Neler yeni
İslami Forum, Dini Forum, islami site, islami sohbet, radyo, islami bilgiler

İslam-tr.org'a hoş geldiniz! Hemen üye olun ve kendi konularınızı, düşüncelerinizi paylaşarak bu platforma katılın. Oturum açtıktan sonra, İslam dini, tarih ve güncel konularla ilgili paylaşımlarda bulunabilirsiniz.

Orucun Kazâsı

ikraislam Çevrimdışı

ikraislam

Aktif Üye
Site Emektarı
Orucun Kazâsı


a) Ramazan Orucunun Kazâsı: Ramazandan bir gün veya daha fazla oruç tutmayan kimselerin, bunları kazâ etmeleri gerektiğinde görüş birliği vardır. Tutmama hastalık, yolculuk, hayız, nifas ve benzeri özürler sebebiyle, yahut kasten veya yanılarak niyeti terketmek sûretiyle olabilir. Her ne sebeple olursa olsun gününde tutulamamış Ramazan orucunun kazâ edilmesi gereklidir. Aynı şekilde keffâret, adak veya başlanıp bozulmuş nâfile oruçların kazâsı da gereklidir. Başlanıp tamamlanmamış nâfile oruç meselesinde, Şâfiîler hiçbir şekilde kazâyı gerekli görmezken, Mâlikîler sadece kasten bozma durumunda kazâyı gerekli görmüşlerdir.


Ramazan orucunun kazâsı, yasak günler dışında her zaman yapılabilir. Şâfiîlere göre ise bir Ramazanda kazâya kalmış orucun, gelecek Ramazana kadar kazâ edilmesi gerekir. Bir Ramazanın kazâ borcu yerine getirilmeden, öteki Ramazan gelecek olursa, kazâ borcuna ilâveten bir de fidye ödeme yükümlülüğü ortaya çıkar.


b) Keffâret Orucu: Ramazanda özürsüz olarak oruç tutmamak büyük günahtır. Müslüman kişinin mâzeretsiz olarak oruç yemesi, son derece uzak ihtimaldir. Bununla birlikte Ramazanda mâzeretsiz olarak kasten oruç yemek, Ramazanın saygınlığını ihlâl etmek anlamına geleceği için keffâret ödemek gerekir. Keffâret için genel olarak önerilen üç seçenekten sadece ikisinin günümüzde tatbik imkânı vardır ki, bunlardan birisi iki ay peş peşe oruç tutmak, ikincisi 60 fakiri doyurmaktır. Toplumsal şartlar gereği ve bir anlamda köleliğin kaldırılması hedefine yönelik olarak önerilen köle âzât etme seçeneği köleliğin kalkmasıyla uygulama dışı kalmıştır.


Hanefîler, keffâret seçeneklerinde sıra gözetmenin gerekli olduğunu savundukları için öncelikle iki ay peş peşe oruç tutmayı, bu mümkün olmazsa diğer seçenek olan altmış fakiri doyurma seçeneğinin uygulanabileceğini ileri sürmüşlerdir. Mâlikîler ise, sıra gözetmeksizin herhangi bir seçeneğin yerine getirilmesini yeterli görmüşlerdir.


Araya hayız ve nifas gibi doğal mâzeretlerin girmesi durumu keffâret orucunun peş peşe oluş özelliğine zarar vermez. Bu haller geçtikten sonra yeniden niyet edilerek kalınan yerden devam edilir.


Ramazanda oruç bozmanın keffâretle cezâlandırılmasının altında, Ramazanın saygınlığına karşı işlenmiş bir suç bulunması yatar. Ramazanda oruç bozmak, Ramazan ayına ve Ramazan orucuna yapılmış bir hürmetsizlik olduğu için böyle yapan kimsele için keffâret öngörülmüştür. Bu espriyi dikkate alan bazı fakîhler, keffâreti oruç tutmamanın değil; orucu bozmanın cezâsı olarak değerlendirip, Ramazan ayında Ramazan orucuna niyet edilmediği takdirde oruç yemenin keffâreti gerektirmediğini söylemişlerdir.


Fakat bu görüş, pek anlamlı ve isâbetli görünmemektedir. Çünkü, niyet etsin veya etmesin, Ramazanda Mâzeretsiz olarak oruç yiyen/tutmayan kişi, Ramazan orucuna olmasa bile, Ramazan ayına saygısızlık etmiş olmaktadır. Öte yandan, bir Ramazanda birden fazla oruç yemek durumunda sadece bir keffâretin öngörülmesi, keffâret konusunda tek başına orucun değil; bir bütün olarak Ramazanın göz önünde tutulduğunu göstermektedir. Şayet keffâretin sebebi, Ramazan orucu olacak olsaydı, bozulan her bir Ramazan orucu için keffârete hükmedilmesi gerekirdi.


