Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Makale Nefsin farkında mıyız?

laylay Çevrimdışı

laylay

İyi Bilinen Üye
Site Emektarı
Bir sohbet esnasında genç bir arkadaşımız sormuştu; “Hocalar vaaz sırasında bahsediyorlar; ‘nefis, şeytan’ diye… Nefis ne demek? Şeytandan farklı bir varlık mı? Yoksa onun gibi bir varlık mı?”

Oradakilerin çoğu tam bir cevap verememişti. İşin doğrusu biz de hocaların anlattığı tesirlerini hissediyoruz ama nefsin mahiyetini tam olarak bilmiyoruz. Tarif etmeye kalksak edemiyoruz. Ama en azından iç âlemimizde “cehalet ve zulmetle” malul, “kötülüğü emredici” bir varlık taşıdığımıza inanıyoruz. Nefsimizi frenlememiz ve kötülüklerden arındırmamız gerektiğinin şuurundayız. Çünkü öz kültürümüz bizi bu hususta bilinçlendiriyor.

Peki ya kendi kültüründen habersiz insanlarımız? Onlar iç âlemlerini, kendi özlerini tanıyorlar mı?
İç seslerinin onlara fısıldadıkları hakkında şuurlular mı? Yoksa onlara fısıldanan her düşünceyi, tahrik edilen her hissi “kendi düşüncem, kendi hissim” diye benimsiyorlar mı?

Aslında, bu ne kadar tuhaf bir durum öyle değil mi?
Günümüzde çocuklar ve gençler, sabahın erken saatlerinde kalkıp servislere doluşup okullara dershanelere gidiyor. Yıl boyunca çantalar dolusu kitap okuyor, soru çözüyor. Senelerce süren eğitim hayatı boyunca defalarca sınava giriyor. Bu uzun ve yorucu koşuşturmanın sonunda pek çok şey öğreniyor. Artık bir kümenin alt kümelerinin sayısını hesaplayabiliyor. Tarihteki hangi savaşın sonucunun hangi anlaşma olduğunu biliyor. Ama bütün bu eğitim koşuşturması bittiğinde hala “kendi”ni bilmiyor. Kendi “iç sesini” tanımıyor!

Güya bizler çocuklarımızı hayata hazırlamak için okula gönderiyoruz, öyle değil mi? Peki, onlar okullarını bitirdiklerinde, hayata hazır hale geliyorlar mı? Kendini tanımayan bir genç adam, nasıl hayata hazır olabilir ki?
Çocuklarımız daha beş-on yaşlarında bilgisayar kullanmaya başlıyor. Kullandığı bilgisayarı tanıyor, onunla birçok şey yapıyor. İnternette arama yapıyor, istediği adrese ulaşıyor, indirmek istediği ürünleri indiriyor, yazdırıyor, kopyalıyor, gönderiyor… Peki, ya kendini kullanmayı biliyor mu?

10-15 yaşındaki yeni yetmelerimiz, babalarının arabasının direksiyonu başına geçmeye can atıyor. Ünlü otomobil markalarının isimlerini sayıyor, özelliklerini biliyor. Ama kendi bedeninde yüklü olan programın özelliklerini biliyor mu? Beynini, kalbini, hormonlarını nasıl kontrol edeceğini, nasıl yaratılış amacına uygun kullanacağını biliyor mu?
Peki, kendini doğru kullanmayı bilmeyen bir genç, başka vasıtaları iyiye, güzele, doğruya kullanabilir mi?
Bir adam gideceği yolu çok iyi bilse bile, kullanacağı vasıtayı hiç tanımadan o yolu aşabilir mi?




Modern insan nefsin emrinde

Günümüz insanı, Kuranı Kerim’i anlayarak ve etkilenerek okumaktan uzaklaştığı için nefsi terbiye ve tezkiye etme anlayışından da uzaklaşmıştır. Aksine, çağımıza hâkim dünya görüşü, nefsin hevesâtıyla mücadele etmek şöyle dursun, onun bütün istek ve arzularına tamamen teslim olmuştur.

