Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Müslümanın Milliyeti Akidesidir

E Çevrimdışı

ebuhasanelmakdisi

Aktif Üye
İslam-TR Üyesi
Müslümanın Milliyeti Akidesidir




İslâm insanlığa ilişkiler, değerler, ölçüler ve bunların alındığı kaynağa dair yeni bir anlayış getirmiştir.

İslâm insanı Rabbine döndürmek; varlığını, hayatını, ölçü ve değerlerini aldığı yeri en yüce otorite kılmak için gelmiştir. İlişki ve bağlantılarını ona göre ayarlar. Ondan gelmiş, yine ona dönecektir.

İnsanları Allah-u teala'ya bağlayan bir tek bağın olduğunu vurgulamak için gelmiştir. Bu olmazsa, ne bir saygı, ne de bir sevgi kalır:

"Babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile, Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir milletin Allah'a ve peygamberine karşı gelenlere, sevgi beslediklerini göremezsin." (Mücadele, 22)

Allah-u teala'ya ait çok değil, bir tek hizb vardır. Diğer hizbler şeytana ve tağuta aittirler:

"İman edenler Allah yolunda savaşırlar. Kafirler ise tağut yolunda savaşırlar. Şeytanın dostlarıyla savaşın, gerçekte şeytanın hilesi zayıftır." (Nisa, 76)

Allah-u teala'ya ulaştıran tek bir yol vardır. Diğer yollar kesinlikle ona ulaştırmazlar:

"Bu dosdoğru olan yoluma uyun. Sizi Allah yolundan ayrı düşürecek yollara uymayın." (Enam, 168)

İslâmî olan tek bir düzen vardır. Onun dışındakilerin hepsi cahilidir.

"Cahiliye devri hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır.?" (Maide, 50)

Tek bir şeriat vardır. O da İslâm Şeriatıdır. Diğerleri heva ve hevese dayanan düzenlerdir:

"Sonra, seni de din konusunda bir şeriat sahibi kıldık, ona uy. Bilmeyenlerin heveslerine uyma!" (Casiye, 18)

Ve meydanda çok değil, yalnızca tek bir hakikat vardır. Diğerleri sapıklıktır:

"Hakikatin dışında sadece sapıklık vardır. Öyleyse nasıl olup da döndürülüyorsunuz?" (Yunus, 32)

Üzerinde İslâm devletinin kurulu bulunduğu, Allah-u teala'nın şeriatının egemen olduğu, hadlerinin uygulandığı müslümanların birbirlerinin velileri olduğu tek bir dâr (ülke) vardır. O da dar-ül İslâm'dır. Onun dışındakiler dar-ül harp'tir. Müslümanın onunla ilişkisi ya savaştır, ya da ahd-i eman yapmaktır. O dar-ül İslâm değildir. Oranın halkıyla müslümanlar arasında bir velayet (dostluk) da yoktur:

"Doğrusu iman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirlerinin velisi (dostu) dirler. İman edip, hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür. İnkâr edenler, birbirlerinin velisi (dostu) dirler. Eğer siz birbirinizle dost olmazsanız yeryüzünde kargaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar. İman edip hicret eden, Allah yolunda savaşanlar ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte onlar gerçekten mü'min olanlardır. Onlara mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır. Sonra iman edip hicret eden ve sizinle birlikte savaşanlar, işte onlar sizdendir." (Enfâl, 72-75)

İslâm böyle bir bütünlük ve kesinlikle insanı yükseltmek, onu toprak ve kan bağından kurtarmak için gelmiştir. Allah-u teala'nın şeriatının hakim olmadığı, onunla mensupları arasındaki ilişkilerin Allah esasına dayanmadığı yer müslümana vatan olamaz. Onu, İslâm ümmetinin, İslâm ülkesinin bir üyesi yapan akidesinin dışında bir milliyeti de yoktur. Müslümanın Allah-u teala'ya imandan kaynaklananın dışında bir yakınlık bağı da yoktur.

Yaratan'a iman edip, sonra akrabalık buna eklenmedikçe; müslümanın babasıyla, anasıyla, kardeşiyle, aşiretiyle yakınlığı gerçekleşmez:

"Ey İnsanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren, Rabbinizden sakınıp korkun. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'ın ve akrabanın haklarına riayetsizlikten sakının." (Nisa, 1)

Bu, müslümanlara düşman olan cephede olmadıkları müddetçe; akide farkına rağmen ana-babayla güzel bir şekilde ilişki kurmaya engel değildir. Eğer düşmanlıkta bulunurlarsa ne bağ, ne de ilişki kalır.

