Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İADE-İ İTİBAR İÇİN İMZA KAMPANYASI

  • Konbuyu başlatan suatt
  • Başlangıç tarihi
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
S Çevrimdışı

suatt

Guest
manset_1307717783.jpgŞEHİD ŞEYH SAİD’İN ŞEHADETİNİN 86. YILDÖNÜMÜ’NDE İTİBARININ İADE EDİLMESİ İÇİN, KÖKLÜDEĞİŞİM TARAFINDAN “İADE-İ İTİBAR İÇİN İMZA KAMPANYASI” BAŞLATILMIŞTIR.
AD-SOYAD (YA DA RÜMUZ) GİRİLMEK SURETİYLE İMZA İÇİN KAYIT ALINACAKTIR (E-MAİL İSTEĞE BAĞLI OLARAK GİRİLEBİLİR)…
KöklüDeğişim

KöklüDeğişim


“İDAM TÖRENİ VE YAN YANA 47 SEHPA”
“Ölüm töreni” hazırlıkları, daha mahkeme kararı açıklanmadan başlamıştı. Asılacakların sayısı biliniyormuşçasına yetecek kadar sicim, darağacı için kalas, birkaç gün önce satın alınıp depolanmış, cellâtlar da tedarik edilmiş, askeri garnizonda misafir edilmişlerdi.
28 Haziran 1925 Pazar sabahı, mahkeme heyeti, kararını açıklamak üzere daha sahneye çıkmadan, Diyarbakır’ın Dağkapı meydanında çekiç, testere ve keser sesleri duyulmaya başlamıştı.
“Darağacı” ayaklarının aynı boyda, başka bir deyişle, askeri disiplin kurallarına göre “nizami” olması, estetik durması için testereyle kesilip eşitleniyordu.
Darağaçlarının bulunduğu alanın hemen ötesinde, ta kalkıp Ankara’dan gelmiş seçkin konuklarla, Diyarbakır’daki asker, sivil yöneticiler, eşleri, çocukları ve davetlilerin “idam töreni”ni, huzur içinde seyretmeleri için tribün inşa ediliyordu.
Mahkeme kararını açıkladığında, “darağaçları” (sehpa) çoktan kurulmuş, bacakları arasından sicimler sallandırılmıştı bile. Tribün inşaatı ise henüz sürüyordu.
Fakat estetik kaygıyla, sehpaların boy hizasına önem verenler, yasaların gereklerini hesaba katmıyorlardı. Osmanlılardan kalma yasa maddelerine göre, aynı gün, saat ve zamanda ve aynı yerde birden fazla kişi asılacaksa eğer, darağaçları, mahkûmların birbirini göremeyecekleri, seslerini duyamayacakları aralıklarla kurulmak zorundaydı.65
Yasanın bu maddesi, Seid Abdülkadir ve arkadaşları için uygulanmamıştı. Şimdi bir kez daha yadsınıyor, unutuluyordu. Darağaçları, ayaklar birbirine değecek yakınlıkta kurulmuştu.
Özenle hazırlanmış, bütün ayrıntıları programlanmış “idam töreni” gece yarısından sonra başladı. Törene çağrılı “Erkan” mihmandarlar tarafından karşılanıp, tribündeki yerlerine oturtuldu.
“Devletin erkânı” ve seçkin konuklan rütbelerine, makamlarının konumlarına uygun düşecek biçimde oturmuşlardı.
Diyarbakır’ı birkaç ay önce Şeyh’e karşı savunmuş olan komutan Mürsel Paşa, mahkeme heyeti, töreni görmek için Ankara’dan kalkıp gelen Diyarbakır milletvekilleri Cavit Ekin ve Şeref Bey, askeri, sivil şefler ve eşleri, çocukları önlü arkalı, yan yana tiyatro sahnesinin açılmasını, ya da futbol maçının başlamasını bekleyen seyirci sabırsızlığıyla oturuyorlardı.
Mürsel Paşa, seçilmiş milletvekilleri ve mahkeme heyeti bir kümeydi. Törenin başlamasını beklerken, aralarında görüşülüp konuşarak “memleket ahvalini” değerlendiriyor, gülüşmeleri bazen kahkahaya dönüşüyor ve sesleri meydanda yankılanıyordu.
Meydanın düzenlenmesi ve dekoru, bir ölüm ayininden çok, bir şenliği, kutlama törenini andırıyordu. “Kutlama şenliğinden” tek eksiği, alanın taklarla, çiçeklerle bezenmemesi, bando-mızıka takımının eksikliğiydi. Bunun dışında her şey yerli yerindeydi.
Tören, bir gün önce şehre ilan edilmiş, isteyenlerin seyre gelebileceği duyurulmuştu. İdamı görmek isteyen meraklı kalabalığı saatler öncesinden, “tören alanı” Dağkapı’ya akın etmeye başlamıştı.
Seçkinlerin deyimiyle bu “kuru kalabalık” olduğu için, süngülü askerler tarafından protokol tribünden uzakta tutulmuştu.
Bu arada kalabalık, suçluların asılması sırasında, “TC’ni birlik ve bütünlük ruhunu zedeleyecek” herhangi bir davranışta bulunmaması, merhamet belirtisi içeren herhangi bir ses ya da söz etmemeleri konusunda uyarılmıştı.
“İdamların güven, huzur içinde gerçekleştirilmesi” için bütün alan askerlerce kuşatılmıştı. Kuşatma konusunda, şehir dışına açılan yollar, şehir içindeki sokak başları, cadde ve meydanlarda da unutulmamış, buralara tam teçhizatlı askerler yerleştirilmişti.
Birbirine kol mesafesinde sıralanan askerler, bakışlarıyla etrafı tarıyor, güven duymadıklarına “yasak” diyerek geri çeviriyor, arka sokaklara sürüyor, idam mahkûmlarının bulunduğu semte yaklaştırmıyorlardı.
Behçet Cemal, Şeyh Said”in son anları için “hücresinde hapishane müdürü Osman’la görüşüyordu. Fakat ahret işleriyle değil, dünya işleriyle meşguldü” diye yazıyordu.
Behçet Cemal’in “dünya işleri” dediği, Şeyh’in geride bırakacağı eşya ve parasının çocuklarına iletilmesine ilişkin insani vasiyetiydi.
Şeyh’in son anlarına Fransız, İngiliz ve Amerikalılar dâhil, dünyanın çeşitli köşelerinden gelmiş gazeteciler de tanıklık ediyordu. Daha sonra Fransız ve İngiliz başınında yer alan yorumlarda, Şeyh’in son dakikalarında, insan iradesini aşan bir metanet içinde olduğu belirtiliyordu.
Lord Kinross yazıyor:
“Çoğu, cesaretli bir şekilde öldü. Şeyh Said sonuna kadar istifini bozmadı. Sehpaya çıkarken, mahkeme başkanına gülümseyerek, ‘senden hoşlandım’ dedi. ‘Ama kıyamet günü hesaplaşacağız.’ Askeri komutana takılarak, ‘Paşa’ dedi. ‘Gel de düşmanınla vedalaş.’Gömlek üzerine geçirilirken kımıldamadan durdu.”
Adını küfür, hakaret ve aşağılamayla anan Türk basını bile, idama giderken korktuğunu, tökezlediğini yazmıyordu.
Yerli ve yabancı gazeteciler, Şeyh’in darağacına hazırlanma anına tanıklık etmek istemişlerdi. Yönetim, isteklerini uygun bulmuştu. Gazeteci ordusu, başlarında hapishane komutanı üsteğmen Osman olduğu halde hücresine girdiğinde, ailesine verilmek üzere vasiyetnamesini bitirmek üzereydi. Yazdıklarının altını imzaladıktan sonra teğmene döndü ve vasiyetname ile cebindeki parayı uzatarak, “bunları evlatlarıma verin” dedi.
Bir an durakladı. Yüzünde bir gülümseme belirdi. “Bakın, bu gazeteciler şahidimdir, inşallah bunları teslim edersiniz” diye ekledi.
Şeyh, az sonra ölüme gidecek olan o değilmiş gibi rahat, huzurluydu. Üsteğmenle şakalaşıyor, sohbet ediyordu. Bu haliyle, ister istemez, çevresini saran öğrencileriyle sohbet ede ede baldıran zehirini içerek, hakkında verilmiş ölüm cezasını kendi eliyle yerine getiren Sokrates’i anımsatıyor, onu andırıyordu.
Hapishane komutanı, vasiyetname ve paraları evlatlarına vereceğine dair namus sözü verdikten sonra, “kaç evladınız var?” diye soruyordu. Şeyh, yüzünde bir anlık dalgalanmayla “on” cevabını veriyordu. Bir anlık duraklamadan sonra, yeni bir şey hatırlamış gibi “beş kız beşi de erkek” diye ekleyerek, adlarını tek tek sıralıyordu:
“Ayşe, Hayriye, Azize, Fatma, Fahime, Gıyaseddin, Ali Rıza, Selahaddin, Ahmet ve Abdülhalik…”
Şeyh’in hücresine doluşmuş gazeteciler, o an akıllarına ne gelirse soruyorlardı. Biri, “bütün çocuklarınız aynı anneden mi? Diye soruyordu. Gülümseyerek iki eşinin bulunduğunu söylüyordu.
Korkusuzluğu, soğukkanlılığı ve aldırmazlığına şaşmış gazeteciler, isyan başlatmaktan ötürü pişman olup olmadığını, ölümden korkup korkmadığını soruyorlardı. Şeyh, pişmanlık ve korkuya ilişkin soruları bir arada üç kelimelik bir cümleyle, “kaderim olduktan sonra…” diye cevaplıyordu.