Modern dünya görüşünü benimseyenlere sorsanız, çağdaş insanın aklı ve bilimi mürşit edindiğini söylerler. Oysa çağımızda aklın, kalbin ve ruhun bütün yetenekleri, sadece nefsin arzu ve heveslerinin hizmetinde kullanılır olmuştur. Mesela, çoluk çocuğun elinde dolaşan bilgisayarlarla dünyanın bilgisine ulaşılabilir. Ama bunlarla en çok porno, kumar, alışveriş siteleri tıklanmaktadır. Çoğu insan bu büyük imkânı, en azından müzik, film oyun ve dedikoduyla zaman öldürmekte kullanmaktadır. Her yıl yeni oyunlar tasarlamaya, filmler çekmeye, gösteriler, müsabakalar tertiplemeye vb. işlere çok büyük para ve emek harcanmaktadır.

Bunlara harcanan para ile ne kadar çok yoksul doyurulabilir, çocuk okutulabilir, hasta tedavi edilebilir. Ama kimse bunları düşünmemektedir. Bu büyük israf, hiç mi yadırganmamaktadır!
Asıl büyük israf ise bu eğlencelerle tüketilen ömürlerdir. Bir daha geri gelmeyecek olan gençlik enerjisi ve gücü, televizyon, internet karşısında eriyip tüketilmektedir. Ancak nefsin arzularını tatmin etmek, onu eğlendirmek o kadar normal karşılanmaktadır ki, bunları eleştirenlere “geri kafalı sanat düşmanı” denilip geçilmektedir.

Hâlbuki bu nefsaniyet ve eğlence düşkünlüğü yüzünden ne sanat kalmıştır, ne felsefe, ne fikir, ne ideal… Bir zamanlar ideolojik kamplaşmalarla harcanan gençlik, şimdi de idealsiz, fikirsiz, inançsız; sırf midesi ve belden aşağısı için yaşayan bir sürü haline getirilmiştir.

Artık modern bilimin insanı tarif ederken kullandığı tanımı kimse yadırgamayacaktır; çünkü gerçekten de insan “iki ayaklı, kürksüz, kuyruksuz bir canlı türü” (!) haline getirilmiştir.




Nefsin hakikati

Oysa bizim inancımıza göre insan, Allah’ın yarattıklarının en şereflisidir. İlk insan, en güzel bir kıvam ve düzgünlükte yaratıldığında, melekler ona hürmet ve muhabbetle secde etmiştir. İnsanı bu yüce mertebeden, sefaletin en aşağı derekesine düşüren, nefsaniyetinde bulunan acelecilik ile şeytanın vesvesesine kapılıvermiş olmasıdır.

Tasavvuf âlimlerine göre, Hz. Âdem’in cennetten çıkarılmasından başlayarak, insanoğlunun düştüğü kötü hallerin hepsinin de nedeni, kendini ve düşmanın hilesini tanımamasıdır. Ancak insan düştüğü derekeden, istidatlı olduğu en yüce mertebeye yeniden çıkabilir. Bunu ise kendisini bu hale düşüren zaaflarını yenerek ve düşmanın vesvesesine muhalefet ederek başarabilir.
Eğer terbiye ve tahakküm altına alınırsa nefsimiz, insanı en yüksek derecelere çıkarabilecek bir vasıta da olabilir. Kuran’da nefsin çok kullanıldığı bir terkip de “nefsine zulmedenler” tarzındaki tamlamadır. Bu ifade ise şeytanın iğfallerine uyarak, doğru yoldan ayrılanlar için kullanılır. Allah (cc) ise nefsimize yazık etmemizi istememektedir.