Abdullah b. Abdullah b. Ubeyy bize muhteşem bir örnek vermektedir:

İbn-i Cerir'in İbn-i Ziyad'dan rivayetine göre şöyle dedi:

Allah Rasûlü Abdullan b. Abdullah b. Ubeyy'i çağırdı. "Babanın ne dediğini biliyor musun?" dedi. O da, anam babam sana feda olsun, ne diyor? dedi.

Allah Rasûlü buyurdu ki:

"baban, Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf olanı çıkaracak, diyor"

Ey Allah'ın Rasûlü şüphesiz doğru söylemiş. Allah güçlü, o zayıftır. Sen Medine'ye geldiğinde Allah'a yemin olsun, herkesin de bildiği gibi babasına benden daha saygılı kimse yoktu.

Eğer Allah ve Rasûlü onun başını getirmemle razı olacaklarsa hemen getireyim.

Allah Rasûlü sallAllahu aleyhi ve sellem; "hayır", dedi.

Medine'ye geldiklerinde Abdullah, elinde kılıç kapıda babasının karşısına geçip:

"Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf olanı çıkaracak diyen, sen misin" dedi.

"Allah'a yemin olsun gücün (izzetin), sana mı, yoksa Allah Rasûlü'ne mi ait olduğunu söyleyeceksin. Allah ve Rasûlü'nün izni olmadıkça ne buranın gölgesine, ne de içeriye girebilirsin" dedi.

"Ey Hazrec" dedi.

"İbn-i Ubeyy oğlum, beni evime girmekten alıkoyuyor".

Bazı insanlar geldiler, onunla konuştular.

"Allah ve Rasûlü'nün izni olmadıkça kesinlikle girmeyecek" dedi.

Peygambere gelip olan biteni haber verdiler.

"Ona gidin, bırakın evine girsin, deyin" buyurdu. Ona gelip peygamberin sözünü bildirdiklerinde,

"Onun emri geldiğine göre, artık girebilir", dedi.

Akide bağı yerleştiğinde, aralarında nesep ve akrabalık bağı olmasa bile, bütün mü'minler kardeştir:

"Doğrusu iman edip hicret edenler, Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte onlar birbirlerinin velisidirler." (Enfal, 72)

O, bir nesli aşıp sonraki nesillere ulaşan, bu ümmetin başını sonuna, sonunu da başına sevgi, saygı, dostluk bağıyla bağlayan bir velayettir:

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara verilenler karşısında bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde olsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkârlığından korunabilmiş kimseler, İşte onlar mutluluğa erenlerdir. Onlardan sonra gelenler, "Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla, kalbimizde müminlere karşı kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz sen şefkatlisin, merhametlisin" derler." (Haşr, 9-10)


Allah-u teala zaman tüneli içinde kendilerinden önce iman etmiş olan peygamberlerden örnekler verir:

"Nuh Rabbine seslendi: Rabbim! Oğlum benim ailemdendi. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin. Allah: Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz, çünkü o, iyi olmayan bir iş yapmıştır. Öyleyse bilmediğin bir şeyi benden isteme! Sana cahillerden olmamanı öğütlerim, dedi. "Rabbim! Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum, dedi." (Hud, 45-47)

"Rabbi İbrahim'i bir takım emirlerle denemiş, o da onları yerine getirmişti. Allah, "seni onlara önder kılacağım" demişti. O, "soyumdan da" deyince "Zalimler benim ahdime erişemez" buyurmuştu." (Bakara,124)

"İbrahim: "Rabbim! Burasını emin bir şehir kıl, halkından, Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri rızıklandır" demişti. Allah da; "İnkar edeni de az bir müddet geçindirir, sonra da onu ateşin azabına uğramak zorunda bırakırım, ne kötü sonuç" buyurmuştu." (Bakara, 126)

İbrahim, babasının ve anasının sapıklıkta ısrar ettiklerini görünce, onları terkeder:

"Sizin Allah’tan başka ibadet ettikleriniz bırakıp çekilir, Rabbime dua ederim. Rabbime ettiğim duada mahrum kalmayacağımı umarım." (Meryem, 48)

İbrahim, kavmi ve onlarda bulunan güzel örnekten de şöyle bahseder:

"İbrahim ve beraberinde olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani bir zaman onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: "Biz sizden ve sizin Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi reddettik. Yalnız Allah'a iman etmenize kadar bizimle sizin aranızda ebedi bir düşmanlık ve kin ortaya çıkmıştır." (Mümtahine: 4)

Ashab-ı Kehf gençleri de, dinlerini Allah-u teala'ya özgü kılmak için ailelerini, milletlerini, topraklarını bırakıp gitmişlerdir. Vatanlarında, ailelerinde, kabilelerinde kendilerine bir yer bulamayınca akideleriyle Rabblerine sığınmışlardı:

"Onlar Rablerine iman etmiş bir kaç gençti. Onların hidayetlerini artırmış ve kalplerini pekiştirmiştik. Durup, şöyle demişlerdi:

"Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir. O'nu bırakıp başka bir ilaha dua etmeyiz, yoksa and olsun ki, batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz Allah'ı bırakıp O'ndan başka ilahlar edindiler. Onların gerçek olduğuna dair apaçık delil getirmeleri gerekmez mi? Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Onlara:

"Siz onlardan ve Allah’tan başka ibadet ettiklerinizden ayrıldınız, bunun için mağaraya girin ki, Rabbiniz size rahmetini yaysın ve size işinizde kolaylık göstersin" denildi." (Kehf, 13- 16)

Nuh ve Lut'un hanımları, eşlerinden, akideleri farklı olduğu için ayrılıyorlardı.

"Allah inkar edenlere, Nuh'un karısıyla Lut'un karısını örnek verir. Onlar kullarımızdan iki iyi kulun nikahı altında iken onlara karşı hainlik edip inkarlarını gizlemişlerdi de o iki peygamber Allah’tan gelen azabı onlardan savamamışlardı. O iki kadına cehenneme girenlerle beraber siz de girin, denildi." (Tahrim, 10)

Öte tarafta da Firavun'un hanımı vardır:

"Allah iman edenlere Firavun'un karısını örnek verir. O, Rabbim! Katından bana cennette bir ev yap, beni Firavun'dan ve yaptıklarından kurtar, beni zalim milletten kurtar, demişti." (Tahrim, 11)

Böylece bütün ilişki ve bağlarda örnek çoğalmaktadır:

- Nuh kıssasında babalık bağı,

- İbrahim kıssasında oğul ve vatan bağı,

- Ashab-ı kehf kıssasında aile, kabile ve vatan bağı,

- Nuh ve Lut'un karılarıyla, Firavun'un karısında eş bağı gözler önüne serilmektedir.

Orta (vasat) ümmete gelinceye kadar, bu büyük kervan ilişki ve bağların gerçekliğini, düşüncesini de taşıdı. Bugün bu ümmet bir örnek ve tecrübe birikimine sahiptir.

Müslüman ümmete düşen şey, Rabbani yönteme göre davranmaktır. Akide farklılaştığında kabile ve ev de farklılaşmış, bölünmüştü. Böylece tek bir bağ çıkmıştı ortaya.

Mü'minlerin sıfatıyla ilgili Allah-u teala şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir milletin babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile, Allah'a ve rasulüne karşı gelenlere sevgi beslediklerini göremezsin. İşte Allah imanı bunların kalplerine yazmış ve katından bir nur ile onları desteklemiştir. Onları altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuştur. İşte bunlar Allah'tan yana olanlardır. İyi bilin ki saadete erecek olanlar Allah'tan yana olanlardır." (Mücadele, 22)

Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem ile amcası Ebu Leheb, amca-oğlu Amr b. Hişam (Ebu Cehil) arasındaki akrabalık bağı kesildiğinde; muhacirler aileleri ve akrabalarıyla savaşıp onları öldürdüklerinde, muhacirlerle ensar arasında akide bağı oluştu. Onlar aile ve kardeş oldular.

Müslüman Araplarla kardeşleri Suheyb-i Rumî, Bilal-i Habeşî ve Selman-ı Farisî arasında akide bağı kuruldu. Kabile, ulus ve toprak asabiyeti ortadan kalktı.

Allah Rasûlü sallAllahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Asabiyetten vazgeçin. O bir pisliktir"

Yine onlara şöyle dedi:

"Asabiyyet üzerine ölen bizden değildir"

Bu pisliğin işi bitmişti. Soy sopun işi sona ermişti. Ulus kiri temizlendi. Et ve kan kokuşmuşluğundan uzak, yüce ufuklara ulaştı insanlık.