Gazetecilerden biri, son sözleri yerine de geçebilecek bir şeyler yazması ricasıyla not defterini uzatıyordu. Bir başka gazeteci de, aynı anda ona sigara sunuyordu. Şeyh, önce sigarayı aldı. Yaktı. Derinden derine birkaç nefes çekti. Sonra sükûnet içinde sigarasını içerken, deftere şunları yazdı:
“Asıldığıma hiç acıma. Zira Allan ve din uğrunadır.”
Şeyh Said, namaz kılıp dua etmek için yalnız kalmak istediğini söyleyince üsteğmen Osman ve gazeteci ordusu hücresinden çıkıyordu. Şeyh yalnız kaldı. Cep saatini çıkarıp baktı. Gece yarılanmıştı.
Yatak yerine de kullandığı, ot doldurulmuş şiltenin serili olduğu sedire yöneldi. Yönünü Mekke’ye çevirdi. Ellerini bağlayıp sükûnet ve serinkanlılıkla namaza durdu. Eğilip doğrulurken, dudakları belli belirsiz kımıldıyor, kımıldadıkça kınalı aksakalı titreşiyordu.
Namazdan sonra, şilteye diz çöktü. Avuç açıp uzun bir duaya durdu. Kur’an’dan ayetler okudu. Duasını fatiha ile bitirdi. Sonra avuçlarıyla yüzünü, sakalını sıvazladı. Tanrıya şükredip oturuşunu değiştirdi. Bağdaş kurdu.
99’luk tespihini eline aldı. Dua eşliğinde çekmeye başladı. Gözleri yumuktu.
Şeyh, cellâtların gelip “haydi” diyecekleri anı tespih çekip dua ederek beklemeye başladı.
Askeri doktor, ölüm mahkûmlarının hücrelerini tek tek dolaşıyor, sağlık açısından “idamlarına engel bulunup bulunmadığını” kontrol ederek, yasaya ilişkin maddenin gereğini yerine getiriyordu. Mahkûmlara, “bir rahatsızlığınız var mı? Diye sorup, “hayır” cevabını alınca, yandaki hücreye geçiyordu.
Ölüm mahkûmlarından Şeyh Ali, doktorun sorusuna karşılık olarak, belini üşüttüğünü, sırt ağrılarından muzdarip olduğunu söylüyordu. Ertesi günkü gazeteler, Şeyh Ali’nin rahatsızlığını çarpıtıp alay ve küçük düşürme konusu yapıyor, “mahkûmlardan Şeyh Ali, muayene sırasında hastalığı sorulunca, utanmadan iğrenç bir cevapla, bel soğukluğuna yakalandığını söyledi” diye yazıyorlardı.
Doktor hücresine girdiğinde, Şeyh Said hala dua ediyordu. Duasını bitirip, yüzünü, sakalını sıvazlayıncaya kadar, doktorun hücreye girdiğini duymamış, fark etmemiş gibi davrandı. Duasını bitirdikten sonra, başını kaldırdı. Doktora baktı. Doktorun sorusu üzerine, bir şikâyetinin bulunmadığınI söyledi.
Şeyh, İdama Hazırdı
Ölüm hücreleri, eski çağlardan kalma zindanlardı. Yeraltında, yarı karanlık ve rutubetli…
Cezaevi Muhafız Bölüğü’nün komutanı Nafiz’in bağırtısı, zindanın koridorlarında çınlıyordu. Komutan, öğrencilerini pikniğe, davet eden öğretmen edasıyla, bağırıyordu:
“Hadi bakalım! Vakit geldi! Birer birer çıkın hücrelerinizden…”
Ölüm mahkûmları, hücre kapılarında bekliyor, ağır adımlarla yarı karanlık koridorda kümeleniyordu. İçlerinde ağlayanlar vardı. Birbirlerine sarılarak “hakkını helal et” diye fısıldaşarak vedalaşıyorlardı.
Komutanın sert buyruğu bir kez daha duyuldu. Bu kez emrindeki askerlere komut veriyordu:
“Mahkûmları birbirlerine zincirleyin!”
Yarı karanlık koridorda zincir sesleri duyuldu. Zincirler nereden, nasıl bulunmuşsa, halkaları iri ve kalın olanlarındandı. Kürtlerin “zincir a çoruz” dedikleri, iki çift öküzle tarlalar sürülürken, sabandan boyunduruğa bağlanan iri, kalın halkalı, ağır ve dayanıklısından…
Mahkûmlar, bu zincirle, el ve ayak bileklerinden birbirine bağlanıp kilitlendiler.
Duruşmalara, “birinci derecede suçlu” muamelesiyle en önde getirilip götürülen Şeyh Said, isyandaki konumunu tanımlayan söylemiyle, bu kez “ne önde, ne de arkada”ydı. Ölüme giderken, kafilenin ortasındaydı.
Mahkûmlar, cezaevi avlusuna, oradan da bahçeye çıkarıldılar…
İsyanın ideologlarından Fakih Hasan, en öndeydi Darağacına önce o gidecekti.
Mahkûm kafilesi, meydana açılan kapı önünde durduruldu. Çit sıklığıyla çevrelerini sarmış süngülü askerler, teftişten geçecek birliğin kılık, kıyafet ve duruşunu son kez gözden geçiren subay edasıyla mahkûmları inceleyip, tekrar tekrar saydılar.
Mahkûmlar, son sayım ve denetim duraklamasından yararlanarak, vedalaşmak üzere bir kez daha birbirine karıştılar. Elleri arkadan zincirli olduğu için kucaklaşamıyorlardı. Göğüs göğüse gelip, boyunlarını birbirine dolamaya çabalıyor, ağlıyor, birbiri için dua ediyorlardı.
Kanireşli (Karşıova) Kamil ve Baba Bey kardeşler, karşılıklı büyülenmiş gibi kıpırtısız, öylece birbirlerine bakıyor, ağlıyorlardı.
Hanili Mustafa Bey ve gencecik oğlu Mahmut göğüs göğüse gelmiş, biri yüzünü ötekinin boynuna gömmüş öylece duruyor, hıçkırarak ağlıyorlardı.
Mustafa Bey, hüzün şarkısı gibi bir mırıltı tutturdu. Bu bir ilahiydi. Öteki mahkûmlar, isyan gibi anında ona katıldılar. Meydan ilahi ve “Allahu ekber!” sesleriyle doldu.
Seçkinler tribününde, aynı anda bir rahatsızlık, el kol hareketleri görüldü. Askerler telaşla koşuşturdular. Mahkûmları dipçik, süngüyle tehdit edip “susun!” diye bağırdılar.
Ama isyan etmiş, itaat dinlemez olmuşlardı. Sesleri daha yükselip gürleşti. Mahkûmlar emre itaat etmiyorlardı. Şeyh Said de arkadaşlarına katılmış, bakışlarını göğe çevirmiş ilahi söylüyor, sonunu “ Allahu ekber” diye tamamlıyordu.
Hanili Salih Bey, heyecanlanmış, heyecandan kendinden geçmiş gibiydi. İlahiden kopan, ilahileri bastıran, heyecandan çatallaşmış sesi duyuldu. Arkadaşlarına sesleniyordu:
“Bugün, erkeklerin yiğitlik günüdür” diye bağırıyordu. “Ölüme nasıl gittiğimizi dostlarımıza ve düşmanlarımıza gösterelim!”
Sonra ekliyordu:
“Mert olun! Size yaraşır biçimde dik durum. Tutun gözyaşlarınızı!”
Muhafız bölüğü komutanı, şaşkın kalmıştı. Mahkûmları susturmak için “susun lan, yürüyün!” diye bağırıyordu.
Türk resmi tarihine kaynaklık eden Behçet Cemal’in yazdığına göre, Dağkapı meydanında sıra sıra dizilen 47 “sepi” (darağacı), seyre çağrılanların iyi görmesi için aydınlatılmıştı.
Seçkinlerin tribünü, darağaçlarının hemen karşısında, yakınındaydı. İdam mahkûmları, sıralarını beklemek üzere tribünün önünde durakladılar.
Bu sırada, Kürtçe aksanlı bir ses duyuldu:
“Said Efendi nerede?
Şeyh, sesin sahibini tanımıştı. Mahkeme üyelerinden Revanduzlu Kurt Ali Saib’di bu.
Şeyh Said:
“Buradayım Saib Bey” diye karşılık verdi.
Sonra, “idamlar ayininin evrensel tarihinde” eşine nadir rastlanan bir diyalog başladı, asılanla, asanlar arasında. Tarih, asanlarıyla söyleşe söyleşe asılmaya giden bir baka örneği kaydediyor muydu?
Şeyh Said, sanki hayatların iple boğulduğu ölüm anında değil de, sohbet divanındaydı. Laf dokunduran asanlarına filozofça cevaplar yetiştiriyordu.
Ali Saib, onu seslenirken, yüzünde her anlama çekilebilecek bir gülümseme vardı.
O, Şeyh’in hücresine “dostane ziyaret” yapanların başında geliyordu. Genelde Kürtçe yapılan hücre sohbetlerinde, dini konular, dünya ahvali ve Kürtlerin hali dahil her şey konuşuluyor, tartışılıyordu. Ali Saib, bu arada “iyilik yapan bir dost” olarak, doğruyu söylemesi, kaide ile kuralları uyması halinde ağır ceza almayacağını, kısa bir sürgün hayatından sonra serbest bırakılacağını söylüyor, “gelecek baharda Hınıs’taki evinizde birlikte kuzu eti yiyeceğiz” diyordu.
Şeyh kahırlı bir gülüşle ona şeref sözünü hatırlatıyordu:
—Ali Saib Bey, hani ya, doğruyu söylersem kurtaracaktınız?
