"Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı. Hür hür ile, köle köle ile, dişi dişi ile. Fakat kimin lehinde kardeşi tarafından bir şey affolunursa artık ma'rufa uymak ve ona güzellikle ödemek gerektir. Bu Rabb'ınızdan bir hafifletme ve rahmettir. O halde kim bundan sonra tecâvüzde bulunursa onun içindir azâb-ı elim." (Bakara 178)
Taberi diyor ki:
"Bu âyetin nüzul sebebi hakkında ihtilaf vardır. Bu sebeble bizlerin, âyeti, kesin delillerin gösterdiği mânâda anlamamız gerekmektedir. Rasulullah'tan, hür erkeğin hür kadın karşılığında kısas yapılacağına dair birbirini destekleyen bir çok hadis rivayet edilmiştir. Ancak İslam ummeti, hür kadına karşılık hür erkeğin kısas yapılması halinde erkeğin fazla olan diyetinin kadının velilerinden alınıp alınmayacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu sebeble kadına karşı erkeğe kısas tatbik edileceği ve tatbik edildikten sonra da erkeğin arta kalan diyetinin erkeğin velilerine verileceği hususunda icma olduğunu iddia etmek fâsid bir görüştür.
Şu hususta bilinmektedir ki: Bir insan belli bir bedel karşılığında bir organını telef edip vücudunun diğer kısmını sağ bırakamaz. Bunu yapması haramdır. Keza, bir başkasının belli bir bedel karşılığında diğer bir insanın herhangi bir organını telef edemez bu da haramdır. (Bu da gösteriyor ki, kadının karşılığında erkeğin sadece bir bölümünün kısas yapıldığını söylemek doğru değildir) Erkek, kadının karşılığında "Cana can" kâidesine göre kısasa tabi tutulmuştur. Bundan anlaşılıyor ki âyet-i kerimede zikredilen: "Hür’e hür, köleye köle, kadına kadın" kısas yapılır ifadesinden maksad, hür'e karşılık köle, erkeğe karşılık kadın, kadına karşılık ta erkek kısas yapılamaz" demek değildir. Âyetin ifade ettiği mânâ hakkında geriye iki ihtimal kalmıştır. Bunlardan biri, bizim de izah ettiğimiz gibi, kısasta cinayeti işleyenin dışına taşmamaktır. Yani, kısas ancak katile tatbik edilir. Katilin, erkek, kadın, köle veya hür olması durumu değiştirmediği gibi öldürülenin bunlardan biri olması da durumu değiştirmez. İşte âyet-i kerime bunları beyan etmektedir.
Âyetin ifade ettiği muhtemel ikinci mânâ ise şöyledir:
Bu âyet, belli insanlar hakkında nazil olmuştur. Onlar birbirleriyle savaşarak birbirlerinden kadın, erkek, köle öldürmüşlerdir. Rasulullah da bunların, karşılıklı olarak diyet ödemek suretiyle barışmalarını emretmiştir. Diyetler de hür erkeğin diyeti hürerkeğe göre, hür kadının diyeti hür kadına göre, kölenin diyeti de köleye göre takdir edilecek ve taraflar karşılıklı olarak takas yaptıktan sonra fazlalıkları ödeyeceklerdir." (İbn Cerir et-Taberî, Camiu’l-Beyân, 2/62-63)
Diyet Miktarındaki Farklılıklar
İslâm dininin ortaya çıkışıyla birlikte Câhiliye geleneklerinin aksine insanlar tedricî bir program çerçevesinde tarak dişleri gibi eşit sayılmaya başlanmış (Muttaki el-Hindî, IX, 38), âlim cahil, zengin fakir farkına, ırk, kabile ve sosyal statü değişikliğine bakılmaksızın herkesin Allah nezdinde ve şer'î hükümler karşısında eşit olduğu ilkesi getirilmiş, üstünlüğün ancak manevî yücelme ile (takva) olabileceği vurgulanmıştır. (Hucurat 13)
Ancak İslâm hukuk doktrininin oluştuğu dönemde müslüman toplumların geleneksel kültür ve sosyal yapıları, ayrıca diyetin suçlu için bir ceza olmaktan çok ölenin kan bedeli, ailesinin uğradığı kaybın tazmini olarak telakki edilmesi ve benzeri sebeplerle eşitlik ilkesinin diyette değişikliğe uğradığı görülmektedir. Bundan dolayı kadının, gayri müslimin ve kölenin diyet miktarları İslâm hukuk doktrininde ayrı tartışma konusu olmuştur.
İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, konuyla ilgili olarak rivayet edilen hadise de dayanarak (Şevkânî, VII, 224-227) kadının diyetinin erkeğin diyetinin yarısı oranında olacağı görüşünü benimser. Bazı kaynaklar bunda icmâ bulunduğundan söz ederse de (İbn Kudâme, VII, 797) azınlıkta kalan âlimler, mu'minin diyetinin 100 deveden ibaret olduğunu bildiren hadisin
Amr b. Hazm’ın (r.a.) babasından ve dedesinden rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.)’in Yemen'lilere yazdığı mektubda farzlar, sünnetler ve diyetler yazılıydı. Mektub, Amr b. Hazm vasıtasıyla gönderilmişti ve Yemen'lilere okunmuştu. Mektubta şöyle yazılıydı: “Allah’ın Peygamberi Muhammed’den, Şurahbil b. Abdi Kulal’e, Nuaym b. Abdi Kulal’e ve Haris b. Abdi Kulal’e yani (Ruayn, Meafir ve Hemdan'lılara...) Bundan sonra.. Kim bir kimseyi sebebsiz yere öldürür o da delil ile sabit olursa, o kimseye kısas uygulanır ancak öldürülen kimsenin velileri kısastan vazgeçer diyete razı olurlarsa, bir adamın diyeti yüz devedir. Burun tamamen kesilirse tam diyet ödenir. Dil kesmekte tam diyet gerektirir, iki dudağın kesilmesi de tam diyettir. İki yumurtanın tahrib edilmesi de tam diyet gerektirir. Tenasul organı kesilirse tam diyet gerekir, bilek kemiği kırılırsa tam diyettir. İki göz kör edilirse tam diyettir. Bir ayak için yarım diyet gerekir. Beyin zarına varan yaralamalarda üçte bir diyet, kafayı ve karnı delecek yaralamalarda üçte bir diyet vardır. Kemikleri yerlerinden oynatan yaralamalarda on beş deve diyet vardır. Elin ve ayağın her bir parmağında onar deve diyet vardır. Dişin diyeti beş devedir. Kemiğe ulaşan yaralamalarda diyet beş devedir. Kadını öldüren erkek kısas yapılarak öldürülür. Diyeti altın olarak vermek isteyenler bin dinar altını verirler.” (Nesâî, “Kasâme”, Bab 45, Hadis no: 4770 Sadece Nesâi rivâyet etmiştir.) genel kural sayıldığını, diyette maktulûn paha biçilen nesne değil insan olarak değerlendirilmesi gerektiğini, bu sebeble kadının diyetiyle erkeğin diyeti arasında fark bulunmadığını kabul ederler. (Ebû Zehra, s. 615-616) Bu konudaki hadislerin lafzî yorumu ve uygulama, aynı ortak kültür altında yetişen büyük çoğunluğu destekler nitelikteyse de diyetin cezadan öte kan bedeli olarak telakki edilmesi bile böyle bir ayırımı fazla haklı kılmamakta, azınlığa ait de olsa ikinci görüş naslarda gözetilen genel maksatlara daha uygun düşmektedir. İslâm hukukçularının bir kısmı, mevcut bir hadise istinâden (Şevkânî, VII, 70-72) yaralamalarda kadının diyetinin tam diyetin üçte birini aşmadığı, bir kısmı da yirmide birini aşmadığı sürece erkeğin diyetine eşit olduğu görüşündedir. Böylece kadın, ölümle sonuçlanmayan küçük çaptaki yaralanma ve sakatlanmalarda erkekle eşit diyet almaktadır. Ancak başta Ebu Hanîfe ve Şâfıî olmak üzere bir grup İslâm hukukçusu, kadının erkeğe göre yan diyet alması kuralının genel olup yaralamaları da kapsadığını, farklı rivayet ve görüşlerin bu kuralla çatıştığı için reddedilmesi gerektiğini ileri sürerler.
