Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İbn Teymiyye'ye Atılan İftiralar(reddiye Arıyorum)

M Çevrimdışı

morueqq

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
es-selamu aleykum ve Rahmetullah
yine İbn teymiyye -Allah ondan razı olsun) ve yine tasavvuf ehlinin onun hakkında iftira ve tahrifleriyle karşı karşıyayız konunun altına yeterli delilleri aktardım zaten hayatını bunların iftira attıkları şeylerle mücadele etmekle geçirmiş olan ibn teymiyye'ye atılan tamamen tahrif ve iftiradan ibaret yazıyı aktardım Konunun altında ise İbn teymiyyenin kendi kitabından alıntılar(reddiye) var
***************



1. İftira
1-Bütün mahlûkat Muhammed Mustafa (SALLALLAHU aleyhi vesellem) hürmetine yaratılmıştır Ibn-i Teymiyye Mevlâ’nin mahlukatı yaratmasından bahsettikten sonra Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi ve sellem’den bahsediyor ve onu methettikten sonra diyor ki : « Ve söyle dense inkâr edilemez : (mahlukatın) Hepsi onun hürmetine (ecline) yaratıldı ve O olmasaydı yaratılmazdı » (1)
yalanı!

Öncelikle verilen kaynakta böyle bir şey yok ve bunun reddiyesi ise https://www.islam-tr.org/tasavvuf-nedir/17912-alemler-hz-muhammed-s-a-v-icin-mi-yaratildi.html


2. İftira
Mevlidi kutlamakta büyük ecir vardırIbn-i Teymiyye diyor ki : « Mevlide tazim etmek ve onu bir bayram (mevsim) kabul etmek: bunu bazı insanlar yapıyorlar. Ve bu iste büyük ecir vardır. Güzel maksadına binâen. Ve Allah Resûlüne Sallalahu aleyhi veselleme tazim olduğu için. » (2)Arapça Metin; 3.Salih insanlar bu âlemde meleklerden dahi çok tasarruf ve tedbir sahibidirler.İbn-i Teymiyye’ye yöneltilen soruda âdemi (yani insan) olan ulemâ’nın birçok hususiyetleri olduğu söyleniyor, bunların arasında yaratılmışlara fayda verme, âlemin yönetimi (tedbiri) ve insanların rızkının onların sebebiyle geldiğini ve bunun gibi meleklerin evsafından olan hususiyetler zikrediliyor.Ibn-i Teymiyye cevap veriyor : « Salih insanlar böyle şeylere sahiptirler, hatta daha fazlasına sahiptirler. » sonra şefaatten bahsediyor. Bu konuda önemli aslında, zira Peygamber olmayanların şefaatleri hakkında hadis zikr ediyor. Ve daha da acayibi su kelimeleri zikrediyor : « Aktâb », « Evtâd », « Agvâs », « Ebdâl », « Nucebâ » ! (3)Arapça Metin; 4. Bazı ölüler kabirlerinde azap olunurken görülür, sesleri işitilir ve kabir azabındaki haller gözükebilir.Ibn-i Teymiyye burada kabir ehlinin bazı görünen hallerini aktarıyor ve birçok kişi kabir azabına duçâr insanin sesini duydu vs. diyor.(4)5. Fenâ hâli tevhîdin hakikatidir.Burada Ibn-i Teymiyye tamamen sûfî ıstılahını kullanıp Fenâ halini anlatıyor, üç kısma ayrıldığını anlatıyor ve manayı verdikten sonra diyor ki : « bu ise Allâh’ın Resulüyle gönderdiği tevhit ve ihlâsın hakikatidir ». Vs… (5)

mevlid hakkında şöyle diyor İbn teymiyye -ra- sıratıl mustakim kitabında
Bu uydurma kutlama günlerinin ikinci çeşidi şudur.
Evet, bu günlerde önemli bir iş olmuştur, ama başka olayların meydana geldiği benzeri günlerde olduğu gibi, bu olay o günün yıllık törenlerle anılmasını gerektirmez. Üstelik ilk dönem müslümanları (selef) de bu günleri kutlamış değillerdir.
dinimiz açısından bu önemli olay ve konuşma günlerinin hiç birini bayram saymak gerekmemiştir. Durum böyle olunca bu günü bayram sayanlar, tıpkı Hz. İsa'nın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) başından geçen önemli olayları anma günleri olarak kutlayan hristiyanlar ile vaktiyle ayni tutumu benimsemiş olan yahudilere özenmiş olmaktadırlar.
Yoksa bayramlar ve anma günleri birer şeriat kurumlarıdırlar. Buna göre Allah tarafından bildirilenleri kutlanır, değilse dinde yeri olmayan bayram ve anma günü icad edilmez.
Bu tip bir olay da bazı kimselerin, ya Hz. İsa'nın (salât ve selâm üzerine olsun) doğum gününü yıldönümü olarak kutlayan hristiyanlara özenerek veya Peygamberimize karşı duydukları sevgi ve saygıyı dile getirmek için O'nun doğum gününü anmalarıdır. Allah böylelerine, Peygamberimize karşı besledikleri sevgiden ve ictihadlarını mesned edinmiş olmalarından dolayı sevap bağışlayabilir, yoksa işledikleri bid'atten dolayı değil. Üstelik Peygamberimizin hangi gün doğduğu kesinlikle belli değil, müslümanlar arasında tartışmalı bir meseledir.
İlk dönem müslümanları, (selef) geçerli sebebi var olduğu (Peygamber sevgisi) ve önleyici hiç bir engeli bulunmadığı halde bu günü ne anmışlar ve nede kutlamışlardır. Eğer anma töreni sırf hayırdan ibaret olsaydı veya hayır tarafı zararından daha baskın olsaydı, ilk dönem müslümanlarının onu bize göre öncelikle ve haydi haydi kutlamaları gerekirdi. Çünkü onlar Peygamberimizi bizden daha çok sevip sayan ve hayırlı işler yapmaya bizden daha istekli kimselerdi.
Oysa kâmil anlamda Peygamberimizi sevip saymak,
- O'na uymak,
- Bağlı kalmak,
- Emirlerini yerine getirmek,
- Sünnetini her yönü ile yaşatmak,
- Getirdiği ilkeleri yaymak ve bu konuda gerek kalble gerek elle ve gerekse dille mücadele vermek (cihad etmek)tir.
- Muhacir olsun, ensar olsun ilk önce müslüman nesil ile titizlikle onlara uyan sonraki müslümanlar bu yolu benimsemişlerdi.
Oysa bu tip bid'atlere pek düşkün olduklarını gördüklerimizin çoğunluğunun bu konudaki iyi niyetlerine ve kendilerine sevap sağlayıcı olması beklenen ictihad dayanaklarına rağmen Peygamberimizin sıkı sıkıya önem verilmesini emretmiş olduğu konularda gevşek ve umursamaz davrandıkları görülür. Böyleleri mushafın dışını süsleyip içini okumayanlara veya içindeki ayetleri okuyup uygulamayanlara benzer.
Bunları camileri süsledikleri halde içlerinde hiç namaz kılmayanlara veya çok az kılanlara yahud süslü tesbih ve seccadeler gibi şeriatte yeri olmayan ve çoğunlukla gösteriş, kendini beğenmişlik ve asıl görevi ihmal etme gibi hastalıklara eşlik eden göz boyayıcı dış görüntü düşkünlerine de benzetebilirsiniz.
Nitekim Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir hadisinde:
“Her hangi bir ümmet amel yönünden bozulunca mutlaka camilerini süslemeye yönelir” buyurmuştur.
(İbn Mace, H. No: 741, c. 1, s. 244, 245, Kitap: Mescitler, Bab: Mescidleri Süsleme, Süyûti Hasen olarak tanımladığı bu hadisi El-Cami us-sağir'in de kaydetmiş: H. No: 7918, c


3.İftira
Ibn-i Teymiyye Levh-i Mahfuzdaki yazıdan haberdar.
Ibn-i Kayyim El Cevziyye burada hocası Ibn-i Teymiyye’nin çok feraset sahibi olduğunu anlatıyor ve buna iki misal getiriyor. Birincisinde Tatarların Sam’a saldıracaklarını önceden haber veriyor. Ve dediği gibi oluyor. Ama en önemlisi ikinci misal. Burada Ibn-i Teymiyye Tatarların kesinlikle maglub olacaklarını, Müslümanların muzaffer olacaklarını anlatıyor. Ve bu konuda 70’den fazla yemin ediyor. Ona diyorlar ki : « Insaallâh de ! » O da cevap veriyor : « Tahkik için insaAllâh diyeyim ama buna bağlamıyorum » yani kesin olacağını biliyorum. Ve öğrencisi diyor ki : sonra söyle dedi : « Beni zorladıklarında dedim ki : çok konuşmayın, Allâh Levh-i Mahfuz’da onların bu toprakta mağlup olacaklarını yazdı ! ».
Ve dediği gibi oluyor. Ibn-i Kayyim bu tür ferasetlerin hocasında yağmur kadar çok olduğunu anlatıyor. (6)

Bu sözü bir Sûfî dese ne der bu azgın selefiler?

Levh-i%20Mahfuz.jpg

7. Sekr hâlindeki evliyâ söyledikleri sözler konusunda mâzurdur.
Burada Ibn-i Teymiyye Sekr, yani manevi sarhoşluk halini anlatıyor. Ve bazı büyüklerin bu halde iken söyledikleri Şeriat dışı sözlerinden bahsediyor ve bunlara günah olmadığını söylüyor ve diyor ki : « Bu kişiler hakkında söyle hükmedilir: kisinin akli haram olmayan bir şeyden gittiyse, o zaman ondan sudur eden yasak sözlerden ve fiillerden sorumlulukları yoktur. (7)




4. İftira
8. Tasavvuf ve Sûfîler hakkındaki tutumu.
Burada Ibn-i Teymiyye bir grubun Tasavvuf ve Sufileri zemm ettiğini anlatıyor. Onları sünnetten ayrılmış bidatçi saydıklarını söylüyor. Başka bir grup ise bunları çok övmüş. Mahlûkatta onlardan iyisi yok demişler. Bu iki grup da yanlıştadır diyor. Ve devam ediyor : « Doğru olan sudur ki, onlar (sufiler) Allâh’in teatinde (ibadetinde) çok gayret ediyorlar. » Sonra da başka gruplarda da bu konuda gayret edenlerin olduğunu söylüyor. Ve Sufiler arasında mukarreblerin olduğunu, muktesitlerin olduğunu (bunlar eshâb-i yemindendir diyor), ictihad yapıp hata edenlerin olduğunu ve son olarak nefislerine zülm edenlerin olduğunu anlatıyor. (8)

Bugünkü Sapık Vehhabiler bu konuda ne diyorlar acaba? Tasavvuf deyince ağızlarından çıkan kelimeler hep ayni : Hurafe, Sirk, Müşrik, Müptedi’, Istigase, Tevessül, Haram, Bid’at, Tılsım, Hurafe vs.. Baş rehberleri Ibn-i Teymiyye'nin anlattığı ilk gruba dahil olmuyorlar mı ?


Tasavvuf ehli hakkında

İbn teymiyye külliyatı 8. cilt


[TD="width: 100%, bgcolor: #D2FFD2, colspan: 2"]
İlk gruptakiler, varlık aleminde Allah’ın kudretiyle, dilemesiyle ve yaratmasıyla ilgisi bulunmayan şeyler bulunduğunu iddia ettiler, kulların fiilleri örneğin. Bunların aşırıları Allah’ın öncesiz ilmini ve önceden varolan ezeli kitabını (levh-i mahfuz) da inkâr ettiler. Bu ümmet içinde ilk kez Kaderiye fikrini ortaya atanlar bunlardır. Sahabeden, ilk kuşak ulemadan zatlar, bunlara gerekli cevabı vermiş ve onlardan, onların düşüncelerinden uzaklaşmışlar.
İkinci gruptakiler ise, bunlardan daha kötüdürler. Bunlar sülûk, irade, kendini tanrıya adama, tasavvuf ve fakr ehli olarak bilinirler. Yukarıda işaret ettiğimiz varoluşsal gerçeği gözlemleyip Allah’ın bütün varlıkların yaratıcısı, dolayısıyla kulların fiillerinin de yaratıcısı ve bütün varlıkların irade edileni olduğunu gördüler. Fakat bu gözlemden sonra iman ile küfrü, tanıma ile inkârı, hak ile batılı, hidayet üzere olan ile sapığı, doğru ile eğriyi, peygamber ile peygamberlik taslayanı, Allah’ın velisi ile Allah’ın düşmanını, Allah’ın razı olduğu ile gazap duyduğunu, Allah’ın sevdiği ile kızdığını, adalet ile zulmü, Anne-babaya iyilik ile onlara asi olmayı, cennet ehlinin amelleri ile cehennem ehlinin amellerini, iyiler ile günahkârları birbirlerinden ayırmadılar. Bütün varlıkların ortak noktası olan önceden tasarlanmış kazayı, yürürlükteki ilâhî meşiyeti, her şeyi kuşatan kudreti ve herkesi içine alan yaratılışı gözlemledikleri için, varlıkların ortak noktalarını gördüler, ama farklılaştıkları alanları göremediler.









İbn teymiyye külliyatı 8. cilt


[TD="width: 100%, bgcolor: #F0FFD2, colspan: 2"]Kader konusunda Mutezile’nin görüşü



[TD="width: 100%, bgcolor: #F5ECA7, colspan: 2"]


[TD="width: 100%, bgcolor: #D2FFD2, colspan: 2"]Şurası bilinmelidir ki, bu mesele ile ilgili olarak birçok kelâm ve tasavvuf grubunun ayağı kaymış, Mutezile ve benzeri Kaderiyecilerden çok daha kötü bir duruma düşmüşlerdir. Çünkü sözünü ettiğimiz Kaderiyeci gruplar gerçekten Allah’ın emir ve yasaklarını, vaad ve azap tehditlerini, Allah’a ve Resulü’ne itaati önemsiyorlar. Marufu emretme ve münkeri yasaklama hususunda büyük bir gayret sarfediyorlar. Sadece kader konusunda yanlışa düşmüş, sapmışlardır. Genel meşiyeti, kapsamlı kudreti ve her şeyi içine alan yaratmayı kabul etmeleri durumunda, Allah’ın adaletine ve hikmetine gölge düşürmüş olacaklarını sanmışlardır. Ve bu sanılarıyla da büyük bir yanılgı içine düşmüş oldular.