—Ne yapayım Said Efendi, seninle Hınıs’ta kuzu yiyemedik.
—Doğruyu söyledim, Saib Bey, Ama siz cezamı hafifletmediniz.
—Şeyh Efendi, bundan hafif cezamı olur?
Şeyh güldü.
—Bundan ağırını siz söyleyin…
Ali Saib suskun kalmıştı. Şeyh, ekledi:
—Seni severim. Ama seninle mahşer günü mahkeme olacağız.
Ali Saib öfkeyle bağırıyordu.
—Bu kadar Türk kanının dökülmesine, ocakların sönmesine sebep oldum. Cezanı çekeceksin!
Ali Saib, yakaladığı avla oynayan kedi misali, kurbanıyla oynamanın zevkini çıkarıyordu. Ama kurbanı darbelerin altında kalmıyor, karşılık veriyordu.
—Seninle, mahşer günü mahkeme olacağız!..
Mürsel Paşa ve milletvekilleriyle yan yana oturan mahkeme başkanı Lütfi Müfit Özdeş de diyaloğa katılıyordu:
—Beni mi çok seversin, Saib’i mi?
Şeyh, kimseye özel düşmanlığı bulunmadığını söyleyince, Diyarbakır Valisi Mithat Bey de söze karışıyor ve bağırıyordu:
—Mahşer günü, adil yargıçlarımızla değil, öldürdüğün masum insanlarla mahkeme olacaksın!
Şeyh, mahşer günü zulüm yapan güçten hesap sorulacağı anlamına da gelen şu cevabı veriyordu:
—Boynuzsuz keçinin ahını, boynuzludan alırlar…
Şeyh’in cevabına sinirlenen Mürsel Paşa da tartışmaya katılmıştı. Paşa, gereksiz ve haksız yere bir isyan başlatıldığını bağırıyordu. Çünkü Kürtler dahil, memlekette herkesin özgür olduğunu, devletin kimseye müdahalede bulunmadığını, Kürtlerin bundan böyle daha özgürce yaşayacağını söylüyordu.
Şeyh, generali dudaklarında alaylı bir gülümsemeyle dinledikten sonra şöyle diyordu:
—Gelecek gecelerin, geçen günlerden farkı yok…
Mahzar Müfit Kansu, bu arada cebinden bir defter çıkarıyor, Şeyh’e uzatıyordu:
—Şeyh Efendi, sen ayrıca şairsin, Rica etsem benim için bir şeyler yazar mısın?
—Hay hay!
Şeyh deftere şunları yazdı:
“Bu dünyadaki hayatımın sonu geldi. Şu Basit ağaç dallarına asmanıza perva etmem. Kurban edildiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Muhakkak ki yolum, Allah, din ve halkımın yoludur.”
Bir yandan da “idamların icrası” sürüyordu. Elleri arkadan bağlık mahkûmlara birer beyaz gömlek geçiriliyor, boyunlarına mahkeme kararının özeti asılıyor, sonra tek tek darağacına götürülüyordu
Mahkûmlar asılmadan önce “son istekleri”nin sorulması ihmal edilmiyor, ama istekler yerine getirilmiyordu.
Hanili Mustafa Bey, “son arzusu” sorulduğunda, “önce beni asın. Oğlumu ipte görmeyeyim” diyordu.
Fakat isteği kabul görmüyor, önce, oğlu Mahmud asılıyordu. Mustafa Bey, oğlunun darağıcına yürüyüşünü, boynuna sicimin geçirilişini, taburenin çekilmesini seyrediyor, son haykırışını dinledikten sonra, ipin ucunda sallanmasını görüyordu. Sonra, yaralı yüreğiyle sehpaya yürüyordu.
Sıra, isyanın liderindeydi. Ona, idam gömleği giydirdiler. “Ferman” denilen mahkeme kararının özetini astılar boynuna,
Şeyh’in yüzü kıpırtısız, aldırışsızdı. Yalnız dudakları, belli belirsiz kıpırdıyordu. Şeyh dualar okuyordu.
İdama yürürken, sendelediği görülmedi. Diri ve çevik adımlarla sehpanın önüne gitti. Kimsenin yardımına izin vermeden sandalyeye çıktı.
Boynuna ilmik geçirilirken, tören için hazırlanan “şeref(!) tribününe baktı. Sonra, son sözlerini bağırdı ve son kez gülümsedi. Gülümsemesinde acı vardı.
Değişik kaynakların aktardığına ve torunlarından Kasım Fırat’ın “Dava” dergisinin Haziran-Temmuz 1990 tarihli sayısında yazdığına göre, şöyle dedi:
“Dünyadaki hayatımın sonuna geldim. Ulusum için kendimi kurban ettiğimden dolayı pişmanlık duymuyorum. Yeter ki torunlarımız, düşman önünde bizi mahcup etmesinler.”
Başka söylemek istedikleri var mıydı, bilinmez. Uyarı üzerine cellât, ayağının altındaki sandalyeyi çekiyor ve Şeyh’in ince, uzun bedeni, gecenin içinde dönmeye başlıyordu.
Behçet Cemal’in yazdığına göre, Şeyh asılırken, asker-sivil erkân arasında oturan bir kadın “kahrol!” diye bağırdı. Seyre çağırılan bazı davetliler de Şeyh’in ayağı altındaki tabure çekilirken, coşkuya kapılıp alkışlamaya başladı.
Tarih, idam sahnelerini seyredenlerin hüznünü kaydediyordu. Egemenler arasında oturanların alkışa durup, sevinç gösterisine katılması Engizisyondan sonra seyrek rastlanan olaylardandı.
Asanlarla asılanların bir arada olduğu alanın hemen yakınında hüzün de yayılıyordu. Barikatların gerisinde, karanlıklar içindeki kentten, surların burçlarında ilahi sesleri geliyor, bunlara kadınların “zılgıtı” karışıyordu.
Askerler, sabahın seherine akan sesleri susturup suçluları yakalamak üzere dört bir yana seğirtiyordu.
29 Haziran 1925 sabahı, hava durgun, gökyüzü lekesiz maviydi. Güneşin yedi rengi ışıltılarla ayrışarak erguvan rengi dağların ardından uç veriyor, ışık huzmeleri darağacındaki 47 ölü bedenin yüzüne düşüyordu.
Diyarbakır hüzünlü bir geceden, şafağın ipiltili aydınlığına çıkıyordu. Diyarbakırlılar, çoğunluğuyla uykusuzdu. Kimi yas tutmuş, kimi zikre dua ederek sabahı karşılamış, ufuk henüz ağarmadan Dağkapı surlarına akmaya başlamışlardı.
Surların burçları, ağlayan, Allah’a yakaran, dua eden insan salkımı olmuştu. Arada bir “Allahu ekber” sesleri nağmeleşiyor, billur billur sabahın alacasına karışıyordu. Askerler sez dalgasını duydukça tehditkâr sesle “bağırmayın, sessiz durun!” diye bağırıyorlardı. İnsanlar korkuyu yenmiş, tehditleri duymuyor, vecd içinde ve donmuş kalmış gözlerle bakıyor, ağıtlar, ilahiler mırıldanıyor, salâvat getiriyor, kimileri cezbeye kapılmış dövünüyordu.
Gün doğuyor, güneş mızrak boyu yükseliyor, sonsuz aydınlık başlıyordu. Diyarbakırlılar hala, surların tepesinde, burçların gölgesinde, dehşet içinde sicimlerin ucunda, yan yana belli belirsiz sallanan 47 ölü cana bakıyordu.
İdamlar, korku kolanları arasında yapılmıştı. Gidenlerin ardından ağlamak, “yazık” demek yasaklanmıştı. Buna rağmen surlarda “suç” işleniyor, insanlar ağlıyor, suçlarına onlar için dua etmeyi de ekliyorlardı.
Gözler, darağacındaki Şeyh Said’i arıyordu. Uykusuzluktan mıdır bilinmez., gözleri kızarmış, yüzü çarpılmış, ağzı eğilmiş gibi bakan genç bir Diyarbakırlı, “Şeyh Said hangisi?” diye soran muhatabına sinirleniyor, “görmüyor musun, o uzun boylu olanı. Şu yüzü, öteki asılanlara dönük, başı onlara bakıyor gibi duran… Baksana, sabah yeli önünde aksakalı titriyor, güneşte yüzü parlıyor,” diyordu.
Şeyh’in ince uzun bedeni, ipin ucunda belli belirsiz sallanıyordu. Başı yana kaymış, yatmıştı. Gözleri, uykudaymışçasına kapalıydı.
Diyarbakır sabahında bahar yeli kınalı, apak sakalını titretiyordu.
Asılarak öldürülmüş 47 isyancı, “ibreti alem için” gün ortasına kadar asılı kaldı, darağacında. İpten indirilen cenazeler, yakınlarına verilmedi.
Darağaçlarının kurulduğu Alanya, toplu mezar kazdılar. 47 asılmışı oraya koyun üstlerine toprak örttüler. “Burada insanlar yatıyor” dedirten bir taş, işaret konmasına da izin vermediler.
1970’lerde Diyarbakırlı gençlerin çoğu, Şeyh ve arkadaşlarının orada yattığını bilmiyorlardı. 1980’lerde ise “toplu mezar alanı” yeniden keşfedilerek “gizli bir ziyaretgâh” haline gelecekti.
1970’lerde toplu mezarların bir yanı “Yenişehir Sineması”, öteki yanı Astsubay Ordueviydi. Sonra karşısına Subay Orduevi’ni inşa ettiler.1980’lerde halk “toplu mezarları” kendiliğinden keşfetti. Ve “gizli ziyaretgâh” haline geldi alan.

