Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

İlmi Konu Muhkem - Müteşabih

!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
Muhkem - Müteşâbih


Bunu açıklayan başka bir misal de şudur:

Allah Kur'ân'ın tamamını muhkem ve müteşabih olarak vasıflamıştır. Başka bir yerde ise, Kur'ân'ın muhkem ve müteşabih olan kısımlarının bulunduğunu bildirmiştir. Bu durumda Kur'ân'ın tamamına şamil olan ihkâm ve teşabüh ile bazı kısımlarına mahsus olan mezkûr sıfatların bilinmesi gerekir. Allah Te'âlâ,

"Elif. Lâm. Râ. (Bu sana indirilen) ... âyetleri sağlamlaştırılmış / muhkem kılınmış, sonra da açıklanmış bir kitaptır" (Hûd 11/1) buyurarak tüm âyetleri muhkem kıldığını haber verdiği gibi,

"Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ( مُّتَشَابِهاً ) ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi." (Zümer 39/23) buyurarak Kur'ân'ın tamamının müteşabih olduğunu haber vermiştir.

"Hüküm": iki şeyin arasını ayırmak demektir;

"Hâkim" de: iki hasmı birbirinden ayıran (iki hasım arasında karar veren) kimsedir.

Müteşabihleri ilim ve amel bakımından birbirinden ayırmak, hak ve bâtılı, doğru ve yalanı, yararlı ve zararlıyı birbirinden ayırmak da "hükümdür."

Yararlı olanı yapıp, zararlı olanı terk etmek de "hüküm" kapsamındadır.

Fiilde bulunmaktan men ettiğin zaman (Saçıp savuran, dengesiz (sefih) kişiyi bu davranışlarından alıkoyup onu kontrol altına aldığın zaman): "(حكمة السفيه و احكمته) sefîhe hükmettim";

Yine hayvana gem vurduğunda: " (حكمة الدابة و احكمتها) hayvana hükmettim" denir.

"İhkâm", "bir şeyi mükemmel ve eksiksiz (sağlam) yapma" demektir.

Sözün muhkem olması ise: haber söz konusu olduğunda doğruyu yalandan, emir söz konusu olduğunda da isabetli olanı yanlıştan ayırması suretiyle sağlam ve mükemmel olmasıdır. Kur'ân'ın tamamı bu manâda muhkemdir. Allah:

"Elif. Lâm. Râ. işte bunlar hikmet dolu Kitâb'ın âyetleridir" (Yûnus 10/1) âyetinde Kur'ân'ı "hakîm" olarak isimlendirmiştir.

"Hakîm", hâkim anlamındadır. Benzer şekilde O'nu:

"Doğrusu bu Kur'ân, İsrailoğulları'na, hakkında ihtilâf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır." (Neml 27/76) âyetinde "anlatmak" la:

"De ki, onlara ait hükmü size Allah açıklıyor: Kitap'ta ... size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır)" (Nisa 4/127) âyetinde de "hükmü ortaya koymak (müftî olmak)" la tavsif etmektedir.

"Şüphesiz ki bu Kur'ân en doğru yola iletir (hidâyet ettirir) ; iyi davranışlarda bulunan mü'minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler" (İsrâ 17/9) âyetinde ise Kur'ân'ı "doğru yola ileten (hidâyet ettiren)" ve "müjdeci" olarak nitelemektedir.

Kur'ân'ın tamamına şamil olan teşabühe (müteşâbih olduğu mes'elesine) gelince bu:

"Eğer O (Kur'an), Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı O'nda bir çok tutarsızlık (biribirini tutmaz çok şey) bulurlardı." (Nisa 4/82) âyetinde reddedilen "tutarsızlığın (biribirini tutmamanın)" zıddıdır. Söz konusu olan,

"Siz çelişkili (biribirini tutmayan) sözler söylüyorsunuz. Ondan ancak döndürülebilen döndürülür." (Zâriyât 51/8-9) âyetinde zikredilen "tutarsızlık (biribirini tutmama)"tır.

Burada teşabüh (benzeme), sözün bir kısmı diğerlerini tasdik edecek (doğrulayacak) biçimde ahenkli ve birbirinin benzeri olmasıdır.

Dolayısıyla, bir şeyi emrettiğinde bir başka yerde onun zıddını emretmez, bilâkis aynı hususu, benzerini veya bunun gereği bir başka hususu emreder. Bir şeyi yasakladığında da başka bir yerde bunu emretmez, (Birşeyi reddediyorsa başka bir yerde onu kabul etmez) aksine -nesih söz konusu olmadığı müddetçe- aynı hususu, benzerini veya buna bağlı diğer hususları yasaklar.

