğim misal zikredilen kaideleri esas alma neticesinde doğru anlaşılır.

2.Meşrutiyet’in üçüncü yılında aşiretler için yazan Üstad: “Eski hal muhal ya yeni hal ya izmihlal” kaidesini zikredip muhatapların ezberlemelerini dahi istemiş.

Bu sözü TC’nin kuruluşundan sonra söylenmiş gibi kullanmak, sözün anlamını ya da kastını büsbütün değiştirir. Halbuki “eski hal” l908’den önce ki “Devr-i İstibdat” tabir edilen. Abdulhamit döneminide kapsayan sureye işarettir ki, bunu muhal görüyor. Meşrutiyet-i meşrua kabul ettiği ve alkışladığı 2. Meşrutiyeti” Yeni hal” ile tabir ediyor.

Sistem ile şahıslar zaman olmuş birbirine mütabık olmuşlar, bazen sistem ile idarecilerin icraatları teğalüf edebilir. “Hükümler eksere göre verilir” kaidesini nazara alıp şunu söyeyebilirim: İttihad ve Terakkicilerde genelde şahısları zalim ve zihniyetleri ithaldir. Fakat rejime büsbütün öyle bakamayız. TC. de hem şahısların zihniyetleri hem de rejim ithaldir.(dışardan alınmış, ismarlam)
1.Dünya Hrbininde halk, din ve vatan selameti için ehl-i küfrün defini esas alıp savaşmış. Bu nokta-i nazardan ölenler şehid oluyor. Üstad Lemaat adil eserde: 1. Cihan Harbini Müslümanlar için bir musibet hareketi ise menfi ve ızdırari bir ibadet hükmünde görüp, öldürülenleri, şehid konumunda görmesi inşallah isabetlidir.
***

Müsbet ve menfi hareket tabirleri de su-i istimal edilen tabirlerdir.

İhlas Risalesi’nin düsturlarından ve “Yani beyne! İslam muhabbet imdat ve hıyanet askerini bozmaktır” kaidesinden anlaşılıyor ki, müsbet hareket müslümanlar arasında cereyan etmelidir. Batıl davalara yönelikse zayıf olduğumuz zaman yalnızca hareket itibarıyla kullanacağımız bir harekettir.
Müsbet hareketi, her kesime yönelik muhabbet ve suskunluk şeklinde anlamak, fasık, zalim ve kafirlere şamil kullanmak şuna benzer: Bir müslümana hazırlanan sarık, cübbe, şalvar gibi giysileri ayyaş birisine giydirmektir ki, elbiselere tahkirdir.

***

Cemiyet-i Muhammed’i (a.s.m) zamanın partilerine büsbütün kıyas etmek;
Ehven-i şer hükmünü ele alıp zaruret yokken, kafirlerden kaçalım deyip, münafıkların kucağına düşmek;
Dahili, harici muharebelerde Misak-ı Milli’yi dahil sanmak, Süfyanın nasihatina uyup yurtta sulhu esas almak gibi konuma kişiyi düşürür.

Hassasiyetle üzerinde durulan tahrifat meselesinde, kastedilen şu olsa gerek:
Kur’an’dan tereşşüh eden(çıkan) bu hakikatlardan istifadesine engel olmamak; ehl-i küfrün böyle bir kalenin içinden gözükenlerin açtıkları geldiklerden içeri girip lehlerine kullanmalarına sed çekmektir. Bunlar gibi birçok mesuliyeti istemiyorsak verilecek anlamlar Kur’an ve Sünnet ölçüsüne uygun olsun. Zira Üstad: “Sünnet-i Seniyyeye en kısa yoldan Risale-i Nur düsturları isal ediyor.” diyor. Bu ölçülere vurmaya iktidarımız yetmiyorsa Bediüzzam’ın hedef ve icraatına uygun manalar verelim.