Esâsen Ramazan ile Ramazan orucunu birbirinden ayırmak da gerçekte mümkün değildir. O halde Hanefîlerin ortaya attığı bu görüşün anlamı nedir? Öyle sanıyoruz ki, Ramazan ayı ile Ramazan orucunun birbirinden ayrılması, zihnen mümkün olsa bile, gerçekte böyle bir şeyin mümkün olmadığını elbette onlar da bilmekteydiler. Fakat hukuk tekniği bakımından kandi görüşleri arasındaki tutarlılığı kaybetmemek ve bu yönden tenkide mâruz kalmamak için bu ayrımı yapmak durumunda kalmışlardır. Bu bakımdan teknik bir ayrıntının soncu olan bu görüşü, aslî bir görüş gibi değerlendirip, "canım, niyet etmediğimiz zaman keffâret gerekmiyormuş" düşüncesiyle, işi hafife indirgeyerek, Ramazandan oruç tutmamak yanlış olduğu gibi, böyle yapan kişi, kendi kendini kandırmış olur. Bu kimse ayrıca, dinin temel vecîbelerinden birini hafife aldığı, gerek Ramazana, gerek oruca saygısızlık ettiği için büyük günah işlemiş olur. Keffâretin gerekip gerekmemesi teknik bir konudan ibâret olup, mâzeret olmadıkça, Ramazan orucu konusunda titiz davranmak gerekir. Ramazanda özürsüz olarak oruç tutmayan kimse, günahkârdır. Peygamberimiz, mâzeretsiz olarak Ramazanda bir gün oruç yiyen kimsenin ömür boyu oruç tutsa da o günün borcunu gerçekten ödemiş olmayacağını ifâde etmiştir.


c) Fidye: Fidye konusunu içeren âyetteki "ve ale'llezîne yutîkûnehû" (2/Bakara, 184) ifâdesinin, dil açısından oruca güç yetiremeyenler anlamına gelebileceği gibi, zorlukla güç yetirenler anlamına da gelebileceği dile getirilmiştir. Hatta kimi rivâyetlerde, "Sizden Ramazan ayına yetişenler o ayda oruç tutsun" (2/Bakara, 185) meâlindeki âyet nâzil oluncaya kadar, fidye âyetinden hareketle, ashâbdan dileyenin oruç tuttuğu, dileyenin de tutmayıp fidye verdiği, bu âyet nâzil olduktan sonra ise oruç tutmaya gücü yetenler hakkında fidye hükmünün kaldırılıp sadece hasta ve yaşlılar için bir ruhsat olarak devam ettirildiği belirtilmektedir (Müslim, Sıyâm 149-150). Hz. Peygamber ve sahâbenin uygulamasının da bir sonucu olarak âyetteki "Oruç tutmakta zorluk çekenler" ifâdesiyle, şeyh-i fâni (düşkün ihtiyar) denilen yaşlı kimselerin kastedildiği yaygın olarak benimsenmektedir.


Buna göre âyet, oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlıların tutamadıkları oruç için fidye vermesi hükmünü getirmiş olmakta ve fidyenin miktarını "bir fakir doyumluğu" olarak belirlemektedir. Ağır bir hastalığa yakalanan ve iyileşme umudu bulunmayan hasta, orucu ileride kazâ etme ihtimali çok düşük olduğu için, bu ihtimal yok sayılarak şeyh-i fâni gibi değerlendirilmiş ve fidye hükmü kapsamına alınmıştır. Bu kimselerin, tekrar sağlıklarına kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmediğinden tutulamayan orucun, aynı cinsten bir ibâdetle telâfîsi talep edilmemiş, ibâdet şevkinden mahrum kalmamaları için, bunun yerine "her bir oruç için bir fakiri doyurma" şeklinde, orucun mâhiyetiyle alâkalı olması yanında, sosyal amacı da bulunan bir telâfî şekli önerilmiştir.


Her geçen gün bünyesi zayıflayan hasta ve yaşlılar, tutamadıkları her bir oruç için bir yoksulu doyurabilecekleri gibi, bir fakir doyumluğu fidyeyi Ramazan başında veya sonunda, nakit para veya mal olarak da verebilirler. Bu fidyeyi sağlıklarında ödeyemezlerse, fidyenin ödenmesini vasiyet etmeleri gerekir. Böyle bir vasiyetin mevcûdiyeti ve terekenin üçte birinin de yeterli olması halinde mirasçıların bu fidyeyi ödemeleri, dinî bir vecîbedir. Vasiyeti yoksa veya terekenin üçte biri fidyeyi karşılamaya yeterli değilse, mirasçıların teberru kabilinden bunu ödemeleri tavsiye edilmiştir.