KADER HAKKINDA SUFİLERİN GÖRÜŞÜ BAŞLIĞI İbn teymiyye külliyatı 8. cilt



[TD="width: 100%, bgcolor: #F0FFD2, colspan: 2"]Kader konusunda sufilerin görüşleri



[TD="width: 100%, bgcolor: #F5ECA7, colspan: 2"]


[TD="width: 100%, bgcolor: #D2FFD2, colspan: 2"]Bu söylem, sufilerin ekseriyeti arasında yayıldı. Sufiler fiiller ve kaderle ilgili meselelerde Cehmiye’nin düşüncelerini benimserken,“Zemmu’l Kelâm” kitabının yazarı Ebu İsmail el-Ensari gibi bazı sufiler sıfatlar konusunda Cehmiye ile ters düştüler. Ebu İsmail el-Ensari, Cehmiye’nin sıfatları olumsuzlamasına sert eleştiriler yöneltir. Cehmiye’yi tekfir hususunda da bir kitap yazmıştır. Söz konusu gruplar içinde ehl-i sünnet’e en yakın olmalarına karşın Eş’arileri de ağır ifadelerle yerer. Yer yer lanetler de. Bir adamNizamü’l Mülk’e: Eş’arilere lanet okur musun? diye sorar. Nizamü’l Mülk şu cevabı verir: “Göklerde bir ilah yoktur. Mushafın iki kapağının arasında Kur’an yoktur. Kabirde de peygamber yoktur, diyen kimseye lanet okurum.” Bu cevap üzerine soruyu soran kişi öfkelenerek yanından ayrılır. Oysa Nizamü’l Mülk, oluşları irad etme ve fiillerin yaratılması hususunda Eş’arilerden daha katı bir tutum sergiler ve bunlarla ilgili bir sebebin veya bir hikmetin olmasını olumlamaz, bilakis şöyle der: “Bilen (arif) birinin bir hükme müşahede etmesi, iyiyi iyi görmesini, kötüyü de kötü görmesini gerektirmez.” Onun için hüküm dilemedir. Ona göre bilen (arif) fena makamına ulaşan kimsedir. İyilik ve kötülük ayırımı kulun dünyasında geçerlidir. Çünkü birinden lezzet alır, birinden de acı duyar. Bunlara iltifat etmek nefsin özelliğidir. Fena makamında ise sadece hakkın muradını müşahede etmek vardır.
Eş’ari, mahlûkat bazında iyilik ve kötülük arasındaki farkı vurguladığı için bunlardan daha akıllıdır. Ama onlar, arif kişi açısından iyilik-kötülük ayırımının olmadığını iddia ediyorlar. Böylece kulun hakkı ve alanı ile Rabbin hakkı ve alanı hususunda büyük bir yalnışlık yapıyorlar. Onların bu anlayışları, bütün hadiselerin kul açısından aynı olmasını, fark etmemesini gerektirir ki, bu, kesinlikle imkânsızdır. Böylece Rahmani fırkalardan ayrılarak, doğal, heva menşeli ve şeytani bir tutum sergiliyorlar. Rahman-şeytan ayırımını ortadan kaldırıyorlar. Bundan dolayıdır ki, içlerinden birçok kimse günaha dalmış, birçoğu fâsık olmuş, birçoğu da putlara tapmaya cevaz verecek kadar küfre sapmıştır. Ardından birçoğu da vahdet-i vücud(Varlığın birliği-Tanrı eşya birliği)düşüncesini benimseyerek varolan herşeye ibadet edilmesinin gerektiğini söylemişler.
Bu değerlendirmelerden çıkan sonuç, Cehm’in söylemine uygun olarak kader konusunda hikmetleri, sebepleri ve adaleti olumsuzlayanların aleyhinedir. Ki bu da Mürcie düşüncesinin aksi yönünde tezahür eden ikinci bir bid’attır. Üstelik bunu söyleyenler, Cehmiye’den ayrı gruplara mensupturlar. Çünkü bunlar diyorlar ki: “Rabbin, güç yetirdiği şeyi yapması caizdir.” Bu yüzden aralarında bazı kimselerin ilâhî emir ve yasakları, vaad ve tehditleri fazlaca önemsemediğini görmek mümkündür. Tümünden veya bir kısmından uzaklaşmaktan bir beis görmezler. Buna karşılık inandıkları bir şeyi de zorlama ürünü argümanlarla da olsa ısrarla vurgularlar. Çünkü bunlar iyilik ve kötülüğün emredilen veya yasaklanan olması hususunda Cehm’i ya da Eş’ari’yi onayladıkları zaman, bu, kulun dünyasıyla ilgili bir ayırım olarak algılanır. Çünkü onlar alanlar ve paylar üstü bir fena makamının varlığına inanırlar. Bu yüzden bazen, emir ve yasaklara uyma hususunda:Bu, telbis (beşeriyet makamında bulunurken) makamında geçerlidir, derler. Ya da: Bunları avam tabakası için yapmak gerekir, derler Mağribli Şeyh ve benzerlerinin dediği gibi.
Bunların (sufilerin) yolunu izleyen bir kimse, emir ve yasak meselesini önemsiyorsa, onun maksadı, Şazeli’den nakledilen şu sözde ifade edilendir: “Bütünlük, birlik kalbinde müşahede edilen olmalı, farklılık ise dilinde mevcut olmalıdır.” Nitekim hem Şazeli’nin hem de başka sufilerin sözlerinde, dualarında veya hiziplerinde emir ve yasak meselesini geçersiz sayan ifadelere rastlamak mümkündür.Örneğin, bunlardan biri, Allah’ın, kendisinin işlediği bir günaha, işlediği ibadete karşılık olarak verdiğinden daha büyük bir ödül verdiğini iddia etmiştir. Bunun gibi daha birçok ifadeleri var ki, bunlar, onun kötülük işleyenlerle iyilik işleyenlerin eşit olduklarını veya kötülük işleyenlerin daha üstün olduklarını düşündüğünü gözler önüne serecek niteliktedirler. Bunların öyle duaları var ki, Allah’a karşı küstahlaştıklarını görmek mümkündür. Şazeli hizbinde olduğu gibi.
Sufilerin daha avam olanları ise, velilerine bahşettiği kerametlerden daha büyüklerini günahkâr birine, hatta kâfir birine de ikram edebileceğini iddia etmekten kaçınmazlar. “Bunlar ilâhî hibeler ve bağışlardır” derler. Bunların da evliya kerametlerinden olduklarını sanırlar. Büyücü ve kahinlerde görüldüğü türden Şeytani haller dahi olsalar, bunları evliya kerametinden sayarlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince ehl-i kitaptan bir grup, sanki Allah’ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler. Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tabi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lakin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Harut ile Marut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı. Eğer iman edip kendilerini kötülükten korusalardı şüphesiz, Allah tarafından verilecek sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke bunları anlasalardı !” (Bakara, 101-103)Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor: “Sizden öncekilerin yollarını, geleneklerini tıpatıp izleyeceksiniz. Öyle ki onlar kelerin deliğine girmişlerse siz de gireceksiniz..” (Buhari, el-İ’tisam, 14; Müslim, İlim, 6)
Kendilerine Allah’ın kitabı olan Kur’an’ın geldiği müslümanlar içinde adil bir anlayış ve düşünce içinde olanlar, sufilere tabi olup Şeytanın saptırdığı bu yüzden Allah’ın kitabını arkasına atıp şeytanların okuduklarının peşine düşen, Kur’an’ın dost edinilmesini emrettiği kimselere saygı göstermeyen, Kur’an’ın düşman edinilmesini emrettiği kimseleri düşman bellemeyen, buna karşılık büyücü ve kahinlerinkine benzer bir takım doğa üstü beceriler sergileyen şarlatanlara büyük saygı gösteren kimselerden daha fazladırlar.
Ayrıca bu sufiler içinde gördükleri olağanüstü becerilerin kaynağının şeytanlar olduğunu bilen kimseler vardır. Fakat hevasına ve tutkulu arzusuna uyduğu için bunlara saygı gösterir, onların tarikatlarını Kur’an’ın yoluna tercih ederler. İşte bu kâfirler, Kur’an’ın işaret ettiği kimselere benzerler: “Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve tağuta iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır, diyorlar! Bunlar, Allah’ın lanetlediği kimselerdir; Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (Nisa, 51-52)Bu sapıklar, yüce Allah’ın haklarında şu tesbitte bulunduğu kimselerle aynı paralele düşmüşlerdir: “Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince.(...) Lakin şeytanlar kâfir oldular.” (Bakara, 101-102)Ama bu tür doğa üstü becerilerin şeytanlardan kaynaklandığını bilmeyenler de var.Kelâm, ilim, ibadet ve tasavvuf ehlinden bazı gruplar bu hataya düşmüşlerdir.Hatta bazıları, şeytanların somutlaştırıcı empozelerinin etkisiyle bir takım olağanüstü haller sergilediklerini gördükleri yıldızlara ve putlara ibadet etmeyi dahi caiz görebilmişlerdir. Çünkü şeytani empozelerle gözlemledikleri bu haller zulüm ve hayasızlık nitelikli kimi amaçlarına uygun düşmekteydi. Arzulu tutkularına uygun olduğu için de, Allah’a ortak koşmalarına, O’nu ve kitabını inkâr etmiş olmalarına pek aldırış etmez oldular. Yine elde edecekleri liderlik makamı ve mal uğruna bu sakat anlayışı halka yaymakta da bir sakınca görmediler. Diğer bir ifadeyle bile bile insanları küfre ve şirke çağırdılar. Gitgide Hz. Resulün (s.a.v.) getirdiklerine karşı içlerinde bir kuşku da uyanmaya başladı. Hatta Hz. Peygamber’in (s.a.v.) maslahat icabı, içsel bir gerçekliği olmayan şeyleri halka söylediğini ileri sürenler dahi çıktı. Mülhid batınilerin söyledikleri gibi. Bu anlayışı benimseyenler arasında her gruptan insan var ve bunlar eski İran ve Roma inanç sistemleriyle aynı paralele düştüler.
Çünkü Farslar ışığı kutsuyorlardı. Güneşe ve ateşe secde ediyorlardı. Romalılar da Hıristiyanlıktan önce müşriktiler, yıldızlara ve putlara taparlardı.Dolayısıyla yukarıda inançlarına işaret ettiğimiz ve eski İran ve Roma inanç sistemleriyle örtüşen bu gruplar, Yahudi ve Hıristiyanlarla benzeşen gruplardan daha kötüdürler. Çünkü bir grup, değiştirilen veya neshedilen dahi olsa bir kitabın bağlılarına benzerken, bir grup kitapsızlara benzemiştir.-Allah rahmet etsin- İbni Teymiye devamla şöyle dedi:
Nefisler, gökleri ve yeri yaratan bir yaratıcıya yönelik zorunlu bilgiyi içeren bir fıtrat üzere yaratılmışlardır. Nefisler bu fıtratlarının gereği, O’nun gökleri ve yeri yarattığını ve bunlardan hiçbir şeyi insanların yaratmadığını bilirler. Tıpkı Musa’nın (a.s.) Firavuna söylediği gibi: “Alemlerin Rabbi nedir? Dedi ki: Eğer kesin inanıyorsanız O, göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki varlıkların Rabbidir.” (Şuara, 23-24)“İkimizin Rabbi kimdir? Ey Musa! Dedi ki: Rabbimiz her şeye hılkatını veren, sonra doğru yolu gösterendir.” (Taha, 49-50)










5.İftira dizisi
9. Ibn-i Teymiyye Sûfilerin mezarlığına gömüldü.
Bu kitapta Ibn-i Teymiyye’nin hayati anlatılıyor. Burada ölümünden bahsediliyor, kılınan 4 cenaze namazından bahsediliyor ve sonunda çok kalabalık insanların başları ve elleri üzerinde cenazesinin Sufiyye’nin Kabristanlığına götürüldüğü ve orada defn edildiği anlatılıyor. (9)

Kabir Ehlinin olağan üstü halleri

İbn-i Teymiyye : ''Peygamberlerin ve Salih insanların kabirlerinde görünen kerametler harikulade olaylarda bu şekilde değerlendirilir. Mesela o kabre meleklerin ya da nurun inmesi, şeytanların ve hayvanların o kabre yaklaşmaması, o kabrin ve çevresindekilerin yangından korunması, o kabre komşu olan diğer bazı Mevtaların ŞEFAATE nail olması, bazı kimselerin o kabirlerin yanına defolunmayı istemeleri, o kabirlerin yanında bir dostluk ve huzur arayanlar, o kabirleri aşağılayanlara azap gelmesi gibi birçok hadise HAKİKATTİR.
Bunlar bizim ifade etmeye çalıştığımız mananın haricindedir. ALLAH’IN Peygamberlerin ve Salih insanların kabirlerine verdiği hürmet ve değer, oraya indirdiği rahmet, insanların birçoklarının vehmettiklerinden çok daha fazladır. Fakat burası, bunları izah etmeye mümkün değildir. (10)

Şeyh İbn-i Teymiyye Fetava'l Kübra adlı eserinde kendisine sorulan ''Peygamberimizle Tevessül etmek caiz midir'' sorusuna cevabında şöyle demektedir:

''ALLAH’A hamd olsun! Peygamberimize imanla ,onu sevmekle,ona itaat etmekle,ona selatu selam getirmekle,onun kendi yaptığı ya da nasıl yapmamız gerektiğini bize anlattığı her türlü yolla tevessül edilebilir.O,bir kimseye Şefaat eder veya dua ederse o kimsenin bu Şefaat ve duayla tevessül etmesi bütün Müslümanların ittifakıyla caizdir!!!
İbn-i Teymiyye göre tevessülün şartları

İbn-i Teymiyye ''Kaidetün Celile fi't-Tevessül ve'l Vesile'' adlı eserinde :

''Ey iman edenler ALLAHtan korkun ve ona vesile arayın'' ayeti kerimesi üzerine konuşurken s:5 şunları söyler :

''Vesile aramak ilk önce ALLAH’A iman ve peygambere ittiba tevessülünü ifşa etmiş kimseler için söz konusu olabilir. Peygamberimiz SALLAHu aleyhi vesellemin hayatında ya da vefatından sonra iman ve itaat ile tevessül etmek,gizli açık her yerde ve herkese farzdır. Deliller göstermektedir ki, hiç kimse her hangi bir mazeret ileri sürerek,bu iman ve itaat tevessülünden beri olamaz.
ALLAH’IN rahmetine giden ve azabından koruyacak olan iman ve itaat tevessülünden başka çare yoktur. Nebi SALLAHu aleyhi vesellem tüm mahlukatın Şefaatçisi, gelmiş geçmiş herkesin gıpta etmiş olduğu Makamı Mahmud’un sahibi,Şefaat yetkisi olanların makamı ALLAH katında olanların en yüce olanıdır.