Gayri muslimin diyet miktarı konusunda İslâm hukukçuları arasında hayli farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Zimmî veya muste'men statüsündeki Ehl-i kitabın diyeti, Mâlikîler ve Hanbelîler başta olmak üzere çoğunluğa göre hür müslüman erkeğin diyetinin yarısı; Şâfıî, bir rivayette İmam Mâlik ve bir grup hukukçuya göre ise üçte biridir. Mecûsîler'in ve diğer din mensublarının diyeti ise 800 dirhem gümüştür. Bunlar delil olarak Ömer (r.anh)'in bu konudaki uygulamasını (Ebû Dâvûd, "Diyât", 18) esas alırlar.
İmâmiyye'de genel görüş, Ehl-i kitabın ve Mecûsîler'in diyetinin 800 dirhem olduğu, diğer din mensublarına ise diyet ödenmeyeceği yönündedir. İbn Hazm ise diyetin sadece müslümanlar arasında cereyan edeceği görüşündedir. (el-Muhallâ, XI, 347)
Hukukçuların çoğunluğunun, din değişikliğini diyette farklılık sebebi sayan bu tavrına karşılık Hanefîler başta olmak üzere bir grup hukukçu, kısasta olduğu gibi diyette de müslüman olmayı değil İslâm ülkesinde bulunmayı ve kanın hukuken korunmuş olmasını esas alır ve İslâm ülkesinde yaşayan kimselerin diyetleri arasında din farkı sebebiyle bir ayırım yapmaz. Diyetle ilgili âyetin ikinci kısmında yer alan, "Eğer (maktul) kendileriyle aranızda andlaşma bulunan bir toplumdan ise ailesine teslim edilecek bir diyet ve mu'min bir köleyi azad etmek gerekir" (Nisa 92) ifadesini her grub farklı yorumlamakta, ayrıca Peygamber ve sahabeden nakledilen söz ve uygulamalar arasında her bir görüşü destekler mahiyette farklılıklar bulunmaktadır. (İbn Mâce, "Diyât", 13; Zeylaî, IV, 364-369; Şevkânî, VII, 68-71)
Bir müslümanın zimmîyi kasten öldürmesi halinde müslümana kısas uygulanmayacağı görüşünü benimseyen fakihlerin bir kısmı, bu durumda zimmînin diyetinin iki kat, yani müslümanın diyetine eşit olacağı görüşüne sahibdir.
Harbî olan veya İslâm ülkesinde izinsiz olarak bulunan gayri muslimin diyeti olmadığı hususunda görüş birliği varsa da kendisine henüz İslâm daveti ulaşmamış kimsenin ve düşman ülkesinde bulunan müslümanın diyetleri hususunda da farklı görüşler vardır. Öte yandan diyet miktarı belirlenirken maktulûn cinayet vaktindeki mi, yoksa ölüm vaktindeki durumunun mu esas alınacağı konusu da ayrı bir tartışma alanı oluşturmuştur.