Fidye yoluyla telâfi biçimi, devamlı hastalık ve yaşlılık sebebiyle oruç tutamayanlara mahsus olup bu iki durumun dışındaki mâzeretler, oruç tutmamaya veya başlanmış bir orucu bozmaya ruhsat teşkil etse de, tutulamayan oruçlar için fidye ödenmesini câiz kılmaz. Fakatbu kimseler kazâ edemeden vefat etmişlerse, mirasçıların aynı şekilde bu oruçlar için de fidye vermesi İslâm âlimlerince câiz, hatta mendup görülmüştür. Çünkü kazâ borcunu geciktirmemek gerekli ise de, burada söz konusu olan terk, başlangıçta mâzerete, devamında ise ileride kazâ etme ümidi taşınan hoş görülebilir bir ihmale dayalıdır. Ayrıca vefat, bu kimsenin orucunu kazâ etme imkân ve ihtimalini ortadan kaldırdığından yaşlı ve hasta için söz konusu olan acz halinin bunlar için de söz konusu edilmesi mümkündür. Orucu sağlığında kasten terkeden kimseler için ölümden sonra fidye verilip verilmeyeceği, aşağıda ıskat-ı savm konusunda açıklanacağı üzere, tartışmalıdır.



Tutulamayan oruçların fidyesi, birçok yoksula verilebileceği gibi, toplam tutar topluca bir yoksula da verilebilir. Ebû Yûsuf'a göre ise tek fidyenin birkaç yoksul arasında bölüştürülmesi de mümkündür.


Fidye olarak bir yoksulu fiilen doyurma, genellikle pratik olmadığı için, başlangıçta yoksul doyumluğunun gıda maddesine çevrilmesine ihtiyaç duyulmuştur. Buğday, hurma, arpa gibi gıda maddelerinin başlıca tarımsal üretimi oluşturması ve bu maddelerin yaygın olarak bulunması sebebiyle yoksul doyumluğu için başlangıçta getirilen oldukça pratik olan bu çözüm, ileriki dönemlerde, tarımsal üretim anlayışının değişmesine bağlı olarak üretim biçim ve ilişkilerinin değişmesi sebebiyle sıkıntı doğurmuş ve ülkemizde olduğu gibi fakir doyumluğu nakde çevrilmeye başlanmıştır. "Bir fakiri bir gün doyurma" şeklindeki ölçü sâbit ve değişmez olmakla birlikte, bunun tekabül edeceği nakit veya mal, toplumun üretim biçim ve ilişkilerine, geçim şartlarına ve ekonomik seviyesine göre değişebilir. Hanefî fakîhlerinin o dönemlerde belirledikleri ölçüye göre bir fakir doyumluğu olan fidye miktarının, buğday cinsinden karşılığı ve dengi yarım sâ'; arpa, hurma veya kuru üzümden karşılığı ise bir sâ'dır. Oruç fidyesinin tutarı, fıtır sadakası tutarına denktir. Günümüzde fitrenin (sadaka-i fıtr) miktarı, mükellefe kolaylık olsun diye, her yıl para olarak duyurulur. Fakat "bir fakir doyumluğu" esprisi gözden kaçırılıp, fıkıh mekteplerinin büyük ölçüde kendi dönemlerinin üretim biçimlerini ve geçim standartlarını dikkate alarak tesbit ettikleri buğday, arpa, hurma miktarları esas alınarak her yıl, fitre miktarının buğdaydan şu kadar, hurmadan şu kadar diye açıklanması yanlış anlamalara yol açabilmektedir. "Fakir doyumluğu"nun ne demek olduğu herkes tarafından anlaşılmakla birlikte, bu doyumluğun, paraya çevrildiği vakit, hesabın yapıldığı yiyecek maddesine göre değişmesi makul karşılanmamaktadır. Bir fakir doyumluğunun, günümüzde, asgarî geçim ve hayat standardı, asgarî geçim endeksi gibi ekonomik verilerden hareketle bölgelere göre ayrı ayrı hesaplanması mümkün ve daha sağlıklı olmakla birlikte, hiç değilse, hesapta esas alınan buğday, arpa, hurma ve üzümün tekabül ettiği ortalama miktarın asgarî tutar olarak açıklanıp, ötesinin mükelleflerin ortalama aylık veya yıllık geçim standartlarına göre ayarlamasına bırakılması daha uygun görünmektedir.


d) Iskat-ı Savm: Iskat-ı savm, birinin sağlığında iken yerine getirmediği oruç borcunun fidye yoluyla telâfî edilmesi, düşürülmesi anlamına gelmektedir.