(DAVA DERGİSİ, Haziran / Temmuz 1997, SAYI 80)
 
ABDULHAK Çevrimdışı

ABDULHAK

الإذلال هو بعيد عنا
Admin
RİSALE-İ NUR'LARDA TEZAT VE YANLIŞLIKLAR !

bediuzzaman-said-nursi.jpg


https://www.islam-tr.org/tevhid/10458-risale-i-nurlarda-tezat-ve-yanlisliklar-kitap.html
 
H Çevrimdışı

hurafesiz1islam

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Bediuzzaman veya kendine koyduğu başka bir takma adla 'Bidatuzzaman' ve Risaleleri kendileri bir tahrifattan ibarettir. İslamı tahrıf ediyorlar. Olmadık yere 'ilhamla kitab yazdırıldı' diye ve 'cevşen,sekine,ercuze,celcelutiye Hz Ali vasıtasıyle gelmiş vahydir' demekle Kuranın son Kitab olduğu hakikatını tahrif ediyorlar.
 
R Çevrimdışı

remz-X

Üyeliği İptal Edildi
Banned
İlham nedir? *BİLMEDİĞİN ŞEYE DÜŞMAN OLMA ÖĞRENMEYE ÇALIŞ*

Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup, ıstılah olarak “kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi” anlamında kullanılır. “Allah’ın, kulun kalbine bıraktığı şey”, “feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir.
Istılahî anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken, ilham daha umumî bir karakter taşır. Veli kulun kalbine gelen ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arı gibi hayvanlara yapılan ilhama kadar şümullü bir ifadedir.

Kur’an-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece Şems suresi 8. âyette geçer. Bu surenin başında yüce Allah, güneşe ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza kasemden sonra, “Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur. Onu kirleten de, hüsrana uğramıştır” buyurur. (Şems, 8-10)
Bu âyetler, insan nefsinin fücur ve takvaya kabiliyetli olduğunu beyan etmektedir. İnsan, nefsini hayra da, şerre de yönlendirebilir.

İnsanın terkîbi ulvî ve süflî alemden gelmiştir. Bundan dolayı insan, nefsi itibarıyla süfliyata meyyal, ruhu itibarıyla ise, ulviyâta müştaktır.

Surenin başında “güneş ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza” yemin edilmesi, insanın fücur ve takvadaki haline bir işaret gibidir. Yani, insan nefsi ya güneş gibi nuranî veya ay gibi zulmanîdir. Ya gündüz gibi aydınlık veya gece gibi karanlıktır. Ya sema gibi ulvî veya arz gibi süflîdir. İnsanı bu şekilde yükselten veya alçaltan, nuranî veya zulmanî yapan, fiillerine temel teşkil eden ilhamlardır. Çünkü insan nefsi, hem hayırlı ilhamlara, hem de şerli ilhamlara bir alıcı durumundadır. Allah’ın ve meleğin ilhamına muhatab olduğu gibi, şeytanî bir ilham olan vesveselere de muhatab olmaktadır. Allah’ın nefse fücur ve takvayı ilham etmesi ise, hayır ve şerri ona bildirmesi anlamındadır.

İlham da vahiy gibi sübjektif bir yapı arzeder. İlhamın keyfiyeti, tatmayanlarca bilinmez. Fakat onun bu bilinmezliği, kendisi hakkında fikir yürütmemize engel değildir. Bu nedenle, ilhamın keyfiyetiyle ilgili bazı görüş ve tecrübeleri kaydetmekte fayda görüyoruz:

“İlham, vicdanda ani bir surette belirir. Nereden geldiği his ve idrâk olunmaz. Açlık, susuzluk, üzüntü ve sevinç duyguları vicdanda nasıl duyuluyorsa, ilham da aynı şekilde duyulur.” (Gölcük, s. 291)

Böyle ani gelen bir ilham, beklenmedik ruhî, coşkun bir istila gibidir. Bundan dolayı da, kalbî hassasiyet ve aklî titizlik daima onu almaya hazır olmalıdır. Yoksa “Nurlar senin üzerine gelirler ve kalbini kainat içindeki eserlerin suretleriyle dopdolu görünce geldiği gibi giderler. Kalbini ağyarın suretlerinden boşalt ki, maarif ve esrar ile doldurasın.” (İskenderanî, s. 130)

İşârî tefsîr ekolünün mümtaz simalarından Bursevî kendi ilham tecrübelerinden bahsederken şöyle der: “Nefsimizde tattık ki, ilham ve hitab bazen Arapça lafızla, bazen de Farsça veya Türkçe olarak geliyordu.” (Bursevî, IV, 193)