Aynı şekilde bir şeyin varlığını haber verdiğinde, başka bir yerde bunun zıddını haber vermez, ancak yine bunun veya bunun gereği olan sair şeylerin varlığını haber verir. Bir şeyi reddettiğinde bunu isbat etmez, yine aynı hususu veya buna bağlı başka hususları reddeder. Kendi kendini nakzeden tutarsız sözde ise bunun aksi geçerlidir; bir şeyi bazen isbat bazen de reddeder ya da bir şeyi aynı anda hem emreder hem de yasaklar; birbirinin benzeri olan iki hususu ayrı tutup birini methederken diğerini kötüler.

Burada bahsi geçen tutarsız sözler birbirinin zıddı olanlar, müteşabih sözler ise birbirine uygunluk arz edenlerdir. Bu teşabüh, lâfızlar farklı olsa bile manâda carîdir. Şayet manâlar birbirine uygunluk sergiliyor, birbirini destekliyor, birbiriyle tutarlılık arz ediyor, birbirini tasdik ediyor ve birbirini gerektiriyorsa kendi içinde tezat gösteren tutarsız sözün aksine söz müteşabihtir.

Bu genel teşabüh, genel muhkemliğe ters değildir, bilâkis onu destekler. Zira muhkem ve eksiksiz söz, parçaları birbirini tasdik eden ve birbirini nakzetmeyen sözdür. Bundan farklı olarak özel muhkemlik ise özel teşabühün zıddıdır. Özel teşabüh, bir şeyin bir başka şeye bir yönden benzeyip diğer yönlerden farklı olmasıdır. Bazı insanlara bu ikisi aynıymış veya birbirinin benzeri imiş gibi gelir ki aslında böyle değildir. Muhkemlik, bu iki şeyi, ikisi birbirine karışmayacak biçimde birbirinden ayırmaktır.

Söz konusu teşabüh bazen iki şeyi birbirinden ayıracak bir husus var olmasına rağmen başka bir noktada birbirine benzemeleriyle olur. İnsanlardan bir kısmı bu ayırımı fark edemez ve bu ikisini birbirine karıştırır. Bir kısmı da bu ayırımın farkına varır.

İki şeyin ayırt edilemediği bu teşabüh bazen de nisbî ve izafî olur ki bazı kimseler için (iki husus) benzerlik arz ederken başkaları için böyle değildir, ilim sahipleri bu benzeşmeyi izale edecek şeyi bilirler. Meselâ bazı insanlara ahirette vaat edilen şeyler dünyada gördüklerinin benzeri gibi gelir ve onların bunlara benzediğini zannederler. Oysa, bazı yönlerden benzerlik sergileseler bile bu ikisinin birbirinin benzeri olmadığını âlimler bilirler.

Bazı insanları yanlışa düşüren şüpheler de yine bu kabildendir. Zira bu gibi hususlarda hak ile bâtıl birbirine karışmıştır. Bu yüzden de bazı insanlar bunları ayırt edemezler. Bu ikisi arasındaki ayırımın bilgisine sahip olanlar için ise hak ile bâtıl birbirine karışmaz.

Kıyas-ı fasit de bu tür şüphelerdendir. Zira bu, bir şeyin bazı yönlerden, aslında kendisine benzemeyen başka bir şeye benzetilmesidir. İki şey arasındaki farkı bilen kimse, bu benzerlik ve kıyas-ı fasidi ortadan kaldıran ayrımı bulabilir. Bir hususta birleşip bir başka hususta birbirinden ayrılan iki şey arasında bir yönden benzerlik bir yönden de ayrılık vardır, iki şey arasındaki bu benzerlik insan için yanıltıcı olabilmektedir. Zaten kıyas-ı fasit de sağlam ve düzgün bir kıyas değildir.

Nitekim İmam Ahmed b. Hanbel demiştir ki:

"İnsanlar en çok te'vil ve kıyas açısından hataya düşerler. Te'vil naklî delillerde, kıyas ise aklî delillerde olur."

Aslında dediği doğrudur. Hatalı te'vil müteşabih (benzeşen) lâfızlarda, hatalı kıyas ise müteşabih manâlarda söz konusu olur.

İnsanlar burada söz konusu olan yanlışlıklara (hatalı te'vil ve fasit kıyas) düşmüşlerdir. Hattâ tahkik, tevhîd ve irfan iddiasında bulunan bazılarının durumu öyle bir noktaya varmıştır ki, bunlar Rabb'in varlığını diğer bütün varlıkların varlığıyla karıştırmış ve ikisinin aynı olduğunu zannetmişler, yaratılmışların varlığını Yaratıcının varlığıyla bir ve aynı görmüşlerdir. Oysa, Yaratıcı'nın yaratılmışa benzemesi, o olması, onunla birleşmiş veya ona hulul etmiş olması kadar imkânsız bir şey yoktur.