[65] Ahmet KAHRAMAN, a.g.e. s.165
[66] Ahmed BOTANİ, Kürtler ve Kürt Tarihi, Ank.1994 s.185

manset_1307717783.jpg
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Allaha ve Rasulullaha itibar ediyorlar mı ki ?

Sonra imzalarla nereye başvuracaksın? itibarı kimden istiyorsun?
Muminleri Allah c.c. zaten itibarlı, üstün kılmıştır. Aşağılık olanlardan , hayvanlardan aşağıdakilerden itibaar , saygınlık mı bekliyoruz?
 
selsebil Çevrimdışı

selsebil

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
şeyh said'in müslümanlar arasındaki itibarı hiç zedelenmedi.müminin kafirin yanında itibarı olmaz zaten...kuran 'şüphesiz kafirler apaçık düşmanlarınızdır'diyor.kimden neyin itibarı?bence anlamsız...
 
E Çevrimdışı

ebufaris kurdi

Guest
Şeyh said (Allah rahmet etsin)
Yaptığı kıyamla mü'minlerin indinde itibarını yükseltti inşaAllah şehid olarak Allah'ın katında da itibarı yükselmiştir..
TC'nin bizim (müslümanların) indimizde hiçbir meşruiyeti yokki ondan bir şehidin(inşaAllah) itibarını iade etmesini isteyelim.
 
Kozsoy Çevrimdışı

Kozsoy

İyi Bilinen Üye
İslam-TR Üyesi
Şeyh Said Kürd değil Zaza'dır , ayrıca önemli bir noktadır Şeyh Said'e karşı TC nin yanında yer alan Saidi Nursidir , ve yine ayrıca TC Şeyh Said'e iadei itibar etse ne olur etmese ne olur.Yani TC önce kendi itibarını düzeltmekle yükümlüdür.
 
leylinur Çevrimdışı

leylinur

Üye
İslam-TR Üyesi
kardeşler sizin sanal birliktelikten haberiniz yok galiba??!!,bu bir sanal görüşbirdirme yeri,sizin siteniz gibi??!! siteyi kurarken neyi amaçladınız ne öğretmek istiyosunuz,yani şimdi bir sürü site var ne gerke varmı diyelim ???!!!bu kampanya ile kimseye ulaştırılmıcak imzalar tc dende istenmicek itibar filan zaten bu imzalar saidin kıyamını insanların ne kadar bildiğini öğrenmek ve öğretmek amaçlı.sitenizde fikirlerinizi öğretme ve öğretmeyi amaçlamanız gibi.sanal brirliktelik yani. mesajlarınız komikti tc den itibar istemek filan köklü değişimi tanımadığınız için hemen atmışsınız üzüldüm.selam ve dua ile.tam ben paylaşacaktım siz paylaşmışsınız Allah razı olsun suatt kardeş.
 
Y Çevrimdışı

Yavuz_Selim

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
''Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerdir. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.'' (nisa/139)


''Onlar, “Andolsun, eğer Medine’ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır” diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük, ancak Allah’ın, Peygamberinin ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar (bunu) bilmezler.'' (münafıkun/8)
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
kardeşler sizin sanal birliktelikten haberiniz yok galiba??!!,bu bir sanal görüşbirdirme yeri,sizin siteniz gibi??!! siteyi kurarken neyi amaçladınız ne öğretmek istiyosunuz,yani şimdi bir sürü site var ne gerke varmı diyelim ???!!!bu kampanya ile kimseye ulaştırılmıcak imzalar tc dende istenmicek itibar filan zaten bu imzalar saidin kıyamını insanların ne kadar bildiğini öğrenmek ve öğretmek amaçlı.sitenizde fikirlerinizi öğretme ve öğretmeyi amaçlamanız gibi.sanal brirliktelik yani. mesajlarınız komikti tc den itibar istemek filan köklü değişimi tanımadığınız için hemen atmışsınız üzüldüm.selam ve dua ile.tam ben paylaşacaktım siz paylaşmışsınız Allah razı olsun suatt kardeş.

Kardeşim amacın şeyh saidi tanıtmak ise, konu açar ve onun şerefli kıyamını anlatırsın. Demokratların söylemleriyle ortalığa düşmezsin. Biz senin dediğin gibi sitemizi imzaya sunmuyoruz. Sitemiz şereflidir ve öyle kalacaktır inşeallah.
Ayrıca sen bize köklü değişimi bilmemekle suçluyorsun. Sen kaç senedir köklü değişimi tanıyorsun hele bir de.
 
leylinur Çevrimdışı

leylinur

Üye
İslam-TR Üyesi
abdulmuizz kardeş hala anlamamışsınız sanırım şeyh saidi tanıtmak değil,şeyh saidi tanıdığımızı sisteme rağmen kıyamının bilincinde olduğumuzu ifade etmek amaç.sitenizle benzetme sebebim ikisininde sanal aktivite olması yönündendir.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
Kardeşim ; Şeyh Saide sahip çıkmak , onun haklı olduğunu ve arkasında olduğumuzu imza kampanyası başlığında duyurmaya çalışmanızın uygun olmadığını sanırım anlamayacaksınız.
Bu şekilde bir uslub ile hareket ettiğiniz surece, İslam-i cemaatlerin arkanızda olmamasına, muslumanların hizbe sıcak bakıp yaklaşmamasına sebeb olduğunuzu da unutmayın. (Bilmiyorum bu belki sizin şahsi bir uslubunuz, belki hizbin aldığı karardır. Ama sonuçta hatalı bir uslubdur)
 
leylinur Çevrimdışı

leylinur

Üye
İslam-TR Üyesi
hizble alakası yok bu eylemin :) ben anlıyamıyorum böyle bir sanal hatırlatma ve sanal bilinçlendirmenin yanlışı nerde ??!!sizce liseyi bitirmiş kaç genç şeyh saidin yapmış olduğunun kıyam olduğunu biliyor??!!bu sitede paylaşıldığı için diyorsanız,ben siteye gelen başka insanlarınd olduğunu düşünüyorum öyle değilse sizin için çok önemli olmaya bilir tabi,ama bilmem hangi sanatçı adına açılan sayfalarda binlerce tıklama varken böylesi eylemlerde olmama sebebinide söylediklerinizden anlamış bulunuyorum?!.nette tıklama gündem belirler.yani tıklanıp şeyh saidin yapmış olduğu eylemin hakikiliği ortaya çıksa kötü mü olur??!!
 
leylinur Çevrimdışı

leylinur

Üye
İslam-TR Üyesi
ÖLÜMÜNÜN 86. YILDÖNÜMÜNDE ŞEYH SAİD KIYAMININ TAHLİLİ
Yazan: Hamza ARSLAN