O günden beri müslümanın vatanı toprak olmadı hiç. Onun vatanı akidesinin egemen olduğu, yalnızca Allah-u teala'nın şeriatın yürürlükte olduğu, sığındığı, savunduğu, korumak için uğruna şehid olduğu "dar-ül İslâm"dır. Orası İslâm'ı akide kabul eden, şeriatını şeriat kabul eden herkesin vatanıdır.

"Dar-ül İslâm"da yaşayan ehli kitap gibi, müslüman olmayanlar bile İslâm şeriatını düzen olarak kabul ediyorlarsa, orası onların da vatanı olur.


Muhammed sallAllahu aleyhi ve sellem ailesinin, kabilesinin bulunduğu, kendisinin ve arkadaşlarının evlerinin bulunduğu, mallarını terkettikleri Mekke ile savaşmıştı. Orası ona ve ümmetine ancak orada İslâm kabul edildiğinde, şeriatı uygulandığında vatan olmuştu.


İslâm budur işte.

İslâm ne dil ile söylenen, ne de üzerinde İslâmî bir etiketin, bir ismin bulunduğu doğulan yer, ne de müslüman ana-babadan doğan birinin tevarüs ettiği şeydir.

"Hayır, Rabbine yemin olsun ki, aralarında çekiştikleri şeyde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe iman etmiş olmazlar." (Nisa, 65)

İslâm sadece budur.

Toprak, ulus, neseb, akrabalık, kabile, aşiret değil, yalnızca odur; Dar-ül İslâm.

İslâm, insanları göğe uzansınlar diye toprak bağlarından, yüceler yücesine yükselsinler diye de kan prangalarından kurtarmıştır.

Müslümanın özlemini çektiği, savunduğu vatan bir toprak parçası değildir. Müslümanın tanıdığı ulus, egemen ulus, değildir. Müslümanın aşireti sığındığı, savunduğu kan bağından ileri gelen aşiret değildir.

Müslümanın bayrağı, aziz bildiği, uğruna şehid olduğu bayrak, herhangi bir kavmin bayrağı değildir.

Müslümanın istediği elde ettiğinde bundan dolayı şükrettiği galibiyet herhangi bir ordunun zaferi değildir.

Allah şöyle buyuruyor:

"Allah'ın yardımı ve zafer günü gelip, insanların Allah'ın dinine akın akın girdiklerini görünce Rabbini hamdederek tesbih et. O'ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri daima kabul edendir." (Nasr, 1-3)

Zafer diğer bayrakların değil, akide bayrağının altındadır.

Cihad başka amaçlar için değil, yalnızca Allah-u teala'nın dini ve şeriatı galib gelsin diyedir.

Herhangi bir ülkeyi değil, belirtilen şartlar dahilinde İslâm ülkesini savunmaktır. Ne bir ganimet, ne bir şöhret, ne bir toprak ya da ulus, nede çoluk çocuk için değil, sadece Allah için. Onları Allah-u teala'nın dininden uzaklaştıracak, fitneden korumak bunun dışındadır.

Ebu Musa'dan radiyAllahu anh rivayet edildiğine göre şöyle dedi:

"Allah Rasûlü'ne sallAllahu aleyhi ve sellem cesurluk, asabiyet ve riya için savaşan kimselerden hangisinin Allah yolunda olduğu soruldu. Şöyle buyurdu:

"Kim Allah'ın dini üstün olsun diye savaşırsa, o Allah yolundadır."

İnsan, bu biricik hedefin uğruna; Allah-u teala'nın rızasının dışında herhangi bir savaşta, herhangi bir hedef için değil, ancak bu yolda savaşırsa şehid olur.

Müslümanm akidesiyle savaşan, onu dininden alıkoyan şeriatını uygulamayı yasaklayan her ülke, orada müslümanın ailesi, aşireti, kavmi, malı ve ticareti dahi bulunsa; "dar-ül harb" tir.

Akidesinin hakim olduğu, şeriatının uygulandığı her ülke, orada müslümanın ailesi, aşireti, kavmi ve ticareti bulunmasa da orası, "dar-ül İslâm" dır.

Ülke, Allah-u teala'nın koyduğu akidenin, hayat düzeninin, şeriatın hükmettiği yerdir. İnsana layık olan ülke budur. Milliyet, akide ve hayat tarzıdır. Ademoğullarının layık olduğu temel bağ budur.

Aşiret, kabile, kavim, milliyet, renk ve toprak asabiyyeti geri kalmışlık, düşüklük belirtisidir. İnsanlığın ruhsal düşüşlere uğradığı dönemlerde ortaya çıkan cahili bir olgudur.