Yaratıcının varlığıyla tüm yaratılmışların varlığını birbirine karıştıran -ve hattâ onların varlığını Yaratıcının varlığı zanneden- kimseler, insanların bu benzerlik yönünden en büyük yanlışlığa sapanlarıdır. (karıştırma yönünden insanların en sapıklarıdır.)

Bunlar, varlıkların varlık ismini taşımakta müşterek olmaları sebebiyle varlığı bir zannetmişler ve bizâtihî bir ve aynı olan (vâhid bi'l-'ayn, özdeş) ile nevi bakımından bir ve aynı olanı (vâhid bi'n-nev', türdeş) birbirinden ayırmamışlardır.

Diğer bazı insanlar, "Varlıklar müşterek olarak varlık ismini taşırlar" denildiğinde, teşbih ve terkîb (Bir şeyin bir başkasına katılıp görünüş itibariyle bir ve aynı hale gelmeleri.) ortaya çıkacağı vehmine kapıldılar ve "varlık" lâfzının bir müşterek lâfız (İki veya daha fazla birbirinden farklı hakiki (mecazî olmayan) manâya delâlet eden tek lâfız.) olarak kullanıldığını söyleyerek, -her ne kadar bir kısmı karşı çıksa da- akıl sahiplerinin ittifak ettiği "Varlığın kadîm ve hadis (sonradan olma) gibi kısımlara ayrıldığı" hususuna muhalefet ettiler.

Bir başka grup, varlıklar müşterek olarak "varlık" ismini aldığında, zihnin dışındaki haricî âlemde müşterek bir varlık bulunması lâzım geldiğini zannetmişler ve zihinde bulunan külli mefhumların haricî âlemde de aynen var olacağını, meselâ "mutlak bir varlık", "mutlak bir hayvan", "mutlak bir cismin" var olacağını iddia etmişlerdir. Bu şekilde, hem duyulara, hem akla hem de nassa aykırı düşmüşlerdir. Zihinde var olan hususları görülür âlemde de (dış dünyada, a'yanda) var kabul etmişlerdir. Bunların tamamı kafa karışıklığına sebep olan şeyler nev'indendir. (Bütün bunlar bir nevi karıştırma (iştibah) dır.)

Allah'ın doğruya ulaştırdığı (hidâyet bahşettiği) kimseler ise: her ne kadar bazı yönlerden müşterek olsalar da bu hususları birbirinden ayırırlar ve ikisi arasındaki müştereklik ve ayrılığı, benzerlik ve farklılığı bilirler. Bunlar müteşabih ifadelerle hataya da düşmezler. Çünkü onlar, müteşabih ifadelerle, iki husus arasındaki farklılık ve ayrılığı açıklayan muhkem ifadeleri bir arada mütalâa ederler.

Meselâ (biz anlamına gelen) "innâ" ve "nahnü" gibi çoğul sıygaları hem yaptığı işte ortakları olan tek kişi tarafından hem de her sıfatı bir diğerinin yerine kaim olan sıfatlara sahip yüce zât tarafından kullanılır; bunun ise ortaklan değil kendisine tâbi olan yardımcıları vardır. Bir Hristiyan, ilâhların birden fazla olduğu hususunda Allah Te'âlâ'nın:

"O Zikri (Kur'ân'ı) kesinlikle biz indirdik" (Hicr 15/9) sözüne dayandığında, ancak tek anlama ihtimali bulunan:

"İlâhınız bir tek Allah'tır" (Bakara 2/163) gibi muhkem âyetler buradaki müteşabihliği ortadan kaldırır. Söz konusu çoğul sıygası da, O'na lâyık olan azamet, isim ve sıfatlar ile melekler ve diğer yaratılmışların O'na itaatinin bir açıklaması olur. Bunun delâlet ettiği isim ve sıfatlar ile fiillerinde kullandığı yardımcılarının hakikatini ise ancak Allah'ın kendisi bilir:

"Rabbin'in ordularını / askerlerini ancak kendisi bilir." (Müddessir 74/31)

Bu, te'vilini Allah'tan başka kimsenin bilmediği müteşabihat nev'indendir. Bunun aksine, insan olan bir hükümdar "Sana bir ihsan (da bulunulmasını) emrettik" dediğinde, onun ve kâtibi, hâcibi, hizmetkârı gibi yardımcılarının emrettiği bilinir. Bu fiilin ortaya çıkmasına sebep olan kanaatler, istekler vs. de bilinir.