Öldürülen kölenin diyetinin değil kıymetinin tazmini gerektiği şeklindeki geleneksel düşünce İslâm döneminde de devam etmiştir. Kölenin, efendisiyle hürriyet anlaşması (mukâtebe) yapmış ve hürriyet bedelinin bir kısmını ödemiş iken öldürülmesi halinde ödediği oranda hür sayılıp diyet ödemediği kısım oranında da kıymetinin tazmini fikri bu konudaki bakış açısını çok iyi yansıtmaktadır. Bu telakki gerek köleyi ayrı bir sosyal statüde ele alan, gerekse diyeti cezadan çok kan bedeli ve mâruz kalınan kaybın tazmini olarak değerlendiren geleneksel düşünce ile tam bir uyum içindedir. Bununla birlikte aksi görüşte olup kölede de insan olma vasfının esas alınması ve kıymetinin değil diyetinin ödenmesi fikrine sahib olanlar da vardır. (Ebû Zehra, s. 620-622) Kölenin değerinin diyet miktarını aşması halinde aşan kısmın ödenib ödenmeyeceği ise tartışmalıdır.
Anne karnındaki çocuğun (cenin) diyetine gelince, hadislerde Peygamber (s.a.v.), düşürülen çocuğun diyetini (güne) bir köle veya câriye olarak takdir etmiştir. (Buhârî, "Diyât", 25 ; İbn Mâce, "Diyât", 11) İslâm hukukçuları, ceninin diyetinin annenin diyetinin onda biri olduğunu, anne de tam diyetin yarısını alacağından netice itibariyle ceninin diyetinin tam diyetin yirmide biri yani beş deve, 50 dinar veya 600 dirhem (Hanefîler'e göre 500 dirhem) olduğunu ifade etmişlerdir. Bu miktar, bir bakıma Peygamber'in cenin için takdir ettiği diyetin deve, altın veya gümüş cinsinden değeridir. Anne kasıtlı olarak kendi çocuğunu düşürürse bu miktarı kendisi öder ve bu diyete mirasçı olamaz. Baba da aynı hükme tâbidir. Bu durumda diyet ceninin diğer mirasçılarına ödenir. Düşürülen çocuk ikizse iki gurre gerekir. Ceninin cinsiyeti gurre miktarında önemli değildir. Çocuk doğduktan bir süre sonra ölürse tam diyet gerekir. Kadının döllenmiş yumurtasının hangi safhadan itibaren cenin sayılacağı İslâm hukukçuları arasında tartışmalı olmakla birlikte ceninin diyeti konusunda ciddi bir görüş farklılığı yoktur. Ancak İmâmiyye ekolüne göre ceninin diyeti, bulunduğu safhaya göre 20 ile 100 dinar arasında değişir.
Alimler arasında ittifakla kabul edilen odur ki; yanlışlıkla öldürme, kasten öldürmeye benzer cinayetlerde, küçüklük ve delilik gibi teklifin şartlarından birini taşımayan birisinin neden olduğu öldürmelerde diyet zorunludur. (Cinayeti işleyen küçük ya da deli olursa; Ebû Hanife ve Malik'e göre diyeti yakın akrabasına düşer. Şâfii' der ki: «Küçüğün kasten öldürme diyeti onun malından verilir.»)
Diyet Sorumlusu ve Ödeme
İslâm hukukunda diyet bir yönüyle ceza, bir yönüyle de tazmin mahiyetinde olduğundan cinayeti işleyenin cezaî ehliyetinin bulunmaması kısasın uygulanmasına engelse de diyet yükümlülüğünü ortadan kaldırmaz. Bu sebeble cinayeti işleyenin çocuk, deli, gayri muslim, köle, kadın vb. olması diyeti etkilemez. Diğer bir ifadeyle diyetin sebebi failin kusur ve taaddisi değil maktulün hukuken koruma altında olmasıdır. Bundan dolayı yeterli illiyet bağı kurulabildiği sürece sebeb olma yoluyla meydana gelen ölümlerde -sağlık personelinin, yargı organlarının ve idarî makamların hataen yol açtıkları ölümler de dahil olmak üzere- diyet söz konusu olmaktadır. Kasten adam öldürmede diyetin ceza olma karakteri ağır basar ve diyeti tek başına katil üstlenir. Kastın yanı sıra sulh ve itiraf halinde de katil diyeti tek başına öder.