Fakat onunla tevessül etmek, ancak ALLAH Resulünün Şefaat edip dua ettiği kimseler için söz konusu olabilir. Yani Peygamberimiz her kime dua etmiş ve Şefaat etmişse ancak o kimse, onun şefaat ve duasıyla tevessül etme hakkına sahiptir. Ashabı kiramın Onun SALLAHu aleyhi vesellem şefaat ve duasıyla tevessül etmesi ile kıyamet gününde herkesin tevessül etme arzusu bu yüzdendir.'' (11)

Şeyh İbn-i Teymiyye, Peygamberimiz SALLAHu aleyhi vesellem'in hayatında yâda vefat etmiş, yanımızda yada gıyabında olması arasında bir fark olduğunu belirtmeksizin onunla tevessül etmenin caiz olduğunu söyler. Bu görüşlerini de Ahmed Bin Hanbel'e ve İz bin Abdusselamın Fetava'l Kübra adlı eserinde söylediklerine dayandırır.

İbn-i teymiyye şunları söyler : ''Peygamberimizle tevessül etmenin caiz olduğu,tirmizinin rivayet edip SAHİH kabul ettiği hadisten de anlaşılmaktadır. ALLAH Resulü bir adama şöyle bir dua öğretmiştir: ALLAHım! Rahmet Peygamberi Muhammedi sana vesile kılıyor ve senden istiyorum. Ya Muhammed! Ben ihtiyacımı gidersin diye seni Rabbime vesile ediyorum. ALLAHım onu bana Şefaatçi kıl'' (12)
Teberrük hususunda

İbn-i Teymiyyenin teberrük hususunda ona bu soru sual edildiğinde :

''Bir kimsenin ''Ben falan adamın bereketi için bunu yapıyorum'' ya da ''O buraya geldiğinden beri bir bereket hâsıl oldu'' gibi ifadeler kullanması bir açıdan doğru bir açıdan yanlıştır. Bu sözler ''Bu zat bizi doğru yola ulaştırmış, bize hakkı ögretmiş, iyiliği emretmiş ve kötülükten sakındırmıştır. Ona tabi olmak ve sözünü dinlemenin bereketiyle hayırlı şey hâsıl olmuştur.'' anlamında kullanılıyorsa, Medine ehlinin Nebi geldikten sonra iman ve itaat edip bereketlenmeleri gibi anlaşılır ki, o zaman bu söz doğrudur. (13)

Sahabe bu vesileyle, dünya ve ahiret saadetine nail olarak büyük bir bereket elde etmiştir.Bu açıdan her Müminin ona iman ve itaat etmesiyle dünya ve ahiretin iyiliklerinden yanlız ALLAHın bildiği nicelerini kast ederek Resulün bereketiyle bereketlendiklerini söyleyebiliriz.

Eğer bu sözlerle ''Onun duası ve salih bir insan olması vesilesiyle ALLAH bizden şerri defetmiş, bize rızık ve yardım etmiştir'' anlamı kastedilmekte ise,aynı diğer mana gibi buda doğrudur.
Nebi sALLAHu aleyhi vesellemin buyurduğu gibi : ''Sizler ancak içinizdeki zayıfların duaları,namazları ve ihlasları sebebiyle yardım olunuyor ve rızıklandırılıyorsunuz.' Kafir ve facirlere gelecek azap, aralarında bulunan azabı hak etmeyen müminler yüzünden çevrilebilir.

ALLAHın veli ve Salih kullarının bereketinden, insanları ALLAH’a itaate davet etmeleri ile onlara faydalı olmaları, insanlara dua etmeleri ve onlar sebebiyle oraya inen rahmet ile def edilen azap kast ediliyorsa, evet böyle bir şey doğrudur. Birisi bereketle bunu kast ediyorsa doğru söylemiş olur ve bu bir hakikattir.

Bu söz batıl ve yanlış bir anlamda da kullanılabilir.öyle ki : Eğer bir beldenin ehli ALLAHa itaat etmese de o belde de meftun bulunan falan kişi yüzünden Allah’ın onları gözettiğine inanıyor ve mahlukatı ALLAH’a ortak koşuyorsa bu büyük bir cehalettir (14)


Duada Tevessül ve Saptırıcıların saptırmasına İbn teymiyyeden cevap
İbn-i Teymiyye ''İktizau's Sıratıl Müstakim'

Sözün kısası; peygamberler ve saygıdeğer salih kişiler aracılığı ile Allah'a “Tevessül” etmek iki yoldan olur.
- Ya onlara bağlılık göstermek ve yollarından gitmekle;
- veya onların dua ve şefaatlerini kazanmakla.
Buna karşılık böylelerinin ne yollarını izleyen ve nede şefaatlerini haketmeyen bir kimsenin kuru kuruya onlar aracılığı ile Allah'a “Tevessül” etmesi, kendisine hiçbir yarar sağlamaz. Sözü geçen şahsiyetlerin Allah katındaki itibarları ne kadar yüksek olursa olsun.
Düşünelim ki; gerek ilk müslümanlar ve gerekse mezheb imamları, yaratıklar aracılığı ile Allah'dan bir şey dilemeye yukarda anlattığımız gözle baktıklarına göre yaratıkların ölüleri aracılığı ile dilekte bulunmanın hükmünü varın siz düşünün.
İsterse bu ölülerden Allah'dan bir şey dilemeleri ve ister bazı kimselerin yaptıkları gibi doğrudan doğruya dilekleri yerine getirmeleri istenmiş olsun.
Yine ister bu dilekte bulunma olayı ölünün mezarı başında veya gıyabında meydana gelmiş olsun.
Şeriatımızın tebliğcisi olan Peygamberimiz bu işi kökünden Önlediği ve Peygamberlerin mezarlarını mescid edinenleri lanetleyerek, mezar başlarında namaz kılmayı yasaklayarak ve dilekleri sadece Allah'a yöneltmeyi vurgulayarak bu sapıklığa vardıracak bütün kapıları kapattığı halde bu sapıklığın doğrudan doğruya içine, yani ya şirk haline veya şirke götürücü şartlara düşmeye ne demeli?İbn-i Teymiyye ''İktizau's Sıratıl Müstakim,duada tevessül bölümü

Mezarlıklardan Medet Umanlara Cevap -İbn-i Teymiyye ''İktizau's Sıratıl Müstakim'



[TD="colspan: 2"]بســـم الله الرحمن الرحيم


[TD="colspan: 2"]


[TD="colspan: 2"]Mezarlıklardan Medet Umanlara Cevap


[TD="colspan: 2"]


[TD="colspan: 2"]1- Genel (ana hatlarla ilgili) cevabımız şudur:
Bu itiraz, kendi öğeleri arasında çelişkilidir. Neden derseniz, yahudiler ile hristiyanlar arasında da çok sayıda bu tür hikâye ve kıyas geçerlidir.
Hatta Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- eğrilikten uzaklaştırıp doğru yola getirmek için görevlendirildiği eski arapların tapmış oldukları putlar karşısında yaptıkları bazı dualar, -tıpkı itirazda söz konusu edilen dualar gibi- zaman zaman kabul ediliyordu. Zamanımızın hristiyanları arasında da böyleleri vardır.
Eğer bu durum tek başına Cenab-ı Allah(c.c.)'ın bu hareketi sevdiğine ve beğendiğine delil sayılacak olursa, bu delilin kapsamı söz konusu hristiyanları ve benzerlerini de içerecek şekilde genişletilmek zorunda kalınır ki, bu da temel ilkelerimizle çelişen bir küfür (kâfirlik) olur.
Ayrıca şu veya bu mezarın başında hüngür hüngür feryad eden bu kimselerden her birinin ayrı birer put edindiklerini ve kendi putlarını destekleyerek diğerlerinin putlarını horladıklarını görüyoruz.
Başka bir deyimle her gurup kendi putu önünde yapılan duanın kabul edileceğini ve buna karşılık başka putlar karşısında yapılacak duaların kabul edilemeyeceğini sanmaktadır.
Buna göre bu görüşlerin hepsinin doğru olması imkânsız olduğu gibi, bu görüşlerden her hangi birini diğerlerine tercih etmek gerekçesiz ve keyfî bir tercih olur. Öte yandan bu zihniyette olanların tümünün görüşlerine hep birden inanmak da zıtları (çelişik unsurları) bir araya getirmeye kalkışmak olur.
Biraz daha açıklayacak olursak; bu zihniyette olanların çoğu ancak kendi putlarına sımsıkı sarıldıkları ve diğer putlardan uzaklaştıkları oranda iddia ettikleri etkinliklere ulaşabilmektedirler. Böyle olunca bu zihniyettekilerin tümünün sadece onaylarına katılarak sevdikleri putların hepsinden medet ummak, yine onların kendi kanaatlerine göre beklenen etkinliği zayıflatır. Çünkü her hangi bir kimse hem falanca ve hem de filânca puttan aynı anda medet umarsa, sağlayabileceği sözde etkinlik bu putların sırf bir tanesinden medet uman bir başkasının sağlayabileceği sözde etkinlik gibi olamaz. Bu söylediklerimizin tümü putların ve puta tapıcılığın özelliklerindendir.
Ayrıca elimizdeki belgelere göre Cenab-ı Allah (c.c.) Belâm-ı Baura'nın(60) Hz. Musa'nın kavmi -ki bunlar müslümandı-aleyhindeki duasını kabul etmiş, fakat imanını kalbinden çıkarıp almıştır.
Tıpkı bunun gibi yağmur dileyen bazı müşrikler yağmura ve zafer isteyen bazı müşrikler de zafere kavuşturulabilirler.
(Belâm-ı Baura; Basılı nüshada bu zatın adı Bu'ura olarak geçmektedir. Adı iki sözcükle gelmektedir. Bu adam Kenanilerden bir adamdır; veya denildiğine göre Yemenlidir ki Allah ona “İsim”i azam'ı vermiş, denildiğine göre Allah'tan hiç bir şey istemezdiki o kendisine verilmesin. Onun bu hali Musa ve kavmine beddua edinceye kadar sürdüğü söylenmektedir. Bunun üzerine onun bu halini imanını kaybetmesi, kuşkulara düşmesi ve şeytana boyun eğmesi izledi. Onunla ilgili olarak Cenab-ı Hak şu ayette şöyle buyurmaktadır:
“Onlara şu adamın haberini de oku: Ona ayetlerimizi verdik de onlardan ayrıldı, çıktı, şeytan, onu peşine taktı, böylece azgınlardan oldu.” (A'raf, 175). Geniş bilgi için bkz. Tefsir-i İbn Cerir: c. 9, s. 83,88. Konuya değgin haberlerin çoğunluğu İsrailliyyattandır. El-Bidaye ve El-nihaye, c. 1, s. 322.)
2 - “Ayrıntılı” cevabımıza gelince:
Bu itirazın biri naklî ve öbürü aklî olmak üzere iki ana dayanağı vardır.
- Naklî dayanağı bazı ünlü kişilerin mezar başlarında dua ettiklerini anlatan hikâyelerle böyle kimselerin bu hareketi hararetle onayladıklarını belirten sözleridir.
- Aklî dayanağı da, yaşanmış tecrübelerden ve çeşitli kıyaslardan hareket edilerek, mezarlıklarda yapılan duaların faydalı olduğuna dair beslenen kanaattir.
Naklî dayanağı ele alırsak; daha önce belirttiğimiz gibi, bu konuda sözler kökten asılsız ve özlerinden saptırılmıştır. Bu yüzden delil olma niteliği taşımazlar. Üstelik yukarda değindiğimiz gibi, kendilerine bu tür sözler veya onaylamalar yakıştırılmış olan bazı kimselerden bu iddiaların tam tersini belirten görüşler nakledilmektedir.
Aklî dayanağa gelince; ileri sürülen yarar sağlama durumlarının büyük bir çoğunluğu asılsızdır. Sebebine gelince:
Gerek mezarlıkları ve gerekse benzeri yerleri özellikle dua yeri olarak seçen kimselerin kabul edilen istekleri çok azdır. Böyle birini düşünecek olursak adam, sayısını ancak Allah'ın bilebileceği kadar çok sayıda dua etmekte ve bu duaları arasında bir tanesi kabul edilmektedir. Bu, böyle olduğu gibi bu amaçla böyle yerlerde dua eden binlerce kişi arasında gayet ender olarak duaları kabul olunabilenler sadece bir iki kişi olabilmektedir.
Böyleleri nerede, seher vakitleri uykularından uyanıp secde ederken, namazlardan sonra ve Allah'ın evlerinde (mescid ve camilerde) Allah'a dua edenler nerede!
Eğer bu söylediklerimiz mezarlardan medet umanlar gibi candan bir yakarışla dua ederlerse, özel bir engel bulunmadığı taktirde hiç bir dilekleri karşılıksız kalmaz.
Başka bir deyimle eğer Allah'ın ihlâslı kulları, mezarlardan medet uman kimseler gibi candan bir yakarışla dua ederlerse; ihlâslıların pek az (ender) dileği geri çevrilirken, mezarlardan medet umanların pek az dileği kabul edilir.
Nitekim Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ihlâslıların duaları ile ilgili olarak şöyle buyuruyor.
“Her hangi bir kul Allah'dan günah ve akrabalık bağlarını çiğnemeyi içermeyen bir şey dilerse, Allah bu duasına mutlaka üç karşılıktan birini verir:
1 - Ya bir an önce dileğini yerine getirir,
2 - Ya kendisi için o dileği kadar hayır biriktirir,
3 - Veya o oranda bir kötülüğü başından savar,
Sözlerinin burasında sahabilerden biri Peygamberimize:
“O halde, biz de çok şey dileriz” deyince, Rasulüllah'dan:
“Allah da daha çoğunu verir” cevabını almıştır.
(Hadisi, sözel dizgide bazı değişikliklerle Ahmed tahriç etmiş: c. 1, s. 18, Said El-Hudrî'den. Aynı anlamda bir diğer hadisi Timizi Ubade b. Samit'ten kaydetmiş: Tirmizi, Sünen, Dualar Kitabı, H. No: 2573. Tirmizi hadisi kaydettiği yerde hadisle ilgili olarak şu bilgiyi de eklemiş: “Bir takım yönleriyle bu hadis, hasen, “sahih, “garip”dir.” c. 5, s. 567.)
Üstelik ihlâslı kullar her yönden hayırla iç-içedirler.
Ama mezarlarından medet umanlara gelince: bunlardan herhangi birinin çok seyrek olarak dileği kabul edilse bile, bu yüzden imanı zayıflar. Rabb'inden gelecek nasibi azalır, kalbinde, ilk örnek neslin müslümanlarının gönüllerindekine benzer bir iman lezzeti ve hazzı duyamaz olur. Belki de bu karşılanan dileği bile kendisine uğursuz gelir (hakkında mübarek olmaz).
Yalnız bu yaptıkları işin bid'at olduğunu bilmeden yapanlar hariç. Çünkü, her hangi bir ictihadda bulunan kimse yanılgıya düştüğü takdirde, Allah, kendisine ictihadda bulunmuş olmasının sevabını verdiği gibi, yanılgısının günahını da affeder.
Dünyada olaylar ve gelişmeler üzerinde etkili olduğu sanılan ard / kötü niyetli bütün girişimler şeriat açısından haramdır.
- Gök cisimleri yardımı ile olayları etkilemek,
- psikolojik yönlendirme girişimleri,
- haram dileklerde bulunmak,
- var olduğu sanılan tabiat-üstü güçler aracılığı ile haram şeyleri başarmayı istemek ve
- tabiî güçlerden yararlanarak gelişmeleri yönlendirmek gibi.
Bunların zararı faydasından çoktur. Hatta ulaşılmak istenen amaç bakımından da bu böyledir. Çünkü bu yollara, bu çetrefil mekanizmalara çoğunlukla dünyalık amaçlara ulaşmak için başvurulur.
Bu yolla ulaşılacak olan dünyalık amaçların, ezici bir çoğunlukla, dünyadaki sonuçları bile kirli ve hüsranlı olur. Ahiretteki sonuçları ayrı bir mesele. Bu yollara baş vurup da bedbahtlığa uğrayanlar başarıya ulaşanlardan kat kat fazladır.
Ayrıca bu girişim ve mekanizmaların kendileri öyle terslik ve zarar içerirler ki, bunun ölçüsünü ancak Allah (c.c.) bilir. Bunlar özleri bakımından zararlı şeyler oldukları gibi, onlar aracılığı ile çok seyrek olarak istenen sonuçlar elde edilebilir. Üstelik elde edilen sonuçların da zararları yararlarından çok olur.
Bunlar yanında insan isteklerinin mubah ve sakıncasız olanlarının şeriata uygun sebebleri de vardır.
- Bu sebepler ya ticaret ve çiftçilik gibi tabii sebepler,
- yada Allah'a dayanmak, O'na güvenmek,
- güvenilir kanallar ile bize ulaşan Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sözlerinde üstün oldukları belirtilmiş, sahiden kutsal yerlerde şeriata uygun biçimde Allah'a dua etmek,
- sadaka vermek ve
- şeriatın ilkelerine sıkı sıkıya uymaktır.
Saydığımız bu şeriata uygun sebepler aracılığı ile ya katıksız veya baskın oranı hayırlı sonuçlara ulaşılır.
Şunu da belirtelim ki, şeriata uygun bir hareketi yapmaktan veya şerirata aykırı, yasaklanmış bir işi yapmamaktan doğabilecek olan zarar, bu tutumun sağlayacağı yarar yanında mutlaka az kalır.
Bu söylediğimiz Kur'an, sünnet ve ümmetin söz birliği (icma-i ümmet) tarafından onaylanmış olduğu gibi, yaygın hayat tecrübeleri ile sağlam kıyaslar tarafından da isbatlanmıştır.
Meselâ namaz ile zekât aracılığı ile hem dünya ve hem de ahiret yararı elde edilir. Bunlar yararlı sonuçları tüm olarak sağladıkları gibi her türlü kötülükleri baştan savarlar.
Bu sözlerimizin ana fikri yukarda sözünü ettiğimiz haram nitelikli sebeplerin katıksız veya baskın oranlı yarar sağlayıcı olmadıklarını belirtmektir ki, akılları başlarında ve dünya olayları hakkında tecrübe kazanmış kimseler bunun böyle olduğunu kesinlikle bilirler.
Dile getirmeye çalıştığımız bu gerçeği kavrayınca anlarız ki:
Çoğunlukla olayların akışını etkileyecek sebepler bizim elimizde değildir. Cenab-ı Allah'ın (c.c.) yerde ve gökteki olayları yaratırken aracı olarak kullandığı sebepler sayısızdır. Bunların teker teker sayısının sınırsızlığı bir yana, türlerinin ne olduğu bile yine sadece O'nun tarafından bilinebilir. O'nun egemenlik (mülk) alanı o kadar geniştir.
Bu noktadan hareket eden peygamberler şu tutumu benimsemişlerdir.
Onlar, halkın yararına olacak olan şeyleri emrederek, zararına olacak şeylerden sakındırmaya çalışmışlar ve felsefeciler gibi insanları kâinatın gelişmelerinin sebepleri ile ilgili uzun sözlerle oyalamaktan kaçınmışlardır. Çünkü bu iş çok yorucu olduğu halde yararı azdır, hatta belki de zararlıdır.
Özellikle bizim Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- bu bakımdan göz önüne alacak olursak O, hasta bir adamın yanına giderek hastalığını teşhis ettikten sonra kendisine:
“şu şu ilaçları iç ve şu şu şeylerden kaçın” diyen bir doktor gibidir. Hasta da bu tavsiyeleri yerine getirerek amacı olan şifaya kavuşmuştur.
Oysa felsefeci bu durumda uzun uzun hastalığın sebeplerinden ve faktörlerine bol bol saldırır. Fakat eğer yatağında çare umudu ile yatan hasta adam kendisine:
“Bu hastalıktan kurtulmam için ne yapmalıyım?” diye sorsa, bu soruya verecek doyurucu cevap bulamaz.
Üstelik söz konusu sebeplerin bazılarının etkisini açıklamak için söylenecek sözler akılları ve dinî duyguları zayıf olan kimselerin, aklını karıştırabilir, böylece bilgi ve inançları kendilerine kesinlik ve hidayet sağlayıcı nitelikte olmayan bu kimselerin sapıtmasına yol açabilir.
Bundan dolayı aklı başında olan kimselerin şeriata uygun olamayan sebeplerin sonuçları hiç bir şekilde etkilemediğini, bu yüzden bunların hiç bir işe yaramadığını, etkili oldukları seyrek durumlarda da, zararlarının faydalarından daha fazla olduğunu bilmeleri yeterlidir.