Allah Te'âlâ, haber verdiği sıfatlarının ve ahiret gününe dair hususların hakikatini kullarına bildirmez; onlar da Allah'ın bu yaratması ve emriyle gözettiği hikmetin ve bu fiilin ortaya çıkmasına sebep olan irade ve kudretin hakikatini bilmezler.

Böylece ortaya çıkmaktadır ki, müteşabihlik, aynı anlamı taşımayan müşterek lâfızlarda olabileceği gibi, mütevâtı' (şekil ve manâ bakımından bir ve aynı olan) lâfızlarda da olabilir. Şu kadarı var ki, iki husustan birini diğerinden ayıran izafet veya ta'rîf (marife kılma) gibi bir şeyle müteşabihlik ortadan kalkmamış olsun. Meselâ:

"İçinde sudan ırmaklar vardır." (Muhammed 47/15) sözünde Allah Te'âlâ bu suyu Cennet'e mahsus kılmış ve bununla dünyadaki su arasındaki fark ortaya çıkmıştır. Ancak bu suyu diğerinden ayıran hususların hakikati bizim tarafımızdan bilinmez. Bu, Allah'ın sâlih kulları için hazırladığı hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı ve hiç kimsenin aklına gelmeyen (hiçbir insanın tahayyül edemediği) diğer şeylerle birlikte ancak Allah'ın bildiği te'vil kabîlindendir.

Allah'ın, kendisine mahsus ve hakikatini ancak O'nun bildiği isim ve sıfatlarının delâlet ettiği anlam da bunun gibidir.

Bu sebeple İmam Ahmed b. Hanbel gibi imamlar, sözü tahrif eden Cehmiyye ve diğerlerinin, Kur'ân'da kendilerine müteşabih görünen hususları yanlış biçimde te'villerini reddetmişlerdir.

Nitekim, Ahmed b. Hanbel, zındıklar ve Cehmiyye'yi, Kur'ân'ın şüpheye düşüp yanlış biçimde te'vil ettikleri müteşabih âyetleri hususunda red amacıyla yazdığı (er-Red 'ale'z-zenâdıka ve'l-Cehmiyye.) eserinde bunu dile getirmiş ve onları yanlış tefsirler yapmakla eleştirmiştir.

Bu eserde, başkalarına öyle gelmese bile kendilerine manâsı müteşabih görünen hususları zikretmiş, mutlak "te'vil" lâfzını reddetmeyerek, onları yanlış tefsirlerde bulunmakla eleştirmiştir. Oysa daha önce geçtiği üzere "te'vil" lafzıyla Allah'ın maksadını açıklayan tefsir kastedilir ki bu ayıplanmaz, bilâkis methedilir. Te'vil sözüyle ayrıca, Allah'ın bilgisini kendine sakladığı hakikat kastedilir ve bunu da O'ndan başkası bilmez. Bunu başka yerlerde genişçe ele aldık.

"Te'vil bâtıldır, lâfzın zahiri üzere bırakılması gerekir" diyen ve te'vilin iptali için:

"Bunun te'vilini Allah'tan başkası bilmez. (te'vilini ancak Allah bilir)" (Âl-i Imrân 3/7) âyetini delil getiren grup gibi bunu bilmeyen kimselerin sözleri çelişkili olacaktır. Bu onların bir çelişkisidir; zira bu âyet, Allah'tan başka kimsenin bilmediği bir te'vilin bulunmasını gerektirir. Onlar ise te'vili mutlak olarak reddetmektedirler.

İşin hataya düşülen yönü şudur:

(Yanıldıkları husus, bunu mutlak olarak tüm te'villere teşmil etmeleridir.) Allah'ın, bilgisini kendine sakladığı te'vil, O'ndan başka kimsenin bilmediği hakikattir;

Yerilen ve bâtıl olan te'vil ise: nassı te'vil edilmesi gerekenden farklı biçimde tefsir eden tahrifçi ve bid'atçilerin yaptığı te'vildir. Bunlar, lâfzı -bunu gerektiren herhangi bir delil bulunmadığı halde- delâlet ettiği manâdan delâlet etmediği bir başka manâya çekerler. Lâfzın zahirinin, kendilerinin akılla isbat ettikleri hususta ortaya çıkan mahzura benzer bir sakınca teşkil ettiğini iddia ederek, lâfzı Allah hakkında reddettikleri manâlara benzeyen başka manâlara çekerler. Böylelikle reddettikleri şey isbat ettikleri şey cinsinden olur ve dolayısıyla şayet var olan husus gerçek ve mümkin ise, reddedilen husus da bunun gibi olur; reddedilen husus bâtıl ve imkânsız ise var olan husus için de aynı şey geçerlidir.