1923 senesinin Ekim ayında ilan edilen Cumhuriyetin ne demek olduğunu bilmeyen Müslüman halk karşılaştığı bu yeni duruma nasıl bir tepki göstermesi gerektiğini idrak etmekte zorlandı. Takvim yaprakları 3 Mart 1924’ü gösterdiğinde ise Cumhuriyet’in gerçek kimliği de açığa çıkmış oldu. İşte bu tarihten sonra Cumhuriyeti ilan eden ve onun bekası için demir yumruk olan laik kesimle, İslam’a gönülden bağlı Müslüman halk arasında bu günlere kadar süregelen amansız bir savaş başlamış oldu.
Reddi mirasla Osmanlı Hilafetini tasfiyeye başlayan Laik Cumhuriyetin tasfiye listesi oldukça kabarıktı. Hilafetin ilgası ilk sırada yer almakla birlikte, Müslüman halkı birbirine bağlayan ne varsa tasfiye listesine eklendi. Medeni Kanun’un kabulü, Latin harflerinin kabulü, Tevhid-i Tedrisat Kanunun kabulü, Türk milliyetçiliğinin desteklenmesi, bunlardan bir kaçıdır. Bu listeyi uygulamak için kurulan partinin amblemi ise dikkat çekici bir şekilde “altı ok”tan meydana gelmektedir. İşte bu yazımızda Müslümanların kalbine saplanmak istenen bu zehirli okların önüne geçerek kıyama kalkan ve nefsini feda eden Şeyh Said’i ve O’nun şanlı kıyamını bilmeyenlere tanıtıp, unutanlara hatırlatacağız.
Şeyh Said Kıyamı hilafetin kaldırılışına karşı yapılması gerekenleri yapmasından mütevellit dikkate şayan bir başkaldırıdır. Bu kıyamın kıymetini daha vazıh bir şekilde idrak etmek için kıyam vukuu bulmadan önceki siyasi atmosferi kısada olsa solumamız elzemdir;
I.Dünya Savaşı öncesi İttihat ve Terakki Cemiyeti (İT Cemiyeti Yahudi avdetilerinin kurmuş ve yönetmiş olduğu bir cemiyettir.) askeri darbeyle yönetime el koymuş ve Halife II. AbdulHamid’i Selanik’e sürgüne yollamıştır. Bu tarihten sonra Müslümanların kalkanı olan Osmanlı Hilafeti Batı hayranlığı gözünü kör etmiş olan bu cemiyetin pençelerine bırakılmış oldu. İT Cemiyeti sayesinde Almanlarla birlikte savaşa giren Osmanlı Devleti Almanların yenilmesiyle yenik sayılmış ve yenilginin ardından İT Cemiyetinden olan kimileri yeraltına saklanmış, kimileri yurt dışına kaçmış kimileri de yeni bir isim, yeni bir çizgi ve yeni bir görüntü ile yollarına devam etmişlerdir. Alman hayranlarının yerini İngiliz hayranları alarak siyasi ortamı kuşatmışlardır.
İT Cemiyeti yürüttüğü batılılaşma hareketinin yanı sıra nifak tohumlarını kavmiyetçilikle ekerek Osmanlıyı hakikaten kâfirlerin istediği ve söylediği gibi “hasta adam” haline dönüştürmüştür. İT Cemiyeti Türk milliyetçiliğini bayraklaştırıp Türk olmayan ancak Osmanlının tebaasından olan Kürt ve Arap Müslümanlarla mücadeleye girişmişti. Kürtler ve Araplar arasında da milliyetçilik fikri yayılmaya başlayınca Sömürgeci kâfir İngiltere Osmanlı Devletini ve Hilafeti bitirecek olan, son darbeyi vurma imkânına kavuşmuş oldu.
Sinsi siyasetini ve siyasi tecrübesini kullanan İngiltere’nin artık tek ihtiyacı kalmıştır o da kaleyi içten feth edecek bir “truva atı”. Bu arayış fazla sürmez. Aranan kan kısa bir sürede bulunmuştur. Artık yapılması gereken onun halk nezdinde itibarını yükseltmek, onu kahramanlaştırmak ve “kurtarıcı” sıfatını ona biçerek üstüne giydirmek olacaktır.
Nitekim birçok hile ve desiselerle Kurtuluş Savaşı sahnelenmiş, ardından Cumhuriyet kurulmuş, ardından da Hilafet ilga edilmiş, kan ve gözyaşının oluk oluk boşaldığı bir dönemin kapıları açılmıştır.
Bize öğretildiği gibi Cumhuriyet Müslüman halk tarafından “coşkuyla” karşılanmış değildir. Nitekim Cumhuriyet kurulur kurulmaz onlarca ayaklanma ve kıyam hareketleri ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu kıyamların en büyüğü Hilafetin ilga edilmesine karşı oluşmuş ve Cumhuriyetin varlığını tehdit eder mahiyette ortaya çıkmış olan Nakşibendî Şeyhi Şeyh Said kıyamıdır.
“Duydum ki Ankara’daki zındıklar Hilafeti kaldırmışlar” diyerek yola koyulan Şeyh Said için günümüzde birçok yakıştırma yapılmaktadır. Onun kaldırdığı bayrağı indirmek için bu kıyamın “Kürt ayaklanması” olduğunu, “İngilizlerin desteklediğini” söyleyenleri görmek mümkündür. Bu kıyamın gerçek sahipleri olan Müslümanlar ise maalesef Şeyh Said’i anlamakta zorluk çekmektedir.
Şüphesiz Şeyh Said ilga edilmiş Hilafet için kıyama hazırlanmaktadır, asla kavmiyetçi oluşumların içinde olmamıştır. Nitekim Dersim ve Muş’un bazı Kürt beyleri ondan Kürdistan hakkında bir şeyler söylemesini bekliyorlar ve İslami kıyama katılmıyorlardı. Yani Şey Said ile kavmiyetçi Kürtler arasında kalın bir çizgi mevcuttu. Bu konudaki şüpheleri bertaraf etmesi için İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in “Şeyh Said ve İsyanı” kitabındaki şu cümleyi okumak kâfidir: “ -Karşı ihtilalin- ilk darbecisi gibi hareket ediyor ve açtığı bayrak; hilafet bayrağı, şeriat bayrağı olarak gözüküyordu. Şeyh Said yayınladığı bir bildiride, halifenin döneceğini, şeriatın tekrar toplum hayatına hâkim olacağını, dinsiz olan hükümetin ortadan kaldırılması gerektiğini bildiriyordu.”
Şeyh Said kıyama kalkmadan önce Doğu’da ikamet eden Müslümanları teşkilatlandırmayı hedeflemişti. Bundan ötürü tüm Doğu’yu köy köy dolaşıp Müslümanları ve diğer yöre halkını Kemalist diktatörlüğe karşı kıyama destek vermeye davet ediyordu. Kısa sürede Erzurum’dan Elazığ’a kadar Doğu’nun büyük bir kesimini dolaşmış ve halkın büyük bir kısmını ikna etmişti.
Şeyh Said'deki bu Devrimci İslâmi Ruh, İslam düşmanlarının gecelerini kâbusa çeviriyordu. Korkulu rüyalar görmeye başlayan laik Kemalistlerin huzura kavuşması için Şeyh Said’in ve tüm “isyancı”ların kellesinin alınması şart olmuştu. Bunu başarabilmek içinde Doğu’daki bu kıvılcımların ateşe dönüşmeden söndürülmesi gerekirdi. İşte bu düşünceyle laik Kemalistler aleyhlerinde olan gelişmeleri engelleyebilmek için komplo hazırlığına girişirler.
Kemalistlerin hazırladığı komploya zemin sağlayacak olan olay şöyle gelişir; Doğu bölgesinde ortaya çıkan “Nasranî Nasturi İsyanı” sonrasında Kürtlerden oluşan bazı birlikler ve birkaç Kürt subay ordudan firar etmişler, firari subaylar yakalanıp tevkif edilmiş ve vatana ihanet suçundan haklarında yargılama süreci başlatılmıştı. Subaylardan birisi bazı aşiret reisleri tarafından jandarmanın elinden kaçırılmıştır. Kemalistler, Doğu’da halk üzerinde ki nüfuzundan çok korktuğu Şeyh Said’e Hükümet yetkilileri kanalıyla haber göndertir, bu olay ve olay karışan kişilerle ilişkili olarak ifadesini almak istemektedir. Şeyh Said bu durumdan kuşkulanır ve ifade vermeye gitmez. Böylece komplonun ilk adımı boşa çıkarılmış olur.
İfade vermeye gitmeyen Şeyh Said, 27 Aralık günü Hınıs'tan ayrılıp Çapakçur'a doğru yola çıkar. 4 Ocak 1925 günü çok sayıda Kürt ileri geleni ile Kırkan köyünde bir toplantı yapar. Şeyh Said mevcut durumu şu sözlerle anlatır; “Bizler ve Ankara hükümetini bağlayan sadece din kalmıştı, Ankara Hükümeti dini de kaldırdı ve artık bizi birbirimize bağlayan hiçbir şey kalmadı.”
Bu toplantıda alınan karara göre Şeyh Said Diyarbakır, Ergani, Lice, Farqin, Darahini ve Hani’nin ileri gelenleriyle görüşmeler yapacak, ardından Çevlik’e geçecekler ve orada da kıyama başlanılacak. Bu karar doğrultusunda Şeyh Said 12 Ocak'ta Çapakçur'da, 15 Ocak'ta Darahani'de, 21 Ocak'ta Lice'de ve 25 Ocak'ta Hani'ye gider. Şeyh Said buralarda da halk ve bazı Kürt önderleri ile toplantılar yapar.
Şeyh Said 1925 senesinin Şubat ayında bir yakınının düğününe iştirak etmek gayesiyle Piran'da kardeşi Abdurrahim'in evinde bulunmaktadır. Köye bir teğmenin komutası altında gelmekte olan jandarma müfrezesini görünce yaklaşmakta olan komployu hisseder, bundan dolayı adamlarını herhangi bir kışkırtmaya kapılmamaları hususunda uyarır. Askerler evi basıp, Şeyh Abdurrahim'e sığınmış bazı kişiler almak isterler. Şeyh Abdurrahim, kendisine sığınmış bu insanları, Şeyh Said orada iken vermeyi reddeder, askerlerde bu kişilere saldırırlar. Bunun neticesi olarak askerler ile halk arasında çatışma çıkar. Aslında bu Ankara Hükümetinin yeni bir hilesidir ve Şeyh Said’in adamları bu komploya düşmüşlerdir. Bu kışkırtma sonucu, hareket beklenmedik bir şekilde, planlanmış zamandan önce, 8 Şubat 1925'de bütün Doğu bölgelerinde birden başlayacaktır.