Fakihlerin çoğunluğuna göre çocuk ve delinin kasten adam öldürmesi, hataen katil hükmünde iken İmam Şafiî bu durumda diyetin deli ve çocuğun malından ödenmesinin gerektiğini ileri sürer.
Hataen öldürmede kefareti katilin, diyeti de âkılenin üstleneceği noktasında hemen hemen görüş birliği bulunmakla birlikte katilin de âkıleden sayılıp diyet ödemeye iştirak ettirilip ettirilmeyeceği tartışmalıdır.
Çoğunluk katili âkıleden saymazken Hanefî fakihleriyle bazı Mâlikî'ler onu âkıleden sayar. Hatâen katilde diyet cumhura göre ibtidâen âkılenin borcu iken Hanefiler'e ve Mâlikî fakihlerinin çoğunluğuna göre ibtidâen katilin borcu olub âkıleye diyet ödettirilmesi suçluya yardım ve destek niteliği taşır. Bu görüş ayrılığı, katilin âkılesinin bulunmaması veya diyeti ödemekten âciz kalması halinde diyet İçin katile rucû imkânı verib vermemesi açısından önemlidir. Âkıle'nin hangi oran ve miktardan itibaren diyet ödemeyi üstleneceğinde ise farklı görüşler ortaya konulmuştur.
Kasıt benzeri öldürmede diyet borcu, çoğunluğa göre hataen öldürmede olduğu gibi âkile üzerine ise de İmâmiyye'ye ve bir grup hukukçuya göre kasıtta olduğu gibi bunda da diyeti tek başına katilin üstlenmesi gerekir. Öldürmede kasıt, benzeri ayırımını kabul etmeyip kasıt benzeri öldürmeyi de kasten öldürme içinde mutalaa eden Mâlikîler de netice itibariyle bu görüştedir. Fâilin suç işleme kastını cezalandırması bakımından ikinci görüş daha isabetli görünmektedir.
Diyet ödeme yükümlülüğünün paylaşılmasıyla ilgili bir başka uygulama örneği de kasâmedir. Kökü İslâm öncesi döneme dayanan bu âdete göre bir bölgede işlenen faili meçhul cinayet sonrasında, o bölge halkından elli kişiye suçu işlemediklerine ve katilin kimliğini bilmediklerine dair yemin ettirilir, ardından da maktulûn diyeti o bölge halkına ödettirilir. Gerek âkile gerekse kasâme, ilk bakışta suç ve cezanın şahsîliği prensibine aykırı gibi görünse de bu iki uygulama bir taraftan maktulün kanının heder olmasını önleme, diğer taraftan ailenin, akraba birliğinin ve toplumun fertleri ve çevrede olup bitenler hakkında daha duyarlı olmasını sağlama yönünde olumlu etkilere sahibdir. Öte yandan İslâm ceza hukukunda suçlarda şahsî sorumluluk esası hâkim olmakla birlikte diyet tam bir ceza olmayıp bir yönüyle tazmin ve kan bedeli mahiyetinde bulunduğundan hem diyet borçlusunun ağır yükünü hafifletme ve maktulûn ailesine ödemeyi sağlama, hem de toplumda öteden beri devam edegelen kolektif sorumluluk, sosyal dayanışma ve güvence fikrini bir yönüyle de olsa canlı tutma gibi düşüncelerle diyet borcu belli durumlarda başka kesim ve grublara da taşırılmıştır.
Âkile kavramı zamanla genişletilerek belli meslek grupları, askerî birlik ve sosyal organizasyonlar da bilhassa Hanefî'lerce birer âkile sayılmaya başlanmış, katilin ve âkılenin diyeti ödeyemez durumda olması halinde diyetin devlet hazinesinden ödenmesi imkânı getirilmiştir. Devlet hazinesinin bu aşamada devreye sokulması, devletin en büyük âkile olduğu fikrine dayandığı gibi maktulün kanının heder olmayıp diyetin her halûkârda ödenmesi gayesine de yöneliktir. Hazinenin, diyetten ibtidâen sorumlu olan sahsa veya şahıslara rucû hakkı saklıdır.