Te'vili mutlak olarak reddedip; "Onun te'vilini Allah'tan başkası bilmez (te'vilini ancak Allah bilir)" (Âl-i Imrân 3/7) âyetini de buna delil getiren bu kimseler, Kur'ân-ı Kerîm'de hiç kimsenin anlamadığı veya bir anlamı olmayan ya da kendisinden hiçbir şey anlaşılmayan şeylerle bize hitap olunduğunu zannetmektedirler. Bu -bâtıl olmakla birlikte- kendi içinde de çelişkilidir. Çünkü Kur'ân'dan hiçbir şey anlamıyorsak, (zahirin) doğru bir manâsının bulunması imkân dahilinde olduğundan:

"Bunun zahire uygun düşmeyen ve ona muhalif olan bir te'vili vardır" dememiz caiz olmaz. Bu doğru manâ bizce bilinen zahire muhalif değildir. Onların dediğine göre bunun zahiri yoktur ve bu manâya delâleti de ne zahire muhalif bir delâlet ne de te'vil olur. Bu durumda, bizim bilmediğimiz bir takım manâlara delâleti de caiz olmaz. Onun delâlet ettiği bu manâları biz bilemeyiz, zira lâfzı ve bunun delâlet ettiği mefhumu anlamıyorsak, lâfzın delâlet etmediği manâları haydi haydi anlayamayız. Çünkü lâfzın kendisiyle kastedilen şeyi bildirme yönü, kendisiyle kastedilmeyen bir hususu bildirme yönünden daha kuvvetlidir.

Dolayısıyla şayet lâfzın herhangi bir manâyı bildirmesi söz konusu değilse ve ondan hiçbir manâ anlaşılmıyorsa, o halde kendisiyle kastedilen mefhumu bildirmiyor demektir ve kendisiyle kastedilmeyen bir manâyı bildirmemesi ise daha kuvvetle muhtemeldir. Te'vil ile yaratılmışlara verilen zahire muhalif olan şeyin kastedilmesi hali dışında:

"Bunun te'vilini Allah'tan başkası bilmez" demek bir yana, -tercihe şâyân olan manâdan, tercih edilmeyen zayıf manâya çekildiği anlamında- "bu lâfız te'vil edilmiştir" demek bile caiz değildir. Zahir ile bunu kasteden kimsenin, zahirden farklı bir te'vilde bulunmasının gerekliliği şüphe götürmez. Ancak bunlar:

"bunun zahirden farklı bir te'vili yoktur" veya

"bu zahiren ifade ettiği manâ üzere bırakılır" dediklerinde kendi içlerinde çelişkiye düşmüş olurlar. Şayet zahir ile herhangi bir açıklamada bulunmaksızın farklı bağlamlar içinde farklı manâlar kastederlerse bu da bir aldatmaca olur.

Eğer zahir ile manâsı anlaşılmaksızın görünen mücerred lâfzı kastederlerse, te'vili iptal veya isbat etmeleri bir çelişki olur, zira te'vili isbat veya inkâr eden kimse muhtemel manâlardan birisini anlamış demektir.

Bu taksim ile sıfatları inkâr veya isbat eden pek çok kimsenin tenakuzları (çelişkileri) ortaya çıkmıştır.
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
Muhkem Ve Müteşabih


Şayet Kur'an'ın ihkâmından kastımız onun lafız ve manalarına zarar 'vermeyecek şekilde sağlamlığı ve nazmının güzelliği ise, tamamının muh­kem oiduğunu söyleyebiliriz. Yüce Allah'ın: «Bu, âyetleri muhkem bir kitaptır.» [509] sözünden 'kasdı da budur. Yine âyetlerinin bela­gat, icaz ve bir kısmını diğerine üstün tutmak hususundaki güçlülüğü kas-dedecek olursak, hepsinin müteşâbih olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Yüce Allah"in: «Allah, kelâmın en güzeli -olan Kur'an'ı biribirine benzer ve çift çift olarak inzal etti.» [510] âyeti bu anlamdadır.