Bu çatışma Ankara hükümetine “Şarkta eşkıya Kürtlerin irticacı kıyamı” olarak telgraflanır. Ankara hükümetine göre, Şeyh Said mazlumların mallarına saldıran bir harami, çapulcu, eşkıya reisi, yobazdı.
Cumhuriyetin başkenti Ankara’yı, 1925’in Şubatında Doğudan gelen haberler karıştırmıştır. O günün Gazeteleri 13 Şubat’ta Ergani’nin Piran köyünde başlayan Kıyamı doğuda cereyan eden “Eşkıyalık Olayı” olarak vermektedirler.
Kemalistler hazırlık aşamasında olan bu ayaklanmayı daha yolun başında iken ezmek için aradığı fırsatı bulmuştu, hazırlanan komplo tutmuştu. Her şeyde olduğu gibi bu komployu da uşakları oldukları şeytan İngilizlerden salık almışlardı. Zira Ortadoğu’yu sömüren İngiltere, Hilafetin İlga edilmesine olan tepkileri ve hareketlenmeleri pür dikkat izlemekteydi. Şeyh Said’in Hilafetin İlgasına Karşı Kıyam hazırlığında olduğu İngilizlerin de dikkatinden kaçmamıştı. İngiltere, Şeyh Said liderliğindeki Kıyamın hazırlıklarını tamamlayamadan ağır darbe indirilmesini ve başlarının ezilmesini sağlamak için laik Kemalistler ile hareket ediyordu.
Kemalistlerin istediği olmuş, hazırlık aşamasındaki Kıyam, erken ve hazırlıksız yahut yarı hazırlıklı bir şekilde başlamıştır. Şeyh Said’in tutuklanma ihtimalinden dolayı o güne kadar yaptığı hazırlıklarla iktifa ederek Kıyamını Piran köyünden başlatmıştır.
Şeyh Said Kıyama dair fetvası şöyledir: “Hilafet kaldırılmıştır. Zamanın imamı kalmamıştır. Hâlbuki zamanın imamına bey'at etmeden ölen Müslüman Rasulullah Aleyhis Salatu ve’s Selam’ın şefaatinden mahrum kalır. Vaktiyle Şeyhülislamlık dairesi olan binada şimdi kızlarla, Romanya Üniversitesi'nden gelen Hıristiyan öğrenciler beraber oturup kalkmaktadırlar. Bu nasıl iştir? Bu dine uyar mı? Dinin dünya işlerinden ayrılması caiz değildir. İslâm ulemasına göre dinin, dünya işleri ile ilgili hükümleri tıpkı ibadet gibidir. Kur' an ahkâmına aykırı hareket ederek Allah ve Rasulü’nü inkâr ettikleri ve Halifeyi İslâm'ı sürdükleri için gayri meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün Müslümanlar üzerine farz olduğunu, Cumhuriyetin başında olanların ve cumhuriyete tabi olanların mal ve canlarının Şeriat-ı Garray-ı Ahmediyye'ye göre helaldir.”
Şeyh Said’in bu sözleri, tahsil hayatı – ki Şafi mezhebinde fakihtir- , Şeyh’in kıyama karşı şeri delillerle donanımlı olduğunu göstermektedir. Her ne kadar Laik Cumhuriyet Şeyh Said ile alakalı olan ve kendi varlığını tehdit eder içerikteki tüm belgeleri imha etmiş olsa da bu manevra Şeyh’in hangi şeri delillere dayanarak kıyama kalktığını gizleyecek maharette değildir.
“Yönetici küfrünü apaçık izhar ettiği takdirde onun ile çarpışmak farzdır” Şer’i kaidesine binaen harekete geçecek olan Şeyh Said’in kıyama ilişkin Şer’i delilleri şöyledir:
İslam, Müslümanlardan, yöneticilerine mutlak itaati emretmiştir. Ancak masiyetle emretmesini istisna etmiştir. Yine İslam, yöneticiye karşı çıkıp ona kılıç çekmeyi haram kılmıştır, ancak bundan bir durumu istisna etmiştir. Bu ise yöneticinin apaçık küfrünü izhar etmesidir. Bu durum ise yöneticinin İslami Hükümlerden başka bir şey ile yönetmeye başlaması, apaçık küfrünü ortaya koyması durumudur. İşte bu durumda bu yöneticiye karşı savaşmak bütün Müslümanlara farz olur.
1924 yılında Hilafet ilga edildiğinde, Müslümanların bu durum karşısında ne yapmaları gerektiğini Allah’ın Rasûlu şöyle açıklıyordu:
Ebu Seleme'nin yaptığı rivayette Rasûlullah Aleyhis Salatu ve’s Selam şöyle buyurmuştur: "Bir takım emirler olacaktır (yaptıklarının bir kısmını) maruf olarak, bir kısmını münker olarak göreceksiniz. Her kim maruf bilirse onlardan uzak durur (münkerlerine) tepki gösterirse esenlik bulur, fakat razı olup tabi olan ise... Onlarla savaşmayalım mı?" denilince Allah’ın Rasulü: “Namazı İkame ettikleri sürece hayır!” dedi"[ Müslim, 3445]
Ubade b.Samit radiyAllahu anh hadisi ise daha bedihidir. “Rasûlullah Aleyhis Salatu ve’s Selam bizi çağırdı biz de ona biat ettik. Biatında bizden aldığı sözler arasında şunlar da vardı: Biz ona, hoşumuza giden ve gitmeyen hallerde zorluk ve kolaylık zamanlarımızda ve başkalarının bize tercih edilmesi halinde dahi onu dinleyip itaat etmek ve emir sahipleri ile yönetim hususunda çekişmemek üzere biat ettik. Ancak yanımızda, hakkında Allah'tan apaçık bir delilin bulunduğu, apaçık bir küfür görmemiz hali müstesna.” [Müslim]
Bu sarih rivayetler Şeyh Said’in karanlıktaki ışığı olmuştu. Şeyh Said için artık her şey netti. Bu zamana kadar Hilafet’in askeri olmuş olan bu şahsiyetler artık hilafetin geri getirilmesi için asker olmanın zamanı geldiğinin farkındaydı. Halifeye itaat ile geçen yıllar geride kalmıştı arık halifenin nasb edilmesi zamanıydı. Ortada açık bir küfür söz konusuydu ve açık küfürde yapılması gereken tek şey yöneticiye kılıçla karşı koymaktı.
Hemen belirtelim ki bu şeri nassları alarak günümüzde maddi (silahlı) bir mücadele sergilemek, insanları buna davet etmek ve bu şeri nassları alarak insanların malına ve canına kast etmek hatalıdır. Keza nassları iyi tahlil eden kişi bu nassların “muhatap sigasıyla” geldiğini görecektir. Yani bu nasslar ancak yöneticilerin İslam’dan dönerek açık bir şekilde küfür ile hükmettiğine şahit olanlar için geçerlidir. Dolayısıyla günümüzde böyle bir vakıa olmadığı için böyle bu hükümde bu vakıaya tatbik edilemez. Keza hüküm ile vakıa birbiriyle örtüşmesi gerekmektedir ki bu gün bu durum gerçekleşmemektedir.
Konumuza dönecek olursak; Şeyh Said artık tüm gerçek âlimler gibi kalemini hokkasına bırakıp, onun yerine kılıcını kınından çıkartıp eline almıştır. Onun hanımıyla arasında geçen şu konuşma İslam’ın nurunun tüm bedenini nasıl kapladığının bir nişanesidir;
Şeyh Said evden kıyamın hazırlıkları için çıkacağı zaman hanımı üzüntü içerisinde şöyle der: “Şeyh Efendi, sen bizi kime bırakıp gidiyorsun.” Şeyh Said şöyle cevap verir:
“Eğer ben ve bu bastonum yalnız da kalsak ben yine bu kâfirlere karşı çıkacağım. Ne ben Hz. Hüseyin’den daha değerliyim ne de benim ailem onun ailesinden daha kıymetlidir. Eğer ben bu kâfirlere karşı çıkmazsam zebaniler sarığımdan tutup beni cehenneme atarlar, siz o zaman bana yardım edebilecek misiniz? Onlar bana demezler mi; “Ey Said Allah o kadar mal mülk verdi sana. Sen Allah için ne yaptın?” Bunlar Allah’ın emirlerini ayaklar altına almışlar.
Evet, ben cihada başladım ve korkanlar cihad edemeyecekler. Bu yol korkakların yolu değildir!”
Şeyh Said, halkı dini kurtarmaya davet eden vaazlar vererek çevredeki aşiretlere haber salarak Kıyama katılmaya davet ve teşvik ediyordu. Müslümanları küfür rejiminden, kâfir yöneticilerden korkmamaya bilakis, cennete koşmaya çağırıyordu. Ondaki bu devrimci İslami duruş, zalimlerin yüreğine korku salmıştı. Şeyh Said bu duruşuyla her geçen gün daha da kuvvetleniyordu. Nakşibendî Şeyhi olan ve koyun ticaretiyle zenginleşen bu sayede geniş bir çevre edinen Şeyh Said’in Kıyam çağrısı yankı bulmuştur ve çevre il ve ilçelerden Kıyama katılmalar başlar. Piran'daki halkın çoğunluğu bu çağrıya büyük bir coşku ile Hilafet Nizamını- küfür Cumhuriyete, Şer’i Hukuku- Beşeri Hukuka tercih edip atlarıyla kuzeye Genç’e doğru yönelirler. Şeyh Said Genç iline gelmiştir, burada da, kıyamı başlatır ve kontrolü altına aldığı Kıyam Kuvvetleri kısa süre sonra Genç'i ele geçirmiştir. Bölgedeki telgraf hatları kesilerek iletişim engellenir. Muş, Bingöl ve diğer çevre illerde de Kıyama katılmaları yönünde çalışmalarına devam eder.
Şeyh Said’in Kıyam Kuvvetleri, Muş'u kuşatır, Kıyam Kuvvetleri çarpışmalardan sonra Hınıs'ı ve Varto'yu zapt ederler. Birkaç küçük çarpışmadan sonra Ergani ve Maden de zapt edilir. Şeyh Said, 7000 mücahit ile birlikte Kiğı, Eğil üstüne yürür. Hani, Lice ve Piran'ı zaptederek 14 Şubat günü Darahini'yi tamamen ele geçirirler ve buraya bir vali tayin edilir. Darahini, geçici başkent ilan edilir. Toplanan vergiler ve tutsak alınanlar Darahini’ye gönderilmeye başlanır. Çapakçur’da ele geçirildikten sonra, bütün Harput ele geçirilir. Şeyh Said’in Kıyam Kuvvetleri, Silvan ve Beşiri’yi Hükümet askerlerinden alırlar ve sonra Palu istikametine yönelerek Malazgirt, Bulanık ele geçirilir. Daha sonra kıyamcılar; Malatya istikametinde ilerleyip, Pötürge'yi ve Çemişgezek'i alırlar. Öte yandan da Siverek istikametinde ilerler. Kısa bir süre sonra da çevre aşiretlerden yardımcı kuvvetler alınarak derhal Diyarbakır üstüne yürünür.