İFTİRA ATTIKLARI KAYNAK DİYE BELİRTTİKLERİ YER NE HİKMETSE ONLARIN İDDİA ETTKİLERİ HİÇ BİR İFADE YOK!

1- Mecmû-u Fetava Ibn-i Teymiyye, C 11 sayfa 97:
2- Iktidâ-üs Sirât-il Mustekîm, sayfa 297 :
3- Mecmû-u Fetava Ibn-i Teymiyye, C 4 sayfa 379 :
4- Mecmû-u Fetava Ibn-i Teymiyye, C 5 sayfa 525 :
5- Mecmû-u Fetava Ibn-i Teymiyye, C 2 sayfa 370 :
6- Medâric-üs Sâlikîn, C 2 sayfa 489 (Ibn-i Kayyim el Cevziyye)
7- Mecmû-u Fetava Ibn-i Teymiyye, C 10 sayfa 340 :
8- Mecmû-u Fetava Ibn-i Teymiyye, C 11 sayfa 18:
9- El ‘Ukûd-üd Duriye min Menâkib-i Ibn-i Teymiyye, sayfa 378 :
10- İbn-i Teymiyye ''İktizau's Sıratıl Müstakim'' s:374
11- Mefahim’den
12- Aynı Eser
13- Aynı Eser
14- Aynı Eser

not: Bu kaynakların hiç birinde iftira attıkları yukardaki ibareler yoktur aksine bu görüşler yerilmiştir...


İbn-i teymiye'ye atılan iftiralar hakkında....

İnsanların bir kısmını sadece ilim sebebi ile diğerlerine üstün kılan rabbimize hamd olsun. "Her Müslüman erkek ve Müslüman kadına ilim öğrenmek vaciptir" diye buyuran son Rasul ve Nebi'ye, O'nun seçkin sahabilerine ve ailesine salât ve selam olsun.

Elinizdeki bu kısa ve muhtasar çalışma aslen bir İbn-i Teymiye savunması yapma adına kaleme alınmamıştır. Zira tarih boyunca kendisine ve fikirlerine bir çok konuda haklı ya da haksız eletiriler getirilen ve saldırılan bir şahsiyeti kısa bir makale sınırları dahilinde savunmak pek mümkün olmasa gerek. Bununla birlikte bizim bu çalışmamızın asıl hedefi özelikle "Ahbaşlar" olarak tanınan belirli bir gurubun ve tabiilerinin İbn-i Teymiye hakkında bütünüyle adalet sınırlarını aşan iddialarını iptal etmek ve böylelikle Allah'ın dini adına kendisinden bugüne kadar oldukça faydalandığız Şeyhul İslam İbn-i Teymiye'ye şükranlarımızı sunmaktır.

Ahbaşlar olarak tanınan bu taifenin İbn-i Teymiye'ye yönelik saldırılarında metotlarını iki şekilde gruplandırmak mümkündür. Bunlardan ilki Şeyhu'l İslam'ın akîdesine yöneliktir ki bizim yazımızın konusu yukarıda da değindiğimiz gibi bunları savunmak değildir.

İbn-i Teymiye'ye yönelik saldırılan ikinci şeklini ise tarih boyunca yaşamış muhaddis ve fakihlerden yapılan nakiller oluşturmaktadır. Ahbaş cemaati bir çok alimden İbn-i Teymiye aleyhinde sözler naklederek O'nun akıdesinin ve menhecinin batıl olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadırlar. Ki bunda da başarılı olmaktadırlar. Zira Türkiye'de olduğu gibi ilmin bütünüyle yok olduğu, kişilerin tahkikli bir şekilde ilmi kaynaklara başvurmadığı bir dönemde yüzlerce alimden, bir kişinin sapkın olduğuna dair yapılan nakiller elbette ses getirecektir. Zira kim olsa hakkında birçok muhaddisin ve fakihin olumsuz ifadeler kullandığı bir şahsiyetten şüphe duyar. Ancak burada kanaatimce gözden kaçırılan husus olaya olduğu gibi adaletsizce yaklaşılması, bir kavme olan düşmanlığın adaletsiz bir şekilde hareket etmeye sürüklemesidir ki bu bizzat Rabbimiz tarafından yasaklanmış bir tutumdur:

"Bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin" (5, Maide/2)


Hafız İbn-i Hacer'in İbn-i Teymiye'ye Taan Ettiği İddiası Üzerine

Adalet ilkesine zerre kadar bağlı kalmamakta büyük direnç gösteren Ahbaş cemaatinin İbn-i Teymiye hakkında söze başladıkları zaman ilk öne sürdükleri iddia Hafız İbn-i Hacer'in, Şeyhul İslam İbn-i Teymiye'nin akîdesinin bozuk, görüşlerinin sapkın olduğu yönünde sözlerini nakletmeleridir. Ancak işin aslı onların bu iddialarının bütünüyle yalan ve iftira olduğu yönündedir. Kendisi hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığım bir zevat "Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin" isimli bir kitap yazmış ve o kitapta bu iddiasını dile getirerek şöyle demiştir:

Hafız İbni Hacer el-Askalânî, Ed-duraru’l-Kâmine isimli kitabında, İbni Teymiyye'nin sahabenin büyükleriyle ilgili sözleri hakkında alimlerden bazı nakiller yapmaktadır:

“İbni Teymiyye Ömer ibnu’l-Hattab’a üç talak meselesinde ve Hazret-i Ali'ye de on yedi meselede Kur'anın nassına muhalefet etti diye isnadda bulunmuştur. Hazret-i Ebu Bekir ne dediğini (bilmeyen) yaşlı birisi olarak müslümanlığı kabul etti ama Hazret-i Ali çocukken İslamiyeti kabul edip bir kavle göre çocuğun İslamiyeti sahih değildir, demesi ve yine Hazret-i Ali hakkında, kendisi Ebu Cehil'in kızını istemiş ve ölünceye kadar onu severek unutmamıştır, demesi üzerine alimler ona münafıklığı isnad etmişlerdir. İbni Teymiyye Hazret-i Osman hakkında (Osman malı severdi) demiş ve (Peygamberden -aleyhisselam- istigasede bulunmazdı) dediği için ona zındıklık isnad etmişlerdir.”

Yazar İbn-i Hacer'in bu sözlerini kitabında zikretmiş ve ondan sonra herkes bu sözleri tekrar edip durmuştur. Ancak hiç kimse insaf üzere hareket etme adına bir adım atmamış ve bu iddianın doğruluk payını araştırmaya kalkışmamıştır. Ve bugün bu görev bize düşmüştür.

Öncelikle yazar tam bir şarlatanlık örneği göstererek yukarıda vermiş olduğu alıntıda aslen bu sözleri kimin söylediğini zikretmemiş bilakis sözleri nakledeni zikretmiştir. Ancak işin aslı bu sözler daha sağlığında iken İbn-i Teymiye'ye atılmış iftiralardan başka bir şey değildir. Ancak yazar "İbn-i Hacer bazı alimlerden naklediyor" diyerek tam bir şarlatanlık örneği sergilemiştir. Yazarın ifadelerini okuyan okuyucu hemen ümmet tarafından büyük kabul görmüş İbn-i Hacer'in nakline güvenecektir. Bir de İbn-i Hacer'in bazı alimlerden İbn-i Teymiye'nin sapkınlığını naklettiği düşünüldüğü takdirde artık o okuyucu için İbn-i Teymiye sapkın bir kişilik olmaktan öteye gitmeyecektir.

"Peki işin aslı nedir" sorusuna gelince… İşin aslı şudur: Hafız İbn-i Hacer el-Askalanî "Ed-Durerul Kamin…" isimli bir eser yazmıştır. Eserin konusu saklı hazinelerdir. İbn-i Hacer gerçekten değer addettiği bir çok alimin hayatını, eserlerini bu kitabın da ele almıştır. Haklarında uzun uzun bilgiler kaydetmiştir. Ve bu alimler içerisinde Şeyhul İslam İbn-i Teymiye'de vardır. Dikkat ederseniz kitabın ismi ile beraber İbn-i Hacer'in kitabında İbn-i Teymiye'den uzun uzun bahsetmesi bir arada düşünürseniz yukarıda bahsetmiş olduğumuz kitabın sahibinin ne derece bir yüzsüzlük yaptığı açığa çıkmaktadır. Aslen İbn-i Hacer el-Askalani "Saklı Hazineler" şeklinde yazdığı kitapta İbn-i Teymiye hakkında uzun uzun bilgiler verirken, hakkında oldukça övücü sözler sarfederken yazar bunu tersine çevirmiş, apaçık aydınlığı kendi karanlıklarıyla örtmeye çalışmıştır. Halbuki bakınız İbn-i Hacer Şeyhul İslam hakkında ne demektedir:

“En hayret edilecek hususlardan birisi de şudur: Bu adam Rafızî, Hulûlcüler, İttihatçılar gibi bid’at ehline karşı bütün insanlar arasında en ileri derecede duran bir kimse idi. Bu husustaki eserleri pekçok ve ünlüdür. Onlara dair verdiği fetvaların sınırı yoktur.”