Yukarıda geçen âyetlerdeki ihkâm ve îeşâbüh, Kur'an'ın muhkem ve müteşabihini konu alan bu incelememizin dışındadır. Bizim burada incele­me konusu yaptığımız, Âlu İmrân sûresinin şu yedinci âyetidir. Yüce Aiiah bu âyette şöyle buyurmaktadır:

«Sana Kitabı indiren O'dur. O Kitapta, kitabın aslı olan muhkem âyetler ve •diğer müteşâbih âyetler vardır. Kalblerinde, bâtıla meyi olanlar, fitne ve te­vil isteyerek müteşâbih âyetlere uyarlar. Halbuki onun tevilini, ancak Allah ve ilimde râsih olanlar (yüksek payeye erenler) bilirler. Ve onlara iman et­tik, hepsi Rabbimiz tarafındandir derler. Onlardan kâmil akıl sahiplerinden başkası iyice düşünmez.» [511]

Apaçıktır ki bu âyette muhkem, müteşâbihin karşıtıdır. Yine ilimde râ­sih olanlar, kalbierinde bâtıla rneyl bulunanların karşıtıdır. Bu karşıt oluş, âlimleri, muhkem ve müteşâbih olanlar için (sınır çizerek) çeşitli tarifl&r yapmaya sürükiemiş ve bu konuda pekçok görüşler ve baksş açıları ortayn çıkmıştır. [512] Lâkin yaptıktan tarifler neticede muhkemin, manasına deiâ-leti apaçık olan ve bu hususta gizliliği bulunmayan, müteşâbih ise, manası­nın ne olduğu hususunda tercih edilebilecek apaçık bir delili bulundurma­yan noktasında düğümlenmektedir. Böylece muhkemin şümulüne nass ve zahir girmiş olmaktadır. Nassa gelince, o, hemen akla gelen râcih mana için konulmuş lafızdır. Müteşâbihin şümulüne de mücmel, müevvel ve müşkil girmektedir. Çünkü mücmej, açıklanmaya muhtaçtır. Müevvel de, ancak te'vi! edildikten sonra manaya delâlet eder. Müşkil ise, delâleti gizli olan; onda kapalılık ve iltibas bulunandır. [513]

Muhkemin delâletinin apaçık olması, onu inoeleme konusu yapmamı­za ihtiyaç bırakmamaktadır. Çünkü onu okumamız, manasının ne olduğu­nu anlamamıza yeterlidir. Lâkin Müteşâbihin kapalılığı, üzerinde bir miktar durmamızı gerekli kılmaktadır. Ta ki, onun ne olduğunu bilelim ve ondan sakınalım. Kaiblerinde bâtıla meyil bulunanlar gibi biz de ona tabi olmaya­lım.

Âiimierden çoğu, müteşâbihin te'vilinin sadeoe Allah tarafından bilin­diği görüşündedir. Onun için onlara göre okurken lofza-i Celâl'de durmak gerekir, tümde bir payeye ulaşmış râsih âlimlerin, Kur'an'in te'vili hususun­daki ilimleri şu sözde son bulur: «Ve onlara iman ettik, hepsi Rabbimiz ta­rafı ndandir.»

Lâkin Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, âyette geçen üzerinde-durulması gerektiği görüşündedir. Böylece ilimde rasih olanlar, müteşâbi­hin te'viiini bilmiş oluyorlar. Ebu İshak eş-Şirâzî [514] bu görüşü açıklaya­rak onu destekler ve şöyle der: « (Kur'andan) Allah Teâlâ'nın, ilmini sade­ce kendisine mahsus kıldığı birşey yoktur. Aksine, âlimleri o ilme vâkıf kıl­mıştır. Çünkü Allah Teâlâ bunu âlimleri medh sadedinde söylemiştir. Şayet onun manasını bilmiyecek olsalar, avam tabakasına ortak olmuş olurlar.» Rağıb el-İsfahanî araya girerek manasını anlama yönünden müteşâbihi üç kısma ayırır:

a) Manasına vukuf mümkün olmayan müteşâbih. Kıyametin ne zaman kopacağı ve âhir zamanda çıkacak dâbbe'nin ne zaman çıkaca­ğı gibi.

b) İnsanın bazı vasıtalarla manasını bilebileceği müteşâbih. Garip lafızlarla muğlak hükümleri gibi.

c) Yukarıdaki iki durum arasında olan, ancak ilimde rusûh sahiplerinin bilebileceği ve başkaları için manası kapa­lı olan müteşâbih. Rasûiullah (s.a.v.) in İbnu Abbas için söyledği «Allah'ım, onu dinde fakih kıl ve ona te'vili öğret.» [515] sözünde işaret buyurduğu kısım budur.