Kıyam Kuvvetleri ele geçirdiği yerlere Tekbirler, Salâvatı şerifler eşliğinde giriyor yöre halkı da tekbirlere eşlik ederek mücahitleri büyük bir coşkuyla karşılıyordu. Hatta bazı hükümet askerleri kıyam kuvvetlerine silah doğrultmayarak onlara destek vermiştir. Artık kartopu büyümüş ve çığ halini almıştır. Bu arada Ankara Hükümeti boş durmayarak Mart’ın sonuna kadar hazırlıklarını tamamlayan hükümet birliklerinin kesin harekâtı başlamıştır. Sarıkamış'taki 9.uncu, Erzurum'daki 8. inci, Diyarbakır’daki 7. inci tümenleri ve Mardin´deki 1.inci, Urfa'daki 14. ncü, Süvari alaylarını, Van'daki 1. nci, Süvari tümenini ve hudut birliklerini harekete geçirirler. Bu arada Savunma Bakanı kıyama kalkanları, onlara destek verenleri ve kendilerine her ne şekilde olursa olsun muhalefet edenleri açıkça vatan hainliği ile suçlamaktadır.
Dönemin İngiliz Konsolosu mevcut durumu yazdığı raporda şu şekilde ifade etmiştir:
“31 Mart 1925
Türkiye’deki politik durum, son üç hafta içindeki suskunluğuna karşın hareketliliğini koruyor. Ankara’da meclis bütçeyi tartışıyor. Muhalefetin ne meclis'te ne ülkede sesi duyuluyor. Eğer bütünüyle ezilmemişse bile ses çıkartmasına izin verilmediği muhakkak. Ankara’da İstiklal mahkemesi işe başladı. Ülkenin her kesiminden birçok kişi yargılanmak üzere getiriliyor. Ancak bunların çoğu güneydoğu bölgesinden. Adana’da iki gazeteci gerici yayında bulunmak suçundan üç ila yedi yıl hüküm giydiler. Doğu’daki ayaklanmaya gelince, durumun resmi bildiride açıklandığı gibi olmadığına dair bazı göstergeler var Urfa’da kuzey Doğu Varto’da ve Diyarbakır’ın kuzey doğusundaki Silvan’da çatışmalar oluyor. Asilerin çok sayıda hükümet yanlısını öldürdükleri anlaşılıyor gazetelere göre, Malazgirt ayaklananların elinde, Muş ve Bitlis arasındaki telgraf hattı kesildi. İtalyan meslektaşım Tiflis’teki konsolosluk ajanından aldığı bir telgrafta ayaklanmanın Erzurum ve Van’a da sıçradığını öğrenmiş. Rus birlikleri de Türklere yardım için sınıra gönderilmiş. Bunların doğruluğu belirlenmeyen söylentiler. Ciddi olanı, Ankara’da çıkan yarı resmi nitelikte ki "Hâkimiyet’i Milliye"de yayınlanan makale. Yazı bölgede barışın sağlanmamış olmasından yakınıyor. Gazeteye göre "asiler, Diyarbakır ve Siverek arasında canlılık gösteriyor. Muş ve Varto’da güçlü bir propaganda yürütüyorlar. Dersim dini liderler yoluyla etkilenmeye çalışılıyor. Bu durumun ne biçimde gelişeceği henüz belirsiz. Cumhuriyet ayaklanmayı bastırmak için her turlu önlemi almış durumda, bunu başaracak da... Ancak hastalığın kökünü kazıyacak idari ve sosyal reformların gerçekleştirilmesi ihmal edilmemeli... Hükümetin bu yolda planlar hazırladığı da kuşkusuz.”
Kemalistlerin ise tüm bu gelişmeler karşısındaki tek isteği; bütün memleketi kapsayan sıkı önlemlerin alınması, Kemalist devrimlere karşı çıkan her kesimin kafasının demir yumrukla ezilmesidir. Böyle bir ortamda İktidar ki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın grup genel kurulu toplanır, dönemin Başbakanı Fethi Okyar, Kıyamı karşı ihtilâl denemesi olarak değerlendirir, sıkıyönetim tedbirlerini yeterli görmüştür ve ülke boyutunda önlemlere gerek duymamıştır. M.Kemal Fethi Okyar’ı fazla saf, hatta safdil bulmaktaydı. Bu yüzden, İstanbul’daki İsmet İnönü’yü Ankara’ya çağırır. M.Kemal istasyona onu karşılamaya gider. Bu durum bir “Hükümet buhranı”, “Hükümet değişikliği“ fısıltısını yaygın hale sokmuştur. Böylesine gergin bir ortamda İsmet İnönü, M.Kemal ve Meclis başkanı Kazım Özalp toplanarak gereken askeri önlemler üzerinde dururlar. Zira Şeyh Said’in kuvvetleri 1.nci Süvari Tümenini de çökertmiştir.
İsmet İnönü çok sert tedbirlerin alınması isteyerek, Kıyamı, rejime yönelik ülke çapında bir hareket olarak değerlendirmektedir. M.Kemal, İsmet İnönü’yü kendi adamı olarak bu iş için seçer. Kıyamın genişleyerek yayılması üzerine Mecliste de tartışmalar başlar. M. Kemal, Fethi Okyar Hükümetini pasif kalmakla suçlar ve istifa ettirir. 2 Mart 1925'te Fethi Okyar’ın başbakanlıktan uzaklaştırılmasının ardından 3 Mart 1925'te daha zalim olan İsmet İnönü’ye hükümeti kurma görevini verir. Sertlik yanlısı olan İsmet İnönü hükümeti kurmuş, ilk iş olarak Takrir-i Sükûn Kanunu'nu Meclise sunarak çıkmasını sağlamış ve genel seferberlik ilan etmiştir. İsmet İnönü Hıyanet-i Vataniyye kanununa yeni maddeler ekleyerek İslami faaliyetleri de bu kapsama almıştır. İsmet İnönü’ye göre dini siyasete alet ederek zihinleri karıştırma hareketi yapanlar kanun gereğince cezalandırılacaklardır. Bu kanuni önlemlerin esası, İslami Kıyamda bulunan Müslümanlara ağır bir darbe indirmektir.
İsmet İnönü Başbakan olarak atanmasını müteakip “Ben, memlekette çıkması muhtemel olan olaylara karşı bütün memleketi kapsayacak tedbirleri alacağım” diyerek biri Kıyam bölgesinde diğeri Ankara’da iki İstiklal Mahkemesi kurulmasını sağladı. (İstiklal mahkemeleri orta çağdaki engizisyon mahkemelerinden bir farkı yoktur. Bu mahkemelerin aldığı karalar anında uygulanmaktadır. Bu şekilde yüzbinlerce Müslüman mesnetsiz suçlamalarla katledilmiştir.) Artık iktidarın elinde kıyamı bastırmak için bütün silahlar vardı.
Şeyh Said’in Kıyam kuvvetleri Diyarbakır’a doğru ilerlemektedir. Hem kuzeyden hem de güneyden taarruza geçerler. Her iki taarruz da başarılı olur ve Mardin kapısı yeraltı geçidinden şehre girilir. Sürpriz ile karşılaşan Hükümet birlikleri kaçarak İç kaleye sığınırlar. Kıyam kuvvetleri orada bulunan silah ve cephane depolarını zapt ederek, silahların bir kısmını orada çarpışanlara, diğerlerini ise dışarıya yollar.
Ancak Diyarbakır’ın etrafında mücahitler başarı elde edememiş, her taraf Hükümet Kuvvetleri tarafından kapatılmıştı. Buna ilaveten, Suriye'yi işgal etmiş olan Fransızlar, Hükümet askerlerine güneyden girebilmeleri için yol açmışlar ve ayrıca 35.000 Fransız askerini trenlerle Diyarbakır’a Suriye içinden yollayarak Kemalist Rejime ciddi bir destek sağlamışlardır.
Şeyh Said işte böyle zor bir süreçte doğu bölgesinin büyük bir kısmını ele geçirmişti. Bu başarıya bir ayda ulaşılmış ve artık sıra Diyarbakır'a gelmiştir. Ankara Hükümeti 80.000 kişilik bir kuvvetle Diyarbakır’ı korumak için seferberlik ilan eder. Şeyh Said’in Kıyam Kuvvetleri, Hükümet askerlerine gelen bu ek kuvvetler karşısında zayıflamıştır ve Diyarbakır’dan geri çekilirler. Bütün yollar Kıyam Kuvvetlerine kapatılmıştır. Bazı aşiretler de hükümet askerlerinin yanında yer alırlar. Nihayet Şeyh Said kuvvetlerinin Diyarbakır üzerine yaptığı hücum başarısız olur. Şeyh Said kuvvetlerinden yüzlercesi bu çatışmada ölür. 31 Mart’ta Şeyh Said’in karargâhını kurduğu Hani düşer. 1 Nisan’da Lice ve Silvan düşer. 2 Nisan’da ciddi bir savaş patlak verir. Nisan’ın ilk yarısı tamamlanırken Şeyh Said’in kuvvetleri hemen hemen tümüyle Genç dağlarının eteklerine çekilmiştir. Bazı Şeyhler adamlarıyla birlikte teslim olurlar. Şeyh Said’in kuvvetleri Genç'in kuzeyinde zor durumdadır. İran’a çekilmek için şiddetli çarpışmalara girişerek, Hükümet birliklerinin cephesini yarıp Varto yakınlarına varabilirler. Bu arada çeşitli istikametlerden birçok kollar halinde çok sayıda Hükümet kuvvetleri gelmektedir. Bu birlikler Şeyh Said’i tekrar muhasara altına alırlar. Çok kanlı çarpışmalardan sonra Şeyh Said yeni bir taarruz yaparak Hükümet kuvvetlerinden kurtulmak isterse de başarılı olamaz. 15 Nisan'da Şeyh Said Bacanağı Binbaşı Kasım'ın ihbarı üzerine, 14 Nisan’ı 15 Nisan’a bağlayan gece Muş ve Varto arasındaki Abdurrahman Köprüsünde, büyük bir kısmı yaralı olan diğer liderlerle birlikte Hükümet askerlerinin eline esir düşer ve hep birlikte 5 Mayıs günü Diyarbakır’a gönderilirler.
Yukarıda alıntıladığımız raporda bu durum şöyle anlatılmaktadır.
22 Nisan 1925