“Şeyhu’l-İslam İbn-i Teymiye kanaatlerini kabul edenin de, etmeyenin de çokça istifade ettiği bir kimsedir. Dört bir yana yayılmış eserlerin müellifi ünlü öğrencisi Şemsuddin İbn Kayyim el-Cevziyye dışında şayet İbn-i Teymiye'nin hiçbir eseri bulunmasaydı dahi, bu bile İbn Teymiyye’nin ne kadar yüksek bir konuma sahip olduğunu en ileri derecede ortaya koyardı. Durum böyle iken bir de gerek akli, gerek nakli ilimlerde Hanbeli mezhebine mensup ilim adamları şöyle dursun, çağdaşı olan Şafîi ve diğer mezheblere mensup ilim adamları akli ve nakli ilimlerde oldukça ileri ve benzersiz olduğuna da tanıklık etmişlerdir.”

Yine aynı şekilde "Bera’atü’l-Eş’ariyyin min Akaidi’l-Muhâlifin" isimli eserin sahibi kitabında Hafız ibn-i Hacer'in İbn-i Teymiye'ye hadis konusunda güvenilmeyeceğini, onun ne söylediğini bilmediğini nakletmektedir. Ancak bu da yazarın bir önceki iddiası gibi boş ve batıl bir iddiadan başka bir şey değildir. Zira İbn-i Hacer İmam Buhari'nin sahihine yönelik yazmış olduğu "Fethul Bari" isimli eserinde 25 kere İbn-i Teymiye'den nakilde bulunmuş bunlardan sadece iki yerde İbn-i Teymiye'nin görüşlerini eleştirmiştir. Aslen Fethul Bari okunduğu zaman Hafız İbn-i Hacer'in özellikle hüccet makamında Şeyhul İslam İbn-i Teymiye'den nakillerde bulunduğu görülür. Örneğin yaratılışla ilgili bir konuda konuya dair uzun uzun açıklamalarda bulunduktan sonra tenbih diye bir bölüm açar ve bu bölümde birçok kaynakta geçen bir rivayetin aslının olmadığını söyler ve arkasından hemen "bu önemli bilgiyi İbn-i Teymiye kaydetmiştir" der. Ve özellikle burada İbn-i Teymiye'ye "Allame" sıfatını verir. Gerçekten de Şeyhul İslam İbn-i Teymiye Mecmuul Fetava isimli eserinde üç yerde Hafız İbn-i Hacer'in işaret ettiği bilgiyi kaydetmiştir. Kanaatimce bu Hafız İbn-i Hacer'in İbn-i Teymiye'nin eseri olan Mecmuul Fetava'ya ne derece önem verdiğini ortaya koymaktadır.

Fethul Bari'de dikkat çeken diğer bir husus Hafız İbn-i Hacer birçok yer de "ben derim ki" dedikten sonra hemen arkasından sanki kendisini İbn-i Teymiye ile delillendirirmişcesine "İbn-i Teymiye'de böyle der" demiştir. Örnek olarak Ensar ile Muhacirin kardeş kılınması hadisesini anlatan İbn-i Hacer alimlere ait uzun uzun bilgiler sunduktan sonra Muhacirlerin birbirileri ile kardeş kılınması noktasında "ben derim ki" diye söze başlamış ve hemen arkasından kendisine İbn-i Teymiye'den delil getirerek "Nitekim İbn-i Teymiye'de Muhtarade ki hadislerin Müstedrekte ki hadislerden daha kavi ve sağlam olduğunu söylemiştir" der.

En dikkat çekici hususlardan bir tanesi ise Hafız İbn-i Hacer'in herhangi bir fıkhi konuda mezheplerin görüşlerini zikrederken "Hanefiler şöyle demiştir, Şafiler şöyle demiştir, İbn-i Teymiye'de şöyle demiştir" diyerek İbn-i Teymiye'yi mutlak bir müctehidmiş gibi anmasıdır. Örneğin boşanmanın ve ric'atin yapıldığı ay halinin akabinde ki temizlikte, hanımı boşamanın cevazı hususunda görüş ayrılıklarına değinirken Şafilerin, Hanefilerin, Malikilerin görüşünü getirdikten sonra "İbn-i Teymiye'de şöyle der" diyerek İbn-i Teymiye'yi müstakil olarak zikreder. Kendisi Şafi olmasına ve İbn-i Teymiye'nin görüşüne katılmamasına rağmen İbn-i Teymiye'ye eleştiri nitelikli tek bir kelime dahi kullanmaz. Yine sigar evliliği meselesinde büyük fakihlerin görüşünü zikrettikten sonra hemen arkasından "İbn-i Teymiye'de şöyle der" diyerek İbn-i Teymiye'ye ne kadar önem atfettiğini ortaya koyar.

İbn-i Hacer İbn-i Teymiye'ye muhalif olduğu konularda dahi Fethul Bari'de İbn-i Teymiye hakkında tek bir olumsuz söz sarfetmemiştir. Özellikle Rasulullah'ın kabrine ziyaret amacı ile yolculuğa çıkılması meselesinde sarfettiği tek söz "bu onun en çok tepki toplayan görüşüdür" şeklindedir. İbn-i Teymiye ile ayrı düştüğü sıfatlar meselesinde hiçbir şekilde İbn-i Teymiye'nin aleyhinde söz etmemiştir. Yine büyük ihtilafın yaşandığı ay halinde olan kadını boşamanın durumu meselesinde önce Nevevi'den zahirilerin görüşünü nakleder ve arkasından İbn-i Teymiye'nin ve İbn-i Kayyim el-Cevziyye'ninde bu görüşte olduklarını söyler ve onların sözlerini uzun uzun aktarır. İşin ilginç boyutu ise kendisi Şafi olmasına rağmen ne Zahiriler hakkında ne de İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyım hakkında tek bir olumsuz ifade kullanmaz. Sadece İbn-i Kayyım'in sözlerine itiraz kabilinden tek bir satırda "Merhum kanaatimce şu rivayeti görmedi" şeklinde bir itiraz getirir.

Bu nokta da vermek istediğimiz son bir örnek ise fakirliğin mi yoksa zenginliğin mi daha faziletli olduğu ihtilafıdır. Bu konuyu izah eden İbn-i Hacer önce alimlerin görüşlerini ele almış ve daha sonra "Ben de şunu ekliyorum" demiş ve hemen arkasından İbn-i Teymiye'de benim gibi düşünüyor dercesine "İbn-i Teymiye'de böyle diyor" diyerek konuyu bağlamıştır.

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu noktada sözü biraz uzatmamızın sebebi ise şu son günlerde birçok kimsenin ağzından "Hafız İbn-i Hacer bile İbn-i Teymiye'nin sapkın olduğunu söylüyor" şeklinde hiçbir ilmi geçerliliği olmayan sözler sarfetmeleridir. Yukarıda vermiş olduğumuz örnekler İbn-i Hacer'in İbn-i Teymiye'ye ne derece önem verdiği, O'nun kitaplarına ne derecede sahip çıktığı ve O'nun ilminden ne derecede istifade ettiğini göstermesi açısından kanaatimce yeterlidir.


Alimlerin İbn-i Teymiye Aleyhinde Sözleri

Ahbaşlar cemaatinin İbn-i Teymiye'ye saldırdıklarını yönelttikleri ikinci nokta ise bir çok alimin İbn-i Teymiye aleyhinde sözlerini nakletmeleridir. Özellikle bir liste yapmışlar ve bu listede İbn-i Teymiye'nin sapkın olduğunu iddia eden alimlerin isimlerini yazmışlardır. Listelerinde çoğu mechul, kim olduğu bilinmeyen kimselerin olması yanı sıra Necip Fazıl, Zahid el-Kevseri gibi İslam tarihinde hiçbir değeri olamayan kimselerinde ismi geçmektedir.

Burada Ahbaşların yaptığı büyük hata "alimlerin birbiri lehlerinde ve aleyhlerinde sözlerinin hiçbir ilmi değer taşımadığı" gerçeğinden bihaber olmalarıdır. Zira geçmiş dönemde yaşamış ve birçok esere imza atmış bir kimsenin ister istemez birçok seveni de olacaktır sevmeyeni de... Bu insanlığın tabiatında olan bir durumdur. Bugün dünyada her kesim tarafından sevilen ve hiç sevmeyeni bulunmayan kim vardır ki? Yine aynı şekilde herkes tarafından sevilmeyen ve hiç seveni bulunmayan kim olabilir? Tarihte en iğrenç insanların haklarında dahi birçok övücü söz bulmak mümkün iken bütünüyle mükemmel insanlar içinde aleyhlerinde birçok söz bulmak mümkündür. Buna çok basit bir örnek olması açısından Hatıb el-Bağdadi'nin Tarihini verebiliriz. Orada bir çok alim hakkında övücü ve yerici cümleleri bulmak mümkündür. Nitekim büyük İmam Ebu Hanife hakkında büyük alimlerden O'nun Deccal olduğu, hadisleri reddettiği, ilimden zerre kadar nasibi olmadığı yönünde sözler bulmak mümkün iken aynı şekilde O'nun büyük bir muhaddis olduğu yönünde de bir çok nakle şahit olmak mümkündür. Yine "şayet ehli kitap ile evlenmek caiz ise Hanefilerle de evlenmek caizdir" şeklinde büyük alimlere nispet edilen kavillerin olduğu "Teracim ve Tabakat" kitaplarından isteyenin istediği kimsenin lehinde ya da aleyhinde bir çok nakil bulması mümkündür.

Bu, İslam tarihinde özellikle mezhep çatışmalarının sebep olduğu bir durumdur. İmam Şafi'nin dahi hadisçiliğinin eleştirilmesi, İmam İbn-i Cerir et-Taberi gibi büyük bir müfessirin Ahmed bin Hanbel'i fakih olmamakla nitelendirmesi, bunun üzerine Hanbelilerin onu bir köye hapsetmeleri ve orada vefat etmesi sadece mezhep kavgasının ne boyutlara vardığını göstermesi açısından birkaç örnektir.

Burada anlatmak istediğimiz tarihte yaşamış kim olursa olsun herhangi bir şahsiyete sadece "şu şunu dedi, bu bunu dedi" şeklinde saldırmanın sadece ahmakların işi olduğudur. İslam alimleri bunun caiz olduğu tek durumun cerh ve tadil ilminde ravilere yönelik olduğunu belirtmişlerdir. Bu da genel olarak hıfz ve adalet noktasındadır.

Şayet bugün İbn-i Teymiye hakkında kötü söz serdeden alimlerden oluşan bir liste yayınlanıyorsa bunu yapanlara şunu hatırlatmak isteriz ki onların yayınladığı listenin en az 10 misli uzunluğunda İbn-i Teymiye'nin lehinde konuşan, onu övücü sözlerle vasıflandıran alimlerin isimlerinden oluşan bir liste hazırlamak mümkündür. Burada 10 misli derken abarttığımı düşünmenizi istemiyoruz. Zira bu abartı değil görünen bir gerçektir. İbn-i Kayyim el-Cevziyye, İbn-i Kesir, İmam Zehebi gibi büyük alimlerin üstadı olan İbn-i Teymiye hakkında böyle bir liste oluşturmak kanaatimizce pek zor olmasa gerek.

Burada İmam Zehebi ile ilgili yine aynı taife tarafından ortaya atılan bir iftiraya da değinmekte fayda vardır. Ahbaşlar İmam Zehebi'nin, hocası İbn-i Teymiye hakkında kötü sözler sarfettiğini İbn-i Teymiye'yi kibirli olmakla suçladığını ve ona nasihat ettiğini iddia ederler. Bu iddiaya karşı sadece Zehebi'nin İbn-i Teymiye hakkında söylediği şu sözler yeterlidir:

“İbn-i Teymiye benim gibi bir kimsenin onun niteliklerine dair söz söylemesinden çok daha büyüktür. Eğer Kâbe’de Hacer-i Esved’in bulunduğu rükün ile Makam-ı İbrahim arasında bana yemin ettirilecek olsa, hiç şüphesiz benim gözüm onun gibisini görmemiştir, diye yemin ederim. Allah’a yemin ederim bizzat kendisi bile ilim bakımından kendi benzerini görmüş değildir.”

“Henüz buluğa ermeden Kur’an ve fıkıhı okudu, tartıştı, delilleriyle, görüşlerini ortaya koydu. Yirmi yaşlarında iken ilim ve tefsirde oldukça ileri dereceye ulaştı, fetva verdi ve ders okuttu. Pek çok eserler yazdı, daha hocaları hayatta iken büyük ilim adamları arasında sayılır oldu. Develere yük teşkil edecek kadar pek büyük eserler yazdı. Bu sırada onun yazdığı eserler belki dört bin defter, belki de daha fazla tutar. Cuma günlerinde seneler boyunca herhangi bir kitaba başvurmaya gerek görmeksizin yüce Allah’ın kitabını tefsir etti. Fışkıran bir zeka idi, pek çok hadis dinlemiştir. Kendilerinden ilim bellediği hocalarının sayısı iki yüzü aşkındır. Tefsire dair bilgisi en ileri noktadadır. Hadis, hadis ravileri (Ricâli), hadisin sahih olup olmamasına dair bilgisine hiçbir kimse ulaşamaz. Fıkhı, nakli -dört mezheb imamının da ötesinde- ashab ve tabîin’in görüşleri eşsizdi. Mezheb ve fırkalara dair, usul ve kelâma dair bilgisine gelince, bu hususta onun seviyesinde bir kimse bilmiyorum. Dile dair geniş bir bilgisi vardı, Arapçası oldukça güçlü idi. Tarih ve siyere dair bilgisi şaşırtıcı idi. Kahramanlık, cihad ve atılganlığı ise nitelendirilemeyecek kadar, anlatılamayacak kadar ileri idi. Örnek gösterilecek derecede çok cömert idi. Yemekte ve içmekte az ile yetinir, zühd ve kanaat sahibi bir kimse idi.”

İmam Zehebi bu sözlerini en meşhur kitabı olan "Siyer-u A’lami’n-Nubelâ" eserinde kaydetmiştir.


Alimlerin İbn-i Teymiye Hakkında Sözleri

Burada sadece birkaç alimden İmam İbn-i Teymiye hakkında söyledikleri sözü nakletmek istiyoruz. Aslen biz yukarıda da söylediğimiz gibi bir alim hakkında övücü ya da yerici nitelikte sözlerin ilmi bir değer taşımadığına inanıyoruz. Ancak birkaç tane de olsa İbn-i Teymiye hakkında söz sarfeden alimlerden örnek vermemiz yerinde olacaktır

“Tabakatu’ş Şafîiyye el-Kübrâ” adlı eserin müellifi Tacu’d-Din’in babası Takıyu’d-Din es-Subkî şunları söylemektedir:

“Aklî ve şer’î ilimlerdeki geniş bilgisi, üstün kadri ve kaynayıp coşan denizi andıran hali ile ileri zekası, içtihadı ile bütün bu alanlarda anlatılamayacak ileri dereceye ulaşmıştı. Bana göre o bütün bunlardan daha büyük, daha üstündür. Bununla birlikte yüce Allah ona zühd, vera, dindarlık, hakka yardımcı olmak, hakkı yerine getirmek gibi özellikleri vermişti; bütün bunları da yalnızca Allah için yapardı. Bu hususta selef-i salihin izlediği yolu izlerdi. Bu konuda çok büyük bir pay sahibi idi. Bu dönemde hatta uzun dönemlerden beri onun benzeri görülmüş değildir.”