Hiç şüphesiz er-Rağıb'ın bu sözünde ölçülülük ve itidal vardır: Allah'ın zatı ve sıfatlarının hakikatini ancak Allah bilir. Şu duada kasdedilen budur: «Sen, kendini övdüğün gibisin. Seni gereği gibi övemem.» Gayb ilmi de, Allah'ın kendisine has kıldığı ilimdir. Nitekim âyeti Kerîmede şöyle buyrul-maktadır: «O saatin (kıyametin) ilmi şüphesiz ki Allah'ın nezdindedir. Yağ­muru (mukadder olan vakitte ve mahalde) O indirir, Rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir. Her şeyden haberdar­dır.» [516]

Sûre başlarındaki Huruf-u Mukattaa konusunu işlediğimizde bu harf­lerin hakikatini te'vil konusunun nasıl bir vara1 atmosferi içerisinde yapıldı­ğını görmüş ve âlimlerin görüşlerinin, bu harflerin hakikatini tesbit çevre­sinde değil, varlıklarınının hikmeti çevresinde döndüğünü müşahade et­miştik. Bu gibi konuların gizliliği ve insanın onlara ulaşma hususundaki ac­zi kişinin gururunu azaltarak ve tekebbürünü frenleyerek şöyle demesine sebep olur: «Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok. Çünkü (her şeyi) hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz 'ki Sensin Sen.» [517]

«Rahmgp, Arş'a istiva etti.» gibi Allah'ın sıfattan hakkında vârid olan müşkil âyetler, insanların manasını kavrayamayacakîarı müteşabîhie ilgili âyetlerin en önernlilerindendir. İbnu'l-Lebbön «Reddu'l Müteşâbîhât ile'l-Âyâtri-Muhkemât» [518] isimli kitabında bu. tür âyetleri bir araya getirmiş­tir. er-Râzi müteşâbih sıfatların hikmetini şöyle açıklar: «Kur'an havas ve avam için gelmiştir. Avam tabakası, bir çok konuda hakikatleri idrâk et­mekten uzaktır. Bu tabakadan biri, ne çişim olan, ne yer .kaplayan ve ne de kendisine işaret edilebilen bir varlığın isbatını ilk olarak duyduğunda bu­nun yokluk ve mahza nefiy anlamına geldiğini zannederek ta'tile düşer. O halde en uygunu, hayal ettikleri varlığa münasip düşen bazı lafızlara mu­hatap olmaları gerekiyordu. Ancak bu, apaçık hakka delâlet eden Kelime­lerle de beraber olmalıydı. Birinci kısım müteşâbih ki henüz başlangıçta onunla muhatap oidukları-dır. İkinci kısım ise, apaçık hakkı ortaya koyan muhkemdir.» [519]

Müteşâbih âyetler konusunda âlimlerin iki mezhebj vardır

Birincisi- Selef mezhebidir kî, bu müteşâbihiere iman ve ma­nalarını bilmeyi Allah'a havale etmektir. İmam Malik'e «istivamdan soruldu­ğunda şu cevabı vermiştir: «İstiva malumdur. Keyfiyeti ise meçhuldür. On­dan soru sormak ise, bid'attır. (Soru soran kişiye hitabederek) Öyle sanı­yorum ki sen kötü bîr kişisin. (Yanında bulunanlara) Bunu benden uzaklaş­tırın.» [520]

İkincisi: Sonraki âlimlerin mezhebidir. Bu mezhebe göre, ma­nası açık olarak bilinemeyen lafız, Allah'ın zatına layık bir manaya hamle­dilir. Sözkonusu olan bu görüş, İrnamu'l-Harameyn [521] ile müteahhif âlimlerden bir cemaate nisbet edilir.

Her iki mezhebi vuzuha kavuşturmak için müteşâbih sıfatlarla bazı âyetleri zikretmek isteriz. «Rahman, Arş'a istiva etti.» [522] «O, kulla­rının üzerinde kahr u galebe sahibidir.» [523] «Rabbın geldi ve melekler de saf saf olarak» [524] «Allah yanında işlediğim kusurlardan dolayı vay has­ret (ve nedâmet)ime!» [525] «Rabbının vechi bakî kalır.» [526] «Sana kar­şı (Ey Musa) gözümün önünde yetiştirilmen için...» [527] «Allah'ın eli, elle­rinizin üstündedir.» [528]«Allah size (asıl) kendi nefsinden korkmanızı em­rediyor.» [529]