Menar tefsirinde ise, “Kişi, firaset, ilham gibi gizli ruhî idrak vasıtalarıyla bir bilgiye ulaşabilir. Bu, çoğu kere ruha bazı levhaların açılması şeklinde olur. Bunun kesinliği, ancak vukûundan sonra anlaşılır. Böyle bir ilham, bazı keskin gözlü kimselerin başkalarının görmediği çok uzak mesafeyi görmeleri gibi bir haldir” ifadeleriyle, ilhamın, çok özel bir bilgi türü olduğu vurgulanır. (Abduh, VII, 422-423)

Fakat gayb, derece derecedir. Gaybın en derin noktasını ne bir peygamber, ne de bir veli bilemez. Ezelî kaderin vukua çıkma, tezahür etme zamanı yakınlaştıkça, o hadise gayb hazinesinden yavaş yavaş ayrılıp, insanın kavrayış ufkuna, dünya semasına doğru gelir. Denizin ta dibindeki cisim görünmez. Ama dipten ayrılıp yüzeye doğru gelen cisim, yüzeye yaklaştıkça kuvvetli gözler tarafından görülür. İşte gaybın, derinliklerinden ayrılıp şehadet âlemine doğru yaklaşan olayları da, basiret gözü açık olan bazı keşif erbabı görebilir.

Allah’ın veli kulları ilhama mazhar oldukları gibi, hassas ruhlu sanatkârlar, şairler, kendi sahasında fani olmuş ilim adamları da ilhama mazhar olmaktadırlar. Bunlar, hayatın günlük akışı içinde başkalarının göremediğini görürler, sezemediğini sezerler, hissedemediğini hissederler. Bir başka ifadeyle, bilginin bambaşka bir boyutunda yer alan kimi sezgiler ve dimağlar, bize göre verimsiz gibi gelen bir zeminden diriltici sular, ilâhî temaslar elde edebilirler.

Hatta, belli bir meseleyi, uzun bir müddet çok uğraşmamıza rağmen çözemezken, bir gün aniden onun çözümünü içimizde buluruz. Bütün bilgi basamaklarını atlayarak bizi ani bir şekilde sonuca ulaştıran bu kabiliyetimiz hadsden (sezgiden) başka bir şey değildir.

Her insanda bilkuvve mevcut olan böyle bir sezgi, şair ve sanatkârlarda, ilim adamlarında çok daha hassastır. Bugün beşeriyetin istifade ettiği ilim ve teknoloji ürünleri, çoğu kere böyle sezgilerin neticesidir. Bunları, sadece zekânın eseri görmek yanlış olacaktır. Dâhi insanlar, kendilerinde bulunan gözlem ve anlama gücünden başka, sezgileri ve yaratıcı muhayyileleri ile başkaları için gizli olanı sezer, görünüşte ayrı olan olaylar arasındaki ilişkileri anlar, gizli bir hazinenin varlığını tahmin ederler.
“Mülhem keşşaflar” diyebileceğimiz bu kişiler, kendi sahalarında âdeta fâni olmuşlardır. Bütün dünyalarında araştırdıkları mesele vardır. Her şeye o zaviyeden bakarlar. Bir müzisyenin dünyası notalardan meydana gelmiştir. Bir ressamın dünyası, renkler ve şekiller dünyasıdır. Mesleğinde fâni olmuş bir kimyacının nazarında âlem büyük bir laboratuardır. Bir şairin dünyası, kelimelerin armonisinden örülüdür. Bunlar ve benzerleri, kendi branşlarının gemisinde, sisle örtülü sırlar okyanusunda ilerlerken, zaman zaman ilerdeki kayaları hayal meyal görür gibi olurlar. Ardından tekrar bir sis etrafı kaplar. Bazen de bir rüzgâr eser, bütün sis bulutlarını dağıtır. Önlerindeki kayaları ve ilerdeki kıyıları onlara açık ve net olarak gösterir. Böylece kayalardan aşarlar, kıyılardan geçerler. Gerçeğin yeni ufuklarına doğru kürek sallarlar.

Şöyle veya böyle, kendisine bu tarz ilham gelen birisi şiirde yeni bir ufka açıldığı gibi, kendini sanatına adamış mülhem sanatkârlar, kendini ilmî keşiflere adamış mülhem keşşaflar da bir gün kendilerini yepyeni bir iklimde bulabilmektedirler.
Kevnî sırlara dalmak isteyenlere kâinat sırları açıldığı gibi, ilâhî sırlara ermek isteyenlere de, marifet nurları saçılacaktır.