Allah Rasûlü sallAllahu aleyhi ve sellem, yaydığı pis ve iğrenç kokudan dolayı ırkçılığı kokuşmuşluk olarak nitelemiştir.

Yahudiler kendilerini, milliyet ve kavimlerinden dolayı Allah-u teala'nın seçilmiş milleti olduklarını iddia ettikleri zaman, Allah bunu reddetti. Allah, gelip geçen nesilleri, değişe gelen kavimleri, millet ve ülkeleri değil, imanı ölçü olarak koymuştu:

"(Allah, Rasulullah'a bağlı olanlara hitab ederek şöyle diyor): "Bizler Allah'a, bize indirilene (Kur'an'a), İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına indirilenlere, Musa'ya verilene (Tevrat'a), İsa'ya verilen (İncil)e ve (bütün) nebilere rableri katından verilen (bütün kitap ve sahife)lere iman ettik. (Bu konuda) onların arasında bir fark gözetmeyiz. Bizler O'na (Allah'a kalb ve hareketlerimizle) teslim olanlardanız" deyin.

Eğer (yahudi, hristiyan ve müşrikler) sizin iman ettiğiniz şekilde iman ederlerse (işte o zaman) hidayet üzere olurlar. Eğer yüz çevirirlerse şüphesiz onlar büyük bir ayrılık içerisindedirler. (Ey Muhammed! Onlara karşı) Allah size kafi gelecektir (sizi koruyacaktır). (Çünkü) O Semi ve Alim'dir.

Allah'ın boyası ile boyanın. Allah'dan daha güzel boyaması olan kimdir? Bizler (yalnız Allah'ın boyasıyla boyanarak) yalnız O'na ibadet edenlerdeniz." (Bakara, 136-138)

Gerçekten Allah-u teala'nın seçilmiş milleti, aralarında çeşitli milliyet, kavim, renk ve ülke farkları bulunan Allah-u teala'nın bayrağının gölgesinde yaşayan İslâm ümmetidir:

"Siz insanlar arasında ortaya çıkarılan hayırlı bir ümmetsiniz, iyiyi emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah'a iman edersiniz" (Âl-i İmrân,110)

İlk safında;

- Arap Ebû Bekir'in,

- Habeşli Bilal'in,

- Bizanslı Suheyb'in,

- İran'lı Selman'ın bulunduğu ve sonraki nesillerin izlediği bu muhteşem çizginin hakim olduğu ümmetin;

- milliyeti "akide",

- ülkesi "dar-ül İslâm",

- hakimi "Allah",

- anayasası da "Kur'an" dır.

Bu yüce ülke, milliyet ve akrabalık anlayışı, Allah-u teala'ya davet erlerinin ( Allah-u teala'ya davete başkoyanların) gönüllerine egemen olması gereken anlayıştır. Bu o kadar açık olmalı ki, hiç bir yabancı cahili düşünce ona karışmamalı. Hiç bir gizli şirk türü ona sızmamalı. Yeryüzünde milliyet, kavim, sayı, küçük çıkarlar vb. gibi gizli şirkleri Cenab-ı Allah tek bir ayette zikredip, bir kefeye; imam ve gereklerini de ayrı bir kefeye koyarak seçimi insanlara bırakmaktadır:

"De ki" Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan, Peygamberinden, Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, Allah'ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fasık kimseleri doğru yola eriştirmez:" (Tevbe, 24)

Cahiliye ve İslâm'ın gerçekliği, "dar-ul harb" ve "dar-ül İslâm"ın niteliği konusunda, Allah-u teala'ya davet erlerinin ( Allah-u teala'ya davete başkoyanların) kalblerine yüzeysel şüpheler gelmemelidir. Aksi takdirde anlayışları karışabilir:

- İslâm'ın hükmetmediği, şeriatının yürürlükte olmadığı bir yerde "İslâm" yoktur.

- İslâm'ın yöntemi ve hukukuyla (yasaları ve diğer öğeleri ile) egemen olduğu yerin dışında "dar-ul İslâm" yoktur.

- "İman"dan sonra ancak "küfür" vardır.

- "İslâm"ın dışında kalan her şey "cahiliye"dir.

- "Hakkın" ötesinde ancak "sapıklık / dalâlet." vardır.




Üstad Seyyid Kutub

 
Üst Ana Sayfa Alt