Selef Allah'ı kendisi için mümteni olan bu gibi zahir şeylerden ten­zih eder ve gayb âleminde, Allah'ın onları zikrettiği gibi inanır, hakikatle­rinin ilmini O'na havale eder. Sonraki âümier ise, istivayı hiç kimsenin yar­dımı olmaksızın işleri tedbîr hususunda manevî üstünlük île izah ederler. [530] Ayrıca Allah'ın gelişini, emrinin gelişine [531] üstte oluşunu cihet yö­nüyle değil, manevî yüceliğe, [532] yanında olmayı, O'nun hakkı.üzere ol­maya, [533]vechini zatına, [534] gözünü inayetine, [535] elini kudretine, [536] ve kendi nefsini cezasına hamlederler. [537] Sonraki âlimler Allah'ın rızası, sevgisi, gazabı, kızgınlığı, hayası gibi hususların hepsini - bu minval üzere - en yakın mecazî manasıyla izah ederek şöyle derler: «Bu lafızlar­dan ancak lâzımı olan şeyler kastedilir.» [538]
 
!sLaM4eVeR Çevrimdışı

!sLaM4eVeR

لا اله الا الله
Admin
[510] ez-Zümer sûresi; 23.

[511] Âlu İmrân sûresi: 7.

[512] ei-ltkan, 2/2-3.

[513] a. g. e., 2/5.

[514] Ebu İshak oş-Şirâzî, ibrahim b. Afi b, Yusuf: Münazarada kuvvetli deli! getirmekle şöhret bulmuştur. Pek çok eseri olup en önemlisi usûlü fıkıhla ilgili alan «et-Tebsî-res dir. H. 476 yılında vefat etmiştir. (Bk. Tabakatu's-Subkî, 3/88).

[515] el-ltkan, 2/7.

[516] Lukmân sûresi: 34.

[517] el-Bakara sûresi:' 32.

[518] ei-ltkan, 2/3. İbnu'l-Lebbân, Muhammedi b. Ahmed b. Abdilmü'min es-Siirdi (Şem-suddin): Şam ehlinden bir müfessir ölüp H. 749 yılında vefat etmiştir. Elyazması bir tefsiri vardır. (el-A'lom, 3/853.)

[519] ez-Zerkönî, 2/179.

[520] el-ttkan, 2/8.

[521] İmamu'l-Harameyn, Abdulmelik b. Ebi Abdillah b. Yusuf b. Muhammed el-Cûveynî eş-Şafiî e!-lrakî, Ebu'l-Meâli: İmam Gazalinin hocası olup Şafiî mezhebinin en bilgili âlimlerindendir. H. 478 yılında vefat etmiştir. (Bk. Vefeyâtu'l-A'yân, 1/287.)

[522] Tâhâ sûresi: 5.

[523] el-En'am sûresi: 61.

[524] el-Fecr sûresi: 22.

[525] ez-Zümer sûresi: 56.

[526] er-Rahman sûresi: 27.

[527] Tâhâ sûresi: 39.

[528] el-Feth sûresi: 10.

[529] Âlu İmrân sûresi: 28.

[530] Halef âlimlerin çoğu İstivayı bu şekilde te'vil ederler. Değişik görüşler fçin bk. el-Itkan, 2/9-10; el-Burhon, 2/80-82.

[531] e!-Burhan, 2/83. İbnu'l-Cevzî, Kadı Ebu Ya'lâ'dan Ahmed b. Hanbel'in « (yahut) Rab-binin gelmesini» (el-En'am: 158) âyetini te'vt! ederken: Bu emrinden başka birşey mi ki?! dediğini ve buna delil olarak: «Yahut Rabbının emri gelir» (en-Nahl: 33) Zik­rettiğini nakleder. (Bk. el-Burhan, 2/7Ö).

[532] el-ltkan, 2/12.

[533] el-Itkan, 2/11,

[534] ei-Burhan, 2/86.

[535] el-ltkan, 2/11.

[536] el-ltkan, 2/11.

[537] ei-Burhan, 2/83.

[538] el-ltkan, 2/12.

Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 223-227.
 
S Çevrimdışı

sevim

Üye
İslam-TR Üyesi
...Bismillahirrahmanirrahim...

"De kİ;Ey Kafirler Ben sizin taptıklarınıza tapmam.
Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz.
Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim.
Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz.
SİZİN DİNİNİZ SİZE BENİM DİNİM BANA.

KAFİRUN SÜRESİ
 
M Çevrimdışı

muvahhid 2

Üyeliği İptal Edildi
Banned
Allah bir ayetinde muhkem ayetlere inanıp müteşabih ayetler üzerine kafa yormamamızı istiyor. Madem Kuran'daki muhkem ayetler belli vemuhkemin anlamı da "anlamı kesin" demek o halde müslümanlar neyin ihtilafını yapıyor? Ayetler mi muhkem değil (haşa) yoksa müslümanlar muhkem ayetlerde mi ihtilaf ediyor?
 
Üst Ana Sayfa Alt