Muhammed b. Abdi’l-Berr eş-Şafîi es-Sübkî (v. 777)’de şunları söylemektedir: “İbni Teymiyye’ye cahil bir kimse ile yanlış kanaat ve görüşlere sahib bir kimseden başkası buğzetmez. Cahil bir kimse ne söylediğini bilmez, yanlış kanaat sahibi kimseyi ise sahib olduğu yanlış kanaat onu bilip tanıdıktan sonra hakkı söylemekten alıkoyar.”

Hasımlarından birisi olan Kemalu’d-Din b. ez-Zemelkanî eş-Şafîi (v. 727) Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye hakkında şunları söylemektedir:
“Herhangi bir ilim dalına dair kendisine soru sorulacak olursa, onu gören ve onu dinleyen bir kimse, onun bu ilim dalından başka bir şey bilmediğini zanneder ve bu seviyede kimsenin o ilmi bilmediğine hükmederdi. Diğer mezheblere mensub fukaha onunla birlikte oturduklarında kendi mezhebleri ile ilgili olarak daha önceden bilmedikleri şeyleri ondan öğrenirlerdi. Herhangi bir kimse ile tartışıp da hasmı tarafından susturulduğu bilinmemektedir. İster şer’î ilimler olsun, ister başkaları olsun herhangi bir ilim hakkında söz söyledi mi mutlaka o ilim dalının uzmanlarından ve o ilmi bilmekle tanınanlardan üstün olduğu ortaya çıkardı. Beşyüz yıldan bu yana ondan daha ileri derecede hadis hıfzetmiş kimse görülmüş değildir.”

Mâlikî ve (sonraları) Şafîi mezhebine mensub İbn Dakîk el-Iyd (v. 702 h.) onun hakkında şöyle demektedir: “İbn Teymiyye ile bir araya geldiğimde bütün ilimlerin onun gözü önünde bulunduğunu, bu ilimlerden istediğini alıp, istediğini bırakan bir kişi olduğunu gördüm.”

Aslen İşbilyeli, Dımaşk’lı (v. 738 h.) el-Birzâlî Ebu Muhammed el-Kasım b. Muhammed, İbn Teymiyye hakkında şunları söylemektedir:

“Hiçbir hususta arkasından yetişilemeyecek bir imamdı. İçtihad mertebesine ulaşmış ve müçtehidlerin şartları kendisinde toplanmıştı. Tefsirden söz etti mi aşırı derecedeki ezberleri dolayısıyla, güzel sunması ile herbir görüşe tercih zayıflık ve çürütmek gibi layık olduğu hükmü vermesiyle ve herbir ilme dalabildiğine dalması ile insanları hayrete düşürürdü. Huzurunda bulunanlar onun bu haline şaşırırlardı. Bununla birlikte o zühd, ibadet, yüce Allah’a yönelmek, dünya esbabından uzak kalıp, insanları yüce Allah’a davet etmeye de kendisini büsbütün vermiş bir kimse idi.”

Şafîi mezhebine mensub Dımaşk’lı ve Tehzibu’l-Kemâl adlı eserin sahibi Ebu Haccac el-Mizzî de (v. 742 h.) Şeyhu’l-İslam İbn Teymiyye hakkında şunları söylemektedir: “Onun benzerini görmedim, kendisi de kendi benzerini görmüş değildir. Allah’ın kitabı ve Rasûlünün sünneti hakkında ondan daha bilgilisini, her ikisine ondan daha çok tabi olanı görmüş değilim.” Bir seferinde de şöyle demiştir: “Dörtyüz yıldan bu yana onun benzeri görülmemiştir.”

“Umdetu’l-Karî Şerhu Sahihi’l-Buharî adlı eserin müellifi Halefî Bedru’d-Din el-Aynî (v. 855 h.) Şeyhu’l-İslam hakkında şunları söylemektedir:
“O, faziletli, maharetli, takvâlı, tertemiz, vera’ sahibi, hadis ve tefsir ilimlerinin süvarisi, fıkıh ve hadis usulü ve fıkıh usulü ilimlerinde gerek anlatımı ve gerek yazımı itibariyle ileri derecede idi. Bid’atçilere karşı çekilmiş yalın kılıçtı. Dinin emirlerini uygulayan büyük ilim adamı, marufu çokça emreden, münkerden çokça alıkoyandı. Son derece gayretli, kahraman ve korku ve dehşete düşüren yerlerde atılgan, çokça zikreden, oruç tutan, namaz kılan, ibadet eden bir kimse idi. Geçiminde kanaatkarlığı seçmiş, fazlasını istemeyen bir kimse idi. Oldukça güzel ve üstün şekilde sözlerine bağlı kalır, çok güzel ve değerli işleriyle vaktini değerlendirirdi. Bununla birlikte aşağılık dünyalıktan da uzak kalırdı. Meşhur, kabul görmüş ve tenkid edilebilecek bir kusuru bulunmayan, nihaî sözü

“Uyûnu’l-Eser fi’l-Meğâzîl ve’ş-Şemaili ve’s-Siyer” adlı eserin müellifi olan İbn Seyyidi’n-Nas (v. 734 h.) hakkında şunları söylemektedir:

“Ben onu bütün ilimlerde pay sahibi gördüm. Nerdeyse sünnete dair bütün rivayetleri ezberlemişti. Tefsire dair söz söyledi mi bu işin sancağını yüklenmiş olduğu görülürdü. Fıkha dair fetva verdi mi en ileri noktaya ulaşmış olduğu, hadise dair konuştu mu hadis ilim ve rivayetinde oldukça ehil olduğu, mezheb ve fırkalar hakkında konuştu mu bu hususta ondan daha etraflı bilgi sahibi kimsenin görülemediği, onun ilerisinde bu hususların kimse tarafından idrâk edilemediği anlaşılırdı. Kısacası bütün ilim dallarında akranlarından ileri idi. Onu gören hiçbir göz onun benzerini görmemiştir. Hatta kendisi bile kendisi gibisini görmüş değildir.”

Burada bu kısa yazımızı adaletsizce İbn-i Teymiye'ye saldıran, onu yeren ve kötüleyen Ahbaşlar cemaatine Bedruddin Ayni ve Abdulber es-Subki'nin şu sözlerini hediye ederek bitiriyoruz…

Bedruddin el-Ayni der ki: “Ona dil uzatan kimse ancak gülleri koklamakla birlikte hemen ölen pislik böceği gibidir. Gözünün zayıflığı dolayısıyla ışık parıltısından rahatsız olan yarasaya benzer. Ona dil uzatanların tenkid edebilme özellikleri de yoktur, ışık saçıcı, dikkate değer düşünceleri de yoktur. Bunlar önemsiz şahsiyetlerdir. Bunlar arasından onu tekfir edenlerin ise ilim adamı olarak kimlikleri belirsizdir, adları, sanları yoktur."

Abdulber es-Subki ise İbn-i Teymiye'ye saldıranlar hakkında şöyle der: "“İbni Teymiyye’ye cahil bir kimse ile yanlış kanaat ve görüşlere sahib bir kimseden başkası buğzetmez. Cahil bir kimse ne söylediğini bilmez, yanlış kanaat sahibi kimseyi ise sahib olduğu yanlış kanaat onu bilip tanıdıktan sonra hakkı söylemekten alıkoyar.”

Hiç şüphesiz hamd başında ve sonunda alemlerin rabbi Allah'a özgüdür
.


 
M Çevrimdışı

morueqq

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
adamlar bırak tevili noktasına virgülüne kadar uydurmuşlar akhim
1-
mevlid hakkında şöyle diyor İbn teymiyye -ra- sıratıl mustakim kitabında





[TD="colspan: 2"]Bu uydurma kutlama günlerinin ikinci çeşidi şudur.
Evet, bu günlerde önemli bir iş olmuştur, ama başka olayların meydana geldiği benzeri günlerde olduğu gibi, bu olay o günün yıllık törenlerle anılmasını gerektirmez. Üstelik ilk dönem müslümanları (selef) de bu günleri kutlamış değillerdir.





[TD="colspan: 2"]dinimiz açısından bu önemli olay ve konuşma günlerinin hiç birini bayram saymak gerekmemiştir. Durum böyle olunca bu günü bayram sayanlar, tıpkı Hz. İsa'nın (Allah'ın selâmı üzerine olsun) başından geçen önemli olayları anma günleri olarak kutlayan hristiyanlar ile vaktiyle ayni tutumu benimsemiş olan yahudilere özenmiş olmaktadırlar.
Yoksa bayramlar ve anma günleri birer şeriat kurumlarıdırlar. Buna göre Allah tarafından bildirilenleri kutlanır, değilse dinde yeri olmayan bayram ve anma günü icad edilmez.
Bu tip bir olay da bazı kimselerin, ya Hz. İsa'nın (salât ve selâm üzerine olsun) doğum gününü yıldönümü olarak kutlayan hristiyanlara özenerek veya Peygamberimize karşı duydukları sevgi ve saygıyı dile getirmek için O'nun doğum gününü anmalarıdır. Allah böylelerine, Peygamberimize karşı besledikleri sevgiden ve ictihadlarını mesned edinmiş olmalarından dolayı sevap bağışlayabilir, yoksa işledikleri bid'atten dolayı değil. Üstelik Peygamberimizin hangi gün doğduğu kesinlikle belli değil, müslümanlar arasında tartışmalı bir meseledir.
İlk dönem müslümanları, (selef) geçerli sebebi var olduğu (Peygamber sevgisi) ve önleyici hiç bir engeli bulunmadığı halde bu günü ne anmışlar ve nede kutlamışlardır. Eğer anma töreni sırf hayırdan ibaret olsaydı veya hayır tarafı zararından daha baskın olsaydı, ilk dönem müslümanlarının onu bize göre öncelikle ve haydi haydi kutlamaları gerekirdi. Çünkü onlar Peygamberimizi bizden daha çok sevip sayan ve hayırlı işler yapmaya bizden daha istekli kimselerdi.
Oysa kâmil anlamda Peygamberimizi sevip saymak,
- O'na uymak,
- Bağlı kalmak,
- Emirlerini yerine getirmek,
- Sünnetini her yönü ile yaşatmak,
- Getirdiği ilkeleri yaymak ve bu konuda gerek kalble gerek elle ve gerekse dille mücadele vermek (cihad etmek)tir.
- Muhacir olsun, ensar olsun ilk önce müslüman nesil ile titizlikle onlara uyan sonraki müslümanlar bu yolu benimsemişlerdi.
Oysa bu tip bid'atlere pek düşkün olduklarını gördüklerimizin çoğunluğunun bu konudaki iyi niyetlerine ve kendilerine sevap sağlayıcı olması beklenen ictihad dayanaklarına rağmen Peygamberimizin sıkı sıkıya önem verilmesini emretmiş olduğu konularda gevşek ve umursamaz davrandıkları görülür. Böyleleri mushafın dışını süsleyip içini okumayanlara veya içindeki ayetleri okuyup uygulamayanlara benzer.
Bunları camileri süsledikleri halde içlerinde hiç namaz kılmayanlara veya çok az kılanlara yahud süslü tesbih ve seccadeler gibi şeriatte yeri olmayan ve çoğunlukla gösteriş, kendini beğenmişlik ve asıl görevi ihmal etme gibi hastalıklara eşlik eden göz boyayıcı dış görüntü düşkünlerine de benzetebilirsiniz.
Nitekim Peygamber Efendimiz (salât ve selâm üzerine olsun) bir hadisinde:
“Her hangi bir ümmet amel yönünden bozulunca mutlaka camilerini süslemeye yönelir” buyurmuştur.
(İbn Mace, H. No: 741, c. 1, s. 244, 245, Kitap: Mescitler, Bab: Mescidleri Süsleme, Süyûti Hasen olarak tanımladığı bu hadisi El-Cami us-sağir'in de kaydetmiş: H. No: 7918, c. 2, s. 497.)













 
M Çevrimdışı

morueqq

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
Duada Tevessül ve Saptırıcıların saptırmasına İbn teymiyyeden cevap
İbn-i Teymiyye ''İktizau's Sıratıl Müstakim'





[TD="colspan: 2"]Sözün kısası; peygamberler ve saygıdeğer salih kişiler aracılığı ile Allah'a “Tevessül” etmek iki yoldan olur.
- Ya onlara bağlılık göstermek ve yollarından gitmekle;
- veya onların dua ve şefaatlerini kazanmakla.
Buna karşılık böylelerinin ne yollarını izleyen ve nede şefaatlerini haketmeyen bir kimsenin kuru kuruya onlar aracılığı ile Allah'a “Tevessül” etmesi, kendisine hiçbir yarar sağlamaz. Sözü geçen şahsiyetlerin Allah katındaki itibarları ne kadar yüksek olursa olsun.
Düşünelim ki; gerek ilk müslümanlar ve gerekse mezheb imamları, yaratıklar aracılığı ile Allah'dan bir şey dilemeye yukarda anlattığımız gözle baktıklarına göre yaratıkların ölüleri aracılığı ile dilekte bulunmanın hükmünü varın siz düşünün.
İsterse bu ölülerden Allah'dan bir şey dilemeleri ve ister bazı kimselerin yaptıkları gibi doğrudan doğruya dilekleri yerine getirmeleri istenmiş olsun.
Yine ister bu dilekte bulunma olayı ölünün mezarı başında veya gıyabında meydana gelmiş olsun.
Şeriatımızın tebliğcisi olan Peygamberimiz bu işi kökünden Önlediği ve Peygamberlerin mezarlarını mescid edinenleri lanetleyerek, mezar başlarında namaz kılmayı yasaklayarak ve dilekleri sadece Allah'a yöneltmeyi vurgulayarak bu sapıklığa vardıracak bütün kapıları kapattığı halde bu sapıklığın doğrudan doğruya içine, yani ya şirk haline veya şirke götürücü şartlara düşmeye ne demeli?İbn-i Teymiyye ''İktizau's Sıratıl Müstakim,duada tevessül bölümü







 
M Çevrimdışı

morueqq

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
Tasavvuf ehli hakkında

İbn teymiyye külliyatı 8. cilt



[TD="width: 100%, bgcolor: #d2ffd2, colspan: 2"]
İlk gruptakiler, varlık aleminde Allah’ın kudretiyle, dilemesiyle ve yaratmasıyla ilgisi bulunmayan şeyler bulunduğunu iddia ettiler, kulların fiilleri örneğin. Bunların aşırıları Allah’ın öncesiz ilmini ve önceden varolan ezeli kitabını (levh-i mahfuz) da inkâr ettiler. Bu ümmet içinde ilk kez Kaderiye fikrini ortaya atanlar bunlardır. Sahabeden, ilk kuşak ulemadan zatlar, bunlara gerekli cevabı vermiş ve onlardan, onların düşüncelerinden uzaklaşmışlar.
İkinci gruptakiler ise, bunlardan daha kötüdürler. Bunlar sülûk, irade, kendini tanrıya adama, tasavvuf ve fakr ehli olarak bilinirler. Yukarıda işaret ettiğimiz varoluşsal gerçeği gözlemleyip Allah’ın bütün varlıkların yaratıcısı, dolayısıyla kulların fiillerinin de yaratıcısı ve bütün varlıkların irade edileni olduğunu gördüler. Fakat bu gözlemden sonra iman ile küfrü, tanıma ile inkârı, hak ile batılı, hidayet üzere olan ile sapığı, doğru ile eğriyi, peygamber ile peygamberlik taslayanı, Allah’ın velisi ile Allah’ın düşmanını, Allah’ın razı olduğu ile gazap duyduğunu, Allah’ın sevdiği ile kızdığını, adalet ile zulmü, Anne-babaya iyilik ile onlara asi olmayı, cennet ehlinin amelleri ile cehennem ehlinin amellerini, iyiler ile günahkârları birbirlerinden ayırmadılar. Bütün varlıkların ortak noktası olan önceden tasarlanmış kazayı, yürürlükteki ilâhî meşiyeti, her şeyi kuşatan kudreti ve herkesi içine alan yaratılışı gözlemledikleri için, varlıkların ortak noktalarını gördüler, ama farklılaştıkları alanları göremediler.