İlham ne derece bağlayıcıdır?

İlhama mazhariyetle elde edilen bilgi, çoğu kere o şahsı ilgilendiren cüzî şeyler içindir. Yani, ya sıkıntılı halinde gelen bir teselli veya içinden çıkamadığı bir müşkilin halli veya kendisi ve çevresiyle ilgili geleceğe yönelik bir müjde şeklindedir.

Bu tarz bir ilhamın değeriyle ilgili olarak ekseriyetin görüşü, ilhamın başkasını bağlayıcı bir bilgi türü olmadığıdır. Taftezanî “Akaid” metninde geçen “İlham, ehl-i hak nezdinde bir şeyin sıhhatini bilme yollarından değildir” cümlesini şöyle açıklar:

“Müellif bununla “İlham, bütün insanların kendisiyle ilim elde ettiği ve başkasını bağlayıcı bir sebep değildir” manasını murad etmiştir. Yoksa şüphesiz ilham yoluyla her hâl ü karda bir ilim elde edilmektedir.” (Taftezanî, s.13-14)

Diğer bir ifadeyle, “kelâmcılar, ilhamın vukuunu değil, bu yolla elde edilecek bilginin, başkası için delil olacağını kabul etmezler.” (Çelebi, s. 249)

Meselâ birisi “kalbime ilham edildi ki, şu tarihte şu olay olacak” dese, onun bu ilhamı başkasını bağlayıcı bir hüküm taşımaz. Bu ilhamının hükmü zamana bırakılır. Zaman onu ya tasdik eder veya yanlış gördüğünü ortaya koyar.

Kalbine ilham gelen kişi, bunun ilâhî menşeli olduğunu hissederse, kendisi onunla amel eder. Nitekim Hz. Musa’nın annesi kalbine gelen ilhama göre hareket etmiş, küçük Musa’yı sandık içinde Nil’in sularına bırakmıştır.

Bu noktada şunu da belirtmek isteriz ki: İnsanın kalbi sadece Rahmanî ilhamlara yönelik bir alıcı durumunda olmayıp, şeytandan da ilham almaya kabiliyetlidir. Bundan dolayı, ilhama mazhar olan kişi, eğer dinin hükümlerini iyi bilmiyorsa, şeytanların oyuncağı olabilir. Kalbine gelen şeytanî ilhamı, Rabbanî zannedip hem sapar, hem de saptırır.

Anlatılır ki, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’a biri “Yalancı peygamber Muhtaru’s- Sakafî kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor” deyince İbn-i Ömer “Doğru söylemiş” der ve şu âyeti okur:

“Şüphesiz şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler” (En’am, 121) Yani, vesvese yoluyla ilham ederler. Ehl-i imanla mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. (İbnu Kesir, II, 170)

Demek ki, bilhassa şeytan fikirli insanlar, şeytanî ilhamlara maruz kalırlar. Şeytan, ehl-i imana vesvese verip günahlara sevketmek istediği gibi, ehl-i küfre de mesajlar gönderir, ehl-i imanla uğraşmalarını sağlar.

“İmansızlıkla şeytanet arasında bir cazibe vardır. Korusuz bahçeye haşerat musallat olduğu gibi,
“Görmedin mi biz, kâfirlerin üzerine kendilerini iyice (azgınlığa) sevkeden şeytanları gönderdik” (Meryem, 83) medlulünce, imansız kalplere de şeytanlar musallat olur. İmansızlar şeytaneti sever. Şeytanî hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar. Eşkiyanın reisi, en büyük şaki olur. Bunun gibi, imansızların bütün temayülleri şeytanette olduğundan, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer” (Yazır, III, 2148)

Günümüzde, memleket çapında ve dünya çapında ehl-i imanla uğraşanları gördükçe, üstteki âyetin manasını daha iyi anlayabiliyoruz.

Vahiy – ilham farkı

Vahiyle ilham arasındaki farkları bilmek, ilhamın değerini ve keyfiyetini anlamamıza yardım edecektir. Şöyle ki:

1- İlham, mutasavvıflarca ve bazı kişilerce bir delil sayılabilir. Ancak o, çoğunluğu bağlayan bir hüccet değildir.