İbâdetler, anlam ve amaç yönüyle, öncelikle bireysel/kişisel fenomenler oldukları için, kural olarak niyâbet ve vekâlet kabul etmezler. İslâm dini, her alanda olduğu gibi, ibâdetlerin îfâsında da sadeliği, kolaylığı ve güç yetirilebilir olmayı esas almış; bu ilkenin gereği olarak, ibâdetin îfâsında sıkıntı doğuracak durumlar için bazı kolaylıklar tanıdığı gibi, ibâdetin öngörülen ilk ve aslî biçimiyle yerine getirilemediği durumlarda birtakım telâfî mekanizmaları ve nâdiren de olsa alternatif îfâ biçimleri önermiştir. Bazı istisnâî durumlarda niyâbete izin verilmesi (bedel haccı), söz konusu durumun ibâdet içeriğinin dışında kalan başka mülâhazalarla açıklanabilmektedir. Kural, ibâdetlerin özellikle ve sadece mükellef tarafından ve öngörülen biçimlere uyularak yerine getirilmesidir.


Esâsen, tekrar sağlığına kavuşup oruç tutabilir hale gelmeleri ümit edilmeyen hasta ve yaşlı kimseler için âyette önerilen fidye yoluyla telâfî şekli, sonraları hükmün konuluş amacına uygun görülmeyebilecek zorlama yorumlarla ıskat-ı savm (ve arkasından ıskat-ı salât) anlayış ve tatbikatına dönüşmüştür.


Fidye hükmü, ilk olarak bir mâzeret sebebiyle oruç tutamayan ve bunu kazâ etmeden ölen kimseleri içine alacak şekilde genişletilmiş ve mirasçıların bu oruçlar için de fidye vermesi câiz, hatta mendup bir davranış olarak görülmüştür. Bu meselede, fakîhler kazâ etmemenin nedenleri üzerinde durarak, kişinin ölmeden önce orucu kazâ etme imkânına sahip olması durumu ile bu imkâna sahip olmasına rağmen ihmal sebebiyle tutmamış olması durumu arasında ayırım yapma eğilimi göstermişlerdir. Kimi fakîhler, orucunu kazâ etme imkânı bulamadan vefat eden kimseyi yaşlı ve sürekli hasta kimselerin durumuna kıyas ederek, mirasçılarının fidye vermesini vâcip görmüşse de, fakîhlerin çoğunluğu mâzeret sebebiyle bu kimseden mükellefiyetin ve kazâ borcunun sâkıt olduğu ve mirasçıların da fidye vermesinin gerekmediği görüşündedir. İmkân bulduğu halde orucunu kazâ etmeden vefat eden kimse hakkında ise, fakîhlerin çoğunluğu, Hz. Peygamber'in oruç borcuyla ölen kimse adına her bir gün için bir fakirin doyurulmasını emreden hadisinin (İbn Mâce, Sıyâm 50; Tirmizî, Savm 23) genel ifâdesinden hareketle mirasçılarının fidye ödemesini gerekli görürler.


Bir grup fakîh de, Hz. Peygamber'in, oruç borcuyla ölen kimse adına velîsinin oruç tutmasını tavsiye etmesini veya buna izin vermesini (Buhârî, Savm 42; Müslim, Sıyâm 152; Ebû Dâvud, Savm 41) esas alarak ölenin yakınlarının onun adına oruç tutmasının câiz olduğunu söylerken, Zâhirîler bunun câiz değil; vâcip olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakîhlerin çoğunluğu ise, ölen adına fidye verilmesini emreden hadisi ve kimsenin bir başkası namına namaz kılamayacağı ve oruç tutamayacağı yönündeki sahâbî görüşlerini (Muvattâ, Savm 43) esas alarak ve namaz, oruç gibi bedenî ibâdetlerde hiçbir şekilde -mükellefin hayatında veya ölümünden sonra- niyâbetin geçerli olmayacağı genel kaidesini işleterek, ölen adına yakınlarının veya üçüncü şahısların oruç tutmasını, namaz kılmasını uygun görmemişlerdir. Bunlar mezkûr hadisteki "yerine oruç tutma" ifâdesiyle oruç yerine geçecek olan fidye vermenin kastedildiğini, Hanbelîler başta olmak üzere fakîhlerin bir kesimi de bu istisnâî hükmün Ramazan orucu için değil de; ölenin adayıp da yerine getiremediği adak oruç borcu için geçerli olabileceğini söylerler.