İbn teymiyye külliyatı 8. cilt

[TD="width: 100%"]

[TD="width: 100%, bgcolor: #f0ffd2, colspan: 2"]Kader konusunda Mutezile’nin görüşü


[TD="width: 100%, bgcolor: #f5eca7, colspan: 2"]


[TD="width: 100%, bgcolor: #d2ffd2, colspan: 2"]Şurası bilinmelidir ki, bu mesele ile ilgili olarak birçok kelâm ve tasavvuf grubunun ayağı kaymış, Mutezile ve benzeri Kaderiyecilerden çok daha kötü bir duruma düşmüşlerdir. Çünkü sözünü ettiğimiz Kaderiyeci gruplar gerçekten Allah’ın emir ve yasaklarını, vaad ve azap tehditlerini, Allah’a ve Resulü’ne itaati önemsiyorlar. Marufu emretme ve münkeri yasaklama hususunda büyük bir gayret sarfediyorlar. Sadece kader konusunda yanlışa düşmüş, sapmışlardır. Genel meşiyeti, kapsamlı kudreti ve her şeyi içine alan yaratmayı kabul etmeleri durumunda, Allah’ın adaletine ve hikmetine gölge düşürmüş olacaklarını sanmışlardır. Ve bu sanılarıyla da büyük bir yanılgı içine düşmüş oldular.

KADER HAKKINDA SUFİLERİN GÖRÜŞÜ BAŞLIĞI İbn teymiyye külliyatı 8. cilt



[TD="width: 100%"]

[TD="width: 100%, bgcolor: #f0ffd2, colspan: 2"]Kader konusunda sufilerin görüşleri


[TD="width: 100%, bgcolor: #f5eca7, colspan: 2"]


[TD="width: 100%, bgcolor: #d2ffd2, colspan: 2"]Bu söylem, sufilerin ekseriyeti arasında yayıldı. Sufiler fiiller ve kaderle ilgili meselelerde Cehmiye’nin düşüncelerini benimserken, “Zemmu’l Kelâm” kitabının yazarı Ebu İsmail el-Ensari gibi bazı sufiler sıfatlar konusunda Cehmiye ile ters düştüler. Ebu İsmail el-Ensari, Cehmiye’nin sıfatları olumsuzlamasına sert eleştiriler yöneltir. Cehmiye’yi tekfir hususunda da bir kitap yazmıştır. Söz konusu gruplar içinde ehl-i sünnet’e en yakın olmalarına karşın Eş’arileri de ağır ifadelerle yerer. Yer yer lanetler de. Bir adam Nizamü’l Mülk’e: Eş’arilere lanet okur musun? diye sorar. Nizamü’l Mülk şu cevabı verir: “Göklerde bir ilah yoktur. Mushafın iki kapağının arasında Kur’an yoktur. Kabirde de peygamber yoktur, diyen kimseye lanet okurum.” Bu cevap üzerine soruyu soran kişi öfkelenerek yanından ayrılır. Oysa Nizamü’l Mülk, oluşları irad etme ve fiillerin yaratılması hususunda Eş’arilerden daha katı bir tutum sergiler ve bunlarla ilgili bir sebebin veya bir hikmetin olmasını olumlamaz, bilakis şöyle der: “Bilen (arif) birinin bir hükme müşahede etmesi, iyiyi iyi görmesini, kötüyü de kötü görmesini gerektirmez.” Onun için hüküm dilemedir. Ona göre bilen (arif) fena makamına ulaşan kimsedir. İyilik ve kötülük ayırımı kulun dünyasında geçerlidir. Çünkü birinden lezzet alır, birinden de acı duyar. Bunlara iltifat etmek nefsin özelliğidir. Fena makamında ise sadece hakkın muradını müşahede etmek vardır. Eş’ari, mahlûkat bazında iyilik ve kötülük arasındaki farkı vurguladığı için bunlardan daha akıllıdır. Ama onlar, arif kişi açısından iyilik-kötülük ayırımının olmadığını iddia ediyorlar. Böylece kulun hakkı ve alanı ile Rabbin hakkı ve alanı hususunda büyük bir yalnışlık yapıyorlar. Onların bu anlayışları, bütün hadiselerin kul açısından aynı olmasını, fark etmemesini gerektirir ki, bu, kesinlikle imkânsızdır. Böylece Rahmani fırkalardan ayrılarak, doğal, heva menşeli ve şeytani bir tutum sergiliyorlar. Rahman-şeytan ayırımını ortadan kaldırıyorlar. Bundan dolayıdır ki, içlerinden birçok kimse günaha dalmış, birçoğu fâsık olmuş, birçoğu da putlara tapmaya cevaz verecek kadar küfre sapmıştır. Ardından birçoğu da vahdet-i vücud(Varlığın birliği-Tanrı eşya birliği) düşüncesini benimseyerek varolan herşeye ibadet edilmesinin gerektiğini söylemişler. Bu değerlendirmelerden çıkan sonuç, Cehm’in söylemine uygun olarak kader konusunda hikmetleri, sebepleri ve adaleti olumsuzlayanların aleyhinedir. Ki bu da Mürcie düşüncesinin aksi yönünde tezahür eden ikinci bir bid’attır. Üstelik bunu söyleyenler, Cehmiye’den ayrı gruplara mensupturlar. Çünkü bunlar diyorlar ki: “Rabbin, güç yetirdiği şeyi yapması caizdir.” Bu yüzden aralarında bazı kimselerin ilâhî emir ve yasakları, vaad ve tehditleri fazlaca önemsemediğini görmek mümkündür. Tümünden veya bir kısmından uzaklaşmaktan bir beis görmezler. Buna karşılık inandıkları bir şeyi de zorlama ürünü argümanlarla da olsa ısrarla vurgularlar. Çünkü bunlar iyilik ve kötülüğün emredilen veya yasaklanan olması hususunda Cehm’i ya da Eş’ari’yi onayladıkları zaman, bu, kulun dünyasıyla ilgili bir ayırım olarak algılanır. Çünkü onlar alanlar ve paylar üstü bir fena makamının varlığına inanırlar. Bu yüzden bazen, emir ve yasaklara uyma hususunda:Bu, telbis (beşeriyet makamında bulunurken) makamında geçerlidir, derler. Ya da: Bunları avam tabakası için yapmak gerekir, derler Mağribli Şeyh ve benzerlerinin dediği gibi. Bunların (sufilerin) yolunu izleyen bir kimse, emir ve yasak meselesini önemsiyorsa, onun maksadı, Şazeli’den nakledilen şu sözde ifade edilendir: “Bütünlük, birlik kalbinde müşahede edilen olmalı, farklılık ise dilinde mevcut olmalıdır.” Nitekim hem Şazeli’nin hem de başka sufilerin sözlerinde, dualarında veya hiziplerinde emir ve yasak meselesini geçersiz sayan ifadelere rastlamak mümkündür.Örneğin, bunlardan biri, Allah’ın, kendisinin işlediği bir günaha, işlediği ibadete karşılık olarak verdiğinden daha büyük bir ödül verdiğini iddia etmiştir. Bunun gibi daha birçok ifadeleri var ki, bunlar, onun kötülük işleyenlerle iyilik işleyenlerin eşit olduklarını veya kötülük işleyenlerin daha üstün olduklarını düşündüğünü gözler önüne serecek niteliktedirler. Bunların öyle duaları var ki, Allah’a karşı küstahlaştıklarını görmek mümkündür. Şazeli hizbinde olduğu gibi. Sufilerin daha avam olanları ise, velilerine bahşettiği kerametlerden daha büyüklerini günahkâr birine, hatta kâfir birine de ikram edebileceğini iddia etmekten kaçınmazlar. “Bunlar ilâhî hibeler ve bağışlardır” derler. Bunların da evliya kerametlerinden olduklarını sanırlar. Büyücü ve kahinlerde görüldüğü türden Şeytani haller dahi olsalar, bunları evliya kerametinden sayarlar. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince ehl-i kitaptan bir grup, sanki Allah’ın kitabını bilmiyormuş gibi onu arkalarına atıp terkettiler. Süleyman’ın hükümranlığı hakkında onlar, şeytanların uydurup söylediklerine tabi oldular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lakin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil’de Harut ile Marut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler Allah’ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı. Eğer iman edip kendilerini kötülükten korusalardı şüphesiz, Allah tarafından verilecek sevap daha hayırlı olacaktı. Keşke bunları anlasalardı !” (Bakara, 101-103)Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyuruyor: “Sizden öncekilerin yollarını, geleneklerini tıpatıp izleyeceksiniz. Öyle ki onlar kelerin deliğine girmişlerse siz de gireceksiniz..” (Buhari, el-İ’tisam, 14; Müslim, İlim, 6)Kendilerine Allah’ın kitabı olan Kur’an’ın geldiği müslümanlar içinde adil bir anlayış ve düşünce içinde olanlar, sufilere tabi olup Şeytanın saptırdığı bu yüzden Allah’ın kitabını arkasına atıp şeytanların okuduklarının peşine düşen, Kur’an’ın dost edinilmesini emrettiği kimselere saygı göstermeyen, Kur’an’ın düşman edinilmesini emrettiği kimseleri düşman bellemeyen, buna karşılık büyücü ve kahinlerinkine benzer bir takım doğa üstü beceriler sergileyen şarlatanlara büyük saygı gösteren kimselerden daha fazladırlar. Ayrıca bu sufiler içinde gördükleri olağanüstü becerilerin kaynağının şeytanlar olduğunu bilen kimseler vardır. Fakat hevasına ve tutkulu arzusuna uyduğu için bunlara saygı gösterir, onların tarikatlarını Kur’an’ın yoluna tercih ederler. İşte bu kâfirler, Kur’an’ın işaret ettiği kimselere benzerler: “Kendilerine kitaptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve tağuta iman ediyorlar, sonra da kâfirler için: Bunlar Allah’a iman edenlerden daha doğru yoldadır, diyorlar! Bunlar, Allah’ın lanetlediği kimselerdir; Allah’ın rahmetinden uzaklaştırdığı kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (Nisa, 51-52)Bu sapıklar, yüce Allah’ın haklarında şu tesbitte bulunduğu kimselerle aynı paralele düşmüşlerdir: “Allah tarafından kendilerine, yanlarında bulunanı tasdik edici bir elçi gelince.(...) Lakin şeytanlar kâfir oldular.” (Bakara, 101-102)Ama bu tür doğa üstü becerilerin şeytanlardan kaynaklandığını bilmeyenler de var.Kelâm, ilim, ibadet ve tasavvuf ehlinden bazı gruplar bu hataya düşmüşlerdir.Hatta bazıları, şeytanların somutlaştırıcı empozelerinin etkisiyle bir takım olağanüstü haller sergilediklerini gördükleri yıldızlara ve putlara ibadet etmeyi dahi caiz görebilmişlerdir. Çünkü şeytani empozelerle gözlemledikleri bu haller zulüm ve hayasızlık nitelikli kimi amaçlarına uygun düşmekteydi. Arzulu tutkularına uygun olduğu için de, Allah’a ortak koşmalarına, O’nu ve kitabını inkâr etmiş olmalarına pek aldırış etmez oldular. Yine elde edecekleri liderlik makamı ve mal uğruna bu sakat anlayışı halka yaymakta da bir sakınca görmediler. Diğer bir ifadeyle bile bile insanları küfre ve şirke çağırdılar. Gitgide Hz. Resulün (s.a.v.) getirdiklerine karşı içlerinde bir kuşku da uyanmaya başladı. Hatta Hz. Peygamber’in (s.a.v.) maslahat icabı, içsel bir gerçekliği olmayan şeyleri halka söylediğini ileri sürenler dahi çıktı. Mülhid batınilerin söyledikleri gibi. Bu anlayışı benimseyenler arasında her gruptan insan var ve bunlar eski İran ve Roma inanç sistemleriyle aynı paralele düştüler. Çünkü Farslar ışığı kutsuyorlardı. Güneşe ve ateşe secde ediyorlardı. Romalılar da Hıristiyanlıktan önce müşriktiler, yıldızlara ve putlara taparlardı.Dolayısıyla yukarıda inançlarına işaret ettiğimiz ve eski İran ve Roma inanç sistemleriyle örtüşen bu gruplar, Yahudi ve Hıristiyanlarla benzeşen gruplardan daha kötüdürler. Çünkü bir grup, değiştirilen veya neshedilen dahi olsa bir kitabın bağlılarına benzerken, bir grup kitapsızlara benzemiştir.-Allah rahmet etsin- İbni Teymiye devamla şöyle dedi: Nefisler, gökleri ve yeri yaratan bir yaratıcıya yönelik zorunlu bilgiyi içeren bir fıtrat üzere yaratılmışlardır. Nefisler bu fıtratlarının gereği, O’nun gökleri ve yeri yarattığını ve bunlardan hiçbir şeyi insanların yaratmadığını bilirler. Tıpkı Musa’nın (a.s.) Firavuna söylediği gibi: “Alemlerin Rabbi nedir? Dedi ki: Eğer kesin inanıyorsanız O, göklerin, yerin ve ikisinin arasındaki varlıkların Rabbidir.” (Şuara, 23-24)“İkimizin Rabbi kimdir? Ey Musa! Dedi ki: Rabbimiz her şeye hılkatını veren, sonra doğru yolu gösterendir.” (Taha, 49-50)