Nefis, kendisi için hep iyi şeyleri, üstünlüğü ve yüceliği de isteyebilecek bir karakterdedir. Ayrıca iyi ve yüce şeylere istek duyan, can atan ve başkalarıyla yarışan bir varlıktır. Nitekim nefis kökünden türemiş olan “nâfese” fiili, imrenmek, arzulamak ve elde etmek için yarışmak manasına gelir. (Mesela; Mutaffifin: 26)

Şeytanın en büyük hilesi, nefsin iyiyi, güzeli isteme ve elde etme arzusunu bayağı isteklere yönlendirmesi ve böylece onu daha yüce maksatlardan alıkoymasıdır. Bu yüzden de ona uyanlar, nefsine yazık etmiş olurlar. Görünüşte nefsin arzularına uyarken, netice itibarıyla onu yüksek kabiliyetlerinden mahrum etmekte ve böylece yazık etmektedirler. Öyleyse nefsin, şeytan tarafından tahrik edilen isteklerine uymak, nefse zulmetmektir. Nefse hayırda bulunmak ise onu yoldan çıkaran bayağı isteklerden alıkoymaktır.

Nefis disiplini olarak tasavvuf

İşte, tasavvuf yolu da bu usulü takip eder. Nefse güçlü ve kabiliyetli ama basit heveslere kapılan cahil bir çocuk gibi davranır. Onu düşük gayelere dalmaktan alıkor, yüksek gayelere yönlendirir.
Nefis bir bakıma, bedenimizi ve beynimizi kullanmamızı sağlayan bir program veya programın ara yüzüdür. Bu programı en yüksek seviyede kullanmayı başarırsak, bedenimizi ruhun yolculuğu için kullanabileceğimiz bir vasıtaya dönüştürebiliriz. Yoksa çok yüksek donanıma sahip bir vasıtaya bindirilmiş olmamıza rağmen, bir kısır döngü içinde dönüp dolaşan dolap beygirine dönüşürüz.




Nefsin kabiliyetlerini eğer bir vasıtaya benzetecek olursak, akıl onun direksiyonu, duygular motoru, takva duygusu ise freni gibidir. Akıl direksiyonunun başına, şeriat bilgisi yüklenmiş bir şoför oturtmak gerekir ki arabamız yoldan çıkmasın. Ayrıca, duygu ve istek motoruna ölçülü bir şekilde gaz vermek gerekir ki araç kontrolümüzden çıkmasın. Bunun için insanın bir ayağı ise daima takva freninin üzerinde olmalıdır.

Eğer takva ölçülerine göre kendimizi sınırlamazsak, nefsin kötülüğü emrettiğini bilsek bile, onun bizi kötülüğe sürüklemesine karşı koyamayız. Çünkü nefsimiz bizim bedenimizin hayatiyetine, duygularına hâkim bir kuvvettir.

Bazı tasavvuf âlimleri; nefsi vücudun hararet ve rutubetinden hâsıl olan bir buhara benzetmişlerdir. Vücudumuzda yanan gıdalardan meydana gelen enerjiler, vücudumuzda duygulara, isteklere, hırslara dönüşmekte ve bunlar da bizim duygularımızı harekete geçirmektedir. Böylece şeytanın körüklemesine müsait bir hararet meydana gelmektedir. Bizler eğer bu ateşe gaz verirsek, onun kontrolünü kaybederiz. O da bizi ana vatanı olan cehenneme sürükleyip götürür.

Hz. Mevlana nefsin cehenneme benzediğini şöyle anlatıyor: “Bu nefs, cehennemin ta kendisidir. Cehennem ise bir ejderhadır ki, ateşini söndürmeğe denizler bile yetmez.”

“Bizim şu nefsimiz, doymamak bakımından cehennemin bir parçasıdır. Parçalar ise bütünün özelliklerini taşırlar.”
Bu dizelerden de anladığımız kadarıyla; nefis nârını, ruh nuruna dönüştürmek için ondaki aşırılıkla mücadele etmek gerekmektedir. Ayrıca onun isteme ve gayret etme kabiliyetini, yüksek ve temiz maksatlara yönlendirmek lazımdır.

İşte, tasavvuf yolu insana bu disiplini kazandırmayı amaçlar. Bunun için nefsin arzularını şeriat ve takva kurallarıyla sınırlar. İstek ve arzuların ateşini şer’î bir çerçeve içine hapsederek, faydalı bir enerji haline getirir. Böylece kendimize hâkim olmamızı kolaylaştırır ve yoldan çıkmamıza mani olur.
HATİCE KÜBRA ERGİN
 
Üst Ana Sayfa Alt