Mükellefin oruç borcunun vefâtından sonra fidye ödenerek düşürülmesi (ıskat-ı savm) arzu ve teşebbüsünün, sürekli mâzereti sebebiyle oruç tutamayan veya geçici mâzeteri sebebiyle oruç tutamayıp daha sonra da bu orucunu kazâ edemeden vefat eden kimselerin durumuyla sınırlı kalması beklenirken; hangi dönemde başladığı tam olarak bilinemeyen, fakat hicrî II. asrın sonlarına doğru ortaya çıkmış olması muhtemel olan bir yorum ve kıyaslama ile, sağlığında mâzeretsiz olarak oruç tutmamış ve kazâ da etmemiş kimse adına vefâtından sonra fidye verilebileceği ve bu fidyenin ölenin oruç borcunu ıskat etmesinin muhtemel olduğu görüşü gündeme gelmiş ve uygulama alanına girmeye başlamıştır. Bu görüş, sağlığında mâzeretsiz olarak oruç tutmayıp kazâ da etmeyen kimsenin vefât etmekle kazâ etme imkânını yitirdiği için, mâzerete binâen oruç tutamayan kimsenin durumuna kıyâsen bu kimse adına da fidye verilebileceği, vasiyeti varsa kıyasın daha güçlü olacağı gerekçelerine sahiptir.


Hanefî kaynaklarında, İmam Muhammed'in ölenin vasiyeti olmasa bile mirasçıların onun oruç borcu için fidye vermesinin Allah'ın dilemesine bağlı olarak yeterli olacağını söylediği rivâyet edilir. Ölen adına yakınlarının oruç tutabilmesinden söz eden hadisin ve İmam Şâfiî'nin bu yöndeki eski görüşünün daha sonraki dönem Şâfiî literatüründe geniş bir yoruma tâbi tutulup kasten terkedilen ve kazâ da edilmeyen oruçlar dahil her türlü oruç borcu için söz konusu edildiği, ölen kimse adına oruç tutacak kimsenin onun yakını olmasının şart görülmediği, yakınların bilgisi olsun olmasın üçüncü şahıslarında da ücretli-ücretsiz böyle bir oruç tutabileceği görüş ve tartışmalarının yer aldığı görülür. Sonuç itibarıyla, âyette sadece oruç tutmaya gücü yetmeyen sürekli mâzeret sahibi kimseler için öngörülen fidye yoluyla telâfî mekanizması, konuluş amaç ve anlamını aşarak, mâzeretli veya mâzeretsiz olarak orucu terkedip, kazâ etmeden ölen herkese teşmil edilmiştir.


Her ne kadar içerisinde mâsum ve insancıl duygular barındırdığı iddia edilebilirse de ıskat-ı savm ve ıskat-ı salât anlayışının yeşerip, her türlü mantıkî ve dinî ölçüler zorlanarak oldukça geniş bir kullanım alanına kavuşturulması, ibâdetlerin aslî fonksiyonlarının göz ardı edilip, nasıl birtakım şeklî şart ve gösterilere indirgenmiş "borçtan kurtulma törenleri"ne dönüştüğünün bir göstergesi mesâbesindedir. Ruhun Allah'a yükselişini sembolize ettiği gibi, kişinin kendini geliştirip isbat etmesine katkı sağlayan ve insan için daha birçok mânevî ve derûnî yararlar içeren ibâdetlerin sıradan bir borç ödeme çerçevesinde değerlendirilmesi, ibâdetlerin ruh ve amacına aykırı olduğu gibi, insanların sağlıklarında ibâdetleri îfâda tembellik etmesine ve ihmalkâr davranmasına da yol açabilmektedir.


Vefat eden kimsenin yakınlarının müteveffânın uhrevî mes'ûliyetini azaltacak bir şeyler yapabilme yönündeki iyi niyeti anlaşılabilir bir durumdur; fakat bu niyetin doğru kanalize edilerek şâri' tarafından öngörülmüş genel ölçüleri aşmayacak biçimlerde gerçekleştirilmesi gerekir. Şâri', mevcut biçimlerin saptırılması neticesinde oluşan biçimlere göre değil; kendi önerdiği ölçülere göre davranılmasını ister. (7)
 
hifa Çevrimdışı

hifa

Üye
İslam-TR Üyesi
Gercekten cok faydali bilgilerdi,faydalandim Rabbim razi olsun... +1
 
Üst Ana Sayfa Alt