 
M Çevrimdışı

morueqq

لا إله إلا الله
İslam-TR Üyesi
Mezarlıklardan Medet Umanlara Cevap -İbn-i Teymiyye ''İktizau's Sıratıl Müstakim'





[TD="colspan: 2"]بســـم الله الرحمن الرحيم


[TD="colspan: 2"]


[TD="colspan: 2"]Mezarlıklardan Medet Umanlara Cevap


[TD="colspan: 2"]


[TD="colspan: 2"]1- Genel (ana hatlarla ilgili) cevabımız şudur:
Bu itiraz, kendi öğeleri arasında çelişkilidir. Neden derseniz, yahudiler ile hristiyanlar arasında da çok sayıda bu tür hikâye ve kıyas geçerlidir.
Hatta Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- eğrilikten uzaklaştırıp doğru yola getirmek için görevlendirildiği eski arapların tapmış oldukları putlar karşısında yaptıkları bazı dualar, -tıpkı itirazda söz konusu edilen dualar gibi- zaman zaman kabul ediliyordu. Zamanımızın hristiyanları arasında da böyleleri vardır.
Eğer bu durum tek başına Cenab-ı Allah(c.c.)'ın bu hareketi sevdiğine ve beğendiğine delil sayılacak olursa, bu delilin kapsamı söz konusu hristiyanları ve benzerlerini de içerecek şekilde genişletilmek zorunda kalınır ki, bu da temel ilkelerimizle çelişen bir küfür (kâfirlik) olur.
Ayrıca şu veya bu mezarın başında hüngür hüngür feryad eden bu kimselerden her birinin ayrı birer put edindiklerini ve kendi putlarını destekleyerek diğerlerinin putlarını horladıklarını görüyoruz.
Başka bir deyimle her gurup kendi putu önünde yapılan duanın kabul edileceğini ve buna karşılık başka putlar karşısında yapılacak duaların kabul edilemeyeceğini sanmaktadır.
Buna göre bu görüşlerin hepsinin doğru olması imkânsız olduğu gibi, bu görüşlerden her hangi birini diğerlerine tercih etmek gerekçesiz ve keyfî bir tercih olur. Öte yandan bu zihniyette olanların tümünün görüşlerine hep birden inanmak da zıtları (çelişik unsurları) bir araya getirmeye kalkışmak olur.
Biraz daha açıklayacak olursak; bu zihniyette olanların çoğu ancak kendi putlarına sımsıkı sarıldıkları ve diğer putlardan uzaklaştıkları oranda iddia ettikleri etkinliklere ulaşabilmektedirler. Böyle olunca bu zihniyettekilerin tümünün sadece onaylarına katılarak sevdikleri putların hepsinden medet ummak, yine onların kendi kanaatlerine göre beklenen etkinliği zayıflatır. Çünkü her hangi bir kimse hem falanca ve hem de filânca puttan aynı anda medet umarsa, sağlayabileceği sözde etkinlik bu putların sırf bir tanesinden medet uman bir başkasının sağlayabileceği sözde etkinlik gibi olamaz. Bu söylediklerimizin tümü putların ve puta tapıcılığın özelliklerindendir.
Ayrıca elimizdeki belgelere göre Cenab-ı Allah (c.c.) Belâm-ı Baura'nın(60) Hz. Musa'nın kavmi -ki bunlar müslümandı-aleyhindeki duasını kabul etmiş, fakat imanını kalbinden çıkarıp almıştır.
Tıpkı bunun gibi yağmur dileyen bazı müşrikler yağmura ve zafer isteyen bazı müşrikler de zafere kavuşturulabilirler.
(Belâm-ı Baura; Basılı nüshada bu zatın adı Bu'ura olarak geçmektedir. Adı iki sözcükle gelmektedir. Bu adam Kenanilerden bir adamdır; veya denildiğine göre Yemenlidir ki Allah ona “İsim”i azam'ı vermiş, denildiğine göre Allah'tan hiç bir şey istemezdiki o kendisine verilmesin. Onun bu hali Musa ve kavmine beddua edinceye kadar sürdüğü söylenmektedir. Bunun üzerine onun bu halini imanını kaybetmesi, kuşkulara düşmesi ve şeytana boyun eğmesi izledi. Onunla ilgili olarak Cenab-ı Hak şu ayette şöyle buyurmaktadır:
“Onlara şu adamın haberini de oku: Ona ayetlerimizi verdik de onlardan ayrıldı, çıktı, şeytan, onu peşine taktı, böylece azgınlardan oldu.” (A'raf, 175). Geniş bilgi için bkz. Tefsir-i İbn Cerir: c. 9, s. 83,88. Konuya değgin haberlerin çoğunluğu İsrailliyyattandır. El-Bidaye ve El-nihaye, c. 1, s. 322.)
2 - “Ayrıntılı” cevabımıza gelince:
Bu itirazın biri naklî ve öbürü aklî olmak üzere iki ana dayanağı vardır.
- Naklî dayanağı bazı ünlü kişilerin mezar başlarında dua ettiklerini anlatan hikâyelerle böyle kimselerin bu hareketi hararetle onayladıklarını belirten sözleridir.
- Aklî dayanağı da, yaşanmış tecrübelerden ve çeşitli kıyaslardan hareket edilerek, mezarlıklarda yapılan duaların faydalı olduğuna dair beslenen kanaattir.
Naklî dayanağı ele alırsak; daha önce belirttiğimiz gibi, bu konuda sözler kökten asılsız ve özlerinden saptırılmıştır. Bu yüzden delil olma niteliği taşımazlar. Üstelik yukarda değindiğimiz gibi, kendilerine bu tür sözler veya onaylamalar yakıştırılmış olan bazı kimselerden bu iddiaların tam tersini belirten görüşler nakledilmektedir.
Aklî dayanağa gelince; ileri sürülen yarar sağlama durumlarının büyük bir çoğunluğu asılsızdır. Sebebine gelince:
Gerek mezarlıkları ve gerekse benzeri yerleri özellikle dua yeri olarak seçen kimselerin kabul edilen istekleri çok azdır. Böyle birini düşünecek olursak adam, sayısını ancak Allah'ın bilebileceği kadar çok sayıda dua etmekte ve bu duaları arasında bir tanesi kabul edilmektedir. Bu, böyle olduğu gibi bu amaçla böyle yerlerde dua eden binlerce kişi arasında gayet ender olarak duaları kabul olunabilenler sadece bir iki kişi olabilmektedir.
Böyleleri nerede, seher vakitleri uykularından uyanıp secde ederken, namazlardan sonra ve Allah'ın evlerinde (mescid ve camilerde) Allah'a dua edenler nerede!
Eğer bu söylediklerimiz mezarlardan medet umanlar gibi candan bir yakarışla dua ederlerse, özel bir engel bulunmadığı taktirde hiç bir dilekleri karşılıksız kalmaz.
Başka bir deyimle eğer Allah'ın ihlâslı kulları, mezarlardan medet uman kimseler gibi candan bir yakarışla dua ederlerse; ihlâslıların pek az (ender) dileği geri çevrilirken, mezarlardan medet umanların pek az dileği kabul edilir.
Nitekim Peygamber Efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ihlâslıların duaları ile ilgili olarak şöyle buyuruyor.
“Her hangi bir kul Allah'dan günah ve akrabalık bağlarını çiğnemeyi içermeyen bir şey dilerse, Allah bu duasına mutlaka üç karşılıktan birini verir:
1 - Ya bir an önce dileğini yerine getirir,
2 - Ya kendisi için o dileği kadar hayır biriktirir,
3 - Veya o oranda bir kötülüğü başından savar,
Sözlerinin burasında sahabilerden biri Peygamberimize:
“O halde, biz de çok şey dileriz” deyince, Rasulüllah'dan:
“Allah da daha çoğunu verir” cevabını almıştır.
(Hadisi, sözel dizgide bazı değişikliklerle Ahmed tahriç etmiş: c. 1, s. 18, Said El-Hudrî'den. Aynı anlamda bir diğer hadisi Timizi Ubade b. Samit'ten kaydetmiş: Tirmizi, Sünen, Dualar Kitabı, H. No: 2573. Tirmizi hadisi kaydettiği yerde hadisle ilgili olarak şu bilgiyi de eklemiş: “Bir takım yönleriyle bu hadis, hasen, “sahih, “garip”dir.” c. 5, s. 567.)
Üstelik ihlâslı kullar her yönden hayırla iç-içedirler.
Ama mezarlarından medet umanlara gelince: bunlardan herhangi birinin çok seyrek olarak dileği kabul edilse bile, bu yüzden imanı zayıflar. Rabb'inden gelecek nasibi azalır, kalbinde, ilk örnek neslin müslümanlarının gönüllerindekine benzer bir iman lezzeti ve hazzı duyamaz olur. Belki de bu karşılanan dileği bile kendisine uğursuz gelir (hakkında mübarek olmaz).
Yalnız bu yaptıkları işin bid'at olduğunu bilmeden yapanlar hariç. Çünkü, her hangi bir ictihadda bulunan kimse yanılgıya düştüğü takdirde, Allah, kendisine ictihadda bulunmuş olmasının sevabını verdiği gibi, yanılgısının günahını da affeder.
Dünyada olaylar ve gelişmeler üzerinde etkili olduğu sanılan ard / kötü niyetli bütün girişimler şeriat açısından haramdır.
- Gök cisimleri yardımı ile olayları etkilemek,
- psikolojik yönlendirme girişimleri,
- haram dileklerde bulunmak,
- var olduğu sanılan tabiat-üstü güçler aracılığı ile haram şeyleri başarmayı istemek ve
- tabiî güçlerden yararlanarak gelişmeleri yönlendirmek gibi.
Bunların zararı faydasından çoktur. Hatta ulaşılmak istenen amaç bakımından da bu böyledir. Çünkü bu yollara, bu çetrefil mekanizmalara çoğunlukla dünyalık amaçlara ulaşmak için başvurulur.
Bu yolla ulaşılacak olan dünyalık amaçların, ezici bir çoğunlukla, dünyadaki sonuçları bile kirli ve hüsranlı olur. Ahiretteki sonuçları ayrı bir mesele. Bu yollara baş vurup da bedbahtlığa uğrayanlar başarıya ulaşanlardan kat kat fazladır.
Ayrıca bu girişim ve mekanizmaların kendileri öyle terslik ve zarar içerirler ki, bunun ölçüsünü ancak Allah (c.c.) bilir. Bunlar özleri bakımından zararlı şeyler oldukları gibi, onlar aracılığı ile çok seyrek olarak istenen sonuçlar elde edilebilir. Üstelik elde edilen sonuçların da zararları yararlarından çok olur.
Bunlar yanında insan isteklerinin mubah ve sakıncasız olanlarının şeriata uygun sebebleri de vardır.
- Bu sebepler ya ticaret ve çiftçilik gibi tabii sebepler,
- yada Allah'a dayanmak, O'na güvenmek,
- güvenilir kanallar ile bize ulaşan Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- sözlerinde üstün oldukları belirtilmiş, sahiden kutsal yerlerde şeriata uygun biçimde Allah'a dua etmek,
- sadaka vermek ve
- şeriatın ilkelerine sıkı sıkıya uymaktır.
Saydığımız bu şeriata uygun sebepler aracılığı ile ya katıksız veya baskın oranı hayırlı sonuçlara ulaşılır.
Şunu da belirtelim ki, şeriata uygun bir hareketi yapmaktan veya şerirata aykırı, yasaklanmış bir işi yapmamaktan doğabilecek olan zarar, bu tutumun sağlayacağı yarar yanında mutlaka az kalır.
Bu söylediğimiz Kur'an, sünnet ve ümmetin söz birliği (icma-i ümmet) tarafından onaylanmış olduğu gibi, yaygın hayat tecrübeleri ile sağlam kıyaslar tarafından da isbatlanmıştır.
Meselâ namaz ile zekât aracılığı ile hem dünya ve hem de ahiret yararı elde edilir. Bunlar yararlı sonuçları tüm olarak sağladıkları gibi her türlü kötülükleri baştan savarlar.
Bu sözlerimizin ana fikri yukarda sözünü ettiğimiz haram nitelikli sebeplerin katıksız veya baskın oranlı yarar sağlayıcı olmadıklarını belirtmektir ki, akılları başlarında ve dünya olayları hakkında tecrübe kazanmış kimseler bunun böyle olduğunu kesinlikle bilirler.
Dile getirmeye çalıştığımız bu gerçeği kavrayınca anlarız ki:
Çoğunlukla olayların akışını etkileyecek sebepler bizim elimizde değildir. Cenab-ı Allah'ın (c.c.) yerde ve gökteki olayları yaratırken aracı olarak kullandığı sebepler sayısızdır. Bunların teker teker sayısının sınırsızlığı bir yana, türlerinin ne olduğu bile yine sadece O'nun tarafından bilinebilir. O'nun egemenlik (mülk) alanı o kadar geniştir.
Bu noktadan hareket eden peygamberler şu tutumu benimsemişlerdir.
Onlar, halkın yararına olacak olan şeyleri emrederek, zararına olacak şeylerden sakındırmaya çalışmışlar ve felsefeciler gibi insanları kâinatın gelişmelerinin sebepleri ile ilgili uzun sözlerle oyalamaktan kaçınmışlardır. Çünkü bu iş çok yorucu olduğu halde yararı azdır, hatta belki de zararlıdır.
Özellikle bizim Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- bu bakımdan göz önüne alacak olursak O, hasta bir adamın yanına giderek hastalığını teşhis ettikten sonra kendisine:
“şu şu ilaçları iç ve şu şu şeylerden kaçın” diyen bir doktor gibidir. Hasta da bu tavsiyeleri yerine getirerek amacı olan şifaya kavuşmuştur.
Oysa felsefeci bu durumda uzun uzun hastalığın sebeplerinden ve faktörlerine bol bol saldırır. Fakat eğer yatağında çare umudu ile yatan hasta adam kendisine:
“Bu hastalıktan kurtulmam için ne yapmalıyım?” diye sorsa, bu soruya verecek doyurucu cevap bulamaz.
Üstelik söz konusu sebeplerin bazılarının etkisini açıklamak için söylenecek sözler akılları ve dinî duyguları zayıf olan kimselerin, aklını karıştırabilir, böylece bilgi ve inançları kendilerine kesinlik ve hidayet sağlayıcı nitelikte olmayan bu kimselerin sapıtmasına yol açabilir.
Bundan dolayı aklı başında olan kimselerin şeriata uygun olamayan sebeplerin sonuçları hiç bir şekilde etkilemediğini, bu yüzden bunların hiç bir işe yaramadığını, etkili oldukları seyrek durumlarda da, zararlarının faydalarından daha fazla olduğunu bilmeleri yeterlidir.








devam edecek insaallah
 
Üst Ana Sayfa Alt