"- ayaklanmanın lideri Şeyh Said ile bazı şeyhler yakalanarak Varto’ya getirildiler. Bildirildiğine göre, Şeyh Said doğum yeri olan Hınıs’ta askeri mahkemeye çıkarılacak, daha sonra istiklal mahkemesi'nde yargılanmak üzere Diyarbakır’a gönderilecek. Yargılanma sonucu idam edileceği muhakkak. Şeyh Said’in yakalanması hükümet tarafından ayaklanmanın kritik döneminin atlatılmasının bir işareti olarak görülüyor. Ayrıca bundan sonra harekât hakkında resmi bildiri yayınlanmayacağı da açıklandı. Olayların doğal akışı izlediği anlaşılıyor. Silvan çevresinde bazı çeteler dağıldı... Her tarafta şeyhler ve köylüler hükümete bağlılıklarını bildiriyorlar normal hayata geri donuluyor. Bir gazeteye göre, kısa sürede bölgedeki askeri birlikler geri çekilecek. Bu son noktayı kuşku ile karşılıyorum. Baskı politikasının sürdürüleceği İsmet paşa’nın dün Türk ocakları’nda yaptığı konuşmada açıkça anlaşılıyor. İsmet paşa şöyle konuştu: "- biz milliyetçiyiz. Milliyetçilik bizi birleştiren tek nedendir. Türk çoğunluğunun yanında diğer unsurların hiçbir etkisi yoktur, her ne pahasına olursa olsun ülkemizde yaşayanları Türkleştirecek, Türklere ve Türkçülüğe karşı çıkanları yok edeceğiz. Vatana hizmet etmek isteyenlerin her şeyden önce Türk ve Türkçü olmalarını istiyoruz. Dini hareketlere karşı ilgi göstermediğimizi söylüyorlar. Dini alet olarak kullanmaya kalkanları ezeceğiz. "
Şeyh Said ve arkadaşlarının yargılanmaları 26 Mayıs–28 Haziran tarihleri arasında yapılır. Yargılandıkları zaman haklarında verilecek karar çok önceden bellidir. Nitekim beklenen olur Şeyh Said ve 48 Dava arkadaşı idama, diğerleri ise kürek ve değişik hapis cezalarına çarptırılır.
Şeyh Said ve dava arkadaşlarına verilen idam kararı 29 Haziran’da uygulanacaktır. Başbakan İsmet İdam kararlarının ardından bir konuşmasında “Herkes bilmelidir ki, genç Cumhuriyet hükümeti fesat ve irtica’ya müsaade edemeyeceği gibi, aldığı kati tedbirler sayesinde bu gibi caniyane hareketlere zemin ve zaman bırakmayacaktır.” der. Ardından İstiklal Mahkemesi Tekke ve Zaviyeleri kapatma kararı alır. Kemalistler bu kararı “Yaşasın İnkılâp ve Cumhuriyet “ diyerek alkışlarlar.
1925 Haziran’ında, Diyarbakır’ı boydan boya kaplayan surların dört ana kapısından biri olan Dağkapı’dan girişte beş ayrı yolun kesiştiği geniş meydanda darağaçları hazırlanmıştır. Nice tarihi olaylara şahitlik etmiş olan bu meydan biraz sonra beklide en acılı gününü yaşayacaktır.
Şey Said kollarına girmiş cellâtlarla idam sehpasına doğru yönelir. Yüzünde bir gülümseme, vakur adımlarla ilerler, dilinden dökülen ayetler sessizliği bozan tek şey! Yükselir semaya “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” kelimetullahı. Haykırış olur dillerde, nüfuz eder kalplere ve bir direniştir zulme karşı Hakkın yanında ve bir slogandır tüm mücahitlerinin son sözlerinde!
Şeyh, idam hazırlıkları yapılırken bir gazeteci tarafından uzatılan kâğıdın üzerine Arapça şöyle yazar:
“Değersiz dallarda beni asmanıza pervam yoktur. Muhakkak ki mücadelem, ölümüm Allah, İslam ve Ümmet içindir.”
İlmik boynuna geçirilirken şu sözleri söylediği işitilir, bu söylediği son sözleridir:
“Şu anda fani hayata veda etmek üzereyim. Allah yolunda feda olduğuma pişman değilim. Yeter ki torunlarım düşmanlarıma karşı beni mahcup etmesinler.”
Kemalistlerin Kıyama karşı aldıkları acımasız askeri tedbirler sonuç vermiş, bölge halkı yoğun bir baskı altına alınmıştır. Kıyam bastırıldıktan sonrada bölgede adına “temizlik” dedikleri operasyonlar yapılır, halktan Kıyama karıştıkları iddiasıyla kişiler tespit edilir ve bölgede ki silahlar toplanır.
Kaynaklarda belirtildiğine göre kuvvet dengesi şöyledir; Hükümet kuvvetlerinin sayısı yaklaşık 200.000’di. Şeyh Said’in Kuvvetleri ise yaklaşık 20.000 idi.
Şeyh Said’in katledilmesini yeterli görmeyen laik Kemalistler 1927 yılına kadar aralıksız bir şekilde katliamlar yapmıştır. Birçok yerde insanlar ahırlarda kadın, çocuk, ihtiyar demeden toplu bir şekilde yakılmıştır. köylerde, dağ başlarında, yol boylarında, dere kenarlarında katledilen on binlerce insanın cesedine ulaşır. Binlerce kişi ele geçirildikleri yerlerde "anında ve yerinde infazlarla" katledilirler.
Kaynakların birinde vahşet şöyle anlatılmaktadır; “Şeyh Said ve arkadaşlarının şahadetinden yıllar sonra dahi Müslümanların maruz kaldığı zulümler katmerleşerek artmaktadır. Bu kıyamın sonucunda 14 şehir, 700 köy, 9000’e yakın ev harabeye dönmüş. 50.000 kişi göç ettirilmiş, yaklaşık 7.500 kişi zindanlara atılmış, 660 kişi idam edilmiş. 80.000 insan öldürülmüştür.”
Şeyh Said Kıyamı’nın bedelini, kıyam bastırıldıktan sonra bölge halkı ödemeye devam edecektir. Bu bedel 1925’ten 1944’e kadar olan zaman dilimini kapsayan ağır bir sürgün olacaktır. “Yasak Bölge Halkı” olarak ilan edilen Kürtler İç Anadolu, Trakya ve Marmara’nın çeşitli bölgelerine sürgün edilirler. 21 Haziran 1934 yılında çıkarılan Mecburi İskân Kanunu ya da başka bir adla Kürtlerin Zorunlu İskânı daha önce uygulamaya konan Şark Islahat Planı'nı tamamlamak ve ona yasallık kazandırmak amacıyla çıkartıldı. Bu kanun, Kürt toplumunda etkin olan aile ve aşiretlerin asimile olabilecek bir tarzda Türk nüfusu içinde dağıtılıp eritilmesini öngörmekteydi. Bu nedenle de zorunlu iskâna tabi tutulanların iskân edildikleri yerlerde topluluk, köy ve mahalle oluşturacak bir biçimde bir araya gelmeleri yasaklanmıştır.
Kemalistlerin uygulamaya koyduğu Doğu Islahat Planı, İngilizlerin Hindistan’da uyguladıkları modelinden etkilenilerek hazırlanmıştır. Muhakkak ki 500 yıllık sömürgeci İngiltere, Kemalistlere bu projeyle “laik Türk milliyetçisi toplum” oluşturma çalışmasına yardımda bulunduğu böylece açığa çıkmış bulunmaktadır.
Kıyamın hem askeri hem de fikri bastırılma biçiminin bedelini bugün hâlâ hem Kürtler hem de Müslümanlar ödemektedirler. TC ise sürekli olarak bu iki kesime top yekûn savaşlar ilan etmektedir. Bu ilanlar kimi zaman düşük yoğunluklu savaşlar halinde, kimi zaman “Müslümanların” ve “Kürtlerin”, saldırıya uğramış ruhlarında ve bedenlerinde farklı bilinçler oluşturmakta, günlük yaşamlarında dahi derin izler bırakmaktadır.
Resmi tarih yazıcıları Cumhuriyet dönemimi nesillere aktarırken kendilerinden bekleneni yerine getirerek Hilafetin kaldırılmasına yönelik tüm hareketleri ağır bir şekilde eleştirmiştir. Onların birçoklarını yok sayarak sanki halk Cumhuriyeti güle oynaya karşılamış gibi bir resim çizmeye çalışmışlardır. Oysa durumun hiçte öyle olmadığını gördük. Bu halk dininin ayaklar altına alınmasına hiçbir zaman rıza göstermemiştir. M. Kemal hilafeti kaldıracağını söylediği zaman “Kurtuluş Savaşı”nda yanında yer alanlar dahi ondan olabildiğince uzaklaşmaya çalışmıştır. Hülasa, Anadolu topraklarında hilafetin kaldırılışına karşı hareketlenmeler olmuş, ancak sömürgeci kâfirlerin laik Cumhuriyet’e verdiği büyük destekler sayesinde başarılı olunamamıştır.
Esasında bugünde durum çok farklı değildir. Türkiye’de hilafeti geri getirmek için siyasi parti kurmanın önü anayasayla kesilmiş vaziyettedir. İstiklal Mahkemeleri isim değiştirmiş olsa da varlığını sürdürmektedir. Hilafet için çalışan ihlâslı mü’minler zorba yöntemlerce hapsedilmektedir.
Ancak tüm bunlara rağmen Müslüman halk içinde hilafetin geri gelmesini isteyenlerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Hilafete giden yoldaki engeller tek tek aşılmaktadır. Allah’ın göndereceği nusret ile zorba yönetimlerin sonu yakındır.
 
Abdulmuizz Fida Çevrimdışı

Abdulmuizz Fida

فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
Admin
kardeşim Bende sizle aynı dertteyim . Bu sebeble tanıtılmasından yanayım. Ama demeokratik sistemde mucadele edenler gibi imza kampanyası başlığıyla verilmesini uygun bulmuyorum. Anladın mı ? Konuyu sanki Şeyh Said'in tanıtılmasına karşıymışız gibi anlamakta neden ısrar ediyorsun?
Kime istiyorsan tanıt, anlat , yaz, video yayınla tamam mı. Ama imza kampanyasını kimlerin çıkardığını , hangi yollarla mucadele verenlerin usulleri olduğunu da öğren.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Ana Sayfa Alt