2- Vahyin kaynağı kesin olarak ilâhî olmakla birlikte, ilhamın kaynağı her zaman ilâhî olmayabilir. Onun için, vahiy katî olup, ilham zannîdir. Çünkü, vahiy melek vasıtasıyla gelir. Melekte hata ihtimali yoktur. Fakat kalbin akıl ve nefisle alakası olduğundan, bunlardan etkilenir. Bundan dolayı, o meyanda yanılmalar olabilir.

3- Vahiyde mündemic olan risalet, bütün beşeriyete aittir. Halbuki ilham, yalnızca buna mazhar olan şahsa mahsustur. Vahiy, bütün âlemi aydınlatan güneş gibidir. İlham ise, sadece ilhama mazhar kişiyi aydınlatan bir lamba gibidir.

4- Vahye mazhar olan peygamber, aldığı vahyi insanlara tebliğle mükellefdir. Hâlbuki bir veli, kalbine gelen ilhamı tebliğe memur değildir. Hatta çoğu kere gizlemesi daha efdal olmaktadır.

5- Vahiy gölgesizdir, safidir, peygamberlere hasdır. İlham ise, gölgelidir. Renkler karışır. İnsandan başka, melekler ve hayvanların da mazhar olduğu bir keyfiyettir.

Hz. Musa’nın Annesi

Kur’an-ı Kerim, Hz. Musa’nın annesine gelen ilâhî ilhamdan bahseder. Şöyle ki:

Hz. Musa dünyaya geldiği sıralarda Mısır’a hükmeden Firavun, Benî İsrail’in erkek çocuklarını öldürtmektedir. Oğlunun da öldürülmesinden endişe eden Hz. Musa’nın annesine şu ilâhî teselli gelir:

“Çocuğunu emzir, Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu (sandık içinde) denize bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız.” (Kasas, 7)

Hz. Musa’nın annesine gelen bu ilham, onu teselli edici ve yönlendirici bir keyfiyet arzetmektedir. Aynı zamanda ileriye yönelik iki müjdeyi taşımaktadır. Bu iki müjde, Musa’nın annesine geri döndürülmesi ve küçük Musa’nın, ilerde bir peygamber olacağıdır. Musa’nın annesine il¬hamın nasıl ve ne şekilde geldiği meçhulümüz olmakla beraber, bunun rüyada bildirilmesi, ya da Hz. Meryem’de olduğu gibi, melek gönderilmesi şeklinde olabilir.

Bu şekilde bir ilhama mazhariyeti, sadece Musa’nın annesine has bir olay olarak görmek hatadır. Benzeri durumlarda böylesi ilhama mazhar pek çok kişi vardır. Bu ilhamlar, Musa’nın annesi örneğinde olduğu gibi, “teselli edici, yönlendirici ve gelecekten haber verici” özellikler taşımaktadır.
 
R Çevrimdışı

remz-X

Üyeliği İptal Edildi
Banned
RİSALE İ NURLARDA TEZAT VE YANLIŞLIK OLSAYDI SİZİN GİBİ NİKLERİN ARKASINA GİRİP KES KOPYALA YAPIŞTIR MANTIĞIYLA KAYNAKSIZ KONUŞMAZDI DÜŞMANLARI, HAPİSE SÜRGÜNE DE GEREK KALMAZDI DÜŞMANLARI SİZİN GİBİ GİZLİDE YAZMAZDI ÜN YAPMAK İÇİN REKLAMALARLA ÇÜRÜTÜRLERDİ

HEM MÜSLÜMAN ALİMLERİ KORKAK DEĞİLLER CAHİLDE DEĞİLLER Kİ YARIM YÜZYILI AŞKIN NEŞREDİLEN BİNLERCE İNSANIN İMANINI KURTARAN BU ESERLERİ RED EDERLERİ
HEM RİSALE İ NURLARI OKUYAN BİR İNSANA BAKINIZ ALLAH I VE RESÜLÜNÜ NE KADAR SEVİYOR

SİZ GÖZÜNÜZÜ KAPAMAKLA KENDİNİZE KARANLIK EDEBİLİRSİNİZ

EY MÜSLÜMANLARA DOST GÖRÜNEN AMA ASLINDA DÜŞMAN OLAN İNSANLAR
 
Üst Ana Sayfa Alt