Kasten öldürmede diyete dönülmüşse fakihlerin çoğunluğuna göre katile diyeti ödemede vade tanınmaz. Hanefî'lere göre kasdî cinayetlerde ödenen, diyetten çok sulh bedeli olduğundan bunun diyet miktarını aşmaması kaydıyla konu tamamen sulh şartlarına bağlıdır. Kasıt benzeri ve hataen öldürmede ise diyetin üç eşit taksitte üç yılda ödenmesi imkânı genelde kabul görür. Vade tarihinin ölümden mi yoksa yargı kararından itibaren mi başlayacağı hususu ise tartışmalıdır. Yaralama ve sakat bırakmalarda diyet alacaklısı mağdur, öldürmelerde ise maktulün mirasçılarıdır. Katil diyete mirasçı olamaz. Diyet, alacaklı açısından tamamen şahsî bir alacak mahiyetinde olup diyet borçlusu imkânı olduğu halde ödemiyorsa ödemeye zorlanmak için tedbir nevinden hapsedilebilir. İmkânsızlıktan ödeyemiyorsa cezaen hapsedilmesi doğru bulunmaz.
İslâm hukukunda kısasın infazı gibi diyetin ifası da amme hakkından ziyade şahsî hakları ilgilendirmektedir. Öldürme halinde maktulûn yakınları (veliy-yu'd-dem), muessir fiilde de mağdur suçluyu kısastan affedebileceği gibi diyetten de affedebilir. Bundan dolayı diyet tamamen şahsî bir hak mahiyetindedir. Bununla birlikte İslâm döneminde cezalandırma şahsa ve kabileye ait özel bir hak ve uygulama olmaktan çıkarılıp devlet tekeline alınmış, suçun takibi ve tesbiti, diyetin takdir ve tahsili gibi hususlar taraflar arası güç dengesinin kaderine terkedilmeyerek amme nizamının bir parçası haline getirilmiştir. Ancak yine de devletin ve yargı organlarının kısas ve diyet konusundaki tasarruf hakları oldukça sınırlı tutularak kamu düzeniyle şahsî haklar arasında mâkul bir denge kurulmaya çalışılmıştır. Adam öldürme ve müessir fiil suçunda mağdur tarafın kısas ve diyet hakkından ayrı olarak devletin veya yargı organlarının amme nizamı adına suçluya başka bir ceza takdir edebileceği, şahsî haklardan vazgeçilmesinin bu ikinci nevi cezayı etkilemeyeceği açıktır.
Diyetin bir ceza mı yoksa tazminat mı olduğu öteden beri tartışılmakla birlikte diyet kan bedeli ve tazminat olma özelliğini daima korur. Onun ceza olma yönü, ödemesiyle failin şahsen borçlu olduğu kasdî, kısmen de kasıt benzeri cinayetlerde daha belirgindir. Âkılenin ve üçüncü şahısların ödemeyi üstlendiği durumlarda ise artık diyet bir cezadan çok sosyal sigorta ve tazminat görünümündedir.
Diyet, modern ceza hukukundaki ağır para cezasından ziyade öldürme ve muessir fiillerde mahkemece takdir edilen destekten yoksun kalma tazminatına, maddî ve manevî tazminat alacaklarına benzerlik arzeder. Bununla birlikte ödeme yükümlülüğü, miktar, hak sahipliği gibi açılardan belli farklılıklar gösterir. Öte yandan diyetin, mağdurun bütün zararlarını tazmin ve telâfi ettiği ve tam bir tazminat olduğu da söylenemez. Bundan dolayı özel ve haklı gerekçelerin bulunması halinde diyetin yanı sıra ayrıca tazminat istenip istenemeyeceği de tartışma konusudur.